12 Eylül faşist-askeri darbesinin otuzikinci yılına giriyoruz. Bu yıl dönümünde tepki ve protestolar yaygın olsa da, halâ ne darbeyi ne de darbecileri yargılayabilmiş değiliz. Herhalde otuzbir yıllık süre içinde faşist-askeri darbesini yargılayıp mahkum edememiş tek toplum ve ülke biziz.
Gerçi geçen yıldan beri AKP hükümeti sözde 12 Eylül’ü yargılıyor gibi görünüyor. Fakat gerçekten yargılıyor mu, yoksa tarih karşısında meşrulaştırmaya mı çalışıyor, pek belli değil. Daha çok kendi hükümetine karşı planlanıp da yapılamamış olan darbeleri yargılamaya çalışıyor. Bizim farkımız da işte bu: Hükümetlerimiz başarılı olan darbeleri yargılayamazlar, ancak başarılı olamayan darbeleri yargılayabilirler.
Peki 12 Eylül faşist-askeri darbesi yargılanmadan ülkemiz demokratikleşebilir mi? Hayır, bu asla gerçekleşemez. Böyle bir durumda gerçekleşene “12 Eylül demokrasisi” veya “Cunta demokrasisi’ denebilir ancak. Bunun da demokrasi değil, bir “Ucube” olacağı açıktır. Nitekim AKP’nin ülkemizde yarattığı da işte böyle bir ucubedir.
AKP ucubeliği yada AKP’nin yarattığı Türkiye portesi bununla da sınırlı değil. Örneğin bunun bir de dış ilişki veya diplomatik boyutu var. Başbakan Tayip Erdoğan 12 Eylül günü Mısır, Tunus ve Libya gezisine çıkıyor. Nedense 12 Eylül günü böyle belirgin işler yapmayı pek seviyor! Geçen yıl 12 Eylül’de anayasa değişikli referandumu yapmıştı. Bu yıl da tarihi Kuzey Afrika gezisine çıkıyor.
“Ne var bunda, Türkiye’nin başbakanıdır, istediği yere gider” denebilir. Evet doğrudur, istediği yere gidebilir. Fakat hangi yüzle? Bir yere giderken her halde biraz politik tutarlılık gerekir. Daha dün Hüsnü Mübarek, Muammer Kaddafi rejimleri AKP’nin “Kardeş rejimleri” idi. Tayyip Erdoğan ve Abdullah Gül bu yönetimlerden ödül almaktan pek memnun kalıyordu. Ahmet Davutoğlu yönetimi Ortadoğu’da “Sıfır problem” diplomasisi yürütüyordu. Tayyip Erdoğan neredeyse kendini “İslam lideri” olarak görüyordu.
Sonra birden durum değişti. ABD ve NATO’nun Libya’ya savaş ilân edeceği anlaşılınca AKP’nin politikalarında da değişiklik oldu. Bir anda AKP Türkiyesi “Kardeş yönetimlere” karşı savaşın karargahı haline geliverdi. Sonuçta en son Kaddafi rejimi de düştü. Beşar Esat yönetimine karşı savaşın karargahı olamaya ise devam ediliyor.
Şimdi Başbakan Tayyip Erdoğan sözkonusu Arap ülkelerine işte bu gelişmeler ardından gidiyor. Dün Mübarek ve Kaddafi yönetimleriyle kardeşti, bugün de onları yıkan yönetimlerle kardeş! Dün Mübarek ve Kaddafi ile kucaklaşıyordu, bugün de onları yıkanlarla!
Tayyip Erdoğan’ın bu ülkerlere gidişte neden bu kadar acele ettiği ise bir sır. Acaba yaşadığı tutarsızlığı maskelemek mi istiyor? Yoksa Arap ülkelerinin denetimden çıkmasını, demokratikleşmesini engellemeye mi çalışıyor? Bozulan ilişkiler sonucunda İsrail’i buralardan tehdit etmeyi mi düşünüyor? Yoksa Mısır, Tunus ve Libya’nın yeni yönetimlerinin “PKK ile ilişki kurabilecekleri”nden endişelenip de bunu önleme kaygısını mı güdüyor?
Belkide bunların hepsidir. Fakat Kuzey Afrika’ya gider ve İsrail ile atışırken Başbakan Tayyip Erdoğan’ın akılında hep “PKK ile savaş” olduğu netçe anlaşılıyor. Çünkü İsrail’i suçlarken en güçlü argüman olarak “Tamirdeki heronların geri gönderilmemiş olmasını” kullanıyor. Heronların da PKK savaşın da iş yaptığını herkes biliyor.
AKP yönetimi altında Türkiye ne garip bir ülke haline geldi! Sözde herkese karşı barış politikası izler ve akıl hocalığı yaparken, bir anda kendini herkesle savaş içinde buldu. Eski Arap yönetimlerine karşı savaşan NATO’nun harekât karargahı! İsrail ile diplomatik savaş ya da söz düellosu askeri çatışmaya dönüştü dönüşecek! Son yılların yakın dostu İran ile “Füze kalkanı projesi” ardından gelinen savaş noktası! Ve tabi en önemlisi PKK ile savaş!
AKP hükümeti “Teröre karşı mücadele” adı altında yürüttüğü “Kürt savaşını” sadece Türkiye sınırları içinde de yürütmüyor; Suriye, Irak ve İran içinde bütünlüklü yürütüyor. “PKK’yi etkisizleştireceğim” adı altında Suriye, Irak ve İran’daki Kürt politikalarını da yönetmeye çalışıyor. Ortadoğu yeniden yapılanırken “Acaba Kürtleri nasıl statüsüz bırakırım” kaygısı ve arayışı içinde hareket ediyor.
Ülke ve toplum olarak esas portemiz, AKP’nin yürüttüğü bu “Kürt savaşı”nda açığa çıkıyor. Şimdi işler çıkmaza girince bazı köşe yazarlarımız utangaç bir üslupla da olsa AKP’yi eleştirmeye çalışıyorlar. Böylelerine ‘”Şimdiye kadar neredeydiniz?” diye sormak gerekiyor. AKP toplumumuzu adım adım bu iç çatışmaya götürürken, neredeyse medyanın tamama yakını PKK’yi eleştirmek ve AKP’yi övmekle meşguldü! Başbakan Tayip Erdağan’ın “Medyadan destek bekliyoruz” talimatı ardından tüm medya psikolojik savaş organı haline geldi. Sözde en çok AKP karşıtı olan ve AKP’yi eleştirmek isteyen bile, söze başlarken “PKK’nin terörü zaten tasvip edilemez” diyerek giriş yapıyordu. Halbuki medya tutarlı davransa, biraz demokratik tutum gösterse, psikolojik savaşa bu denli angaje olmasaydı, o zaman AKP ülkemizi böyle dört yandan karma karışık bir savaşın içine sürükleyemezdi.
Demekki gelinen bu noktadan herkes sorumlu. Kimisi ülkemizi bu noktaya getirendir. Kimisi kraldan daha kralcı bir tavırla yardakçılık yapandır. Kimisi gerçeği gördüğü halde görmezden gelen ve ses çıkarmayandır. “En iyiyim” diyen de AKP faşizmine karşı yeterli mücadele etmeyen veya edemeyendir.
Dikkat edilirse, toplum olarak neredeyse tanınmaz haldeyiz. Hiç kimse kendini tutarlı demokrasi çizgisinde izah edebilecek, portesini çizebilecek durumda değil. Peki bu neden böyle? İşin içinde Kürt sorunu olduğu için, Kürtlere karşı sömürgeciliği de aşan bir kültürel soykırım politikası izlendiği için böyledir. Eğer Kürt sorunu işin içinde olmasa, o zaman toplumumuz böyle tanınmaz halde olmaz, AKP de böyle faşist bir politika izleyemez.
Öyle yapılmaya kalkılsa herkesin gerçek yüzü hemen açığa çıkar. O durumda ne “demokratlık” adına AKP faşizm uygulayabilir, ne de “solculuk” adına AKP yardakçılığı yapılabilir. Bunları “görünmez”, her kesimi “tanınmaz” kılan Kürtler üzerindeki kültürel soykırım ve bunun yarattığı şoven milliyetçiliktir.
Bu noktada kendini tanıyamayanlara, eğer isterlerse kendilerini tanımada yardımcı olacağı düşüncesiyle Albert Memmi’nin “Sömürgecinin Portesi Sömürgeleştirilenin Portesi” kitabını okumalarını öneriyoruz. Gerçi kitap yirminci yüzyılın ortalarında yazılmış, fakat yinede sömürgeci tutumda ısrar edenler için öğreticidir. Yine Tunus ve diğer Arap ülkelerindeki sömürgecilikle Kürtlere uygulanan kültürel soykırım çok farklıdır. Fakat böyle olsa da kitaptan edinilecek ders çoktur.
Söz konusu kitabı en başta AKP yöneticilerinin okumasında çok yarar vardır. Okumalıdırlar ki, “Neron kompleksi”nin ne demek olduğunu öğrensinler ve her birinin Kürtler karşısında giderek nasıl Nneronlaştıklarını iyi görsünler! Tabi en çok da Başbakan Tayyip Erdoğan gerçeğini iyi tanıyabilsinler!
Kitabı kendine solcu, liberal, demokrat diyenlerinde okumalarında, eğer okumuşlarsa bu süreçte bir kez daha okumalarında yarar vardır. Eğer okurlarsa, o zaman “PKK’nin ve Kürtlerin niçin böyle yaptığını” biraz daha iyi anlayacaklardır. Aynı zamanda “Kürtlere akıl verme” tutumunun nerden kaynaklandığını iyi görecekler ve “Solcu sömürgeci” duruşunu biraz aşabileceklerdir.
Tabi söz konusu kitabı Kürtlerin ve özellikle gençlerin okumasında da yarar vardır. Hem de kendisini en özgürlükçü ve mücadele görevini başarıyla yapıyor sananlar en başta okumalıdırlar. Okumalılar ki, “Tüm yük üzerimize kalmış” ve “Biz iyi durumdayız” yanılgılarını aşabilsinler. Vücudu ve ruhu sakatlanmış Kürt halk gerçeğini, ilgi ve duygu yitimini yaşayan insan gerçeğini iyi anlayabilsin ve bu durumdan kendilerini radikal olarak kurtarabilsinler!
İşte o zaman her birimiz gerçek portemizi daha iyi tanır ve kişilik devrimimizi daha doğru ve tam yaparız. İnsanlar ve toplum kendini tanıyıp doğruya ulaştıkça da AKP’nin ucube yönetimi ve çağdışı faşizmi aşılıp gider.
Adil BAYRAM
Özgür Gündem
- Ayrıntılar
Bugün 12 Eylül 1980 faşist rejiminin yıldönümünüdür. 12 Eylül faşist cuntasını her yıl ele alıp değerlendiririz. Türkiye halkları açısından ortaya çıkardığı büyük yaraları, onarılmaz tahribatları ve tabii ki bir de kurumsallaştırdığı faşizmi de hep birlikte değerlendiririz. 12 Eylül cuntasını değerlendirdikçe insanlık karşıtı nasıl faşizan bir eylem olduğunu hep birlikte söyleriz. Ve bugün Türkiye ve dünyada -az sayıda insan dışında- 12 Eylülü lanetlemeyen yoktur. Herkes halkların bağrına uluslar arası küresel güçlerin eliyle saplanan bu uğursuz, melun faşizan hareketten çok çekmiştir.
Tuhaf gelebilir ama Türkeş bile bu cuntadan çekmiştir. Öyle ki zindana atıldıktan sonra “fikirlerimiz iktidarda ancak biz içerdeyiz” manasında söylemlerle şaşkınlığını saklayamamıştır. Halbuki Alparslan Türkeş 1950’lerde Amerika’ya giderek Florida’da özel eğitim almış bir amerikancıdır. Nasıl eğitilip gönderildiğinin hikayesini bilmeyen yoktur. Ama dediğimiz gibi buna rağmen 12 Eylül cuntası yaşandığında Türkeş bile içeriye alınmıştır. Malum, sonrada geliştirilecek olan; Kenan Evren’in deyimiyle; “bir solcu almışsak, bir de sağcı aldık” cümlesi ile “herkese aynı ölçüde yaklaştık,” esasta ortaya çıkarılmak ve de bölgeye yapılmak istenen müdahalenin üstünü örtmek için yapıldığını bugün daha iyi anlaşılıyor.
Çokça askerlerin laik oldukları, İslam karşıtlıkları olduğu söylenir. Sanıldığının ve söylendiğinin tersine Türkiye’de ılımlı İslam hareketlerini en çok geliştiren hareket 12 Eylül cuntasıdır. Türkiye’de en çok kuran kurslarını açan, imam hatip okullarını açan, din görevlerini hem de kendi dokunulmaz diye belirlediği anayasa maddelerine söz verdirterek görevlendiren yine 12 Eylül faşist cuntasıdır.
12 Eylül cuntası başa geldiğinde Fettulah Gülen’in sözlerini hatırlatmak bile söylenmek istenenleri açıkça gözler önüne serer. 12 Eylül faşist cuntasını 1980 yılında başa gelmesine dönük Fettullah Gülen Sızıntı dergisinde “Karakol” başlıklı yazısında methiyeler düzmektedir.
“Millet teknesi, sağa sola yalpa yapan bir vapur gibi, batması her an. Dillerde bin bir yabancı türkü, dudaklarda bin bir öldürücü şarap…Kimi erotizmle sarhoş, kimi libido ile kimi existansiyalizmden medet umuyor, kimi hezeyan felsefesine dilbeste… Tatmin edilememiş, doyurulamamış ve hatta terkedilmiş bir neslin, çeşitli kamplara ayrılması ve birbirini kıran kırana öldürmesi gayet normal değil mi? Bu güne kadar onun iç inkırazını sezebildik mi? Onu soysuzlaştıran sebeplere inebildik mi? Halbuki, ona canavarlık öğreten tiranlar karşısında, siyanet meleği gibi onun yanında olmalı değil miydik…Yıllardan beri, bin bir saldırı ile rehnedar olmuş bir bünye, böyle hemen bir mualece ile iyi edilemeyeceği de muhakkaktı. Daha köklü ve daha gönülden bir hareket gerekliydi ki, milli bünyeyi kemiren yıllanmış seretanlar (kanser) bertaraf edilebilsin. Ve işte şimdi, bin bir ümit ve sevinç içinde, asırlık bekleyişin tuluû saydığımız, bu son dirilişi, son karakolun varlık ve bekasına alamet sayıyor; ümidimizin tükendiği yerde, Hızır gibi imdadımıza yetişen Mehmetçiğe bir kere daha selam duruyoruz… Sahnenin bu rengârenk aldatıcılığı, ortalığı inleten valsin korkunç uyutuculuğu ve kostümün göz bağlayıcılığı karşısında, oynanan oyunun gerçek yüz ve vahşetini ilk sezen, son karakolun kahraman bekçileri oldu. Bu sezme, ümit dünyamızda yeniden kendimize gelmemizi ve kendi kendimizi idrak etmemizi temin etti. Aslında buna bir sezme demek de uygun değildir. Bu, düşmanı kıskıvrak yakalama ve bir zaferdir. İçtimâî bünyenin, haricî bir kısım erâciften temizlenme, arındırılma ve aslına ircâ zaferi. Bu zafer, kendinden ümit edilenleri getirdiği takdirde, Türk’ün zaferler hanesinde en muallâ yeri işgal edecektir. Böyle bir ilk tefahhüs ve sezişe, başka bir yazımızda selam durulmuş ve gaziler ocağının yiğit eri Mehmetçiğe teşekkürler sunulmuştu” diye yazacaktır. Evet, “Aslında buna bir sezme demek de uygun değildir. Bu, düşmanı kıskıvrak yakalama ve bir zaferdir. İçtimâî bünyenin, haricî bir kısım erâciften temizlenme, arındırılma ve aslına ircâ zaferi. Bu zafer, kendinden ümit edilenleri getirdiği takdirde, Türk’ün zaferler hanesinde en muallâ yeri işgal edecektir. Böyle bir ilk tefahhüs ve sezişe, başka bir yazımızda selam durulmuş ve gaziler ocağının yiğit eri Mehmetçiğe teşekkürler sunulmuştu” diye söylüyor Fettullah Gülen 12 Eylül cuntasına ve ne kadar minnettar olduğunun altını özenle çiziyor.
Söylemek istediğimiz Akepe ya da Fettullah Gülen çevrelerinin anti militarist olmadıklarıdır, anti 12 Eylülcü olmadıklarıdır. Tersine cuntacı olduklarıdır. Ve cuntacılar tarafından özenle geliştirildikleridir. Birileri diyecektir ki 12 Eylül cuntası geldi ve bir nevi mecburen ayakta kalabilmek için Fettullah Hoca cuntacılara methiyeler düzmüştür. Ancak öyle olmadığını 12 Eylül 1980 cuntası öncesinden Fettullah Hocanın 1979 yılında Sızıntı dergisinde “Asker” başlıklı yazısında ise: “Her milletin tarihinde askeri bir tepe varlıktır... Bir de anadan doğma asker-millet vardır. O, asker doğar, askerlik türkülerinden ninniler dinler ve asker olarak ölür. Âşıktır askerliğe, serhat boylarına, akına ve kavgaya... Onun süngüsü, yüz defa iniltimizi dindirdi ve ateşimize su serpti. Yakın tarihimizde dahi kaç defa onda mazinin tebessüm eden çehresini ve yıldırımlaşan celadetini gördük... Eğer, atik davranıp da yıllardan beri hazırlanan karanlık emellerin önüne geçilmeseydi, bütün bir millet olarak inkisar içinde ağlamadan başka çaremiz kalmayacaktı. Tuğa selam, sancağa selam ve ölçülerimiz içinde onu tutan yüce başa binlerce selam...” diyerek ne kadar militarist, milliyetçi ve ırkçı olduğunu gösteriyor.
Fettullah Gülen’den Akepe’ye giden yol ise zaten biliniyor. Bunlar yetmiyor ise Akepe’lilerin bugün 12 Eylül 1980 anayasasına faşist generallerden daha ileri düzeyde savunduklarına ve sarıldıklarına bakmamız yeterlidir.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Zorlu ve tarihi öneme sahip bir mücadele sürecini yaşıyoruz. Zorluklar kadar kazanma imkan ve fırsatları da büyük. Belki de yakın tarihte ilk defa özgürlüğü kazanmaya bu kadar yakın oluyoruz. Fakat bu da kendiliğinden elde edilmiyor, zorlukları yenen başarılı bir mücadele ile kazanılması gerekiyor. Elbette bunun için de doğru ve derin kavrayış ile herkesin kendi üzerine düşen görevi başarıyla yapması gerekli oluyor.
Zorluk sadece Kürtler açısından sözkonusu değil, bütün Ortadoğu halkları zorlu bir mücadele sürecinden geçiyor. Daha çok da kapitalist modernitenin ortaya çıkardığı tiranlıklar büyük zorluklar yaşıyor. Halklar için özgür ve demokratik yaşam umuduyla dolu bir “Bahar” yaşanırken Birinci Dünya Savaşı’nın ortaya çıkardığı ulus-devlet diktatörlükleri bir bir düşüyor. 2011 yılının olayları Ortadoğu’yu neredeyse altüst ediyor.
Genelde olduğu gibi, Kürdistan üzerinde hükümran olan devletler de çok zorlu bir süreci yaşıyor. Kaddafi’den sonra düşme sırasının Beşer Esat’a geldiği noktasında hemen herkes birleşiyor. Belki 2011 yılı Esat rejiminin sonuna da tanık olur. Ondan sonra da sıranın İran’a geleceği ve esas çatışmanın İran’da yaşanacağı açıkça görülüyor. Yani İran rejimi de düşüşün eşiğinde bulunuyor. Tabi bir de AKP iktidarı var. Komşularla “Sıfır problem” diplomasisi ile yola çıkıp da sonunda tüm Ortadoğu’ya yönelik NATO savaşının karargahı haline gelen AKP! Onun sonucunun ne olacağı da pek hayra alamet görünmüyor.
Bütün bunlara rağmen, tüm bu rejimlerin hiç biri de Kürtlere saldırmaktan geri durmuyor. Yıkılmanın eşiğindeki Esat yönetimi hala “Kürt halkının demokratik haklarını tanıyoruz” diyebilmiş değil. Ahmedinecat yönetimi ise Kandil ve Xinêre üzerinden açık bir savaş yürütüyor. AKP hükümetinin ise, “PKK ile görüşmeyin” diye İran ve Suriye yönetimlerini sürekli uyardığı bilgileri geliyor. Dikkat edilirse, ölüm döşeğindeler ama halâ “Kürtler kazanmasınlar” diye çalışıyorlar. Kendilerinin kaybetmelerini önlemekten önce ve daha çok Kürtlerin kazanmasını önlemek için çaba harcıyorlar.
İşte bu gerçeği tüm Kürtlerin çok iyi görmesi ve anlaması gerekiyor. Bu öyle normal bir karşıtlık durumu değildir, hastalık düzeyine ulaşmış bir Kürt düşmanlığı durumudur. Dolayısıyla da mevcut rejimlerin Kürt sorununu çözeceği beklentisi adeta bir hayale benzemektedir. O halde geriye ne kalıyor? Kürtlerin gerçekleri iyi görmesi ve çözümü kendi güçleriyle direnerek yaratması! Bunun dışında başka bir yolun kalmadığı ortadadır. İşte bunun için de herkesin tarihsel görev ve sorumluluğunu doğru anlaması ve bunların gereğini pratikte yerine getirmesi gereklidir.
Herkesin üzerine düşen görevin gereğini yapması ne demektir? Bu konuda Kürtlerin programı tarihin bütün dönemlerine göre çok daha netleşmiş durumdadır. Birincisi, Demokratik Toplum Kongresi 14 Temmuz tarihli oturumunda “Demokratik Özerklik İlanı”nda bulunmuştur. Başta gençler ve kadınlar olmak üzere tüm toplumu “Demokratik Özerkliği inşa etmeye” çağırmıştır. Bu, son derece somut bir görevdir ve istisnasız herkes için geçerlidir. herkesin bulunduğu her yerde, köyde, kasabada, mahallede, şehirde demokratik özerklik inşa çalışmasını bir seferberlik düzeyinde yürütmesini gerektirir. O halde herkese şunu sorabiliriz: Demokratik Özerklik inşa çalışmaları nasıl gidiyor? Ne kadar ne kadar ilerleme oldu, nereye gelindi? Varsa ne tür sorunla karşılaşılıyor?
İkinci görevi Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan belirlemiştir. Kürt sorunun barışçıl siyasi çözüm müzakeresi için gerekli karar tasarılarını hazırlayıp AKP hükümetine sunduktan sonra, “Hükümet barışçıl-siyasi çözümün önünü açıncaya kadar benim yapabileceğim bir şey kalmadı” demiştir. Meclisin ve hükümetin bu konuda adım atıp kendisine rol tanımasını istemiş, kendisinin “Sağlık, güvenlik ve özgür hareket edebilme” sorununun olduğunu belirtmiştir.
Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın “Sağlık sorunu”, “Güvenlik sorunu” ve “Özgür hareket edebilme sorunu”, elbette başta tüm Kürtler ve demokratik güçler olmak üzere tüm Türkiye toplumunun ve devletinin görevidir. Çünkü İmralı’da ağır tecrit koşulları altında tutulmaktadır ve bundan AKP hükümeti, TC Devleti ve küresel sistem sorumludur. Bunlarla birlikte bu sistem altında yaşayan, bu sistemin varolmasına evet diyen toplum ve toplumlar sorumludur. Elbette en çok da Kürtler sorumludur. Çünkü kendi Önderlerinin durumu sözkonusudur. Önderlerinin durumu doğrudan kendi durumları demektir. Önder Abdullah Öcalan’ın durumuna ilişkin sorumlulukların yerine getirilmesini sağlatma görevi herkesten önce Kürtlerin üzerindedir. Ve her Kürt bundan sorumludur, herkesin bu konuda görevi vardır. Herkesin kendi görevini yapması demek, Kürt Halk Önderi’nin “Sağlık, güvenlik ve özgür hareket edebilme” sorunu konusunda üzerine düşen görevin gereğini yerine getirmesi demektir. O halde bu noktada herkese şunları da sorabiliriz: Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın sağlı, güvenlik ve özgür hareket edebilme durumu nasıldır? Sağlığı ne kadar yerindedir? Güvenliği ne kadar sağlamdır? Özgür hareket edebilme imkânı ne kadar vardır?
Burada bir hususun daha altını çizmek önemlidir. Tüm Kürtler için ifade ettiğimiz bu görevler birbiriyle bağlı ve iç içedir. Bunları birbirinden ayrı düşünmemek, ele almamak ve birbirinin önüne koymamak gerekir. Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın sağlı, güvenlik ve özgür hareket edebilme durumu ile demokratik özerkliğin inşası elle tırnak gibi birbirine bağlı ve iç içe bir durum arzetmektedir. Biri olmadan diğeri olmaz. Birinin gelişimi mutlaka diğerinin gelişimini de sağlar. Kısaca Kürt Halk Önderi’nin sağlık, güvenlik ve özgürlüğü için mücadele, aynı zamanda demokratik özerkliği inşa mücadelesidir. Bunun tersi de doğrudur. Demokratik özerklik inşası Kürt Halk Önderi için özgürlük mücadelesidir.
Şimdi bu tarihi görevler karşısında Kürtlerin duruşu nasıldır? Kürt gençleri, kadınları, tüm toplum ne yapmaktadır? Bu tarihi göreve ne kadar sahip çıkmaktadır? Demokratik özerklik inşası ne durumdadır? İmralı tecridinden öteye, Kürt Halk Önderi’nin sağlı, güvenlik ve özgür hareket edebilmesi için ne kadar mücadele edilmektedir? İşte bu sorular çerçevesinde her an, her gün durum değerlendirmesi yapmak ve eksiklikleri aşmak gerekir.
Çünkü görevlerin tam sahiplenilmediği ve herkesçe yeterince yerine getirilmediği açıktır. Örneğin, yaklaşık elli gündür Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan ile avukat görüşü olmamıştır. AKP hükümeti tarafından avukat ve aile görüşü keyfi olarak engellenmektedir. Bırakalım Kürt Halk Önderi’nin özgür hareket edebilmesini, elli gündür durumu hakkında toplumun bilgisi yoktur. Sağlığı, güvenliği nasıldır bilinmemektedir. Durumu tümüyle endişe verici hale gelmiştir. O halde Kürt gençleri, insanları neyi beklemektedir? Gün mücadele günüdür ve bu da herkesin görevidir. Herkes görevini yaparsa tarihi süreç kazanılır.
Burada birkaç yetersiz yaklaşıma dikkat çekmek de önemlidir. Örneğin, yukarıda belirttiğimiz iki görevi birbirinden ayırmak kesinlikle yanlıştır. O durumda mücadele alanını daraltma ve tek yanlı kılma yaşanır. Diğer yandan, Kürt Halk Önderi ile görüşülmesi önemli olmakla birlikte, her şeyi avukat görüşmesine bağlamak doğru değildir. Kaldiki son görüşmede Kürt Halk Önderi de avukatlara “Artık gelmeyebilirsiniz” demişti. Kürt halk Önderi’nin sorunu artık avukat görüşmesinin yapılıp yapılmaması sorunu değildir; kendisinin de açıkça ifade ettiği gibi sağlı, güvenlik ve özgürlük sorunudur. Bir de Kürt Halk Önderi söyleyeceğini söylemiş, yapacağını önemli ölçüde yapmıştır. Artık iş yapma, mücadele etme sırsı Harekette ve halktadır. Her şeyi Önderlikten beklemek, kendi görevimizi Önderliğe yüklemek doğru değildir. “İmralı’ya gitsek sorun çözülür” demek ve sadece bunun çabasını vermek doğru ve yeterli bir tutum olamaz.
Oysa yürütülecek mücadele, yerine getirilecek görevler çok açıktır: Bir, Kürt Halk Önderi’nin sağlık, güvenlik ve özgür hareket edebilme sorununu çözmek! İki, demokratik özerkliği yaşanan her yerde inşa etmek! Bunları da Kürt Halk Önderi değil, halkın kendisi yapacaktır! Biz yapacağız! Kürt gençleri ve kadınları yapacak! Hem de seferberlik düzenindeki bir çalışmayla yapacağız! O halde kendine “Apocu gençlik” diyen, “yurtseverim” diyen herkes görev başına!
Selahattin ERDEM
Özgür Politika
- Ayrıntılar
17 Ağustos'tan bu yana Medya Savunma Alanlarımıza TC devleti hava akınları yapıyor. Yüzlerce yeri vurmuşlardır. Hızlarını alamadıkları yerlerde ise izli mermilerle, fosfor bombalarıyla ormanlarımızı yakıyorlar. Ve mevcut durumda yakmadıkları yerler bırakmamışlardır.
Önceleri Silvan’daki asker ölümlerini gerekçe yapan TC devleti ardından da Çukurca'daki pusuyu gerekçe göstererek hava saldırılarını başlatmışlardır. Halbuki herkes biliyor ki -bunların içerisinde TC eski genelkurmay başkanı da dahildir -biz eylemsizlik ilan ettiğimizden kesinlikle harfiyen bu tek taraflı eylemsizlik kararımıza harfiyen uymuşuzdur. Bunu dediğimiz gibi eski genelkurmay başkanları bile dile getirmiştir. Ancak herkeste biliyor ki TC devleti, hükümeti ve ordusu tek taraflı ateşkes veya eylemsizlik kararlarımıza her zaman saldırılarla cevap vermişlerdir. O meşhur olan 1993 tek taraflı mart ateşkesimize bile TC devleti, hükümeti ve ordusu ateşle cevap vermiştir. Örneğin 3 Nisan 1993 günü Pazarcık alanının Gani dağında 11 yoldaşımızı hunharca ağır teknikle katledilmiştir. Faşist rejim hızını alamamış o zaman ağır yaralı düşmanın eline geçen Seyidxan-Kendal yani Hüseyin Matur yoldaşımızı panzerin arkasına takarak kilometrelerce halatlara bağlı bir şekilde yerlerde çekerek katledilmiştir. (Bu söylediklerimize inanmayanlar Bejan Matur’a sorsunlar. )
Evet dediğimiz gibi TC devleti, hükümetleri ve ordusu tüm ateşkes ve tek taraflı eylemsizliklerimize karşı hep saldırı içerisinde bulunmuştur. Her zaman kendilerince bizim zayıfladığımızı düşünerek bunu yapmayı kendilerine erdem bilmişlerdir. Çoğu zamanda tek taraflı ateşkes ve eylemsizliklerimizi kendilerine fırsat bilerek saldırdıkça saldırmışlardır. Tarihimizde en büyük kayıplarımızı genel olarak eylemsizlik süreçlerinde yaşadığımızı ilgili olan herkes bilir. 1999 yılında tek taraflı başlattığımız geri çekilmemize TC devleti korkunç bir saldırıyla cevap vermiştir. 400’ün üzerinde yoldaşımız şehit edilmiştir. Yine onlarca yoldaşımız düşmana esir düşmüştür. Yüzlercesi ağır yaralanmıştır.
Evet, TC devleti hiçbir zaman ilan ettiğimiz tek taraflı ateşkes ve eylemsizliklerimize dürüst yaklaşmamıştır. Hep katletmenin gerekçesi haline getirmek istemişlerdir. Utanmaz bir şekilde hep saldırdıkları halde bizim saldırıya geçtiğimizi söylemeden de edememişlerdir. En son olarak ta sözde Silvan eylemini ve Çele eylemini gerekçe göstererek “bıçak kemiğe dayandı” diyerek halkımıza ve gerillaya karşı daha geniş planlı saldırılara geçmişlerdir.
Sizin için bıçak kemiğe dayanmıştır ancak bizim için bıçak onlarca kez kemiği param parça etmiştir, kesip atmıştır. Kaldı ki dediğimiz gibi saldırı halinde olan devletin, hükümetin ve ordunun kendisidir. Biz yaptığımız açıklamalarımız temelinde yürüyüşümüzü harfiyen bu sözlere denk sürdürmeye devam ediyoruz. Sözü edilen Silvan eyleminde düşman araziye bizi imha etmek için çıkmıştır. Çele eyleminde ise sınıra askeri güç yığan bir güce karşı eylem yapılmıştır. El konulan askerlere dönük ise burası Ringo’nun ahırı değil ki her elini kolunu sallayan ülkemize girip çıksın. Kaldı ki bu askerler ve uzmanlar özel JİTEM çalışması için görevlendirilen askerlerdir.
Sonuç olarak TC devleti tüm yalanlarını ve yalan yayan kimi sahte liberal yazarını da örgütleyerek saldırıya geçmiştir. Sözde sol geçinen kimi sahtekarı da yanına alarak bu saldırılarına meşruiyet kazandırmak için her şeyi yapmayı hedefliyor. Bunlar yetmediği için sahte Kürtleri, geçmişte özgürlük hareketinin karşısında müflis durumuna düşmüş tipleri, Almanların ajanlarını, devlete ajanlık yapan köstebekleri, iflas etmişleri derken İran devletini, büyük güneyde ezelde TC devleti ajanlığını yapan bazı kesimleri de yanına alarak bu saldırılarını hem artıyor hem de yaygınlaştırmak istiyorlar.
Biz sadece; geleceğiniz varsa göreceğiniz da var diyoruz. Ve sizin bu saldırılarınıza karşı yapacağımız tek bir değişiklikle Türkiye’nin altını üstüne getireceğimizi de alenen belirtiyoruz.
Karayılan yoldaşımız gerillanın yüzde beşinin harekete geçtiğini söylemişti. Aynen öyledir. Biz yıllardır dağlarda oluşturduğumuz tüm kurumlarımızı dağıtırsak, fes edersek ve tüm gücümüzü takım örgütlemesi temelinde timlere bölersek o zaman Türkiye’nin başına geleceklerini sadece Türkiye değil, Türkiye’yi kiralık ve taşeron katil olarak kullananlar bile altında kalkamaz.
Somut olarak bir timimiz Karadeniz’de neler yaptığını herkes görmüştür. TC devleti aylarca binlerce hatta on binlerce asker, polis, korucu, JİTEM’ci yığarak ancak altında kalkabilmiştir. Şimdi ise biz sizin söylediklerinizle 5000 gerillamızı tim hareketine tabi tutarsak ne olur? O zaman Türkiye’de taş üstüne taş kalacak mıdır? Ya da İran böyle yerinde kalabilecek midir? Ya da ABD Ortadoğu’da böyle yerinde duracak mıdır? Ya da Ortadoğu’da TC devletiyle işbirliği yapan hangi güç rahat yerinde duracaktır?
Evet, tahammülümüzü zorlamayın. 5000 gerillamızı tim hareketine tabii tutarsak bunlar 1000 deneyimli ve tecrübeli gerilla eder. Her bir timin başına on yıllardır gerillacılık yapan yoldaşlarımızı koyarsak o zaman en çok sabah çaylarımızı Akdeniz’de, Ege’de, Karadeniz’de, İstanbul’da ve Bolu dağlarında içeriz.
O zaman Kasımpaşa edalarının ve naralarının nasıl atıldığını herkse görebilecektir.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
11 Eylül günü saat 13.00 sularında Muş ile Bingöl’ün Genç ilçesi arasında Zengok alanı yakınlarında askeri malzeme taşıyan bir trene yönelik gerillalarımız tarafından bir eylem gerçekleştirilmiştir. Eylem sonucunda tren raylardan çıkarken, 3 vagon da imha olmuştur. Eylem ardından sömürgeci TC ordusu Zengok ve Karahamza bölgelerini kapsayan bir operasyon başlatmıştır. Operasyon halen devam etmektedir.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
9 Eylül günü Bingöl’ün Şevdin alanına bağlı Barav ve Kilisek alanlarına yönelik olarak TC ordusu tarafından kobra tipi helikopterler desteğinde indirmelerle gizli birlikler yerleştirilerek bir operasyon başlatılmıştır. Alandaki operasyonlar pusulamalar şeklinde devam etmektedir.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
7 Eylül günü saat 24.00 sularında Van’ın Gürpinar ilçe merkezinde devriye gezen bir polis aracına yönelik olarak gerillalarımız tarafından bir eylem gerçekleştirilmiştir. Gerçekleştirilen eylem sonucunda iki polis gerillalarımız tarafından öldürülmüştür. Basında geçen ve iki polisin yaralandığı bilgisi gerçeği yansıtmamaktadır.
10 Eylül 2011
HPG Basın-İrtibat Merkezi
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 8 Eylül günü 20.00-21.00 saatleri arasında Siirt’in Şirvan ilçesinde bulunan baraj şantiyesinde bulunan 9 araç gerillalarımız tarafından yakılmış, ofisler ise imha edilmiştir. Ayrıca şantiyede bulunan 8 kişi gerillalarımız tarafından gözaltına alınmış, sorgusu biten 4 kişi serberst bırakılmıştır. Sorguları devam eden diğer 4 kişi hakkında kamuoyunu önümüzdeki günlerde bilgilendireceğiz.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 7 Eylül günü saat 19.00 sularında Erzurum’un Xınıs ilçesinde bulunan Emniyet Müdürlüğü ve Jandarma karakoluna yönelik olarak gerillalarımız tarafından eş zamanlı iki eylem gerçekleştirilmiştir. Gerçekleştirilen eylemler sonucunda düşmanın ölü ve yaralılarının sayısı tarafımızdan netleştirilememiştir.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 6 Eylül günü 14.30-15.00 saatleri arasında Medya Savunma Alanlarına bağlı Garê’nin Ergene köyü ve çevresine yönelik olarak işgalci ve faşişt TC ordusuna ait savaş uçakları ile hava saldırısı yapılmıştır. Yapılan saldırı sonucunda alanda başlayan yangın halen devam etmektedir.
- Ayrıntılar