Geçenlerde Silopi'de DTP'lilerin öncülüğünde geçmiş yıllarda yaşanan failleri belli olup da failleri meçhul kabul edilen JİTEM katliamlarını protesto amaçlı dev bir miting yapıldı. Bu mitingde taşınan ÖLÜLERİMİZİN KEMİKLERİYLE YÜZLEŞECEKSİNİZ pankartı oldukça dikkat çekiciydi. Dikkatleri çekmenin de ötesinde yaşanan bir gerçekliği bu kadar sade, çarpıcı, çıplak dile getirme ancak bu kadar olabilirdi.
Halkların her zaman doğruları dile getiren hislere sahip olduğunu biliriz. Doğruları ifade etmenin ve dile getirmenin de ötesinde çok güçlü önsezilere sahip olduklarını da biliriz. Kürt halkı da özelde son yıllarda tarihi doğruları hissederek geleceği önsezileriyle çok güçlü bir şekilde ifade etmektedir.
Ben aslında bu hafta bu olaya ilişkin yazmak istiyordum. Ancak yazımı yazmadan Davos'ta Erdoğan'ın Filistin İsrail konulu panelde yaptığı tartışma ve tartışmanın ardından ortaya çıkan tabloyu izledik. Doğrusu çok sert ve cüretli bir çıkıştı. Bir kaç hafta önce Filistin katliamını Erdoğan'ın Olmert'le anlaşarak yapmış olabileceğini bu bağlamda danışıklı bir dövüşün söz konusu olduğunu yazmıştım. Davos'ta Peres ve Erdoğan arasında yaşanan sert tartışmanın ardından ortaya çıkan sonuçlara bakacak olursak benim yanlış bir tespitte bulunmuş olduğum ortaya çıkmaktadır.
Bir birey yapacağı yanlışları ya da yanılgıları itiraf etmesini de bilmelidir. Yanılmışım. Ve bunu açıkça ifade ediyorum.
Erdoğan Davos'ta birçok doğruyu dile getirdi. Erdoğan adeta 17 eğilimi bir araya getirerek ne kadar güzel söz varsa bulup söylediğini geçmişte dile getirmiştik. Neredeyse birçok solcunun dile getirmediğini, hatta ezilenlerin argumanlarını da arkasına alarak söylemde sahiplenerek dile getirdiğini de yazmıştık. Ve bunun için Erdoğan'ı yazılarımızda tarihin en büyük demagoglarından biri olduğunu da yazmıştık.
Tarihi doğruları söylemek yetmiyor. Tarihi doğrulara yaşamıyla, pratikleriyle ne kadar sahiplik edildiği önem kazanıyor. Alevilerin deyimiyle sözüyle özü ne kadar birdir, ne kadar uyumludur asıl olan budur. Zaten bir demagogla özgürlük ve adalet peşinde koşan bireyler arasındaki fark budur. Ya da doğru mu söylüyor yoksa iş olsun diye çıkarları için mi söylüyor olmanın arasındaki farkta budur.
Erdoğan İsrail devletinin çoluk çocukları öldürdüğünü söyledi. Ve bunu insanlık suçu olarak ele aldı. Hatta insanlık bu saldırıları destekleyenleri ve alkışlayanları da insanlık suçuna ortak olmakla eleştirecektir dedi. Peki, Erdoğan'ın daha bir kaç yıl önce aileler çocuklarına sahiplik etsinler yoksa karışmayız sözlerine ne demeliyiz? Peki, Türk devletinin o kadar faşizan saldırılarına gözü kapalı destek veren arka çıkan hatta "ordu güçlerimizi kutluyoruz" diyenlere ne demeliyiz?
İsrail devletinin orantısız güç kullandığını ve Gazze'de bulunan silahların İsrail'de bulunan silahlarla kıyaslanamayacak düzeyde olduğunu söyledi. Peki, Türk Silahlı Güçleri ile gerillaların silahlarını karşılaştırdığımızda ne diyeceğiz? TSK'nin Medya Savunma Bölgelerine neredeyse gece gündüz her türden silahlı saldırılarına, top atışlarına, uçak saldırılarına ve misket bombalarına maruz kalmalarına ne ad takacağız?
Türkiye'nin ne kadar Filistin ile İsrail arasında hatta İsrail ve Suriye arasında barış görüşmeleri için çaba sarf ettiklerini dile getirdi. Peki, aynı Erdoğan kendi coğrafyasında yaşanan bu düzeyde büyük bir sorunun çözümü için bırakalım arabulucu olmasını neden arabuluculuk için küçücük iyi niyet adımı atmak isteyenleri ihanetçi ve hainlikle suçluyor?
Peres'in sesini yükseltmesinin altındaki nedenin suçluluk psikolojisini yansıttığını ya da suçlu olan birinin ruh halini yansıttığına benzer sözler sarf etti. Peki, biz Erdoğan'ın Kürtlere karşı bu düzeyde bağırarak, neredeyse küfrederek konuşma üslubunu nasıl ele alacağız?
Sözün kısası: Erdoğan'ın söyledikleri ne kadar güzel ve kulağa hoş gelse de samimi olduğunu söylemek çok zordur. Erdoğan'ın söyledikleri ile yaptıkları birbirini tutmuyor. Özüyle sözü bir değildir. Hani var ya eğri otur ama doğru konuş diye. Erdoğan hem eğri oturuyor hem de doğru konuşmuyor. Böyle olunca iknacı olmuyor. Dalavere yaptığını söylemek çok abartı olmuyor. Yukarıda dile getirdiğimiz demagogluk tanımına yakın duruyor. Hatta yaptığı tam bir demagogluk oluyor.
Erdoğan Davos'ta söylediklerinin iknacı olmasını istiyorsa öncelikle insanlık suçu işleyen Türk ordusunu durdurmalıdır. Kürt halkına karşı uygulanan kültürel soykırıma son vermelidir. Türkiye'nin en büyük sorunu olan Kürt sorununa dönük barışçıl adımlarını atmalıdır. Bu da Kürdistan'da yapılan operasyonların ve Kürt coğrafyasına yağan bombaların durdurulması anlamına geliyor.
Ve belki de her şeyden daha manidar olacak olan Kürtlerle-Kürt Özgürlük Hareketi’yle direk ilişkiler geliştirerek kangrene dönüşmüş olan, kanayan bu soruna acilen çözümler aramak olacaktır. Bu da halkımızın dile getirdiği "ÖLÜLERİMİZİN KEMİKLERİYLE YÜZLEŞECEKSİNİZ" doğrusuyla mümkündür.
Not: İsrail ile halen sözde bu kadar çelişkilere rağmen ilişkilerin sürdürülmesini, Davos'taki sert çıkışın belediye seçimleriyle bağlantısını, dünya da anti İsrailci ve anti Amerikancı Müslüman ve muhalif duranlara verilen mesajların ne anlama geldiğini başka bir yazıda dile getirmek umuduyla.
- Ayrıntılar
Rêber APO
Sosyal zeminin zayıflığı ve bu zemin üstünde yükselen politikalarının yetersizliği, içerde ve özellikle de dışarıda içerisine girmiş oldukları son derece hatalı ilişkiler nedeni ile ilkel miliyetçi ve reformist yaklaşımların sorunu çözmek bir yana yarayı daha da derinleştirdikleri ortadadır. Geçmişte doğru bir siyasal program, stratejik ve taktik anlayış geliştiremeyen bu güçler, bugün de aynı olumsuz yapılarını devam ettirmekte ve bu nedenle de sorunun kaynağı olmaktan kurtulamamaktadırlar.
Her şeyden önce, ilkel miliyetçi ve küçük-burjuva güçler, Kürdistan geneli ve kendi parçaları içindeki gerçek konumlarını doğru belirleyememekte ve bu konudaki olumsuzluklarını devam ettirmektedirler. Coğrafyası, nüfusu ile Güney Kürdistan'ın Kürdistan geneli içindeki yeri ve rolünün ne olacağı, ne olması gerektiği sorusunu hala çözüme kavuşturmaktan uzak bulundukları gibi, geçmişte daha çok kendi öz güçleri ile değil, bazı fırsatlara dayanarak hareket geliştirmişseler de, bugünkü yapılarıyla fazla ileriye gidemeyecekleri açık olduğu halde, bu durumlarını görememekte veya görmemezlikten gelerek olumsuz yapılarında ısrar etmektedirler. Geçmişte yarı-feodal, yarı-burjuva önderliğin yaptığı gibi, günümüzde küçük-burjuva yanı ağır basan önderlik de, mevcut yapısıyla kendi parçasında bile önderlik yapamazken, Kürdistan geneline önderlik yapmasının mümkün olmadığını kavrayamamakta ve bu konudaki olumsuz tutumunu sürdürmeye devam etmektedir. Bu anlayış, söz konusu güçlerin doğru bir program, strateji ve taktiğe ulaşmalarını ve doğal olarak soruna çözümleyici bir güç olmalarını engellemekte, giderek mücadeleye engel bir konuma düşmelerine neden olmaktadır.
Bu güçler Kürdistan halkının çıkarlarını gözeten doğru devrimci program geliştirememekte, daha çok burjuvalaşmak isteyen yarı-feodal, yarı-burjuva kesimlerin çıkarlarını gündemleştiren bir otonomi programı ile ortaya çıkmakta, kendi çıkarlarını Kürdistan ve Irak'taki devrimci bir hareketin geliştirilmesinde değil, otonomi vb. yollarla elde edecekleri birtakım hakların gerçekleşmesinde görmektedirler. Bu doğrultuda oluşturdukları siyasal programları, kendi sınıfsal konumlarının bir ifadesi olarak devrimci-demokratik bir hareket geliştirmek yerine, bazı reformlarla kendi burjuva dönüşümlerini sağlamayı hedeflemektedir. Günümüzde küçük-burjuva eğilimi örgütleme iddiası ile ortaya çıkan önderlik de hemen hemen yarı-feodal, yarı-burjuva önderliğin sahip olduğu siyasal program, strateji ve taktikleri benimseyerek aynı olumsuzluğu devam ettirmektedir.
Halbuki, Güney Kürdistan için devrimci bir ulusal kurtuluş programının oluşturulması, Irak'ta devrimci-demokratik bir programın çözümlenmesinde de temel bir faktör olacaktı. Ama bu güçler, bugün de önlerine koydukları gelişmemiş, dar reformist siyasal programları ile sonuca gitmeye çalışmakta ve hem de siyasal iktidarın özüne dokunmadan bunu yapmak istemektedirler. Ülkenin içerisinde bulunduğu sosyo-ekonomik koşulların doğru bir tahlili yapılamadığından, doğru devrimci bir program da yaratılamamıştır. Program diye ortaya konulan şey, halkımızın bağımsızlık ve özgürlük mücadelesiyle bir ilişkisi olmayan, feodal-burjuva öğelerin dar sınıfsal çıkarlarını korumaya yönelik birtakım formülasyonlardır. Halkımızın ulusal ve sınıfsal talepleriyle bu denli ayrı ve aykırı düşmüş olan bir programın birçok olumsuzluğa zemin oluşturacağı açıktır.
Soruna hala, hem Kürdistan ulusal kurtuluş hareketi ve hem de Irak'taki devrimci dönüşümler açısından yetersizliği ve gericiliği açığa çıkmış olan otonomi talebinin programlaştırılması temelinde yaklaşılırsa, açık ki çözüm sağlanması mümkün olamaz ve bu güçler çatışmalardan kendilerini kurtaramazlar.
Stratejik düzeyde içerisine girilen hatalı eğilimler giderilmeden, bu güçlerin sorunu çözüme götürme girişimlerinin hiçbir sonuç vermeyeceği çok açık olduğu halde, bu konuda olumlu bir tutum içine girmekten ısrarla kaçınmaktadırlar.
Dışarıda geliştirilen stratejik anlayış, aynı hatalı biçimiyle kendisini mevcut güçlerin aralarındaki ilişkilerde de duyurmaktadır. İçte yurtsever güçler arasında ittifak ve ilişki geliştirilmesi gerekirken, aşiretçi-feodal çıkarlar ön planda tutularak, bölünmüşlük ve parçalanmışlık daha da derinleştirilmekte ve dışarıda yedeği durumuna düşülen güçlerle ilişkinin bir ürünü olarak, içeride de çeşitli kümelenmeler ve gruplaşmalar doğmaktadır. Bir de buna sosyal zeminin zayıflığının yol açtığı karmaşıklık eklenince, durum daha da vahimleşmektedir. Kendi aralarında cephe ve ittifaklar sorununu doğru bir temelde ele alıp pratikte somutlaştıramayan bu güçler, ittifak sorununu Kürdistan'ın diğer parçalarına da yanlış bir biçimde yansıtmakta ve önemli sorunların doğmasına yol açmaktadırlar.
Dış güçlerle bağımlılık temelinde girilen ilişkiler çatışmaların derinleşmesindeki en temel etkenlerden biridir. Her ne kadar, bazı güçlerin içerisine girdikleri ilişkiler nispeten ilerici bir özelliğe sahipse de, bu ilişkiler çatışan tarafların tutumlarını olumlu yönde etkileyebilecek veya çatışmaları engelleyebilecek bir düzeyde bulunmamaktadır. Nitekim ilerici ülkelerle ilişkide olan güçler bile, kendileri bu çatışmaların bir tarafı ve kaynağı olmaktan kurtaramamaktadır. Kuşkusuz, sorunun çözümü sıradan bir-iki ilişkiye dayanmamaktadır. Stratejik anlayışın hem içte ve hem de dışta doğru temele ve doğru ilişkilere oturtulması gerekmektedir. Soruna böyle bir temelde yaklaşılmadıkça, hatalı ittifak ve ilişkilerin yol açtığı çatışmaların birliğe dönüştürülmesi olanaklı görülmemektedir.
Ama mevcut güçlerin durumunu incelediğimizde, böyle bir konumdan uzak bulundukları acı gerçeği ile karşılaşmaktayız. Bırakalım tüm güçlerin kendi aralarında bir cephe ve ittifak geliştirmelerini, benzer anlayışlara sahip gruplar bile birlik konusunda fazla mesafe alamamakta, bu konuda sarfettikleri sınırlı çabalar ise belirtilen konumlarından ötürü dağılıp gitmektedir. Bu derece zayıf bağlarla birbirine bağlı olan bu güçlerin halkın çıkarlarından çok kendi çıkarlarını gözetecekleri ortadadır. Bu anlayışın stratejik yönelimlerine de hakim olması, açık ki bu güçleri iç çatışmalara yatkın bir hale getirmektedir.
Bunun yanı sıra, benzer stratejik hatalar taşıyan Kuzey Kürdistan'daki reformist-teslimiyetçi güçlerin oportünist yaklaşımları da, sorunu çözüme ulaştırmaktan uzak bulunmaktadır. Geçmişte "UDG" adı altında ortaya sürülen ve Kürdistan halkının değil, sadece bazı güçlerin dar grup çıkarlarını korumaya yönelik "birlikler"le sorunun çözülemeyeceği bugün artık herkesçe bilinmektedir. Fakat son derece açık olan bu gerçeğe rağmen, aynı çevreler günümüzde de "5'li Platform" vb. gibi sözde "birlik" çabalarıyla bu olumsuz tavırlarını sürdürmeye devam etmektedirler. Kaldı ki, gerek geçmişte "UDG" olayında ve gerekse günümüzde "5'li Platform" çabalarında görüldüğü gibi, halkın ulusal kurtuluş mücadelesinden uzak, bazı ince hesaplar üzerine kurulan birlikler fazla yürümemektedir. "UDG" daha oluşumunun 1. yılını doldurmadan dağılmakla yüz yüze kalırken, bugün de "5'li Platform" daha vücut bulmadan, kendi içinde bölünmeye ve dağılmaya uğramıştır. Fakat bu kadar açık ve son derece öğretici olması gereken gerçeklere rağmen, bazı çevrelerin aynı olumsuz yapıyı, bir parçayla da sınırlı tutmayıp tüm Kürdistan çapında geliştirmek istediklerini görmekteyiz. Özellikle de her dört parçadaki otonomici küçük-burjuva eğilimin fırsatçı ve diğer güçleri zayıf düşürücü bir anlayışla, ilkesiz bir temelde reformist talepler çerçevesinde geliştirmek istedikleri birlik sorununun çözümünde bir yol olmadığı gibi bölünme ve gruplaşmayı daha da artırmakta ve çözümsüzlüğü daha da derinleştirmektedir.
Aynı şekilde bu güçlerin doğru bir örgüt ve eylem çizgisi geliştirememeleri de birliğin gerçekleştirilmesini engellemektedir. Bu güçlerce günümüze dek de Kürdistan ulusal kurtuluş mücadelesinin sorunlarını yüklenecek modern, ulusal kurtuluşçu bir örgütlenme yaratılamamış, klasik öğelerle modern öğeleri, komünistlerle ilkel-miliyetçileri bir arada tutan karmaşık ve ilkel örgütlenme aşılamamış, hatta birçok güç aşiretçi-feodal yapıyı olduğu gibi koruyarak onu modern örgütlenmenin yerine geçirmeye çalışmıştır. Örgüt bağları yerine, aşiretçi-feodal bağların geliştirilmesi, mevcut güçlerin iç yapılarını toplumdaki aşiretçi-feodal bölünmüşlüğün etkilerine açık tutmakta, bu ise örgütlerin iç yapılarını bile çatışmalara uygun bir zemin haline getirmektedir.
Doğru bir eylem çizgisinin geliştirilmemesi ise sorunun çözümünü engellemektedir. Doğu ve Güney Kürdistan güçleri, kendi öz güçlerine, tarihi-toplumsal koşullarına ve devrim ile karşı-devrimin durumuna dayanan ve bunları temel alan bir eylem hattı değil, daha çok dış güçlere ve bazı fırsatlara bağlı bir eylem çizgisi geliştirmektedirler. Halkın savaşçı ve direnişçi potansiyelini Kürdistan bağımsızlık mücadelesine kanalize edecek bir eylem çizgisi izleyeceklerine, bu potansiyeli kendi bencil çıkarları içerisinde eriten ve giderek tüketen bir tutumla; otonomi elde etme doğrultusunda bir eylem çizgisi geliştirmektedirler. Örgütler, aşiretlere vb. güçlere dayandığından, eylemler de, aşiretçi-feodal güçlerin çıkarlarını korumaya yönelik olarak geliştirilmektedir.
Gerek örgüt ve gerekse eylem konularında bu güçlerin içerisinde bulundukları olumsuzluklar ve yetersizlikler nedeniyle ortaya çıkan çatışmaların önü alınamamakta, bilakis bu tutumların sürdürülmesi sonucu çatışmalar daha da derinleştirilmektedir. Halbuki, ulusal kurtuluş hedeflenip, doğru bir örgüt ve eylem çizgisi geliştirilmesi halinde, sorunun çözümü son derece kolaylaşacaktır. Bu nedenle yıllardır kullanılan fakat olumlu bir sonuç vermediği gün gibi açık olan ilkel reformist-milliyetçi örgüt ve mücadele çizgisinin aşılması, doğru bir örgüt ve mücadele hattına ulaşılması, problemin çözümü için temel önemdedir. Sorunun çözümünde hala o eski anlayışlara bel bağlamak -hiç istenmese de- acımasız iç çatışmaların kucağına düşmeyi kaçınılmaz kılacaktır.
Sonuç olarak, yarı-feodal, yarı-burjuva güçlerin soruna çözüm getirmeleri; dayandıkları sosyal zeminin zayıflığı, Kürdistan ulusal kurtuluş sorununun çözümünü devrimci değil reformist bir tarzda gerçekleştirmek isteyen siyasal programları, içeride ve özellikle de dışarıda içerisinde bulundukları hatalı stratejik eğilimleri, çeşitli dış güçlerin yedeği durumuna düşmeleri ve taktik hattın doğru geliştirilememesi nedeniyle mümkün değildir. Sorunun esas olarak ilkel milliyetçi ve oportünist eğilimlerden kaynaklandığını göremeyip, hala bu tutumlarda ısrar edilmesinin çözümsüzlüğü daha da derinleştireceği açıktır. Bunun için her şeyden önce ilkel-milliyetçi ve oportünist yaklaşımlarla soruna çözüm aramaktan vazgeçilmelidir.
- Ayrıntılar
Halkımıza ve Kamuoyuna!
Geçtiğimiz günlerde örgütümüz ve Anakarargah Komutanımız Dr. Bahoz Erdal yoldaş şahsında çeşitli spekülatif haberler yayınlanmıştır. TC sisteminin yürüttüğü özel savaşın bir parçası olarak ve hiçbir aslı olmayan, masa başında hazırlanmış uydurma haberler yayımlanarak halkımızın morali bozulmaya çalışılmakta ve hareketimiz üzerinde kuşku yaratma hedeflenmektedir.
Yayınlanan iddiaların aksine ne yaralanma, ne de daha farklı bir durum söz konusu değildir. Dr. Bahoz Erdal yoldaş halen görevinin başındadır.
Halkımız bu tür uydurma haberlere itibar etmemelidir.
27 Ocak 2009
HPG Basın-İrtibat Merkezi
- Ayrıntılar
Haftalardır sabırla yazılarınızı takip ediyorum. Ve en sonunda bir yazı yazmaya karar verdim. Çünkü artık mide bulantısından kusma noktasına geldim.
Yıllardır alışılageldik kene politikalarının yeni bir dalgasını yaymaya çalışıyorsunuz. Kene politikaları diyorum çünkü yaptığınız tek şey bir halkın sırtına yapışarak kanını emmeye çalışmak (Gerçi halkımızda kimseye kan emdirecek göz yok ya).
Birçoğunuz savaşta yakalayamadığınız başarıyı evinde bilgisayarının başında yakalamaya çalışıyor. (Yeri gelmişken belirtmekte fayda var: Diğer bir çoğunluğunuz da kardeşinin, kuzeninin veya eşinin sempatizanlığını yapıyor) Tıpkı Mr. Hyde gibi geceleri azılı bir katil olurken, sabah onun sarhoşluğuyla uyanan Dr. Jekyll gibi geceleri yazdığınız yazılara da sabahları kalkıp lanet yağdırıyorsunuz. Çünkü siz bile söylediklerinize inanmıyorsunuz. Kendinizle yüzleşemiyorsunuz. Sömürgeci faşist düşman gerçekliğine karşı nasıl direnemediğinizi anlatamıyorsunuz. Öyle düşman gerçekliği dedikse salt askeri anlamda değil; onun yıllardır geliştirdiği Türk egemen kişiliğe karşı da direnememeniz söz konusu. Sistem içi yaşam arzusu ve o çok karşı çıktığınız TC sistemi iliklerinize o kadar işlemiş ki çareyi kaçmakta buldunuz. Niye? Çünkü insan aynı fikir ve amaçta olan kesimlerle mücadele edemez de ondan. Hele bu düşünce ona hükmetmişse yapacak başka bir şey yoktur. Daha önceleri bu harekete neden geldiğinizi bilmiyorum. Benim fikrim, sizin zaten hiçbir şekilde bu hareketle bütünleşmediğinizdir. Amaca giden yolda zayıf kaldınız. Çünkü amaçlara asla inanmadınız.
İnsanlığı sevmediniz. Hep kaprisliydiniz. Bireysel olarak çıkmaza giriyordunuz. Zaten düşünce tarzınız da taklitçiliğinizi engelliyordu. Çünkü deşifre oluyordunuz. Arı ve sade bir yaşam: Bu yaşamın içerisinde kendinizi nereye kadar gizleyebilirdiniz ki? Zaten olmadı da. Aynı birimdeki arkadaşınız her gün sizi eleştiriyordu: Bireysellik, liberal yaşam, oportünizm, ölçülere gelememe,…
Kızmayın hemen. Bu sizin gerçekliğiniz ve gerçekliğinizle yüzleşme zamanınız geldi.
Her zaman merak ederim kendi gerçekliğini gizlemek isteyen sizin gibiler neden hep çareyi Önder APO’ya ve Özgürlük Hareketi’ne saldırmakta arıyor? Bu sadece sizin gibi olanlar için geçerli değil. Türk egemenleri de aynı yaklaşımı sergiliyor.
Pardon! Unutmuşum: Siz onlara özeniyordunuz değil mi?
O zaman siz de Kürdistan’da yaşanan katliamlara ortaksınız? Mesela Vedat Aydın’ı siz öldürdünüz, Mesela Ape Musa’yı siz şehit ettiniz. Eminim yaşasaydı suratınıza tükürürdü.
Bir de yoldaşlarımız için hiç utanmadan “Seni PKK içindeki çiçeklere bağışladım” deme küstahlığını gösteriyorsunuz. Hemen belirteyim PKK içindeki çiçekler kimleri esas alacağını biliyor ve bütün kamuoyu da PKK içindeki çiçeklere kimin bağışlanacağını biliyor. Bu nedenle canınızı çok fazla sıkmayın. Bu kadar kaprisli olmayın. Siz değil, PKK mücadele veriyor; siz değil PKK savaşıyor.
Önder APO’nın bir sözü var: Savaşan özgürleşir, özgürleşen güzelleşir, güzelleşen sevilir diye.
Bir de şu ukalalığınız yok mu?
Dedim ya siz aslında sömürgecisiniz. Ama bunu da kendi halkınız için yapmıyorsunuz. Çünkü robot bir yaşama adapte olmuşsunuz. Başkaları adına konuşuyorsunuz. Yüzünüzdeki sadece maske. Ve siz kendinizi maskeli baloda zannediyorsunuz.
Ancak yanılıyorsunuz. Gerilla maske takmıyor. Yaşamın en arı ve saf katmanında yaşıyor; üretiyor. Bilinçle, kültürle ve halkına olan bağlılığıyla…
Sizse o sitelerinizde yazmaya devam ediyorsunuz.
Muhtemelen bu yazıyı okuduktan sonra yazacağınız şey de şu: Apo’nun adamları aydınları tehdit etti. Hatta yazmışsınızdır belki.(Ya da hazır bir taslağı açıp boşlukları dolduruyorsunuz) İsterseniz kusura bakın; siz aydın değilsiniz (hani siz o yazınızda aslında kendinizi ve sizin gibi olanları kastedeceksiniz ya). Zaten aydınlar da bu numaralarınızı yutmuyor.
Yeri gelmişken belirtmekte fayda var: Bizler hiçbir zaman tehdit vb yöntemlere başvurmayız. Ahkam kesmek sizin gibilerin işi. Bizse inandığımız şeyleri pratikleştiren insanlarız. Sizse gördüğünüz şeyleri çarpıtan…
Bir de PKK gerillası bilinç gerillasıdır. Koyun sürüsü değildir. Dünyada yaşanan her şeyi görüyor, analiz ediyor, gelecekte ne olacağını da kestirebiliyor. Tabii aynı zamanda inanç gerillasıdır: İnandığı şeylere ölümüne bağlıdır. Eğer çok merak ediyorsanız bu sitede logonun hemen yanındaki yazıyı okumanızı öneririm: Bu söz öyle basit yazılmış bir söz değildir. Kanla yazılmış bir tarihin eseridir. Sömürgeciliğe karşı Agitlerin, imha dayatmalarına karşı Zilanların, ihanete karşı Beritanların direnişlerinin eseridir.
Hatırlıyor musunuz Amed Zindanı’ndaki büyük direnişi ve bedel ödeyenleri? Mazlumların, Kemallerin ve Hayrilerin destanını; siz ihanete koşarken onların bedenlerini nasıl meşale yaptıklarını?
Peki ya Haki gerçekliği. Hani sizin gibi ihanetçiler tarafından katledilmişti emeğin sembolü.
İşte biz böyle bir geleneğin temsilcileriyiz.
Eğer bu tarihten doğru sonuçları çıkarmayı başarabilirseniz, bu diyalektiği de çözebilirsiniz.
Yani Önder APO’dan başlayan ve özgürlüğe ulaşan bu toplum gerçekliğini.
Ya da neyse siz en iyisi aynı yoldan devam edin.
Çünkü hiçten hiçbir şey çıkamaz ve sizler birer hiçsiniz!
- Ayrıntılar
- Ayrıntılar
Halkımıza ve Kamuoyuna!
1. 20 Ocak günü sabah saatlerinde Güney Kürdistan’da Diyana’ya bağlı Şîrvan mıntıkasında bulunan Mîrgê ve Helenka köylerine TC ordusuna ait 2 kobra tipi helikopterle saldırı yapılmıştır.
2. 20 Ocak günü TC ordusu tarafından Şemdinli’ye bağlı Mûseka Karakolu’ndan Hacibeg Suyu’nu kapsayan alanda bir operasyon başlatılmıştır. Operasyon aynı gün akşam saatlerinde geri çekilmiştir.
21 Ocak 2009
HPG Basın-İrtibat Merkezi
- Ayrıntılar
Bir ülke ki, topyekun zihniyeti münafıkçılık olsun.
Bir ülke ki, topyekun rejimi münafıkçılık rejimi olsun.
Bir ülke ki, topyekun yetkilileri münafık olsun.
Bir ülke ki, topyekun yetkililerin başı, Baş Münafık Fet-ul Münafık (Fetullah Gülen) olsun.
Bize de hak doğar ki, sevsinler seni!.. Ey El-Münafıklar ve Devşirmeler Ülkesi Türkiye diyelim!
Bize de hak doğar ki, özgürlük uğruna El-Münafıklar ve Devşirmeler Ülkesi’ne karşı kutsal bir hak olan meşru savunma savaşını verelim.
Bize de hak doğar ki, dağlarımıza, ovalarımıza, vadilerimize, mahallelerimize, köylerimize, ilçelerimize, kentlerimize ve ülkemize vahşeti cellat garnizonlarını kuranlara karşı savaşalım.
Bize de hak doğar ki, tarihin diplerinden gelen nakış nakış beyinlerimize ve yüreklerimize yerleşen Aryen-i dilimizi, kültürümüzü, tarihimizi ve doğal zenginliklerimizi vampirler gibi yok edenlere karşı savaşalım.
Bize de hak doğar ki, Said-i Kürd-i’yi, Saidi Nursi’ye dönüştürerek Türk ırkçılığının silahı haline getiren, Baş Münafık Fet-ul Münafık’ın münafıklığını mazlum halkımıza öğretelim.
Bu Baş Münafık Fet-ul Münafık öyle bir münafıktır ki, Said-i Kürdi ile yakından uzaktan alakası yoktur.
Bu Baş Münafık Fet-ul Münafık öyle bir münafıktır ki, 12 Mart 1971 darbesinde tutuklanırken, Nur Talebesi olduğunu inkar eder ve beraat eder.
Onunla birlikte tutuklan 52 kişi ise Nur Talebeleri olduklarını kabul ederler ve zindan yatarlar.
Bu Baş Münafık Fet-ul Münafık öyle bir münafıktır ki, ilkin 1957 yılında Erzurum’da daha 16 yaşında iken, Türk Özel Harp dairesinden üsteğmen Esat Keşafoğlu tarafından Nur cemaati içine bir Gladio elemanı olarak sokulmuştur.
Bu Baş Münafık Fet-ul Münafık öyle bir münafıktır ki, iki yıl sonra Süper Nato’nun Türkiye kolu Özel Harp Dairesi tarafından Edirne’de görevlendirilmiştir. İkinci defa görevlendirilmesi 1959 yılıdır.
Edirne’de asker kökenli vali Sabri Sarp, diğer asker kökenli görevlilerden Emniyet Amiri Resul, Hakim Gani ile Karadenizli Albayla ile birlikte Türk-İslam sentezi çerçevesinde örgütlenmişlerdir.
Zaten Fet-ul Münafık, bu durumu biyografisinde itiraf ediyor.
Bu Baş Münafık öyle bir münafıktır ki, 1962 yılında İskenderun’da askerlik yaparken bir hutbede kafatasçı general Cemal Tural’ın da duyması için şöyle der: “Türk askeri milliyetçi olmayacaksa daha ne olacak. Allah milliyetçilere uzun ömürler versin.”
Bunu söyleyen Baş Münafık, münafık olmayacaksa daha kim olabilir?
Bu Baş Münafık Fet-ul Münafık öyle bir münafıktır ki, 12 Eylül 1980 darbesinde ve 1994 yılında Kürtleri, Türkleştirmek için Türk ordusu ile onun Özel Harp Dairesi tarafından özel olarak görevlendirilmiştir.
Bu Baş Münafık Fet-ul Münafık öyle bir münafıktır ki, yeniden Har u Har Boşbuğ tarafından aynı görevle görevlendirilmiştir.
Baş Münafık Fet-ul Münafık’ın tahrifleri ise makro münafıklıktır.
Bu baş münafığın, Said-i Kürd-i’nin DİVAN-I HARBİ ÖRFİ eserinde yaptığı Türkleştirmeler tam bir makro inkarcılıktır.
Hele bir bakalım, nasıl bir Türk kafatasçılığını yapmış da yapmış.
Biz bu makro Türk kafatasçılığı ile inkarcılığından sadece bir nano örnek vereceğiz.
Özcesi Fet-ul Münafık’ın makro ırkçılığının trilyonda birinden daha cüzi bir örneğini vereceğiz ki, O’nun ırkçılığı daha iyi anlaşılabilsin.
Bunun için sadece ve sadece Said-i Kürd-i’nin DİVAN-I HARBİ ÖRFİ adlı eserindeki tahriften bir cümle dahi Fet-ul Münafık’ı tanıtmaya yeter.
İşte Divan-ı Harbi Örfi’deki asıl metin. Yani orijinal metin.
Bu metinde Said-i Kurd-i şunu der: “Ey Asuriler ile Keyaniler’in cihangirlik zamanında pişdar kahraman askerleri olan Arslan Kürtler beş yüz senedir yattığınız yeter. Artık uyanınız, sabahtır. Yoksa sahra-yı vahşette, vahşet ve gaflet sizi garet edecektir.”
Bir de Baş Münafık Fet-ul Münafık’ın tahrif ettiği metin. Özcesi Kürdü inkar ettiği ve Türkleştirdiği metin.
Bakın orijinal metini sahte metine dönüştüren Fet-ul Münafık nasıl bir metin yazmış.
Şimdi de onu okuyalım. “Ey eski çağların cihangir Asya Ordularının kahraman askerlerinin ahfadı olan vatandaşlarım ve kardeşlerim! Beş yüz senedir yattınız yeter. Artık uyanınız sabahtır. Yoksa sahra-yı vahşette yatmakla, gaflet sizi yağma edecektir.”
Fet-ul Münafık’ın burada yaptığı tahribatın hurafeciliği hemen açığa çıkıyor.
Bunlardan birincisi Asuriler ile İranlıları inkar etmiş.
İkincisi Arslan Kürtler yerine Türkleri koymuş.
Üçüncüsü Said-i Kürd-i Kürtlere seslenirken, Osmanlı İmparatorluğu dönemindeki beş yüz yıllık kölelikten, uykuya yatmaktan bahsediyor. Yani Türklerin 1400 yılından başlayarak Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemi olan 1908 yılına kadar ki Kürdistan işgalini anlatıyor. Zaten bu eseri de 2. Meşrutiyet döneminde yazmış.
Nasıl oluyor da Orta Asya’dan gelip Mezopotamya, Avrupa ve Afrika’yı işgal eden Türkler 500 yıl uykuda yatmışlar?
Her tarafta kıyım, kırım, talan ile soykırım yapan Türkler nasıl oluyor da gaflet içinde kalmışlar?
Dördüncüsü Said-i Kürd-i Mezopotamya ile Kürdistan’ı anlatıyor. Fet-ul Münafık ise tahrif ettiği metinde ne tür bir ilahi güce sahipse Mezopotamya ile Kürdistan’ı sırtlamış, Orta Asya’ya götürmüş ve Kürdistan’ı bir çırpıda Orta Asya yapmış.
Beşincisi Said-i Kürd-i, Arslan Kürtler diyor. Fet-ul Münafık ise vatandaşlarım ve kardeşlerim diyor.
Daha neler neler.
Zaten Said-i Kürd-i’nin tüm eserlerindeki Kürt, Kürdistan, Kürt Dili ilgili ne kadar kelime varsa, onların yerine Türk, Şark, Orta Asya, Türk Dili, vatandaş ve kardeş kelimelerini koymuş.
Fet-ul Münafık’ın yaptığı tahrifli sahte eserleri bugün Kürdistan ile Anadolu’da tüm sahte İslami cemaatler eğittikleri Kürtlere okutarak, Kürtleri Türkleştirirken, yalnızca Med Zehra Vakfı çevresi orijinal eserleri öğrencilere okutmaktadır.
Fet-ul Münafıkçılar dışında Türk ırkçılığını en fazla tahrif edilmiş eserler üzerinden yapan diğer bir cemaatte Hizbul-Kontra cemaatidir.Hizbul-Kontra’nın dernekleri olan Mustafazaf-Der, İhya-Der, Umut-Der vb. derneklerdir.
Tüm Kürtler özellikle Kürt gençleri, Türk özel savaşının Kürdistan’daki kolları olan bu derneklere karşı hem ideolojik, hem de siyasal savaş vermelidir.
Bu derneklerin hepsi Ergenekon, JİTEM ve MİT’in elemanları tarafından yönetilmektedir.
Kürtler, Said-i Kürd-i’nin orijinal eserlerini götürsün, sahte olanlarıyla karşılaştırsın ve başta Fet-ul Münafıkçılar olmak üzere, Hizbul-Kontralara karşı hemen harekete geçsin.
Öyle hiçbir dernek ve oluşum Kürdistan’da kalmamalıdır.
Bu oluşumların hemen hemen hepsi, Türk misyonerliği ve işgaline hizmet etmektedir.
Kürtleri soykırımdan geçirmek için, Türk Genelkurmayı tarafından kurulan oluşumlardır.
Bu nedenle hiç vakit geçmeden tüm Kürt anne ve babaları, bu oluşumlar içinde yer alan veya onlarla ilişkide olan evlatlarını hemen oralardan çıkarmalıdır.
Kim ki bunu yapmazsa, Kürdistan’daki zulme ve soykırıma ortaktır.
Bu yönlü bir hadis de vardır.
Hz.Muhamed bir hadisinde şöyle der:
“Kim bir karış toprağı zulmederek zapt ederse ona (mahşer gününde) yerin yedi katı boyuna halka takılır.”
Sadece bu hadis bile Kürtlere Türk Ordusu, Fet-ul Münafıkçılar ile Hizbul-Kontracılara karşı kutsal savaşım hakkını tanıyor.
Sonuçta şunu deme hakkımız var:
Fet-ul Münafıkçılara Yaşasın Cehennem!..
- Ayrıntılar
Halkımıza ve Kamuoyuna!
17 Ocak günü (bugün) saat 11:00 itibariyle TC ordusu tarafından Medya Savunma Alanlarının Xakurkê alanına yönelik olarak obüs ve havan saldırıları yapılmaktadır. Xakurkê’ye bağlı Abdulkovi sırtları ile Ermûş, Daila ve Şapana köylerine yönelik olarak yapılan havan ve obüs saldırıları halen devam etmektedir.
17 Ocak 2009
HPG Basın-İrtibat Merkezi
- Ayrıntılar
Halkımıza ve Kamuoyuna!
13 Ocak günü sabah saatlerinden itibaren Medya Savunma Alanlarının Xakurkê alanına yönelik olarak TC ordusu tarafından yapılan obüs ve havan saldırıları üç gündür devam etmektedir. 15 Ocak günü (bugün) sabah saatlerinden itibaren tekrar başlayan havan ve obüs saldırıları Xakurkê’ye bağlı Abdulkovi sırtları ile Ermûş, Şapana ve Daila köylerine yönelik olarak yapılmaktadır. Yapılan bu saldırılar halen devam etmektedir.
15 Ocak 2009
HPG Basın-İrtibat Merkezi
- Ayrıntılar
Halkımıza ve Kamuoyuna!
13 Ocak günü sabah saatlerinden itibaren Medya Savunma Alanlarının Xakurkê alanına yönelik olarak TC ordusu tarafından yapılan obüs ve havan saldırıları halen devam etmektedir. Akşam saatlerinden itibaren Xakurkê’ye bağlı Bênavok, Şapata ve Daila köylerinin hedef alındığı saldırılarda köylülere ait çok sayıda havyan telef olmuştur.
14 Ocak 2009
HPG Basın-İrtibat Merkezi
- Ayrıntılar