Halkımıza ve Kamuoyuna!
1. 13 Ocak günü (bugün) sabah saatlerinden itibaren TC ordusu tarafından Medya Savunma Alanlarının Xakurkê alanına bağlı Ermûş, Daila Köyleri ile Abdulkovi yamaçları ve Şehid Sarya alanlarına yönelik olarak obüs ve havan atışları başlatılmıştır. Yapılan saldırı halen devam etmektedir.
2. 12 Ocak günü akşam saatlerinden başlayarak sabah saatlerine kadar TC ordusu tarafından Medya Savunma Alanları’na bağlı Zap bölgesinin Çiyareş alanına yönelik olarak obüs ve havan atışları yapılmıştır.
13 Ocak 2009
HPG Basın-İrtibat Merkezi
- Ayrıntılar
Daha yirmi birindeydim.
Beşikçi’yi okumuşluğum vardı.
Düşüncesinin içeriğine değil, cesaretine saygı duyardım.
Bir gün dediler ki, Beşikçi’nin “Devletlerarası Sömürge Kürdistan” adlı kitabı çıkmış.
“Nerede, nerede dedim.”
“Amed’de D. Kırtasiye’de var” dedi arkadaşlarım.
O zaman, Fırat Üniversitesi’nde okuyordum.
Hemen arabaya atladım, Yallah Amed’e uçtum.
Seyrantepe’de hemen bir taksi tuttum; eve uğramadan D. Kırtasiye’de indim.
İçeri girdim. Kitabı istedim.
Kırtasiyede sadece bir nüshası vardı.
Ne yapayım, ne edeyim diye düşünürken kırtasiyeciye dedim ki: “Bana yirmi nüshasının fotokopisini çıkar.”
Kitabın yirmi fotokopisini alıp eve gittim.
Bir işte çalışmışlığım olduğu için, neredeyse bir aylık maaşımın hepsini yirmi fotokopi kitabına verdim.
O zaman, bu kitapları Türk ırkçı rejiminin askeri güçleri bende yakalasaydı, uzun yıllar TC zindanlarında kalabilirdim.
Bilgi edinmeyi seviyordum.
Önder APO’nun kitapları dışında hiçbir kitap bana ne ruh veriyor, ne de ufkumu açıyordu.
Diğer kitaplardan genelde bilgi ediniyordum.
Türkiye’de ne kadar Türk-İslam sentezci örgüt ile sol örgüt varsa, hepsinin dergilerini ve varsa gazetelerini de takip ediyordum; eğer varsa Kürt örgütlerininkini de.
Önemli gördüğüm kitapları, liselerden tutalım üniversiteye kadar herkese dağıtırdım.
Beşikçi’nin 20 fotokopilik kitabını da böyle yaptım.
Fırat Üniversitesi ile liselerdeki öğrencilere dağıttım.
Böyle süreçlerden geçerek gerillaya katıldım.
Gerillayı bir yaşam tarzı, bir özgür ahlak tarzı olarak kendi öz kimliğim olarak görüyorum.
Bir milyon kere daha doğsam, yine gerilla yaşamı dışında hiçbir yaşamı ve yaşam biçimini seçmem.
Zaten Kürtlerin yaşamı da, 1950’lere kadar gerilla yaşamıydı.
Eğer bugün, Kürtlerin özgürlük ve eşitlik değerleri ile tüm tarihi ve kültürü varlığını koruyorsa, bunu dağların doruklarında direne direne bizleri bugüne getiren yoksul ve ezilen halkımıza borçluyuz.
Biz de, halkımızın bu kesimden geliyoruz.
Ve kapitalist modernitenin ahlaksız mezbahasının lağımlı dehlizlerinde yetişen kişiliği reddediyoruz.
Etmeye de devam edeceğiz.
Şimdi bakıyoruz ki, kapitalist moderniteden bu denli etkilenmiş kişiliksizler kalkıp, ittifak kurup, Önder APO’ya saldırıyorlar.
Hepsi, sen şuradan, ben buradan, o da oradan saldırsın desturuyla hareket ediyorlar.
Hepsinin de fikir babası İngiltere, komuta kontrol merkezi ABD’dir.
Fet-ul Münafık’ın hurafeci medyası, mevziisine MİT ile CIA’nın zehirli kurşunlarını koymuş. Her tarafa Turancı kurşuni sözlerle atış yapıyor. İhanetçi liboşlar da -Kürt İhanetçiler- Avrupa ve Kürdistan’da mevziiye yatmış; ceplerine Türk rakısı ile Avrupa birasını koyarak sokak sarhoşları gibi kafalarına ne geliyorsa attıkça atıyorlar.
Bir de Fet-ul Münafık’ın TV’lerine çıktılar mı aman da aman; nasıl yiğit kesiliyorlar.
Ama bizden başkası onların nasıl korkak ve düşkün olduğunu bilemez.
Bir Kürt atasözü var, bu gibilerini hoş anlatır:
“Yê ne di şerda be, şêre” Türkçe meali şöyledir.”Kavgada olmayan aslan kesilir.” -Anlarsınız herhalde bunu ihanetçi liboşlar.-
Bir de Beşikçi Hoca’ya şunu söyleme hakkını kendimde görüyorum.
Herhalde kendisi de anlayışla karşılar. Bilim adamı olduğuna göre…
Beşikçi hoca diyor ki: “PKK çok büyük bir örgüt ama amaçlarını küçültmüş.”
Beşikçi hoca yanılıyor. PKK’nin amaçları daha da büyümüş. PKK, tüm dünya halklarının Demokratik Konfederalizm çatısı altında, halkların demokratik uygarlığını kurma düşüncesine sahiptir. Ve bunun mücadelesini veriyor. Demokratik Özgür Kürdistan’ın buna öncülük edeceğini ortaya koyuyor. Bu durum Kürdistan’ı da aşan bir durumdur. Bu konuda PKK’ye bakış açısında bir darlığınız vardır.
İkincisi: Önder APO’nun konuşmasının ahlaki olmadığını söylüyorsunuz.
Aslında sizin böyle demeniz ahlaki değildir. Siz de zindanda düşüncelerinizi açıklamadınız mı? Kitap yazmadınız mı?
Türkler, Önder APO’ya konuşma diyor; ABD ile AB ve Talabani’de böyle diyor.
Fet-ul Münafık ile ihanetçi liboşlar da böyle diyor.
Bil cümle hepiniz aynı daktilodan çıkan, aynı tekerlemeleri okuyorsunuz.
Aynen bir anda Türkiye’deki tüm camilerdeki imamların, MGK tarafından hazırlanan hutbeleri okuması gibi aynı hutbeyi okuyorsunuz.
Sizlerin MGK’si Süper NATO’nun koordinatörü ABD olmasın. ABD, Türkiye ile İsrail bize silahlı savaş açmışken, Beşikçi, Fet-ul Münafık ile ihanetçilerin ideolojik savaş açması tesadüf değil herhalde.
Hepinizi bir cepheye çeken nedir acaba?
- Ayrıntılar
Filistin’deki katliam dünyanın gözü önünde devam ediyor. Dünyada belki de çilelerin ve acıların en büyüğünü yaşayan bir halk yine kıyımdan geçiriliyor. Bilinen sözde ileri ve gelişmiş dünya cümle kemal gözlerini, kulaklarını ve ağzını kapalı tutmuş izliyor. İzlemiyor, katliamı destekler amaçlı açıklamalar yapıyor Amerika, Avrupa ve yeni yetme AB dönem sözcülüğü.
Sözde kendini Müslüman bilenlerle, sözde emperyalizm karşıtı olan devletler ise kınayıcı açıklamalar yapıyorlar. Bunların arasında işgal gücü TC devleti mi diyelim, ya da dini sömüren Türkiye hükümet başkanı mı diyelim onlar da var.
Biz ABD ve Bush tayfasını anlıyoruz. Ortadoğu’da amaçlarına ulaşmak için İsrail gibi bir devlete ihtiyaçları var. Biz İngiltere’nin ve tim AB devletlerinin pragmatik ahlaki ölçülerde ve arkeolojik siyasetlerine de anlam veriyoruz. Lakin Ortadoğu’da yıllardır ABD’nin bir nevi borazanlığını ve uşaklığını yapan güçlerin, devletlerin, partilerin, kişiliklerin kalkıp Filistin halkına destek mesajları vermelerine anlam vermekte zorlanıyoruz. Zorlanmanın da ötesinde gayri ahlaki bulduğumuzun altını çiziyoruz.
Bugün Ortadoğu’da İsrail devletiyle en ileri düzeyde ilişki geliştiren devletlerin başında Türkiye gelir. Neredeyse stratejik ortaklık düzeyinde bir ilişkilenme söz konusudur. Bu ilişki siyasi, askeri, sosyal, ekonomik, kültürel boyutlarda en üst düzeye çıkmış durumdadır. Kültürel, sosyal hatta ekonomik ilişkilere bizim diyeceğimiz bir şey olamaz. Ancak siyasi ve askeri ilişkilerin bu denli başka halkların aleyhine vukuu bulması kabul edilemez. İsrail’in bugün Filistin halkının başına yağdırdığı bombaların finansının azımsanmayacak yüzdeliğini Türkiye karşılıyor. İsrail’le yapılan askeri-ticaret anlaşmalarının çoğu misket bombası olarak geri Gazze’ye yağıyor. Bugün binlerce insanın kanının akmasında Türkiye devletinin parmağı var. Özel de ise Adaletsiz Kafirler Partisi’nin kurmaylarının parmağı var. Sözde Başbakan kalkıp mitinglerde “Alma mazlumun ahını çıkar aheste aheste” diye propaganda yapıyor. M. Ali Şahin ise ABD ile İsrail karşıtı açıklama yapıyor. Bu söylemlere kargalar gülmez mi? İsrail ile en özel ilişkileri siz geliştirmiyor musunuz beyler? ABD’nin icazetiyle iktidara gelmediniz mi beyler? Irak’a ABD’nin işgalini onaylayan siz değil miydiniz bre dinsizler? Olur. Olur da bu kadar olur. Her gün İsrail’e özel adam göndereceksin, ülkenin her karış toprağını İsrail’e satacaksın, halkların başına zehir yağdırmak için askeri anlaşmalar yapacaksın; sonra da İsrail karşıtı açıklamalar yapacaksın. Hızını alamayacaksın sonra da İsrail’in insanlık suçu işlediğini dile getireceksin. Bu oldu mu? Olmadı demezler mi?
Beyler eğri oturalım ama doğru konuşalım. Hem eğri oturup hem de eğri konuşuyorsunuz.
İlginç.
Başka bir durum ise Olmert, Ankara’ya gelerek saldırı planı için izin alıp gidecek, yani senin ve senin gibilerinin haberi olacak; ardından da feryadı figan koparacak. Bu kadar tiyatroya pes doğrusu. Bu kadar sahtekarlığın renk vermeden yapılması ve başarılmasına doğrusu tekrar tekrar pes. Sözü uzatmadan İsrail’in Siyonist rejimine en büyük desteği AKP ve onun başındaki zat ile zata yakın durum kurmayları veriyor. Ve Filistin katliamının suç ortaklığını bu tavrınızla siz yapıyorsunuz. Öyle değilseler yapmaları gereken ilk iş İsrail ile olan tüm anlaşmaları iptal ederler. Öyle değilseler İsrail ile tüm diplomatik ve siyasi ilişkileri durdururlar. İsrail elçisini Türkiye’den dışarı atarlar ve kendi elçilerini de geri çekerler.
Öyle değilseler ABD ile olan ilişkileri gözden geçirirler. Öyle değilseler Birleşmiş Milletler’de İsrail ile onu destekleyen ABD’yi kınayan karar önergeleri sunarlar.
Ve bir adım daha ileriye götürelim: İsrail’in yaptığı insanlık dışı uygulamaları kınayan bir güç aynı uygulamalara girişmez. Yasak silahların kullanımını kınayan bir güç yasak silahları kullanmaz. İsrail ile HAMAS arasında ateşkes isteyen bir güç, kendisinin de benzer bir sorunu olan soruna ateşkes isteyerek çatışkıların durmasını sağlamak için çalışır. Hava bombardımanlarında binlerce sivilin ölmesini kınayan bir güç, öncelikle kendisi hava saldırıları yapmaz. İsrail’in kara operasyonuna karşı rahatsızlık duyan bir güç, kendisi kara operasyonu yapmaz. İsrail’in dakika dakika TV’de ve internette bombalamanın nasıl yapıldığını gösteren görüntüleri kınayan bir güç, öncelikle kendisi de böyle şeyleri yapmaz. Daha da sıralanacak çok şey var ki…
Sonuç olarak ilkeli olmak ahlaki ve insani bir durumdur. İlkesizlik, bukalemunluk, sahtekarlık insanlıktan uzaklaşmanın belirtileri ve ahlaki çöküşün işaretleridir. Ahlaksızlık ve ilkesizliklerden uzaklaşarak tüm insanlığın çıkarını düşünen bir dünya yaratmak umudumuzu dile getirirken insanım diyen herkes meydanlarda bu vahşetin durdurulması için haykırmalıdır.
- Ayrıntılar
Kürdistan Tarihinden Notlar - II
İslamiyet kendisini Araplaştırma temelinde derinliğine nüfus ettirirken bunun bedeli Kürt toplumu açısından kırıcı ve yabancılaştırıcı olmuştur.
Kürtler halk olarak bu süreçte derin tahribatlar ve yıkımları yaşamışlardır. Karakteri gereği aşiret reisliği beylik ve şeyhlik kurumları Arap etkisinde kalarak yağcılık temelinde dar aile çıkarlarıyla sınırlı bir ufka sahiptir
İslamiyet, Kürt egemen sınıfını Hıristiyan halka karşı güçlü bir konuma getirmiştir. İslam devleti sayesinde bu halkların aleyhinde birçok olanağa sahip olabilmiştir. Sanıldığının aksine bunlar din dogmalarına çok inandıkları için Müslüman olmamışlardır. Dogmatizmin örtüsü ve katı inanç ortamında maddi çıkarlarını ve siyasal güçlenmeyi çok iyi sağlayabileceklerini bildikleri için resmi İslam’a sıkıca sarılma gereğini duymuşlardır. Nasıl ki uzak tarihte Kürt diye bugün tabir edeceğimiz egemen kesimler Sümerceyi özümseyerek ilişki geliştirdiler ise aynı biçimde Asurlar döneminde ve tabiî ki Helenler döneminde üst sınıflar işgalcinin dilini kültürünü özümsediler. Bunun karşısında alt sınıflar, aşiretin sıradanları günlük yaşamda “halk, tebaa” diye tabir edilenler kendi dil ve kültürlerinde ısrarcı olduysalar aynen o biçimde Araplaşmayı yaşayan yine üst ve egemen sınıf oldu. Üst sınıf çıkarı gereği kendi geçmiş şeceresini Arapların herhangi bir ailesine kadar götürebildi. Hatta kimisi nasıl Hz. Muhammed’i akran olduğuna seyitlikle göstermeye çalıştı.
Salt bu değil, isimler Araplaştı. Unvanlar Araplaştı. Giyim kuşam Araplaştı. Bugün Şeyhler, Emirler, Seyitler; yine Kürt nüfusu içindeki Hasan, Osman, Ömer, Bekir vb. isimler hep bu kültürden kaynağını alır. Toplumların ya da halkların birbirlerinde etkilenmesinin yadırganacak bir yanı olamaz. Ancak kralda daha kralcı kesilerek tüm toplumu ona ait olmayan bir gerçekliği empoze ettirme sadece ve sadece ihanet ve işbirlikçilikle izah edilebilir. Bu sınıfların aileleri üzerinde oynandı mı her tür istismara açık olup beklenmedik isyanlarla teslimiyetleri iç içe yaşamaktan çekinmez veya kurtulamazlar. Bu egemenler eliyle girişilen ilişkiler esas itibariyle bu tarz benzer sonuçlar halka dayatmayı, halkı alçaltmayı bir kural haline getirmişlerdir.
Bir bütün olarak feodal ortaçağ kültürel etkisi altındaki Kürtler, feodal sınıflaşmayı yaşadıkları oranda özgür yaşamda bir gerilemeye uğramışlardır. Feodal kölelik, aşiret özgürlüğünün sürekli aleyhinde gelişme sağlamış, zihniyet yabancılaşmasında önemli bir yer tutmuştur. Birçok Kürt aydını çıksa da işbirlikçilik devlet eğilimlerinde ötürü kalıcı bir etki bırakmamıştır.
Özcesi feodalizmle oluşan üst tebaa amiyane tabirle tam bir uşaklaşmayı kendisine yedirerek oluşmuştur. Oluşum mayasında uşaklık ve işbirlikçilik bulunduğu için karakteri kaygandır. Özünden uzaktır. Özüne yabancıdır. Başkasınınkine özenme, kendisinden nefret etme, kendi değerlerinden kaçma hep bu oluşumdan kaynağını alır. Başkası için var olduğundan hep kullanılmaya müsait pozisyondadır. O kadar kendisine yabacılaşmıştır ki kendi çıkarını düşünmez. Aklından kendisi için düşünme bile geçmez, geçemez. Sonradan ele alacağımız İdrisi Bitlisi buna iyi bir örnektir: Sultan övücülüğünü o kadar ileri götürür ki Osmanlı’nın kuruluşundan bu yana gelen 8 imparatoru “heyşt behişt” (sakız cennet) olarak betimler. Ve tabiî ki Yavuz Sultan Selim’in “beylerinizi tayin edin ya da belirleyin” istemine “yapamayız siz belirleyin” diye cevap verecek olan ancak bu karakterdir. Sorun İdrisi Bitlisi’nin iyi veya kötü olması değildir. Sorun oluşan işbirlikçi egemen karakterdir. Ve işbirlikçi karakterin götüreceği yer de ihanettir. Olup biteni psiko-sosyo-kültürel olarak ele almak çok ilginç sonuçlar doğurabilir. Ruhsal olarak Osmanlı’yı yaşayan sosyal ve kültürel olarak Araplaşmış ve Sünniliğin merkezi olan Osmanlı Sultanlığı’nı buna da eklersek tablo daha iyi anlaşılır. Bir ülke ya da o dönemin diliyle devlet yaratmanın başkalarına bırakıldığını bir yaklaşım düşünülsün, bilakis tersi durum söz konusudur. Büyüklere saygı gereği yapılması gereken yapılmıştır. Hem de en iyi bir biçimde. Çünkü 23 Kürt beyi, Şah İsmail’in elinden kurtarılmıştır, şialaşmanın önü alınarak Sünni çizgi hakim kılınmıştır. Burada ihanet duyguları işbirlikçi tutumun tepkisi yoktur. Tersi geçerlidir. İşte ihanetçi işbirlikçi karakter bu kadar derine nüfus ederek bir kişilik şekillendirmiştir.
Bu nüfuz etme o kadar derindir ki halen bugün Kürdistan’ın pir çok parçasında etkileri görülmektedir. Yıllardır verilen özgürlük mücadelesine eğer bu kadar sert direniş bu egemen işbirlikçiler tarafından sergileniyorsa, bunun nedeni bu tarihi ihanet genidir. Siz buna Nakşîliği, Feodal Komprador kültürünü de eklerseniz yaşanan katmerleşmiş ihaneti daha iyi görebilirsiniz.
Dediğimiz gibi bugün dahi o kadar işbirlikçi ve ihanetçi egemen Kürdü farklı parçalarda yaşasalar da çıkarları gereği birbirlerine sarılıyorlarsa temel nedeni bu tarihi ihanet dokusudur.
- Ayrıntılar
Saat sabahın dokuzuydu. Bir gece öncesinden aralıksız kar yağıyordu. Yeryüzünü beyaz bir tül gibi kapatıyordu. İki büyük kamp arasında üslenen bölüğümüzün alışılagelen trafiği kapanan yollardan dolayı işlemiyordu. Bu nedenle bol bol misafir havasını andırıyordu. Yaz aylarının hızlı temposunun yaşattığı anılar tekrar tekrar anlatılıyordu ve her seferinde ilk kez dinleniyormuş gibi kulak kabartılıyordu.
Akşam yakmak için ben ve Jiyan kampın üst tarafında karla kapanmış patika yolun hemen altındaki seyrekleşmiş ormanda odun kesiyorduk. Sürekli esen rüzgar bir şamar gibi yüzümüze inerken, soğuktan titreyen ellerimizin tutamadığı baltayı rast gele sallıyorduk.
Soğuğun ve yorgunluğun iç içe geçtiği odun kesmekten sıkıldığım sırada, nefesimi kesen o bir anlık görüntü ile karşılaştım. Öyle ki kestiğimiz ağacın nasıl parçalandığını anlamadım. Sonunda Jiyan dalgınlaştığımı, bundan ötürü yavaşladığımı söyleyince kendime geldim.
Karla kapanmış patikadan zar zor ilerleyerek bölüğümüze doğru gelen grupta ön sıradaki arkadaşa takılmıştı aklım. Çok yakın olmamasına rağmen uzun, ince boyu, yana taranmış saçından tanımıştım. Kuzenim Yusuf’tu. Çocukluk ve ilk gençlik yıllarımdaki arkadaşımın partiye katıldığını duyduğumda içim içime sığmamıştı. Daha sonra sürekli sorup soruşturduysam da bir türlü nerede olduğunu, yaşayıp yaşamadığını öğrenememiştim. Zaten kısa bir süre önce de şehit düşmüş olabileceğine kendimi inandırarak sormaktan vazgeçmiştim. Çünkü bir çok kişi partiye ulaşmadan ya da gerillacılığının ilk aylarında şehit düşmüştü. Yusuf ta pekala bunlardan biri olabilirdi. Hiç kimsenin onu tanımıyor olması bu nedenleydi belki. Kim bilir hangi eyaletin hangi dağında son mermisine kadar çatışarak ya bir pusuda ya da bir nehrin coşkulu dalgasına kapılarak şehit düşmüştü. “Mezarını dahi bilen yoktur.” Herhalde diyerek umudumu kesmiştim. Onu, soğuk ve kendimden başka kimseyi düşünmediğim böyle bir günde görmek, bir mucizeydi adeta.
“Hangi parçayı alacaksın?”diye sordu Jiyan.
“Fark etmez, bir an önce mangaya dönelim de” dedim aceleyle. Jiyan bakışlarını yerden ayırmadan gülümseyerek, ne demek istediğimi anladığını belirtti.
“Sen küçük parçayı ve baltayı al, ben de büyük olanı” dedi.
“Tamam” dedim.
Soğuktan uyuşmuş vücuduma aldırmadan son hızla, odunu sol omzumun üzerine yerleştirdikten sonra, baltayı da sağ elime alarak yürümeye başladım. Jiyan iyice meraklanmıştı.
“Seni ilk kez böyle heyecanlı görüyorum” dedi.
Nasıl bir cevap vereceğimi bilemediğim için sessiz kaldım. Bir an önce mangaya ulaşmak ve grup kampımızdan ayrılmadan önce onları görmek istiyordum. Kim bilir nereye gidiyorlardı. Bir daha görüşmeyebilirdik. Odunu manganın duvarına dik duracak biçimde koydum. Etrafıma şaşkın şaşkın bakarken, misafirlerin gidip gitmediğini merak ediyordum.
Mangamıza doğru gelen bir arkadaş, kardan zar zor açabildiği gözlerini kısarak;
“Bir grup arkadaş, hava koşullarının iyi olmaması nedeniyle burada kalacak. Onların ihtiyaçlarını karşılamak için görevli çıkartmak gerekiyor” dedi.
Bu fırsatı kaçırmamak için aceleyle hazırlanmaya başladım. Arkadaşlar yorgun olduğumu düşünerek, gitmeme engel oldular. Gidemedim.
Kare olan manganın köşesinde saksılara ekilen yeşil soğanlar, mangadaki bahar havasını gerçekçi kılıyordu. Sabırsızlığımın tüm bedenimi sarsmasına inat, radyodan yükselen müzik, hoş ve yatıştırıcı bir tonda yayılıyordu.
Dışarıda şaşırtıcı bir manzara vardı. Derin vadilerine, dik yamaçlarına rağmen, dağ olmaktan nasibini alamayan tepelerin zirvelerinde fırtınalar kopmuyordu ama karın karıştığı, tülü andıran sert bir rüzgar esiyordu. Vadinin içlerine koyu bir sis çökmüştü. Rüzgarın sesi bile dışarı çıkma cesaretini kırmaya yetiyordu.
Misafirler için görevlendirilen iki arkadaş kefiyelerini sıkı sıkıya bağlamış, alınlarını kırıştırarak, oduna gidiyordu. Birisi ellerini montunun kollarının içine çekmiş, diğeri ise geçen yıldan kaldığını tahmin ettiğim eldivenlerini geçirmişti ellerine.
Bölüğün diğer kamplarla bağlantısı kesilmişti. Kampımız, taşlarla örülü mangalarıyla küçük bir köyü andırıyordu. Öğle yemeği saatinde kendimizi bir kazazede gibi hisseder olmuştuk. Kar yağışından dolayı çalışmayan mutfakta çok az erzağımız kalmıştı. Depolarımız vardı ama onu bu karın altından çıkarmak yürek istiyordu. Lojistikçi arkadaş erzaksız mutfağı temizlerken, son makarna paketlerini de tezgahın üzerine düzenle yerleştiriyordu. Elimde tuttuğum birkaç ekmekle misafir mangasına bakıyordum. Hiç kimse görünmüyordu. Lojistikçi arkadaşa,
“Misafirler ne yapıyor?” diye sordum.
“Uyuyorlar. Dün gece saat 3’ten beri kar yağışına aldırmadan yürümüşler. Yemek ve çay hazır olduğunda onları uyandıracağız” dedi ve ardından merakla sordu. “Tanıdığın var mı?”
“Onları görmedim. Belki tanıdığım vardır” dedim kısık bir sesle.
Aceleyle mangaya gittim. Yemekten sonra yapacağım ziyaret için izin aldım. Yemek hazırlanıncaya kadar, beni dağınık görmesini istemediğimden saçlarımı taradım, çoraplarımı değiştirdim. Aynaya baktım. Aklıma altı yıl önceki halim geldi. O zamanki gibi çekingen ve ürkek ifade yoktu artık. Onun yerine yaşanmışlıkların izi vardı yüzümde. Özgürlüğün çekici soluğu birçok duyguyu değiştirmişti. Eski tercihlerin kararsız ifadesi yoktu mesela. Belki olması gereken de yoktu. Ama altı yılın farkı, gözle görülür biçimde duruyordu aynada. “O da değişmiştir. Eskisi gibi içe kapanık değildir herhalde” diye düşündüm. Bir defasında dikenleri ellerini parçalamasına rağmen hevesle topladığı böğürtlenleri istediğimde, hiç tereddüt etmeden vermişti. O anın hafızamdaki izi hiç silinmedi.
Ona bir şeyler vermek istedim. İçinde fazla bir şeyin olmadığı eskimiş çantama bir göz gezdirdim. Kullanılmış çoraplar, eski bir kazak, albüm ve defter dışında okul arkadaşımın şehit düşmeden bir gün önce verdiği kalem vardı. Sonbaharın pastel renklerinin hakim olduğu çiçek ve küçük desenli yapraklarla kompozisyonlar yapıp süslediğim defterin sayfalarını özenle çevirdim. İçinde kaçamak zamanlarda yazdığım şiirlerim vardı. Koparıp koparmamada karar verecekken şiirleri birkaç kez okudum. Defterin görünümünü bozmamak için öylece karton yaptığım kabın içine yerleştirip cebime koydum.
Öğleden sonra Jiyan ile birlikte misafir mangasına gittik. Dizlerimin titrediğini çok az görmüşümdür. Şimdi titriyordu. Savaşın en korkunç anlarında bile soğukkanlılığımı koruduğum halde böyle bir heyecanın içimi titretmesi, geçmişin hatıralarımda en sade haliyle kalışı mıydı?
Mangaya çıkan yokuş bir türlü bitmiyordu. Sanki attığım her adım geriye gidiyordu. Hayatımda çıktığım en uzun yokuştu. Zamanın durması buydu herhalde. Ya zaman durmuştu ya da saniyeler saatlere dönmüştü. Aklıma onunla ve onsuz geçirdiğim yıllar geliyordu. Her şeyi hatırlıyordum.
Bir kuzeni devrimci ortamda görmenin telaşıyla misafir mangasına ulaştığımda, misafir arkadaşlar çoktan yemeklerini yemiş, çaylarını yudumluyorlardı. Sırayla selam vermeye gelince tek tek arkadaşların yüzlerine baktım. O yoktu. Bir arkadaş selamlaşmadan sonra yer gösterdi. O sırada oturacağımız yerin tam karşısında üzerine battaniye örtmüş, uyuyan bir arkadaş vardı. Başını örttüğü için onu göremiyordum. Kim olduğunu sormak istedim. Ama ismini bilmediğim için sadece yüzünü görmem gerektiğini anladım. Kalkmasını beklemekten başka bir çarem kalmamıştı. Bir ara derin nefes alıp verdiğini fark ettim. “Hasta mı acaba?” diye düşünürken, çocukluğundan kalan nazlılığını bırakmamış olabileceği geldi aklıma. Nasıl da titriyorlardı üstüne. Aksırır aksırmaz naneler kaynatılır, sinüzitinin tedavisi için ne gerekiyorsa el birliği ile yapılırdı.
Hiç beklemediğim bir anda, “Beni hatırladınız mı?”diye sordu utangaç gülümsemesiyle bir arkadaş. Daldığım tüm düşüncelerden beni sıyırmış olsa da ona uzun uzun baktığım halde tanıyamamıştım. Başka bir zaman olsa hatırlayacağımdan emindim. Ama o an tüm duyularım ve düşüncelerim karşımda upuzun, kaygısız ve biraz da hasta gibi görünen kuzenime kilitlenmişti. Vazgeçmedi.
“99’da aynı bölükteydik. Birinci takımdaydım. Hani göreve Kato’ya gitmiştik. Yüksek kayalıklar arasında oluşan dar bir uçurumun üstünden atlayamamıştınız. Ben de köprü yapmıştım kendimi.” der demez hatırladım. Bölüğün en fedakarlarından Mervan’dı. Hatırladığımı söyleyince Mervan zafer edasıyla yanındaki arkadaşlara baktı. “Takımlar ayrıldıktan sonra görüşemedik değil mi?”diye sordu. En az Mervan’ın sohbeti kadar benim de farklı istemlerim vardı. Kendimi bir türlü sohbete veremiyordum. Gözlerim arada bir Yusuf’a kayıyordu. Dağınık düşüncelerim ve yarım yamalak Kürtçemle sohbeti koyulaştıramayacağımı Mervan arkadaş da anlamıştı. Oysa soracak o kadar çok sorusu vardı ki bunu anlamak zor değildi. Rewşen’i, bir türlü anlaşamadığı Medya’yı, Binevş’in nasıl şehit düştüğünü ve hemşerisi Ruken’i soracaktı. ‘99 yılının zorlukları yoldaşlık sevgisine öyle şeyler katmıştı ki, kahramanlık ve ihanet arasındaki çizgi de ayna tutmuştu yüzümüze. O yılın, anılarımız içinde farklı bir yeri vardır. Başka bir zaman olsaydı uzun sohbet ederdik.
Jiyan, arkadaşlara geldikleri kampı ve en çok da tanıdığı arkadaşları soruyordu. Sakin sakin konuşuyor, harfleri yutmadan çıkardığı ses mangada yankılanıyordu. Bir erkek arkadaşın ikram ettiği çayı yudumlarken, saatine bakıyordu. Ben ise zaman ve mekan kavramını yitirmiş, gözlerimi ayırmadan onu izliyordum. Düzenli nefes alışı ile sanki uzun yıllar orada yatacakmışçasına, daldığı rüyadan sonsuza dek ayrılmayacakmış gibi her şeyin mükemmel olduğu bir ev rahatlığında yatar hali vardı. Anneannemin ona özel olarak diktiği kalın yünlü yorganlar geldi aklıma. Köşeleri kaneviçeli özenle işlediği baş kısmı dantelli olanlardan. Yün çorapları da hiç eksik etmezdi. İşlediği rengarenk desenli yün çoraplardan ayıp olmasın diye bize de gönderirdi ama ona olan derin sevgiyi hissetmiyor değildik. Fakat o, onların istediği gibi olmamakta hep diretirdi.
Onunla en son sıcak bir yaz günü konuştuğumuzu hatırlıyorum. Üzerinde kareli gömleği ile çok olgun görünüyordu. Yaz ayı olmasına rağmen sık sık burnunu silerken “Yine sinüzitim azıttı.”diyordu. O gün ilk defa özgürlüğe dair konuşmuştum. Bizim için tercih edilenler ve bizim tercihlerimiz arasındaki farkları anlatmaya çalıştım. Yaşamımız sınırlı seçenekleri seçme özgürlüğü ile süslenmişti belki ama bir de sunulmayan, hep bizi çepeçevre tutan, adım adım takip eden seçenekler vardı. Bunları onun da görmesi gerektiğine inanarak aralıksız konuşmuştum. Sabırla dinledi.
O günlerde ailemiz Yusuf’un anlaşılmaz tavırlarından dolayı paniğe girmiş, “her an dağa gidebilir” diyorlardı. Kararını açıkça söylemese bile bunu hissettirmişti. Tüm aile otoriteleri ona müdahale etmeye hazırlanırken ben ayrılmıştım.
Jiyan sohbeti koyulaştırmıştı. Arada bir saatime bakıyordum ama kendimi bir türlü uyuyan bu kişinin beni götürdüğü anılardan kurtaramıyordum. Ne zaman uyanırdı? Belki de kalkmak için gitmemizi bekliyordur. Genelde erkek arkadaşlar bayan arkadaşların yanında uzanmazlar. Eğer hasta ve yaralı değillerse veya gafil yakalanmışlarsa hiç kalkmazlar. Herhalde o da bu kuralı öğrenmişti. Ona neler anlatacağımı tekrar aklımdan geçirirken, ikinci kez kaynayan çaydanlıktan çay içtim. Öylesine kıpırdamadan yatıyordu ki bir an bayılmış olabileceği kuşkusuna kapıldım.
Çay ikramından hemen sonraydı. Kış günlerinin kısalığını hatırlatan jeneratör mangaları aydınlattı. Günlerdir kulağımızda alışkanlık yapan rüzgarın sesi gelmiyordu. Gece uçsuz bucaksız bir koyulukta çöküyordu kampın üstüne. Saatlerdir seyrettiğim battaniyenin altındaki bu insan, beni türlü düşüncelere götürmüş, neredeyse hafızamda silinmeye yüz tutmuş film şeridini canlandırmıştı. Anılar ve yanımdaki arkadaşların sohbetleriyle saatler geçmişti. Başım ağrıdan çatlamak üzereydi.
Mervan arkadaş akşam yemeği hazırlıklarına başlayınca kalkma saatinin geldiğini anladım. Paniklemiştim. Gidip onu sarsıp, uyandırmamak için zor tuttum kendimi. Aslında kendime söylemeye çekindiğim şeydi engel olan. “Ya o değilse... Yusuf değilse bile bana bu kadar anıyı ve duyguyu yaşattığı için teşekkür ederim” dedim. Sonra içimde hızla bu mangayı terk etme hissi gelişti. O hep benim için bu misafir mangasında dışarıda kıyamet gibi bir kış yaşanırken uyuyakalsın, hiç uyanmasın. Üzerinde köşeleri kaneviçeli ve baş kısmı dantelli olan yorganlar olmadan.
Yemek hazırlanıncaya kadar onun da hazırlanması için sadece “Heval” diye seslendiler. Uykudan uyanan bir insanın, bu kadar dağınık ve yüzünün bu kadar asık olduğunu o zaman çok iyi gördüm. Hiçbir şey demedi. Battaniyeyi üzerinden attı ve etrafına şaşkın şaşkın baktı. Sonra elleriyle saçını düzeltti. Yastık niyetine katladığı yeleğini giydi. Adet yerini bulsun diye Kürtçe aksanlı bir Türkçe’yle
“Merhaba, hoş geldiniz” diyerek neredeyse koşar adım mangadan çıkıp gitti.
Anılarla dolu bir gün yaşattığı için teşekkür edemedim ona.
- Ayrıntılar
İlk günlerin dikkati ve titizliği kaybolmuştu. Artık sürekli mevziinin içinde beklemiyor, kenarında ayakta duruyor ve uzaktan araç sesi duyduğumuzda mevzilere girip, ateş pozisyonu alıyorduk. Köylüler, günlerdir sabahtan akşama kadar mevzilerde beklediğimizi görmüş, niye beklediğimizi anlamışlardı. Bu nedenle daha fazla yakınlık gösteriyorlardı. Hatta bazı köylüler öğleden sonraları torbalara erzak doldurup, yanımıza kadar geliyorlardı. D. aşiretindendiler. Dersim isyanında, isyanı ilk başlatan onlar olmuştu. Umut dolu gözlerle bakıyorlardı bize. Düşman çok acı çektirmişti onlara, ama korkmuyorlardı. Yıllardır savaşla iç içe yaşıyorlardı. Savaş, yaşamlarının bir parçası olmuş, sıradan bir olaya dönüşmüştü. Onurlarıyla, özgürce yaşayabilecekleri bir geleceği getirecek olan gerillaya sevgi ve umutla bakıyorlardı. Bazen köylerine gittiğimizde evlerine gitmediğimiz köylüler darılıyor ve “Niye bize gelmiyorsunuz?” diye sitem ediyorlardı.
Altıncı günü de akşam etmek üzereydik. Mevziinin kenarında durmuş, köpürerek akan Munzur suyuna bakıyordum. Berrak değildi. Kahverengi akıyordu. Gergindim. Ama tek kelime etmiyordum. Önceki günlerde yaptığım gibi, sakinleşmek için düşmana da küfür etmiyordum. Munzur suyunun başını sağa sola vurarak akması, sanki gerginliğimi kendisiyle birlikte alıp götürüyordu. Bir süre Munzur suyunu izledikten sonra, sağdaki sırtta bulunan Mazlum arkadaşın mevzisine baktım. Yanımıza geliyordu. Akşama doğruydu. Noktaya çıkış hazırlıklarını yaptığımız için rahat hareket ediyorduk. Gözlerim onun üzerindeydi. Çünkü içimizde en çok zorlanan oydu. Eylemin tüm sorumluluğu onun omuzlarındaydı. Altı gün boyunca karın-yağmurun altında beklemenin arkadaşları nasıl zorladığını, yıprattığını çok derinden hissedebiliyordu. Arkadaşlar arasında yükselmeye başlayan, “Düşman gelmez. Boşu boşuna bekliyoruz, kendimizi yıpratıyoruz” sözleri onu suskunlaştırmış ve gerginleştirmişti. Bu sözleri hiç kimse gidip doğrudan ona söylemiyordu ama akşam noktaya çıkarken ya da manga sohbetlerinde “Düşman gelmez, boşuna bekliyoruz” konusu konuşuluyordu. Ve Mazlum arkadaş bu konuşmaların hepsini duyuyordu. Yanımıza ulaştığında donuk bir sesle, “Merhaba” dedi. Ona yardımcı olamamanın ezikliğini yaşıyordum. Üstü başı çamur içinde kalmıştı. Gelip yanıma çömeldi ve elini kızıl bıyıklarına götürüp, ağır ağır çekiştirmeye başladı. Ancak sabah mevzilere inerken ve akşam noktaya çıkarken görebiliyorduk birbirimizi. “Bugün de gelmedi” dedim çaresizce. Karşılık vermeden, bir süre sessiz kaldı. Bu arada elinin kızıl bıyıklarında hızlı hızlı gidip gelmeye başladığını fark ettim. “Yarın... yarın gelecek ve biz düşmanı Munzur suyuna dökeceğiz” deyip ani bir hareketle yerinden kalktı. “Ben noktaya çıkıyorum, sen arkadaşları toparla gel” dedi. Sonra hızla yanımızdan ayrılıp, koşar adım sırtı tırmanmaya başladı.
Soğuk ve yorgunluk o kadar etkisini gösteriyordu ki, yoldan noktaya kadar olan yarım saatlik yokuş, bitmek tükenmek bilmiyordu. Bazı arkadaşlar mangalara varır varmaz, yemeği beklemeden, ısınıp, kurulanmadan hemen uyuyorlardı. Geceleri nöbetçiler dışında kimse uyanık kalmıyordu.
Altıncı günü yedinci güne bağlayan geceydi. O gece yine bütün arkadaşlar uyumuştu. Sadece ikimiz uyanık kalmıştık. Mazlum arkadaş her zamanki gibi sobanın kenarında oturmuş, eli sarı saçlarının arasında, Ahmet Arif’in şiirlerini dinliyordu. Ben ise bir türlü uykuma hakim olamıyordum. Göz kapaklarım ağırlaşıyor, başım hafifçe öne düşüyor ve oturduğum yerde uyukluyordum. Uyumamak için ne kadar çaba sarf etsem de uykuyu yenemiyordum. Buna rağmen Mazlum arkadaşı ve eylemi düşünmeye çalışıyordum. Onu biraz olsun rahatlatmak istiyordum ama bunu nasıl yapacağımı, ya da neler söylemem gerektiğini de kestiremiyordum. Bir yandan uykunun verdiği sıkışma, bir yandan da kendimi bir şeyler söyleme zorunda hissetmem beni çıkmaza sokmuştu. Ağzımdan, “Arkadaşlar çok yıprandılar” sözcükleri döküldü kendiliğinden. Sinirlenmişti, “Biliyorum... Biliyorum ama düşman gelene kadar bekleyeceğiz, başka çaremiz yok” dedi. Konuştukça sesini daha da yükseltiyordu. “Bugün Dersim’den gelen bir köylüyle konuştum, düşmanın yığınak yaptığını söylüyordu. Sezgilerim düşmanın yarın geleceğini söylüyor. Vazgeçemeyiz.”
Burnundan solumaya başlamıştı. Sinirli olduğundan susmayı tercih ettim. O konuşmasına devam etti. “Altı gündür yağmur-çamur demeden bekledik. Bu kadar sabır ve emekten sonra vazgeçemeyiz. Gelene kadar bekleyeceğiz...” Aniden sustu. Ona cevap veremedim. Aslında ne söylenmesi gerektiğini de bilmiyordum. İçimden, “Umarım haklı çıkarsın” diye geçirdim sadece. Sonra ne zaman uyuduğumu hatırlamıyorum. Bir arkadaşın “Heval kalk! Gidiyoruz” sözleriyle uyanıp, sabah içtimasının yapıldığı alana gittim. Yağış durmuştu. Başımı gökyüzüne kaldırdım. Uzun bir aradan sora yeniden yıldızları görmenin mutluluğunu yaşadım. Nihayet bugün güneşi görebilecektik. İçtimayı her zamanki gibi Mazlum arkadaş aldı ve kısa bir konuşma yaptı.
“Bu zorlukların sonunda mutlaka amacımıza ulaşacağız. Umudunuzu yitirmeyin. Bugün herkes hazır olsun. Düşman gelecek ve biz onu vurup, kazanacağız.”
Bu sözleri kendinden çok emin bir şekilde söylemesi beni şaşırtmıştı. “Nasıl bu kadar emin konuşabiliyor?” diye sordum kendi kendime. Daha sonra bütün arkadaşlara başarılar dileyip, yürüyüşe geçmemizi emretti. Yola ulaştığımızda yine arkadaşları mevzilere yerleştiriyordu. Bizim mevziiye de geldi. “Hazır mısınız?” diye sordu. Hazır olduğumuzu belirttim. Mevziiye ve arkadaşlara şöyle bir göz gezdirdikten sonra dönerek,“Hakkını helal et!” dedi. Daha önceleri, “Serkeftin” derdi. Bu sefer, “Hakkını helal et” demesi beni şaşırtmıştı. Neden böyle söylediğini anlamak için dikkatlice yüzüne baktım. Bir an duraksadıktan sonra, “Helal olsun. Sen de hakkını helal et” dedim. Kaygılanmıştım. O ise, çok sevinçli görünüyordu. Ona, “Seninle geleyim ” dedim. “Yok, sen bu üç mevziden sorumlusun. Bunların yanında kalacaksın” dedi. İtiraz dolu bir ifadeyle, “Senin yanındaki arkadaşlar yeni ve tecrübesiz, seninle geleyim” diye ısrar ettim. Kabul etmedi. Ayrılıp mevziisine gitti. Arkasından endişeyle baktım bir vakit. Sonra gidip mevziime oturdum.
Yedinci gün hava pırıl pırıldı. Sabahın duruluğu ve Munzur suyunun berraklığı geri gelmişti. Homurdanarak akışı ve süt beyazı köpükleri beni büyülüyordu. Güneş ışınları doğada değdiği yeri canlandırıyor ve mükemmel bir görüntü ortaya çıkarıyordu. Doğanın büyüleyiciliğine rağmen kendimi Mazlum arkadaşın söylediği sözleri düşünmekten alıkoyamıyordum. İçimden “Umarım kötü bir şey olmaz” diyordum. Başka da yapabilecek bir şey yoktu. Gözlerimi vadiyi çevreleyen dağların zirvelerindeki karın beyazlığına ve aşağıya, vadinin derinliklerine indikçe ortaya çıkan görüntüye çevirdim. Siyah ile beyazın bu denli uyumla ortaya çıkardığı güzellik, Munzur suyunun kulakları okşayan homurtusu, beni başka bir dünyaya götürmüştü sanki. Güneş, ışınlarını vadinin derinliklerine gönderebilecek kadar yükselmiş ve mevzilendiğimiz yerleri de ısıtmaya başlamıştı. Yüzümü güneşe döndüm. Isınmaya başlamıştım. Altı gün boyunca karın, yağmurun altında, çamur içinde beklemenin bedenimde yarattığı uyuşukluğun yavaş yavaş kaybolmaya başladığını hissediyordum. Güneş ışığının vücudumda değdiği yerler, sanki canlanıyordu. Tatlı bir sıcaklık duyumsuyordum. Kendimi bahar güneşinin etkisine bırakmıştım. Bir süre sonra derinden gelen ağır ve tek düze motor sesiyle kendime geldim. Doğayla sürekli iç içe olduğumuzdan ona ait olmayan seslere karşı bir duyarlılık gelişmişti. Emin olmak için yanımda sohbet eden arkadaşlara sessiz olmalarını söyleyip, uzaktan gelen mekanik motor seslerini dikkatle dinlemeye başladım. Artık duyduğum seslerin düşman konvoyu olduğundan emindim. Arkadaşlara, “Çabuk hazırlanın, beklediğimiz konvoy geliyor” dedim ve sonra BKC’ciye dönüp, “Şeritlerini aç ve namluya mermi sür” dedim. Ben de silahımı hazırlayıp beklemeye başladım. Sesler gittikçe daha güçlü geliyor ve yaklaşıyordu. Artık Mazlum arkadaşın eylemi başlatacağı anı bekliyorduk. Böyle anlarda kısacık olan zaman aralığı, o kadar uzun ve bitmez tükenmez oluyor ki, günlerce sabredip beklediğin kadar, sabredemiyor ve bir an önce başlangıcın yapılmasını istiyorsun. Bir yandan mevziinin sağlam olup olmadığını, kamuflesinin iyi yapılıp yapılmadığını ve silahın emniyetinin açık olup olmadığını kontrol ederken, bir yandan da sağımdaki arkadaşa, “Hazır mısın? Namluya mermi sürdün mü?” gibi sorular soruyordum. Sonra gözümü sağ taraftaki viraja dikip, gelecek ilk aracı beklemeye başladım. Bazen önden gelen panzerin görüntüsü canlanıyordu gözlerimde. Çünkü panzerler sürekli konvoyun önünde olurlardı.
Bu düşüncelerle git-gelleri yaşarken, düşman konvoyu gelmiş, siyah böcekler gibi önümüzden geçiyorlardı. Yola o kadar yakındım ki araçlardaki askerlerin yüzlerini rahatlıkla seçebiliyordum. Sarkık bıyıklı özel timlerin araçları önümden geçerken içimdeki öfkeyi bastırmakta ve başlangıç talimatının verilmesini beklemekte zorlanıyordum. Elbiseleri de kendileri gibi siyah ve karanlıktı. Çirkindiler. Şehit düşen arkadaşlarımızın cesetlerini parçalayarak, yakarak yaptıkları iğrençlikler, yakılan-yıkılan köyler, katledilen insanların görüntüleri geldi gözlerimin önüne. Bunları Türklük adına ve övünerek yapıyorlardı. “Türk halkı yaptıklarınızdan utanır kabul etmez” dedim kendi kendime. Bir an cebimdeki telsizden Mazlum arkadaşın, “Biji Serok APO” diyen sesini duydum. Bu, eylemin başlaması anlamına geliyordu. 18 Mart’ta, sabah saat dokuzu on beş geçe vadide çılgınca akan Munzur suyunun sesine, roket atar, BKC ve kleş sesleri karışmıştı. Havada ağır bir barut ve kan kokusu oluşmuştu. Neye uğradıklarını şaşıran askerler ilk anda karşılık vermeye bile fırsat bulamamışlardı. Bağrışmalar, yaralıların çığlıkları, acılı iniltiler, silah seslerine ve bomba patlamalarına karışmış, berrak akan Munzur Suyu yine kızıla boyanmıştı. Silahlar patladıktan sonra askeri araçların bir kısmı olduğu yere çakılmış, bir kısmı da yoldan çıkıp, Munzur suyuna yuvarlanmıştı. Önümüzde araç durmadığı için Mazlum arkadaşın mevzisinin önünde duran araçlara bakıyordum. İlk vuruştan kurtulan askerler karşılık vermeye başlamıştı. Mazlum arkadaşın iki sefer, önce bomba atıp, sonra araçların yanına indiğini gördüm. Her seferinde bir kucak silah getirip mevziiye bırakıyor ve tekrar yola iniyordu. Onun sıcakkanlı davranışları beni kaygılandırmıştı. Yanındaki arkadaşların yeni ve tecrübesiz olduklarını hatırlayınca, yardımına gitmeye karar verdim. O esnada panzerler gelmiş ve mevzilerimizi yoğun ateş altında tutmaya başlamışlardı. Mazlum arkadaş buna rağmen üçüncü kez yola indi. İnerken önünde duran araçları tarıyordu. Savaşın en sıcak ve korkunç anında olmama rağmen bir an kendimi Amed’de Dilan sinemasında bir savaş filmi izliyormuş gibi hissettim. Yanımdaki arkadaşa “Savunmamı yap, ben Mazlum arkadaşa yardıma gideceğim” dedim ve mevziiden çıkıp hızla koşmaya başladım. Panzerler yoğun ateş ediyorlardı. Daha mevziiden dokuz on metre uzaklaşmıştım ki karnımda derin bir acı ve yanma hissettim. Ayaklarım birbirine dolandı ve düştüm. Gözlerim karardı, birkaç takla attıktan sonra kendimi kaybettim. Sanki karanlık bir boşluğa düşmüş gibiydim.
Gözlerimi açtığımda iki uzun ağaca şutik bağlanarak yapılmış bir sedyenin üzerindeydim. Beni taşıyan arkadaşlara, “Ne oldu bana?” diye sordum. Çünkü karnımdaki ilk acı ve yanmadan sonra ne olduğunu hatırlamıyordum. Bir arkadaş, “Yaralandın” dedi. Çevreye bakındım, akşam olmak üzereydi ve içim yanıyordu. “Çok susadım. Bana biraz su verin” dedim. Önde, sedyeyi tutan arkadaş, “Olmaz yaralısın, su içemezsin” dedi. Birden aklıma Mazlum arkadaş geldi. Sabah yola indikten sonra mevzisine döndüğünü göremeden yaralanmıştım. “Mazlum arkadaş nerede?” diye sordum. “Arkada, geliyor” dediler.
“Eylem nasıl sonuçlandı?”
Sedyeyi taşıyan arkadaşlardan birisi, “On beş askeri araç vuruldu, bazı araçlar Munzur suyuna yuvarlandı. Çok sayıda asker öldü. Bir sürü silah ve malzeme aldık” dedi. Duyduklarım beni sevindirmişti. “Nihayet başardık” dedim içimden. Fakat bu sevinç uzun sürmedi. Çok kan kaybettiğimden halsizleşmiştim. Zaman zaman beni derin bir uyku basıyor, sarsıldıkça yaranın acısıyla gözlerim kararıyor ve zihnim bulanıyordu. Ağrım artınca, “Durun! Durun! İndirin beni. Yaram çok acıyor” diye bağırdım. Arkadaşlar sedyeyi indirip, yanıma oturdular. Onlara biraz da kızarak, “Mazlum arkadaş niye gelmedi?” diye sordum. “Arkada, geliyor” cevabını verdiler. İçime bir kurt düşmüştü. Kelimelerin zorlanarak söylendiğini fark etmiştim. Bir süre sonra tekrar sordum. Bir arkadaş, “Mazlum şehit düştü!” dedi usulca. Bir boşlukta sürükleniyor ve sanki nefes alamıyordum. Ellerini sürekli arasında gezdirdiği altın sarısı saçları ve sarışın yüzü geldi gözlerimin önüne. Sempatik davranışlarını, cana yakınlığını ve Ahmet Arif’in şiirlerini dinlerken yaşadığı mutluluğu anımsadım. Eylem öncesi ayrılırken söylediği, “Hakkını helal et” sözleri kulağımda yankılanmaya başladı.
Bayılmışım.
Gece yarısı kendime geldim. Arkadaşlar yaramı pansuman etmiş ve beni ateşin yakınına uzatmışlardı. Üşümeyeyim diye kefiyelerini boyunlarından çıkarıp üzerime örtmüşlerdi. Aklım hep Mazlum arkadaştaydı. Her baktığım yerde onu anımsatan bir iz görüyor ve şahadetini kabullenmek istemiyordum. Günlerce kimseye nasıl şehit düştüğünü sormadım. Mazlum arkadaşla beraber yaşadığımız anıları hatırlıyor ve yanımda kimse olmadığı zaman sessiz sessiz ağlıyordum.
Sonradan öğrendiğime göre, son kez yola indiğinde yaralanıyor ve düşüyor. Mevziide bulunan üç bayan arkadaş da Mazlum arkadaşı kurtarmaya çalışırken şehit düşüyorlar. Eylem komutanlarından Delil arkadaş da Mazlum arkadaşı getirmeye çalışırken yaralanıyor ve geri çekilmek zorunda kalıyor.
Mazlum arkadaş o yıl Dersim eyaletinde “Yılın Komutanı” seçildi ve adı bir tepeye verildi. Mazlumun ve Mazlumların öyküsünü dinlemek isterseniz, Munzur suyuna kulak kabartın. Munzur suyu tanıktır.
- Ayrıntılar
Şubat ayının sonlarına doğru Ali Boğazı’nda kış tüm şiddetiyle devam ederken alınan bir bilgiyle vadide üslenen gerilla birlikleri hareketlenmeye başlamıştı. Dersim coğrafyasının rakımı yüksek olduğu için dağların doruklarında doğanın kış uykusundan uyanıp canlanması, yeşile bürünmesi ve insanın damarlarındaki kanın kaynaması mayıs ayında başlardı. Gelen bilgiye göre; düşman Ali Boğazı’na operasyon yapacaktı. Mevsim koşullarının Dersim’e göre daha yumuşak geçtiği eyaletlerde, gerillanın baharda atılım yapmasını engelleme amaçlı operasyonlar başlamıştı ama Dersim’de bahar operasyonları Nisan ayında olurdu genellikle. Fakat büyük telsizden Amed eyaletinde Şeyh Said’in isyanı başlattığı gün olan 13 Şubat’ta yapılan operasyonda, 35 arkadaşın şehit düştüğü haberi alınınca, hem operasyona çıkacak düşmana darbe vurmak, hem de şehit düşen arkadaşların intikamını almak için hazırlıklara başlanmıştı. Türk ordusu özellikle böyle günlerde operasyon yapar ve gerillaya darbe vurarak, iradesini kırmaya çalışırdı. Bu nedenle 27 Şubat ‘95’te kar kalınlığının birkaç metre olduğu Ali Boğazı’ndan ayrılıp, K. ormanlarına gittik. Gücümüz bir birlikti. Diğer birlikler Ali Boğazı’nda kalmış ve savunma tedbirlerini güçlendirmişlerdi. K. ormanlarında kar daha azdı. Fakat yağış günlerdir devam ediyordu. Yağan karla karışık yağmurun altında naylondan çadır yaptık. On beş gün boyunca, gerilla üslenmesi için mükemmel bir coğrafya olan K. ormanlarında kaldık. Bu süre zarfında Ali Boğazı’ndaki zorlu günlerin yorgunluğunu, yıpranmışlığını üzerimizden atıp, dinlenmiştik. Rüzgarın uğuldayarak estiği ve yağmurun naylon çadırlarımızı dövdüğü bir akşam, birlik komutanımız Mazlum arkadaş, birlik yönetimini toplantıya çağırmıştı. Dışarıdaki zifiri karanlığın, yağan yağmurun ve esen soğuk rüzgarın yarattığı korku ve ürpertinin tersine; naylon çadırın içinde sıcak ve güven veren bir hava hakimdi. Mazlum arkadaş, elindeki fenerin soluk ışığını içeride oturanların yüzünde gezdiriyor ve güven veren tok sesiyle konuşuyordu. Şiddetli rüzgarın ve yağmurun naylondan çıkardığı gürültüye inat, sesini gittikçe yükseltiyor, Amed şivesiyle konuştuğu Türkçe, daha da ilgi çekiyor ve hoşuma gidiyordu. Mazlum arkadaşla Amed eyaletinde karşılaşmış, Dersim’e beraber gelmiştik. Zorlukları, acıları, sevinçleri, korkuları, umutları ve başarıları beraber yaşamıştık.
“Arkadaşlar biliyorlar, buraya, hem çıkacak operasyon gücüne darbe vurmaya, hem de Piran’da şehit düşen arkadaşlarımızın intikamını almaya geldik”
Piran’daki kayıplardan söz ederken yaşadığı öfkeyi ağzından çıkan kelimeleri bastıra bastıra söylemesinden rahatlıkla anlayabiliyordum. Elindeki fenerin ışığını çadırda dolaştırmaktan vazgeçmiş, önüne, yere serili battaniyenin üzerinde, bir noktaya tutuyordu. Mazlum arkadaşın o an yaşadığı duyguları tahmin edebiliyordum. Piran’da şehit düşen yoldaşlarımızın hiç birini tanımıyorduk ama uğruna gözümüzü kırpmadan canımızı feda ettiğimiz düşünce, bizlerde birbirimizi tanımasak, ayrı mekanlarda olsak bile, aynı ruhu, duyguyu ve bağlılığı yaratmıştı. “Piran” sözcüğü gerillaya katıldığım ilk güne götürmüştü beni. Yağmurlu bir bahar akşamında Piran’ın bir köyünde, sıcacık toprak damlı bir evde karşılaştığım gerillayı ve o an yaşadığım heyecanı anımsadım. Kim bilir belki şehit düşenlerin arasında tanıdıklarım da vardır, diye geçirdim içimden. Ve ne olursa olsun o yoldaşların intikamını alacağız, dedim kendi kendime. Mazlum arkadaşın, “Bir takım önden gidip, Munzur vadisindeki Dersim-Ovacık yolunun keşfini yapacak” sözleriyle kendime geldim. Konuşması biter bitmez müsaade isteyip,
“Heval bizim takım gidebilir” dedim hiç tereddüt geçirmeden.
Toplantı sonucunda bizim takımın gitmesi kararlaştırıldı ve sonra herkes mangasına gidip gecenin sessizliğine karıştı.
Sabah erkenden kalkıp yol hazırlıklarına başladık. Öğlene doğru hazırlıklarımızı tamamlayıp, öğleden sonra yağan karla karışık yağmur ve sisin verdiği avantajla, Munzur vadisine doğru yola koyulduk. Amaca ulaşmadaki kararlılık zorlu doğa koşulların unutturmuştu bize. Gece yarısı zifiri karanlıkta D. sırtlarına ulaştık. Sırılsıklam olmuştuk. Ulaştığımız noktanın çevresi tepelerle çevrili olduğu için, gece ateş yakma olanağımız vardı. Zaten sırtımızı başı her zaman dumanlı ve asi olan Munzurlara dayamıştık. Hemen çantamın üzerine bağladığım naylonu söküp, iki ucunu çevredeki ağaçlara bağladım. Diğer iki ucunu da yere bırakıp üzerine taş koydum. Sonra yaş bir ağaç dalı kesip, naylonun ortasına dikerek kaldırdım. Arkadaşların topladıkları kuru odunların- her ne kadar yağan kar ve yağmurdan dolayı ıslak olsalar da- bir kısmını naylon çadırın içine serdik. Geri kalanlarla da büyük bir ateş yaktık. Ateşin çevresinde çember kurmuş ısınıyorduk. Fakat kurulanamıyorduk. Çünkü yağmur kurulanmamıza olanak vermiyordu. Ateş sönmesin diye üzerine sürekli odun atıp, gürleştiriyorduk. Bu arada kara çaydanlık su doldurulmuş ve ateşin kenarına konulmuştu bile. Böyle anlarda ateşin başına oturup, soğukta buharı tüten sıcak bir çay içmenin tadı bir başka oluyordu. Yorgunluk bir anda yok olup gider ve geçmiş günlerde, benzer zorlukların yaşandığı anıların anlatıldığı koyu bir sohbet başlardı. O gece naylonun altında yarı uykulu, yarı uyanık geceyi sabaha bağladık. Sabah gidip yakınımızda bulunan boş yayla evlerine yerleştik ve arkamızdan gelecek diğer takım için de iki yayla evini hazırladık. Öğleden sonra Dersim-Ovacık yolunda yapılacak eylemin keşfi için bir grup arkadaşla yola doğru inmeye başladık. Sis, Munzur vadisini boydan boya kapatmıştı. Bir an kendimi bulutların üzerindeymiş gibi hissettim. Sırttan aşağıya inip, sis kütlesinin içine girdik. Vadide kabaran ve hırçınlaşan Munzur suyunun uğultusundan başka bir ses yoktu. Bir süre sonra sırtın yolla kesiştiği noktaya ulaştık. Munzur suyuna paralel, kıvrıla kıvrıla giden yol, gece-gündüz denetimimizdeydi. Düşman ancak büyük konvoylarla ya da sadece zırhlı araçlarla geçebiliyordu. Bunu da gündüz sabahtan öğlene kadar olan zaman aralığında yapabiliyordu. Onun dışında denetim bizim elimizdeydi. Günün herhangi bir saatinde ormanlıklı ve kayalıklı olan sırtlardan yolun üzerine kadar inebiliyorduk. Arazinin asi ve elverişli olması buna olanak sağlıyordu. Eylem yerinin keşfini yaptıktan sonra, indiğimiz sırttan yukarıya çıkıp, akşamüzeri noktaya ulaştık. Noktaya vardığımızda Mazlum arkadaş ve diğer takım gelmiş, yerlerine yerleşmişlerdi.
Akşam, yaptığımız keşfin sonuçlarını Mazlum arkadaşa aktardık. Yol boyunca bir km’lik uzunlukta pusu atılabileceğini ve yolu dikine kesen sırtların buna elverişli olduğunu, bu şekilde düşmana çok etkili bir darbe vurabileceğimizi belirttik.
Anlattıklarımız Mazlum arkadaşı sevindirmişti. Bunu ağzından dökülen kelimelerin canlılığından ve iki de bir “çok iyi, çok iyi” demesinden anlayabiliyordum. “Ama yarın ben de yola inip, belirlediğiniz pusu yerini görmek istiyorum. Ayrıca mevzi yapılacak noktaları ve hangi mevziye hangi silahları yerleştireceğimizi de karalaştırırız” dedi, sonra konuşmasına ara vermeden, “bir eylemin başarısının yarısı doğru ve iyi bir keşiften geçer. En küçük bir ayrıntıyı bile hesaplayıp, ona göre planımızı yapacağız” diye ekledi.
Ondaki coşku ve kararlılık hepimize güç veriyordu. Bu nedenle keşfe giden arkadaşların her biri, “Planlama yapılırken şöyle olmalı, falan yerdeki sırta BKC silahını yerleştirmeli vb.” görüşler ileri sürüyorlardı. Mazlum arkadaş her birini dikkatle dinliyor, “Tamam, yarın dediğin yere gidip bakar, ona göre karar veririz” diyordu. Eylem planı üzerine yapılan sohbetler sona erince arkadaşlar mangalarına çekildiler. Toplantı benim mangamda olmuştu. Mazlum arkadaş diğer mangalara gidip kalsa da, genelde benim mangamda kalıyordu. Arkadaşlar gittikten sonra yeleğinin cebinden küçük teybi çıkarıp, Ahmet Arif’in şiir kasetini dinlemeye başladı. En çok da “Diyarbekir Kalesinden Notlar ve Adiloş Bebenin Ninnisi” şiirini severdi. Mangadaki diğer arkadaşlar bir köşeye çekilip uyuyunca, ikimiz yalnız kaldık. O, kendisini A. Arif’in şiirlerine kaptırmış, sobanın kenarında, sırtını bir çantaya yaslamış, oturuyordu. Böyle anlarda derin düşüncelere daldığını ve yoğunlaştığını bildiğim için sessizce yerimden kalkıp, sobaya birkaç odun attım ve üzerine çay suyu bıraktım. Yağan yağmurun naylonda çıkardığı ses, A. Arif’in sesinden dinlenen şiirler ve sobadan sızan ışığın naylondaki yansıması, içeride gizemli bir hava yaratmıştı. Yılların verdiği tanımışlıktan, Mazlum arkadaşın neler düşündüğünü sezebiliyordum. “Eylem planlaması ve başarıya nasıl ulaşılacağı...” Bu nedenle ben de kafamda planlar yapmaya başladım. İçimden konuyu açıp tartışmak geçti, fakat sonra vazgeçtim. Yoğunlaşmasını bölmeyeyim, konuşmayı kendisi başlatsın, dedim kendi kendime. Bir ara Mazlum arkadaşın, “Aram! Aram!” diye seslendiğini fark ettim. Ona,
“Bir şey mi istiyorsun?” dedim.
“Yok, bir şey istemiyorum. Oturduğun yerde uyukluyor muydun?” diye sordu.
“Yok uyumuyordum. Düşünüyordum” dedim.
Elini sarı saçlarında gezdirerek –sarışın olduğu için biz ona “Sarı Mazlum” derdik, eyalet gücünün hepsi onu bu adla tanırdı-
“Eylem planını çok iyi yapmamız gerekiyor. Yarın … sayıda arkadaş daha gelecek. En küçük bir ayrıntıyı gözden kaçırmamız bize pahalıya mal olabilir. Bu yüzden...” deyip derinden bir nefes aldı. Düşündüğü şeyi söylemekte zorlanıyor gibiydi.
“Bu yüzden içimde bir korku var”
“Korku” kelimesini o kadar kısık bir sesle söyledi ki, sanki çevreden duyulacağı kaygısını yaşıyordu.
“Tek bir arkadaşın basit bir hata yüzünden şehit düşmesini kaldıramam. Yarın aşağıya, yola inip pusu yerini ve mevzi yerlerini, sonra savunmaların kalacakları yerleri tek tek kontrol edeceğim.”
İlk keşif grubunda ben de yer aldığım için sözlerinden alınmış olacağımı, güvensiz yaklaştığını düşüneceğimi sanmış olmalı ki, yerinden doğrulup,
“Yanlış anlama, sizin iyi keşif yaptığınıza inanıyor ve sonuna kadar da güveniyorum. Ama gidip görmeden de içim rahat etmeyecek. Çünkü eylem oldukça kapsamlı ve katılacak arkadaş sayısı da …’ya yakın. Bunun için mutlaka benim de gidip görmem gerekiyor.”
Onun neden böyle düşündüğünü ve rahat olmadığını anlayabiliyordum.
“Yok, yanlış anlamıyorum. Senin yaptığın en doğrusudur. Bir PKK komutanının da yapması gereken budur” dedim. Söylediklerim onu rahatlatmıştı. Aniden,
“Hani çay olmadı mı?”
Kendimi konuşmaya kaptırdığım için çaydanlıktaki suyun kaynadığını bile fark etmemiştim. O gece çayımızı içip, bir süre daha sohbet ettikten sonra uyuduk.
Sabah kahvaltı yaptıktan sonra Mazlum arkadaş, daha önce keşfe giden grupla beraber yola inip, son keşfi yaptı. Bu arada karargahtan Haydar ve Delil arkadaş sorumluluğunda … kişilik bir birlik şafak vaktinde bulunduğumuz noktanın yakınında bir yere gelip, üstlenmişlerdi. Hemen o gece bütün komuta gücü toplanıp eylem planlamasını ve hangi mevziye hangi arkadaşların yerleştirileceğini belirledi. Sabah planlama ve eylem grupları bütün arkadaşlara açıklandı. Ve zaman kaybetmeden iki günlük erzağın hazırlığı için harıl harıl çalışmaya başlandı. O gün, hazırlık koşuşturmasıyla akşam ettik. Her şey hazırdı. Silahlar temizlenmiş, yedek cephane alınmış, kazma-kürekler temin edilmiş, iki güne yetecek ekmek ve torak çantalara doldurulmuş, gece yarısı bekleniyordu. “Arkadaşlar kalksın saat ikide hareket edeceğiz!”sözleriyle uyanıp, mangalardan çıktık. Yağan karın altında tüm grubun toplanmasını bekliyorduk. Grup toplanınca içtima düzenine girdik. Mazlum arkadaş içtima esnasında eylemin anlam ve önemine ilişkin kısa bir konuşma yaptı. Konuşma sonrasında, “Biji Serok APO!”sloganları atarak, eylem yerine doğru yola koyulduk. Sırttan aşağıya inip yola yaklaştıkça, gruplar birbirine “Serkeftin!” dileyerek mevzilenecekleri yere gitmek için ayrılıyorlardı. Mazlum arkadaş ayrılan her grubun komutanıyla son kez konuşuyor ve tekrar tekrar dikkat edilmesi gereken hususlarda onları uyarıyordu. “Telsizinin kanalı doğru mu? Yanına yedek batarya aldın mı? Erzağınız tamam mı? Kazma kürekleriniz yanınızda mı?” gibi sorularla çıkacak en küçük bir aksiliğe meydan vermek istemiyordu. En son benim grubum ayrılırken gelip, bize de aynı soruları sorup, başarılar diledi. O esnada grupta bulunan yeni bir arkadaşın parkesinin olmadığını görünce, üzerindeki parkeyi çıkarıp ona uzattı ve giymesini söyledi. Arkadaş, “Yok üşümüyorum, gerek yok ”dese de, “Olsun, al giy. Senin daha fazla ihtiyacın var” dedi ve biraz da talimatvari bir tonla giymesini söyledi. Onun bu tür davranışlarına daha önce de tanık olmuştum. Ama o anki tutumundan dolayı ona sarılmak geçti içimden. Elini, iki elimle sımsıkı tutup, “Serkeftin” dedikten sonra ona usulca, “Kendine dikkat et” dedim. Sözlerim onu şaşırtmış olmalı ki, bir an duraksayıp, “Sen kendine dikkat et, bana bir şey olmaz” dedi. Sonra kendinden emin bir eda ile, “Ben kendi inisiyatifimle yaşar, kendi inisiyatifimle ölürüm” diyerek yanımdan ayrıldı.
Bütün gruplar mevzileneceği noktalara ulaşmıştı. Bizim mevzi yapacağımız yer, sırtın bitimi ve yolun on beş-yirmi metre üstündeydi. Kar olanca hızıyla yağıyordu. Hava aydınlanmadan önce mevzilerimizi kazıp içine girmemiz gerekiyordu. Hızla mevzi kazmaya başladık. Toprağın yumuşak olması bize kolaylık sağlıyordu. Dört arkadaştık. İkişer ikişer, hiç ara vermeden çalışıyorduk. Bir süre sonra ellerimiz soğuktan tutmaz olmuştu. Soğuk iliklerimize kadar işliyordu. İki arkadaş mevzi kazarken, biz yerimizde hareket ediyor, ellerimizi koltuklarımızın altına koyup, ısıtmaya çalışıyorduk. Bir süre sonra biz kazıyor, diğer iki arkadaş ısınma hareketleri yapıyorlardı. Sabahın alaca karanlığında mevziimizin kazımını bitirmiş, çevresini kuru ağaç dallarıyla kamufle etmiştik. Durmak bilmeyen kar yağışı altında mevziinin içinde oturmuş, pür dikkat bekliyorduk. Sırtın tam ucunda olduğumuz için sağımızda ve solumuzda mevzilenen arkadaşları da görebiliyorduk. Eylemi koordine eden Mazlum arkadaş, tüm gruplardan telsizle tekmil aldı. Her şey ve herkes hazırdı. Birkaç saat mevzide hareketsiz beklemek bizi zorlamaya başlamıştı. Ayak parmaklarımı hissetmiyordum. Soğuktan bacalarımdaki kaslara kramplar girmeye başlamıştı. Tir tir titriyordum. Diğer arkadaşların durumu da benimkinden farklı değildi. Isınmak için mevziinin içinde ayağa kalkıp, yerimde hareketler yapıyordum. Arada bir de kulak kabartıp araç sesi geliyor mu? diye çevreyi dinliyordum. Öğlene kadar ıslanmış ayaklarımızdaki sızılarla bekledik. Bir ara duyulan araç homurtularıyla birlikte telsizler çalışmaya başladı. Mazlum arkadaş tüm gruplarla bağlantı kurup, hazırlanmalarını söyledi. Plana göre eylemi o başlatacaktı. Bu sesler soğuğu ve yağışı unutturmuş, damarlarımdaki kan dolaşımını hızlandırmıştı. Artık titremiyordum ve kaslarıma kramplar da girmiyordu. Soluk alışlarım hızlanmış, yüzüm yanmaya başlamıştı. Saçımdan süzülüp, yanağımı yalayan yağmur damlaları bir serinlik veriyordu tenime. Araç sesleri gittikçe yaklaşıyordu. Başımı mevziden çıkarıp, yola baktım. İki panzer, yaklaşık elli metre mesafe ile gelip, geçti ama arkasında başka araç yoktu. Bunu daha önce planlama yapılırken tartışmıştık. Konvoy olmazsa vurmayacak, zırhlı araçların geçmesine izin verecektik. Panzerler, Dersim-Ovacık arasında devriyeye çıkmışlardı. Bizim hedefimiz daha büyüktü. Onu bekleyecektik.
O gün akşama kadar yağış altında, hareketsiz, mevzilerde bekledik. Fakat düşman konvoyu gelmedi. Akşam mevziden çıktığımda yürümekte zorlanıyordum. Har tarafım soğuktan tutulmuş ve çamura bulanmıştım. Toparlanıp noktaya doğru tırmanmaya başladık. Mazlum arkadaşla karşılaşınca onda bir burukluğun olduğunu sezdim. Davranışlarından kızgın olduğu anlaşılıyordu. Yanına yaklaşıp,
“Yarın gelir” dedim. O da,
“Gelene kadar bekleyeceğiz. Bir hafta da olsa, on gün de geçse bekleyeceğiz. Mutlaka gelecekler...” dedi. Sonra konuşmadan ağır ağır yürümeye başladı.
Ertesi gün sabahın beşinde yine mevzilerdeydik. Akşama kadar bekledik fakat düşman konvoyu gelmedi. Her gün sabah kalktığımızda, “bugün gelecek” umuduyla yola iniyor, akşam ise yağmurun altında, çamurun içinde, mevzilerde beklemenin ve düşmanın gelmemesinin yarattığı gerginlikle yukarıdaki noktaya çıkıyorduk. Bu durum altı gün boyunca sürdü. Beklemek ve doğa şartlarının zorlukları sinirlerimi bozmuştu. İçimden, “geleceksen gel artık” deyip, düşmana küfürler savuruyordum.
- Ayrıntılar
“Damın üstünden sabaha kadar sizi izleyeceğim, sağlam geçerseniz sabahla birlikte güneşe ayna tutacağım”
Bazen hiç tanımadığımız bazı kavramlar yaşamımıza girer ve her şey onlara göre belirlenir. Nasıl geldi, nereden geldi ? sorularının cevabını daha bulamadan yaşamımızın bizden olmayan kavramlarla doldurulduğunu ve ona göre yaşıyor olduğumuzu görürüz. Bir yabancı gelir, aile yaşamımıza kadar her şeyi belirler.
Görünmez zincirler dedikleri bu olsa gerek. Kürtler de, bu zincirlerden fazlasıyla vardır. Anlam verilmeyen yeni bağlar gibi, anlam verdiği ve kendisinden olan anlamsız bağlar. Kürtlerin yuvasına çokça el uzatıldığı için, nasıl geldiğine anlam verilemeyen kavramlar da çok fazla olur. Bunların bir kısmı kanıksanır, bir kısmına uyulmak zorunda kalınır.
Bu kavramların bir-iki tanesi üzerinde duracağız. Sınır ve öte taraf. Kürtlerin kulağına bunlar hiç de hoş gelmez. Ama çok fazla da dinlemiştir. Sonra farkında olmadan kanıksar. Kendi akrabalarına ‘öte taraftakiler’ der ve bu ağırlığı ömrünün sonuna kadar yaşar. Tarlaların ortasından geçen telleri, sınır olarak kabul etmek ona zor gelir. Uymak zorunda kalmıştır.
Sınır, tarih boyunca Kürtlerin hiç tanımadığı bir kavramdı. Onlar hiç kimseyle aralarına sınır koymamışlardı. Herkesle kardeşçe yaşamışlardı. Türklerle, Araplarla, Farslarla, Ermenilerle, Asurilerle ve daha bir çoklarıyla. Hep iç içe ve birlikte. Ama şimdi kendi köylerinin ortasına sınır çekilmişti. Yıllarca beraber yaşadığı komşusunun evine gidemez. Ya da ölümü göze alarak gider.
Önce korktu, sonra ölümü göze almayı öğrendi. Artık sınırlar delik deşik edilecekti. Kaçakçılık bir meslek halini alacak. Bazıları becerileriyle ün salacaklardı. “Ünlü kaçakçı” yeni bir toplumsal statü olacaktı.
Sonra tedbirler geliştirildi. Teller ikiye çıkarıldı. Olmadı...üçe çıkarıldı. Yeni tür teller de çözüm olmadı. Mayın tarlaları ve iz tarlaları da oluşturuldu. Hiç biri engel olamadı. Can verenlerin sayısı arttı. Kahramanlık türküleri ve destanları çoğaldı. Artık sınırlar daha çok delinecekti.
“Eskiden hayvan ölülerinin kokusundan sınıra yaklaşılmazdı. Her aile bir can vermişti. Köyler sakatlarla doluydu” dedi yaşlı adam, iç çekerek. Bir taraftan da bizi süzüyordu. ‘Yazık olacak’ der gibiydi. Endişeliydi. Sınırda artık gerilla cesetleri de vardı. Gerilla kanı da akmıştı. Bunu kabullenemiyorlardı. Yaşlı ana, son görüşüymüş gibi gözlerimize bakıyordu. Ne de olsa bir ana. Yüreğinin bir parçası olarak görüyor. Hedefimizi benimsese de yaşamamızı daha çok istiyor.
Bir gerilla vurulduğunda, her ananın yüreğinden bir parça kopar. Yüreği yanık analar, tüm gerillaları öz evladı olarak görürler.
Derinden yüzümüze bakması için fazlaca sebebi vardı. En genç olanımıza gözleri takılı kaldı. ‘Hiç birisi ulaşamadı’ dedi, ağlamaklı olarak. Haklıydı, bir çok gerilla grubu ya sınırı geçememiş, ya da geçtikten sonra ovalık araziyi kesmeden vurulmuşlardı. O güne kadar hiçbir grup sağlam geçememişti. Ve her gerilla, yüreği yanık ananın elini öperek ayrılmıştı. Sonra uğursuzluğu elinde aramış ve kimseyle vedalaşmamaya karar vermişti. Bu kararını bize de uygulayacaktı.
İslahiye ovası gerillayı yutan bir bataklık haline gelmişti. Bizden önce geçen gruplar ya tümden ya da yarı yarıya darbe yemişlerdi. Gerilla için çok tehlikeli bir geçiş bölgesiydi. O gün itibarıyla buradan geçmek zorundaydık. Sonraları birçok seçenek yaratılacaktı. Geçişin zorluğunu biliyorduk. Grubumuz da buna göre örgütlenmişti. Ya bir gecede sınırı ve ovayı geçip Amanosların zengin ormanlarına ulaşacaktık ya da yaşlı ananın yüreğinden bir parça daha kopacaktı.
Her şey bir gecede yapılacaktı ve ovalık arazi çok genişti. Olağanüstü bir çaba gerekiyordu. Biz bu çabayı göstermeye kararlıydık ama hesapta olmayan faktörler de vardı. Yolumuza çıkacak bir engel, bir-iki saat zaman kaybetmemize neden olabilirdi. Bu da bir felaket olurdu.
Amanoslar, Akdeniz’den başlayarak Kuzeye doğru yükselir. İslahiye’ye kadar ince bir hat şeklinde yol alır ama sonrasında bir dünya kadar genişler. Ordular girse kaybolur. Arazideki farklılaşma bir kopuşa da neden olmuştu. Afrin dağları, onun küçük bir parçasıydı. Aralarına genişçe bir arazi yani ovalık girmişti. Bereketli bir ovaydı. Teller ovanın bittiği yere çekilmişti. Ova, kuzey sınırları dahilinde kalmıştı. Güney tarafı ovadan çok az yararlanıyordu. Bu haksızlık, verimli dağ topraklarıyla kapatılmıştı. Güney dağlık arazisi engin ve sulaktı. Baştan başa Afrin’in sembolü olan zeytin bahçeleriyle süslenmişti. Ağaçlar askeri bir birliğin içtimada duruşu kadar disiplinli bir şekilde peş peşe sıralanmıştı. İslahiye köylüleri ise, verimli ovayı karış karış işlemişlerdi. Su kanalları, vücudu dolaşan damarlar gibi tüm ovayı kucaklamıştı.
İnsan boyunu aşan bağları, çevreyi kıskandırtıyordu. Mevsiminde hiç elinizi kullanmadan, ayakta, doyasıya çekirdeksiz üzüm yiyebilirsiniz. Bostanlıkları bir başkadır, pamuk ve biber tarlaları bir başka. Köylüler ovayı çok severler.
Kuzeydeki dağlık arazi geçit vermez, ormanlıktır. Bir tek tarla ve meyve ağacı bulamazsınız. Amanosların zirvesi dört mevsim kardır. Çevresine sürekli hükmeder. Etekleri yumuşak, zirveleri serttir. Güney köylüleri fırtınasından hep çekinmişlerdir. Bir büyüklük de aramışlardır. Gizliden gizliye özenirler de. Zirvelerindeki karlar nedeniyle Ak dağ adını vermişler ve ötesini hep merak etmişlerdir.
Meraklarından dolayı bize bir-çok soru soruluyordu. Öte taraf, merakları kamçılıyordu. Sınır, günlük yaşamına işlemiştir. Sınırları çok delse de yakındaki köylülerle ilişkisi olmuştur. Daha kuzeydeki kardeşleriyle ilişkilenemez, yüreği kaynar. Amanosların ötesini merak eder. Sınırlar bu merakı getirmiştir. Öte taraftakiler. Öte yaka. Ama hep bir merak; ne yapıyorlar acaba? Dağlar daha mı yüksek?
Harekete hazırlanan grubumuzda büyük bir merak ve heyecan vardı. Yaşlı ananın merakı ve tedirginliği bizi de etkilemişti. Tehlikeyi ciddi ciddi tartışıyorduk. Oysa öncesinde de tehlikeyi biliyorduk ama coşkumuz bir umursamazlık da getiriyordu. Bunun diğer adı, tedbirsizlikti. Şimdi diğer uca kayma tehlikesi beliriyordu. Aşırı duyarlılıktan, hiçbir iş yapamamak. Deneyimli kadrolar bunu görüyor ve hemen dengeliyordu. Zorluğu ve tehlikesi yüksekti ama başarılması da mümkündü. Biraz da devrimci romantizm lazım. Bir çok şey göze alınmazsa, baştan yenilgiyi kabul etmek olurdu.
Kavramın yerleştiği şekli ile “Öte tarafta” sınıra en yakın köyde, bir evde gizlice barınırken bir çok şey düşünüyorduk. İlk adımımı attığım gerillacılığın dönüştürücülüğünü nasıl yaşayacaktım? Başarılı olacak mıydım? Alanıma ulaşabilecek miydim? Bunlar yalnızca benim için değil, grubun ağırlıklı bir kısmı için geçerliydi. Onlar da benim gibi ilk adımlarını atıyorlardı. Alışkın oldukları kibar kent yaşamı, yerini haşin dağ yaşamına bırakacaktı. Bazen ayakta kalabilmek bile ciddi bir beceri isteyecekti.
Bu düşünce ve tartışmaların yanında keşif çalışmaları da sürdürülüyordu. Gece ve gündüz keşif faaliyetleri yürütülüyordu. Sınırdaki asker sayısı artırılıyordu. Bazı yerlerde çadırlar kurulmuştu. Bahar ile birlikte grupların geçiş yapacağı biliniyordu. Dönen kuryelerle sürekli tartışmalar oluyordu. Kolay geçmek ve en erkenden Amanoslara ulaşmak için uygun nokta aranıyordu. Ben tartışmalara fazla anlam veremiyordum. Askeri kavramları eğitimlerde öğrenmiştim ama pratik şekline ilişkin her hangi bir fikrim yoktu. Ancak bir süre sonra bu tür konuşmalara anlam verebildim.
Teknik hazırlıklarımız da sürdürülüyordu. Silah, cephane, çanta, elbise vs. hepsi benim için yeniydi. Ancak tecrübeli bir arkadaşın yardımıyla elbiselerimi düzenleyip, giyinebiliyordum. Askeri teçhizat da öyle. Çantamızın ağır olacağı anlaşılıyordu. Yayın, cephane ve on günlük erzağımızı taşıyacaktık. Bu, normal gerilla yükünün çok üstünde ağırdı. Tecrübesizler için daha da ağır.
1991 baharının ilk günleriydi. Tüm hazırlıklarımız sona gelmişti. 25 kişilik eğitim görmüş, ama tecrübesiz bir gerilla grubuyduk. 4-5 arkadaş tecrübeliydi. Zaten işi de onlar sürükleyeceklerdi. Ve biz, en zor yerden sınırı geçip, en zor alana ulaşacaktık. Hem endişeliydik, hem de en zor alana seçilen olmakla gurur duyuyorduk. Bir ilki başarmak istiyorduk; kalabalık bir grupla sınırı sağlam geçmek. Dönemine göre kendi başına ciddi bir başarıydı.
Hareket zamanı geldi. Sınır heyecanı belirgin olarak kendisini konuşturuyordu. Yükümüzün çok ağır olduğunu tekrardan fark ettik. Çare yoktu. Elbisemiz, silahımız ve çantamızla odanın içindeki aynanın karşısına geçiyorduk. Bir arkadaşın dikkatsizliği bu lüksümüzü kısa ömürlü yaptı. Omzundan kayan silahı, duvara dayanmış aynayı parçaladı. Yaşlı ana öteden seslendi, “aydınlıktır inşallah” Temennisini paylaştık.
Ve hiç unutamadığım an. Ayrılık vakti. Evden dışarı çıkmış, evin önünü çevreleyen bahçenin içinde bir yarım çember oluşturmuştuk. İlkakşamdı, hafif ışık vardı. Ağır duygusal bir atmosfer içindeydik. Gözümüz anadaydı. Aynı yerden çok gerilla uğurlamış ama çoğu yüreğinin bir parçasını koparmıştı. Yüreğinden bir parça daha kaybetmeye gücü kalmamıştı. Yaşamak istiyordu. Yüksek dağın ötesindekilerini de kucaklamak istiyordu.
Sıranın başından başlayarak hepimizin yüzüne dikkatlice bakarak geçiyordu. Yüz hatlarımızı ayrıntılarına kadar hafızasına alıyordu. Vedalaşmayacaktı. Tövbe etmişti. Sıradan takip etti. Gruptan hiç ses çıkmıyordu. Her şey durmuştu. Ananın toprağa takılan ayak sesleri vardı yalnızca. Yaşlı ana ve toprak. Belki de bizi görmüyordu. Bize bakarken aynı yerden uğurladığı nicelerini hatırlıyordu. Grubumuzdaki iki bayan arkadaşın yanına gelince daha yavaşladı. Daha çok vakit ayırdı. Elif ile Cahide’ nin gözleri yaşardı. Ana, öte yüzü gören bakışlarını sürdürüyordu. Grubu tamamladı.
Sonra bir makas çıkardı ve sıranın başına geçti. Tek tek saçımızdan bir parça keserek avucunda topladı. Elif ve Cahide’den daha çok kesti. Eliyle ‘gidin’ işareti yaptı. Zorlukla ağzından bir-iki sözcük çıktı. ‘Damın üstünden sabaha kadar sizi izleyeceğim, sağlam geçerseniz sabahla birlikte güneşe ayna tutacağım’
Ayrıldık. Hiç bu kadar duygulanmamıştım. Hepimizin gözleri yaşardı. Nasıl yürüdüğümüzü anlayamamıştım. “Sınıra çok yakınız” komutu ile kendime geldim. Artık çok duyarlı olmak gerekiyordu. Tedbirlerimizi almıştık, geçiş noktası en ince ayrıntısına kadar izlenmiş ve her olasılık hesaba katılarak tedbir geliştirilmişti. Yalnız teller de değil, ertesinde pusulanmış alan da geçilecekti. Zikzaklı bir hat belirlenmişti.
Eğilerek sessizce ilerliyorduk. Silah elde, ayaklardan hiç ses çıkmıyordu. Tellere ne kadar yakın olduğumuzu anlamaya çalışıyordum ki, önümdeki arkadaşın sürünerek tellerin altından geçmeye çalıştığını gördüm. İki kurye telleri yükseltmiş, altından geçiş sağlanıyordu. Sonra istikametimiz sola doğru değişti. Aynı şekilde bir süre daha ilerledik. Gelen komutla hızımız arttı. Artık ayak sesleri çıkıyordu. Tehlikenin azaldığını anladım. Bir süre sonra tamamen uzaklaşmıştık. Sınır başarıyla geçilmişti.
“Bu kadar kolay mı?” diye düşündüm. Acemiliğimden öyle geliyordu, çünkü işi başkaları yürütüyordu. Ben sadece arkalarından yürüyordum. Çok sonra bunları iyi öğrenecektim.
Şimdi hızla ilerlemek gerekiyordu. Ova tehlikeliydi, dağa ulaşmalıydık. Hiç bu kadar yürümemiştim, zorlanıyordum. Grubu tehlikeye düşürmemek için elimden geleni yapıyordum.
Hava henüz aydınlanmıştı ki, Amanosların eteklerine vardık. Biraz daha yükseğe çıkmak gerekiyordu. Uygun bir konumlanma noktasına ulaştığımızda güneş doğuyordu.
Sırtımızı çantamıza dayayıp, sigaramızdan derin nefes çektiğimizde öte tarafta bir aynanın güneşe tutulduğunu gördük. Bir hüzün bastı, yorgunluğumuzu unuttuk, kararlılığımız bilendi.
- Ayrıntılar
Bahar, taze kekik kokusunun parmaklarda bıraktığı bir iz gibiydi doğada. Tüm sırlarını açmaya hazır bir genç kız edasında olan dağlar, kıştan kalan son izleri de yavaş yavaş siliyordu. Patika yolun kenarında yeni yeşermeye başlayan otların üstünü bol çiy kaplamıştı. Çiyin altında otlar buğulu yeşil bir renge bürünmüştü. Sabah karanlığının çözüldüğü yamaç mavi bir ışıltıyla parlıyordu. Çiçeklerin yeni açılmış taçlarının turuncu rengi üzerinde birkaç damla şebneme Kuzey’den esen toprak kokusu karışmış bir rüzgar vuruyordu. Her tarafa yeniliğin taze hissi yayılmıştı.
Tüm gece hiç durmadan dinlenmeden yürümemize rağmen, eski bir gerilla olan kurye Rubar arkadaş:
- Çok yavaş yürüdük, bu yüzden randevuya geç kaldık, dediğinde, gerilla olmanın ilk zorluğu ile karşılaştığımı anlamıştım. Oysa randevu verilen yere saatinde ulaşmak için hep koşarak yürüdüğümüzü ve zamanından önce ulaştığımızı düşünüyordum. Bir yandan gerillanın hız kavramına duyduğum şaşkınlık beynimi kurcalarken, arkadaşlara nasıl ulaşacağımız da ayrı bir soru olarak karşımda duruyordu. “Gerilla çözümsüz kalmaz” sözüyle ilk kez o zaman karşılaştım. Bu bir felsefeydi. Doğaya, zorluklara, maddi koşullara teslim olmamayı öğretiyordu. Aslında kendi içinde bir mücadeleyi ve direnmeyi öngörüyordu. Ben “gerilla çözümsüz kalmaz” sözünü düşünürken, Rubar arkadaş:
- Çobanlara sorabiliriz, dedi. Onlar bu alanı karış karış tanıyor. Arkadaşların nerede olduğunu bilmeseler, bile bir-iki gün içinde bizden haber götürebilirler.
- Çobanları nasıl bulacağız? sorusunu hiç düşünmeden sormuştum. Rubar arkadaş gülerek:
- Şu sırtın üzerine çıkarsak bir zomu görebiliriz, dedi.
Zoma girmeden önce iki gruba ayrıldık. Benim içinde olduğum grup zomun aşağısındaki büyük kıl çadıra gitti. İçerisi daha büyük görünüyordu. Sulanıp süpürülmüş olan çadırın sağ tarafında rengarenk yorganlar ve döşekler düzenli katlanmış dururken, öbür tarafta beşiğinde bir bebek ağlıyordu. Ocaktaki ateşin sönmesini engelleyen 9-10 yaşlarındaki kız çocuğu bizi görünce önce şaşırdı ama sonra annesinin davranışlarına benzeyen hareketle bizi, kamışlardan hasırların üzerine buyur etti. Hiç beklemediği bir anda ona elimizi uzatıp selam verdik. Dağınık saçlarının kapattığı kara gözleri ışıl ışıl yanıyordu. Yanakları pembeleşti. Bir koşu bize ayran getirdi. Bu sıra çadırın girişinde iri yarı, siyah giysili, orta yaşlı bir kadın belirdi. Yüzünde yılların izi olmasına rağmen, gözleri tıpkı kızının gözleri kadar parlaktı. Elleri etkisizdi, damarlarının maviliği göze çarpıyordu. Hiç çekinmeden gelip selam verdi. Nasıl davranacağımızı bilememenin paniği içerisinde ayağa kalkıp, selamına cevap verdik.
Kadın atik hareketlerle sofrayı kurdu. Sofrada yoğurt, peynir, dünden kalan pilav ve çay vardı. Bir yandan koşuşturuyor, bir yandan da kaş altından bizi izliyor, silahlarımız ve elbiselerimize bakıyordu.
- Teyze arkadaşlar size uğruyorlar mı? diye sordum.
- Vallahi uzun zamandır kimseyi görmedik, dedi.
- Peki askerler zomlara geliyor mu? diye sordum.
Kadın yine,
- Vallahi uzun zamandır kimseyi görmedik, dedi.
Ellerini birbirine kavuşturmuş, dizlerini altına çekmiş, bize bakmadan konuşuyordu. Bize karşı çok ilgisiz olmasa da, kadının yüzündeki soğuk havayı anlayamıyordum. Halkın gerillaya olan sevgisi o kadar çok anlatılmıştı ki, hayalimizdeki ilk karşılaşmanın yaşadığım gibi olmaması beni hayal kırıklığına uğratmıştı.
Kadının yüzündeki titrek ifade, içinde soğuk bir rüzgarın geçtiğine tanıklık ediyordu. Ortama hakim olan o havadan bir an önce kurtulmak istedim. İstenmeme duygusu bir gerilla için bazen savaşın gerekçesi, bazen de o yeri terk etme nedeni olabilir. Yaşadığım hayal kırıklığının ağır etkisiyle, yiyemediğim yemeği arkadaşlar yedikten sonra kalktık.
Gecenin serin rüzgarlarından en ufak bir iz bile yoktu. Çıplak arazide güneş tüm yakıcılığını toprağın derinliklerine doğru işliyordu. Kar sularının oluşturduğu küçük dereler, kısa bir süre sonra kuruyacağını biliyormuşçasına telaşlı telaşlı akıyordu. Suyun sesi güneşin tendeki yakıcılığına panzehir gibiydi.
Grup toparlandıktan sonra yola çıkma vakti gelmişti. Bu sırada, başındaki kasketinden dolayı yüzü seçilmeyen, kamburu fazla değilse bile, başını sadece iki katlı bir binanın tek katına bakabilecek kadar kaldırabilen, yaşlı bir amca girdi. O evin dedesi olma ihtimali çok yüksekti. Çobanlık yaptığı için, arkadaşlar hakkında bilgi alabilirdik. Kadın kızının elini tutmuş, kıl çadırın kapısında bizi izliyordu. Ona bakmaya özen gösteriyordum. İçimde hiç duymadığım bir sızı vardı.
Rubar ile birlikte çoban dedenin yanına gittik, selamlaştıktan sonra:
- Dede, bugünlerde arkadaşları gördün mü? diye sordum. Ancak dede cevap verecekken, kadın yıldırım hızıyla benimle dedenin arasına girerek dedeyi arkasına aldı. İki kolunu yanlara doğru açarak:
- O kördür, sağırdır, dilsizdir, hiç bir şey bilmez, dedi. Yüzündeki sert ifade buzulları andırıyordu. Gözleri az önce sakladığı bütün düşünceleri yansıtıyordu. Yurtsever olduğu söylenen bu zomda böyle bir tutumla karşılaşmayı hiç birimiz beklemiyorduk. Rubar yavaşça kolumdan tutup:
- Hadi gidelim, dedi.
Donup kalmıştım. Kadının gözlerinde en ufak bir titreme yoktu. Kolları dimdikti. Rubar, ikinci kez:
- Hadi gidelim, diyinceye kadar da kadında pişmanlık veya ikirciklik göremedim.
Anlam veremediğim bu sahneler duygularımda büyük çalkantılar yaratmıştı. Belki ağlamak çözüm değildi ama halkın bu tutumunu kabul etmek de kolay değildi.
- Neden böyle davrandılar? diye sordum Rubar’a.
Rubar fazla emin olmasa da, başka bir açıklamasını bulamadığı bu durumu kendisine has belirlemelerle anlatmaya çalıştı.
- Askeri elbiselerimiz ve silahlarımız çok yeni. Üstelik davranışlarımız da gerillanın kendine has davranışlarına benzemiyor.
- Ne var bunda? Akademiden henüz geldik, elbette ki yeniliğin izleri olacak, dedim.
- Elbette ki öyle ama savaş koşullarında bu ayrıntılar kalın çizgilerle çizilmiştir. O kadın bizi kontrgerilla zannettiği için, hiç bir şey söylemedi. Bizi bizden sakladı.
- Ayrıntılar
1990 yılının bahar aylarıydı. Erzurum Eyaleti’ne beş kişilik (ben, Sinan, Seyit Rıza, İdris ve Şiyar) bir grupla girdik. Bu alanda ilk olmanın zorluklarını ve güzelliklerini iç içe yaşıyorduk.
- Ayrıntılar