Değerli Yoldaşlar! 1990'lı yıllara başladığımız bu günlerde, Partimiz'in şiarı; "2000 yılına bağımsız ve özgür Kürdistan'ı dayatalım"dır. Hepinizi bu coşkuyla selamlıyoruz. Yoldaşlar, günler ağır ve zorlu geçti. Hepimiz için bu böyledir. Ama hangi özellikler, kutsallıklar zorlu mücadelelerin sonucu değil ki!... Bu kadar çabayı, bu kadar emeği niçin gösteriyoruz? Acılar boşa gitmesin, akıtılan kanlar akmışlıklarıyla kalmasın ve her şey niçin yapılmışsa ona ulaşılması içindir. Şüphesiz kolay olmuyor, ama dayanıyoruz ve olması için de yükleneceğiz. Şimdiye kadar nasıl yüklendikse yine öyle yükleneceğiz.
Hemen belirtelim ki, bu mücadelede bizi en fazla uğraştıran olay düşmanın kendisi değil; yapımızın yetmezlikleri, hastalıklarıdır. Bu yetmez ve hastalıklı yapımızın çıkarmış olduğu virüs kişiliklerdir. Ulusumuzun başına bela olan şey, yine ulusumuzda yaratılan tiptir. Bugün, düşmanı en fazla besleyen, ona en fazla destek sunan düşman, bizim kendi içimizdeki yetmez, yanılgılı, hastalıklı bu virüslerdir. Ama biz PKK'nin temellerini atarken, bu tipe, bu tipin ortamına vura vura işe koyulmuştuk. PKK'yi var eden bu tavırdı. Ben, bu varlık nedenimize oldukça yüklendim ve buna bir ruh, devrim ruhu olarak baktım. Kurtuluşa ancak bu ruh götürürdü. Biz, PKK'yi var eden bu ruhu korumak, Hakiler'in, Mazlumlar'ın, Kemaller'in, Hayriler'in şahadet çizgisini korumak olarak ele aldık. İşte bu tavır, bugün bizi zafere götürüyor.
Yoldaşlar;
Azim ve inanç zafere götürüyor. Sizler zindanlarda bunun canlı abideleri oldunuz. Parti sizin gibi militanlarıyla ne kadar övünse azdır. Ama biz işleri basit bir övünme olayı olarak ele almadık. Böyle yapsaydık, size büyük bir haksızlık etmiş olurduk. Hayır, biz mücadeleyi böyle ele almıyoruz; mücadeleyi yürütenlerin kolektif çabaları olarak ele aldık. Böyle bir kolektivizm neyi gerekli kılıyordu? Sizin yürüttüğünüz direniş mücadelesi, Parti'yi kendimizde korumaydı. O halde, size sağlam bir Parti ve mücadele ile karşılık vermeliydik. Bunu yaptık. Bugün her zindan yoldaşının övüneceği ve savaşacağı Parti silahını size sunuyoruz. Zindandan çıkan yoldaşlar oluyor, buyrun diyoruz. Düşmanın en fazla çektirdiği yoldaşlar sizlersiniz, intikamınızı, devrimci intikam görevlerinizi yerine getirebilmeniz için size Parti silahını veriyoruz. Bu silahı sizin için koruduk; pas tutmamış, işler haldedir ve çok daha üstün bir ateş kabiliyetine ulaşmıştır.
Yoldaşlar, bunun anlamını kavramak gerekir. Doğru bir devrimci yaklaşım, görevi bu tarzda ele alışımızda ne kadar isabetli bir seçimde bulunduğumuzu tespit edecektir. Temel halkayı bu tarzda yakaladık. Bu doğru yaklaşım, halkımızın yanlışlıklarla düzenlenmiş tarihine de alternatif bir cevaptır. Biliyorsunuz ki, halkımızın tarihsel zaafı bir örgüt silahından yoksun oluşudur. Bu yoksunluk, darağaçlarını heybetli kılmıştır, onları sadece isyancıların değil; isyanların da, umutların da asıldığı, yok edildiği canavarlar olarak halkımıza dayatmıştır. Çünkü, bunları sonradan parçalayacak, yıkacak bir savaş olayını yürütecek örgüt yoktur; ki, zaten örgütsüzlük o darağaçlarına analık etmişti. Bu yoksunluk, düşmanın bastırması altında, halkımızın boyun eğici bir tarzda yok oluşa gitmesinin nedeni olmuştu.
İşte biz, tarihimizin en büyük zaafını gidermeyi temel görev olarak bilerek, direnişimizin en kutsal meyvesi olan Partimiz'e süreklilik kazandırarak yaşamı anlamlı kıldık. Niye bunca acı ve fedakârlığa katlandık? Parti için! Parti, acıların, fedakârlıkların boşa gitmemesinin teminatıydı. Acılarınızın, fedakârlıklarınızın, kanınızın tedbirini böyle aldık ve bunların amaçlarını örgütledik. Yine, tüm bunların hesabını düşmandan sorduk. Sorumlu devrimcilik buydu. Bu bilinç, aynı zamanda PKK'nin ilk adımının bilincidir. PKK'nin bugünlere varmasında, ilk adımdaki bu bilinç belirleyici olmuştur. Bunları şunun için anlatıyoruz; size karşı olan görevlerimizi doğru ele aldık ve çözümünü de doğru yaptık. Bunu kavramalısınız. Diğer görevler tamamen bunun üzerinde gelişir. Sizler mücadelenin en zorlu cephelerinden birini yaşadınız, zorlu mücadelelerde örgüt silahının ne demek olduğunu çok iyi bilirsiniz ve yine örgüt silahının yetkince çalışmasının da mücadeleyi ne oranda etkilediğini yaşamınızda gördünüz.
Devrimciler gerçekçidir, PKK'lilik gerçekçi olmadır.
Dağda olsun, zindanda olsun, hepimiz gerçeklerimizle yaşayacağız ve hiçbir şekilde yaşamımızı bu tarzda ele almaktan sapmayacağız. Hemen belirtelim ki, eğer bugünlere gelmişsek, yaşamı bu şekilde ele almayı elimizden geldiği kadar zorlamamızdandır. Bunu önemli oranda başardık. Ancak bu yetmez. Bugün savaştığımız en önemli zaaflardan biri de; gerçekliğe oturmamış, ya da ondan uzaklaşmış eğilimlerdir.
Değerli Yoldaşlar!
Neler becerdiğiniz nettir. Bunu anlatmanın gereği de yoktur. Zaten bunu yapmak zorundaydınız. Halk, en değerli evlatlarından bunu beklerdi, bunun tersinin yapamazdınız. Cezaevi bileşimi PKK'nin en yetkin kadrolarının üzerine kurulduğu ve böyle bir bileşim bize, sizden yetkin başarılar bekleme hakkını veriyordu. Buna hakkımız vardı ve siz de bu hakkı verdiniz. Bu olması gereken bir başarıydı. Yalnız bu görevlerin tamamlandığı anlamında değildir. O zaman görevi iyi kavramak temel halkalardan biri oluyor. Şu andaki temel görevlerimizin en başında gelen; bugüne kadar vardığımız gelişmeleri çok dikkatli ve titiz bir tarzda geliştirmektir. Yoldaşlar, düşman karşısında başarılıyız ama, bu başarılar yaşamı kurtarmaya yetmiyor. Biz, kendimizi başkasıyla kıyaslayamayız. Belki en büyük şanssızlığımız, gerçekten de yarış halinde olduğumuz bir güçten yoksun oluşumuzdur ve bu da tarihte ilk'ler yaratma olayıdır. Bir tecrübe varsa, onu bizzat kendi pratiğimizden çıkarıyoruz. Bu durumda da attığımız her adımın büyük bir hazırlığını yapmak zorundayız.
Tarih, bize yanlış, eksik, yetmez adımlar atma hakkını vermiyor, kesinlikle vermiyor. Ve işte tarihin kesinkes bize dayattığı noktalarda yoldaşlar sıkça yanlışlık yapma, yetmezliğe düşme tavırları içine giriyorlar. Hazırlıkta büyük olmak, atıl kalmak değildir. Pratiğimiz bunun ifadesidir. Pratiğimiz, oldukça akılcı davranmanın, yetmezlikten, yanlışlıktan kurtarılanın üzerine oturan başarının ifadesidir. Mücadele geliştikçe, sözünü ettiğimiz bu durumların önemi daha da artmaktadır. Bütün Parti yapısı için böyledir
Yoldaşlar;
Mücadelenin diyalektiği, şayet görevler iyi kavranırsa ve ona göre konumlanırsa, hangi cepheden olursa olsun görevlerin birbirini besleyen bir tarzda yerine getirilebileceğini göstermektedir. Şüphesiz cephelerin ateş gücü birbirinden farklıdır ve biz, sizlerin ateş gücü büyük cephelerde yer almanızı büyük bir arzu olarak içimizde besledik, besliyoruz. Ancak, her mevzinin etkin bir çabayla, ateş gücü daha yüksek bir cepheye dönüşebileceği, dönüştürülebileceği de bir gerçektir. Bu bağlamda siz yoldaşların büyük direniş çizgisini etkin bir tarzda ama, bir o kadar da akılcı ve bilinçli bir tarzda sürdürmeniz canalıcı bir sorun oluyor. Buna önemle eğilmeniz gerekiyor.
Daha önce iletmiş olduğumuz mesajlarda, görevlerin neler olduğunu, bu konudaki perspektiflerimizi size sunmuştuk. Geniş ve oldukça ileri bir kadro potansiyeline sahipsiniz ve bu perspektifler üzerinde görevleri netleştirme durumundasınız. Bizim ne demek istediğimizi anlamalısınız. Tarihi dönüm noktaları olur, orada ölmesini bilmemek yanlıştır. Ama bu dönüm noktalarını iyi tespit edin. Her döneme bir dönüm noktası rolü atfetmeyin. Partimiz'in tarihinden, cezaevi tarihinizden dersler çıkarın. Mazlumlar'ın, Kemaller'in, Hayriler'in eylem anlayışı oldukça öğreticidir. Bunlardan sonuç çıkarın dememize gerek yok. Ölünmesi gerektiği noktada şahadete ulaşmışlardır. Burada çıkan sonuç; siyasi kimliği, direniş çizgsini ölümüne korumaktır. Ancak bunu ekonomist bir tarzda yorumlamamak, bu sonuçları çıkarmamak gerekir. Her döneme özgü talepler ve yine bu taleplere özgü bir eylem biçimi olur. Eylemde zenginlik önemlidir. Bunu yaratmak gerek. Her eylemde önünüze ölümleri koymanıza bir anlam veremiyoruz. Çünk düşman da bunu önünüze koyuyor. Bu bir çelişkidir ve bu çelişkiyi çözmenin başka yolları, yöntemleri olmalıdır. Ölmekten başka çaremiz yok mu? Bu soruya iyi cevap verin, bir değil; bin düşünün. Ya inkar, ya ölüm deniliyorsa, ölümü emrederiz ama, sorun o düzeyde değilse, başka arayışlar öneririz.
Bizim en büyük başarımız nedir? Düşman bizi yıpratmak istedikçe, biz onu yıprattık. İşte bu nokta üzerinde yoğunlaşmanız gerekiyor. Düşmanı, onun bize dayattığı ölüm planlarında boşlayıcı bir yıpratmayı nasıl yapabilirsiniz? Bunu düşünün, mutlaka bazı eylem biçimleri bulabilirsiniz, diyoruz. Devrimciliğin yetkin bir komuta etme olayı olduğunu bilmek gerekiyor. Bu bakımdan da durumunuz önemli. Cezaevi direnişleri SHP vb. demokratlara siyaset metası oluyor. Bunu nasıl yaptıklarını biliyorsunuz. Elbette en geniş kesimleri mücadelenin yedeğine almak ve ilişkileri geliştirmek iyidir ve doğrudur, ama bu ilişkiler tamamen devrime kanalize etmek esasından hareket edilmelidir. Burada ne sağcılığa, ne de solculuğa düşmemek gerek. Onlar direnişi yedekleyeceklerine, direniş onları yedeklemelidir.
Türk Solu'nun direniş kahramanlığı gibi pozlarda kendini size dayatması ve yine bazı arkadaşların sekter yaklaşımları sizi doğru bildiğinizden alıkoymamalıdır. Biz zindanlarda o kadar direnip, canlar verirken en rezil bir duruşu yapan "sol" güçlerin bugün "direnme direnme" diyerek, sırtımızdan kimlik kazanmalarına müsaade etmeyin. Bir eylem yapılacaksa ve bu bizim için zorunlu ise, yaparız. Kanıtlanmış direnişçiliğimizin üstüne bu tavırlarıyla gölge düşüremezler. Oyunlara gelmeyin. Bizden de bazıları gerçeklerimizi iyi kavrasınlar. Direnişçilik ayrıdır, olur olmaz çıkışlar ayrıdır. Daha önce de belirtmiştik, bir kitle olayına ulaşmanız gerekiyor. Şimdiye kadar cezaevleri bir kitle duvarıyla örülmeliydi. Dikkat edin, en fazla zorlandığınız konuların başında bu geliyor. Pratiğiniz, halka oturmamış bir öncünün savaşına benziyor. Gerçekten mücadelemiz, insanlık onurumuzun en yüce biçimidir ve en sıradan insan dahi burada kendisini görebilir ve görüyor da. Sorun; bunu örgütlemektir. Bir aile hareketini bile doğrudürüst örgütleyemediniz, fakat yapabilecek durumdasınız.
Olanaklarınızı dikkate alıyoruz. Ama dikkat edin ve bunu yapın diyoruz. Ne demektir bu? Ağırlıklı görevin sizin omzunuzda olduğu açığa çıkar. Bizden yardım isteyebilirsiniz. Buna bir şey demiyoruz, yapabildiğimiz oranda yapıyoruz. Gerçeklerimizi iyi kavrayın, insan malzememizi göz önünde tutun. Zamana ve insana çok yüklendiğimizin nedenlerini iyice bilince çıkarın. Yaşam sanıldığı kadar kolay kazanılmıyor yoldaşlar! Ben, insanımızdaki iğne ucu kadar umuda yüklenerek, ordu yaratmanın kavgasındayım. Mükemmel insan aramıyorum, çünkü yok. Mevcut olanaklarla mükemmele ulaşmaya çalışıyorum. PKK budur. Siz bunu pratiğinizde önemli oranda becerdiniz, daha da becerin. Özgül sorunlarınızın, özgül örgütlenmesini ve yine bu özgül örgütlemelerin güncel örgüt ilişkisine kanalize edilmesi önemlidir. Bunların üzerinde de önemle durmanız gerektiğine işaret etmeye sanırım gerek yoktur.
Bizden bekleyeceğiniz en büyük şey; savaşı daha da tırmandırmaktır. Direnişinize, acılarınıza verilecek en anlamlı cevap bu olacaktır. Bu konuda andımız var: Mazlumlar'ın, Kemaller'in, Hayriler'in ve nice zindan şehidinin intikamını en kahredici bir biçimde alacağız. Benim bütün ahım budur, andım budur. Siz de bunu nasıl becerdiğimizi iyi inceleyin. Bakın, en küçük bir hesapsızlık görmeyeceksiniz. Her şey hesaplıdır. Düşmanı de kahreden budur.
Kendi cephenizden en iyi sonuçları yakalayabilecek güç ve kapasitede olduğunuza inanıyoruz. Bu inançla, hepinizi yoldaşça kucaklar, zorlu yaşamınızda başarılar dileyerek selamlarımı sunarım.
Şubat 1990
Reber APO
- Ayrıntılar
Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’a yönelik planlı bir saldırı olarak geliştirilen tarihi 15 Şubat uluslararası komplosunun ondördüncü yılına giriliyor. Onüç yıllık yoğun bir araştırma ve kapsamlı direniş temelinde komplo gerçeği tüm yönleriyle önemli ölçüde aydınlatılmış bulunuyor. Ondördüncü yılda da bu çabaların devam edeceği ve İmralı sistemini tümden yok etmek için Kürt halk direnişinin çok daha güçlü ve kapsamlı bir biçimde gelişeceği anlaşılıyor.
Şimdi yeni bir komplo ve komploya karşı mücadele yılına girerken bazı temel bilgileri yenilemek yararlı olur. Bilindiği gibi, uluslararası komplo Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın 9 Ekim 1998 günü Suriye’den çıkarılması ile başlamış ve 15 Şubat 1999 günü Kenya’dan kaçırılıp İmralı’ya götürülmesiyle bir sistem haline gelmiştir.
Uluslararası komplo saldırısının hedef noktası Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’dır. Komplonun amacı Önder Abdullah Öcalan’ı fiziken veya ideolojik-siyasi bakımdan tasfiye etmektir. 9 Ekim 1998’den 15 Şubat 1999’a kadar kim vurduya getirerek fiziki imha esas alınmış, bu başarılamayınca 15 Şubat 1999’dan 11 Ocak 2000’e kadar idam yöntemiyle imha öngörülmüş, bu da başarılamayınca 11 Ocak 2000’den 2002 sonuna kadar İmralı işkence sistemi altında zamana yayılmış çürütme politikasıyla ideolojik-siyasi imha sağlanmak istenmiş, ondan da sonuç alınmayınca 2003-2004 yıllarında dayatılan iç tasfiyecilikle örgüt dağıtılıp ideolojik-siyasi imha başarılmak istenmiştir. Tüm bu çabaların Önder Abdullah Öcalan’ı tasfiye etme sonucunu yaratmaması ardından 23 Ağustos 2005 tarihinden bu yana da topyekûn imha ve tasfiye saldırısı yürütülmektedir.
Uluslararası komplo planının stratejik boyutu şöyledir: Önder Abdullah Öcalan’ın imhasına dayanarak PKK’yi tasfiye etmek, PKK’nin tasfiyesine dayanarak da Kürt soykırımını başarıya götürmek! Dolayısıyla planlı uluslararası komplo saldırısı, Kürdü inkâr ve imhayı öngören küresel soykırım sisteminin bir saldırısıdır. Kürt soykırımının başarısı önünde engel oluşturan Kürt Halk Önderi ile PKK’yi yok etmeyi hedeflemektedir. Demekki uluslararası komplo, Kürt halk varlığını ve demokratik haklarını inkâr eden küresel kapitalist sistemin bir saldırısı olmaktadır.
Buradan komployu örgütleyen, yöneten ve katılan güçlerin kimler olduğu anlaşılmaktadır. Komplo küresel kapitalizmin bir saldırısı olduğuna göre, onu örgütleyip yöneten de bu sistemin önderleridir. Nitekim komplonun ABD, İngiltere ve İsrail ittifakı tarafından örgütlenip yönetildiği bizzat kendilerince itiraf edilmiştir. Bunlarla birlikte uluslararası düzeyde dönemin Almanya ve Fransa yönetimlerinin, İtalya’da Berlisconi partisinin, Rusya’da Yeltsin-Pirimakov yönetiminin, Yunanistan’da Simitis yönetiminin komplonun gerçekleşmesindeki payları büyüktür. Bölgede ise son Mısır firavunu Hüsnü Mübarek yönetiminin katkısı çok olmuştur. Zamanın TC yönetiminin katkısı ise, ABD’nin isteklerini karşılama ve gardiyanlık düzeyindedir. Kürt sorunundaki zafiyeti fırsat bilerek komplo Türkiye yönetiminin boynuna değirmen taşı gibi geçirilmiştir. Taşı bir anda boynunda bulan dönemin Başbakanı Bülent Ecevit, ölene kadar bu işin nedenini anlamadığını söylemiştir.
15 Şubat komplosunun gerçekleşmesinde örgütsel zayıflıklar ve çizgiyi uygulamadaki yetersizlikler de önemli bir rol oynamıştır. Dahası komplo döneminin Yunanistan, Rusya ve Avrupa dış ilişkiler sorumluları ile 2003-2004 tasfiyeciliği uluslararası komplonun iç uzantıları biçiminde işlev görmüştür.
Görüldüğü gibi, uluslararası komplo Kürt varlığını inkâr ve imhayı hedefleyen topyekûn bir siyasal-pratik saldırıdır. Bu tehlikeli saldırı onüç yıldır kahramanca bir direniş mücadelesiyle boşa çıkarılıp başarısız kılınmaktadır. Bu mücadelede en başta Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın büyük direnişini ve sonuç veren direniş tarzını görmek gerekir. İster komplo ve idamın önlenmesinde olsun, isterse İmralı işkence sisteminin boşa çıkartılmasında olsun esas yükü Önder Abdullah Öcalan’ın omuzladığı ve komploya karşı direnişe öncülük ettiği tartışmasızdır. Bu bakımdan insanlığın direniş hazinsine çok büyük bir katkıyı ifade eden İmralı direniş gerçeğini doğru ve tüm yönleriyle anlayabilmek gerekir.
Önder Abdullah Öcalan’ın komplo karşısındaki bu kahramanca direnişini dışarda devam ettiren “Güneşimizi Karartamazsınız” şiarıyla gelişen fedai direnişi olmuştur. Kürt halkının yediden yetmişe katıldığı bu direnişin yüzlerce, hatta binlerce kahraman şehidi vardır. Bu tarihi kahramanların Önder Abdullah Öcalan etrafında oluşturdukları ateşten çemberdir ki, komplocuları korkutmuş ve Kürt Halk Önderi’ni savunmuştur.
İşte böyle en üst boyutta oluşan Önderlik-halk direniş birliği uluslararası komployu başarısız kılan temel güç olmuştur. Bu temelde komplocu yöntemlerle imha boşa çıkartıldığı gibi, idam saldırganlığı da kırılabilmiştir. Önder Abdullah Öcalan, tüm bunları paradigma değişimi temelinde geliştirdiği yenilenme ve üçüncü Önderliksel doğuş ile başarmıştır. Bu temelde Ecevit hükümetinin sahte demokratlığını boşa çıkardığı gibi, AKP hükümetinin de sahte İslamcılığını ve halkçılığını boşa çıkarmayı bilmiştir. İç ihanet ve tasfiyeciliğin tasfiye edilmesi, AKP’nin geliştirdiği topyekûn saldırıya karşı direnme gücünü yaratmıştır. Bugün bu direniş İmralı’dan Amed’e, dağdan yurtdışına kadar her alanda topyekûn bir mücadele olarak sürmektedir.
Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’a yöneltilen uluslararası komplo saldırısının başka bir benzeri yoktur. Çünkü komplocu saldırıyı doğuran Kürt halkını inkâr ve imha sisteminin de bir benzeri bulunmamaktadır. Dolayısıyla uluslararası Gladio komplosuna karşı direniş de benzersiz ve eşsizdir. Bu temelde yaşanan mücadele, onüç yıldır Kürdistan ve Türkiye’deki gelişmeleri belirlediği gibi, Ortadoğu’daki üçüncü dünya savaşı üzerinde de sonderece etkilidir. İmralı direnişi onüç yıldır çok sayıda gücün korkulu rüyası olmaya devam etmiştir.
Tabi bu denli büyük ve etkileyici bir olayın bir de arada yemlenenleri vardır. 9 Ekim 1998 komplosunun düğmesine 17 Eylül 1998 Washington Anlaşması ile basıldığı bilinmektedir. Bu temelde geliştirilen komplocu saldırılar ve buna karşı gelişen tarihi direniş, Kürt halkının özgürlük bilincinin ve örgütlülüğünün düzeyini ortaya çıkarırken, yan etki olarak bazılarını da rüyalarında göremeyecekleri yerlere getirmiştir. Bu çerçevede bazıları Bağdat’a başkan bile olabilmişlerdir. Yani “Apo ve PKK pirimi” para etmiştir.
Şimdi onüçüncü yılda ve ondördüncü yıla girerken AKP komployu yenilemeye ya da yeni planlarla yürütmeye çalışmaktadır. Yani topyekûn özel savaş konseptini tüm boyutlarıyla uygulamak istemektedir. Bu da “Apo ve PKK pirimi”ni daha da büyütmekte ve bazı leş kargalarını daha saldırgan bir biçimde harekete geçirmektedir. Bu temelde bazılarının Bağdat’a başkan olmaları, benzer bazılarının da iştahını kabartmaktadır. Böyle bazılarının medya ve TBMM Komisyonu tarafından itibar görmeleri, neredeyse kendilerini kaybetmeye kadar götüreceğe benzemektedir. Hâlbuki rolleri psikolojik özel savaşın piyonluğu düzeyindedir.
Kürt halkı komployu çözdüğü gibi, komplonun ajanlarını da çözmekte ve tanımakta zorlanmamaktadır. Dahası bu uğursuz davranışların yarattığı büyük öfke, komploya karşı Kürt halkının ondördüncü yıl mücadelesini çok daha güçlü geliştireceğini göstermektedir. Hem de “Önder Abdullah Öcalan’a Özgürlük” temelinde!..
Selahattin ERDEM
ÖZGÜR POLİTİKA
- Ayrıntılar
Sonuç alıcı bir savaş yürütebilmenin en öncelikli şartlarından bir tanesi de savaşın sıcak yüzü olan çarpışma ve vuruşma öncesinde yürütülen hazırlıklardır. Tüm savaş stratejilerinde “savaşı savaştan önce kazanmak” olarak adlandırılan bu hazırlık süreci kader belirleyici niteliktedir.
Savaşın gerilla açısından ele alınması durumunda bu, düşmanla karşılaşma anı öncesinde yapılacaklar olarak tanımlanır. Bunlar iyi bir keşif, güçlü istihbarat, düşmanı takip, zayıflıklarını görme ve buna göre bir planlamaya gitmedir. Bu konularda yürütülecek ön çalışmalar gerçekleştirilecek eylemin sonuç alıcılığı üzerinde direkt etkide bulunur. Eğer iyi bir keşif çalışması yoksa üzerine gidilecek hedef iyi tanınmazsa planlamada açıklar oluşacağından beklenmeyen durumlarla karşılaşılabilir. Darbe vurmak isterken darbe yemek kaçınılmaz olur.
Bu, Devrimci Halk Savaşı’nın tüm alanları için de geçerlidir. Yaşanılan çevre içinde düşmana ait merkezler, savaşı yürüten güçler, buna lojistik destek sağlayan geri cepheler konusunda istihbarat edinmek daha kolay olabilmektedir. Kürdistan’ın her yerleşim yerine konumlanmış bulunan düşman güçleri halkın yakın bölgelerinde yer aldığından biraz da göz önündedir. Yine bu merkezlerde yer alan kişiler, düşmanlık yapan kesimler halkla aynı yaşam ortamlarını kullanmaktadır. Bu anlamıyla biraz da iç içe bir durum söz konusudur.
Hem bu merkezlerin tanınması, hem de bu merkezlerde yer alan kişilerin tespiti etkili eylem yapabilme noktasında önemli olmaktadır. Devrimci Halk Savaşı, düşmanın etkinliğini kırarak, Kürtlerin yaşam mekanlarında rahatça dolaşmalarına ve halk üzerinde baskı yapmalarına engel olmak, bunun yerine demokratik konfederalizmin öz savunma güçlerinin yerleştirilmesini içerir. Bu anlamıyla düşman güçlerinin etkisi kırıldıkça, merkezleri işlemez kılındıkça kendi öz örgütlülüklerimize yer açabiliriz. Bu anlamıyla düşman merkezleri ve içinde yer alan kişiler iyi ve yeterli tanındığı oranda onlar üzerinde daha rahat ve az riskli eylemler gerçekleştirilebilecektir. Böylelikle zamanla bu düşman merkezlerinde yer alan kişiler buralarda kalma noktasında istekli olmayacağı gibi, yerlerine getirilmesi gerekenlere karşı da bir gözdağı verilmiş olacaktır.
Bu anlamıyla düşman merkezlerinin güçlü ve yeterli keşfi, burada çalışanların kimlikleri, yaşadıkları yerler, uyguladıkları pratikler iyi tespit edilebilmelidir. Bir yandan halka yönelik saldırıları örgütleyen güçler tespit edilip doğru hedef tespiti yapılırken bir yandan da özünde Kürt halkına yönelik saldırılarda gönülsüz yer alan, içinde bulunduğu görev gereği orada bulunmak zorunda kalanlar da ayrıştırılabilinmelidir. Bir yandan yeminli düşmanlar etkili darbeler vurulurken, diğer yandan bu konuda gönülsüz yaklaşanlar kazanılabilecektir.
Çünkü bizim yürüttüğümüz savaş insan karşıtı bir savaş değildir. İyi ve kötüyü birbirinden ayırt edebilmek oldukça önemlidir. Bu düşman bile olsa böyledir. Düşman içinde de çözüm yöntemleri açısından birbirinden farklı insanlar mevcuttur. Kimileri inatla inkar ve imhayı, tasfiyeyi dayatırken, kimileri ise şiddet dışı yöntemleri ön görmekteler. Bizim de amacımız demokratik barışçıl bir ortamda halkımızın haklarını savunmak olduğuna göre böylesi bir mücadele ortamını yaratmada yardımcı olacak, düşman gücünü sınırlandıracak kesimlere yönelmemek olumlu olacaktır.
Yine düşman merkezlerinde yer alan kişilerin bir kısmı halkımızın çocuklarıdır. Bilinçsizlik ya da mecburiyet nedeniyle orada bulunmaktalar. Merkezlerde bulunan ve daha çok görünür düşman olan üniformalılara yönelmekten önce bulunulan bölgede savaşı kızıştıran, halkımız üzerinde katliam emelleri güden kesimlerin temel hedef olarak belirlenmesi de önemlidir. Bunların tespiti, bu savaşın yönlendiricisi konumunda bulunan komutan, yönetici, öncüleri tespit etmek çok önemlidir. Ne de olsa bir savaşta temel hedef baştır. Başsız bir topluluğun etkili bir savaş yürütemeyeceği, savaş gücü ve motivesini kaybedeceği göz önüne getirilerek bu tür kesimlerin belirlenmesi oldukça önemli olmaktadır.
Bunun yanında lojistik destek kanallarının, takviye ve sevkiyat yolları ve kanallarının tespiti de önemli olmaktadır. Ön cephelerde, Kürt halkının yaşam alanlarında bulunan grup ve kesimlerin varlığı ancak bağlı oldukları merkezlerden alacakları destekle mümkün olmaktadır. Bu anlamıyla ön cephede bulunan kesimler, görünür durumda olan düşman merkezleriyle esas savaş karargahları, merkezleri arasındaki hatları denetim altına almak önemli bir iş durumundadır. Keşif ve istihbaratın önemli bir şartıdır.
Fiziki koşullar ve savaşın maddi koşulları bunlar olurken manevi destek merkezleri de tespit edilebilmelidir. Savaşın en temel yürütücüsü moraldir, kazanma umudu ve motivesidir. Düşmanın bu moral kaynakları şüphesiz köklerine, kültürüne bağlı halkımızın değerleriyle aynı değildir. Kapitalist modernitenin düşkün yaşamı geliştirme amacıyla bağlı kimi merkezlerdir. Bunlara yönelmek, düşman merkezlerinde yer alanların kendilerini stres altında bitirecek, mücadele azmini düşürecek, güçten düşürecek bir savaş yürütebilmek için onların bu merkezlerinin de iyi tespit edilip Kürdistan’dan tümden sökülmesi gerekmektedir. Bunların da iyi tespit edilmesi, kesin istihbarata dayandırılarak mümkün olan her dönemde bunlar yönelmek oldukça önemli olmaktadır.
Genel olarak birkaç başlık olarak tanımladığımız keşif edilecek, istihbaratı toplanacaklar hakkında bunlar söylenebilir. Fakat bunlar sadece genel çerçevedir. Her düşman merkezinin istihbaratının ve keşfinin toplanmasının orada bulunan Devrimci Halk Savaşı militanının görevi olduğunu belirtmeliyiz. Yoksa üstten, merkezden, savaşın ön cephesinden kopuk hedef tespitleri, keşif ve istihbarat örgütlemesi mümkün değildir.
Fakat kesin olarak unutulmaması gereken nokta doğru ve sonuç alıcı bir savaş yürütülmek isteniyorsa her şeyden önce doğru keşif ve istihbarat sahibi olunması gerektiğidir. Bu yapıldığı sürece eylem sıkıntısı çekilmeyeceği gibi düşman merkezlerine yönelik yıldırıcı bir mücadele yürütülerek Kürdistan’dan kovulması, kovulamıyorsa bile ininden çıkamayacak duruma getirilmesi mümkün olacaktır.
Pir Kemal
- Ayrıntılar
Mevsim bahara doğru yol alıyor yavaş yavaş. Uzun kış geceleri gün uzamına evriliyor. Kardelenler büyük bir dirençle karı eşiyor, tüm güzellikleriyle karşımızdalar. Hüznün ve kederin kapladığı yüzümüzü bir anlık bir bahar sevinci sarıyor onlarla. Ve “nihayet, toprağa cemre düştü. Newroz ateşleri zülüm kalelerine karşı özgürlüğü bekleyen halkımın elindeki meşalelerle yine tutuşacak” diyoruz.
Karlar bir mevsim boyu toprağın üstünü örttü. Toprağa düşenlerimizle aramıza sadece mevsim girdi. Düşlerimize, hatıralarımıza yağdı kar. Beyaz bir örtünün altına alıp boğmak, bizi her şeyden uzaklaştırmak istedi. Çok direndik, o esareti yırtmak ve toprağın altına düşenlerimize dokunmak istedik. Düştükleri toprağı avuçlamak, onlarmış gibi sarmak ve koklamak istedik. Yüz sürmek istedik onların bastığı yere. Çünkü onların bastığı yerler bizim için kutsal. Onların izinden ayrılamazdık. Yarım kalan hayallerinden uzaklaşamazdık.
Onlara sırtımızı dönüp hiçbir şey olmamış gibi ve yaşanmamış gibi çekip gidemezdik. Onları büyük bir kavganın içinde bırakıp terk edemezdik. Namluların ucu ısınmışken ve kavganın tam ortasında durmuşken, kaybetmeyi ve pes etmeyi düşünebilir miydik? Hem biz “özgürlüğe dek” deyip büyük yeminler içmedik mi? Tüm yaşanmamışlıkları ve yarım kalanları özgür bir ülkede tamamlamaya bıraktık. Hiçbir zaman bir daha görüşmeyecekmişiz gibi vedalaşmadık. Ayrılığın hükmüne razı olmadık. Ona karşı başkaldırdık. Kırdık çelikten de yaman ayrılık adına takılan kelepçeleri. Sınırların ötesine kadar uzandık hep. Eleleydik yol arkadaşlarımızla. Onlarla nefes alıp verdik. Onlarla yürüdük, mola verip birlikte demledik tüm yorgunluğumuzu üstümüzden atacak gerilla çayını. Ve yine güzel düşler kurduk birbirimizin gözlerinin içine bakarak. Hiç konuşmadan aklımızdan ve yüreğimizden geçenleri birbirimize aktardık. Kendimize (gerillaya) has bir ifade biçimi kazandık. Sadece bizden olanlar anlayabilir bizi.
Affetmeyi bekleyecek ve yadırganacak hiçbir suç işlemedik. Suçlarımız masumcaydı ve haklıydı. Hiçbir mahkemenin adalet terazisinde tartılmayacak kadar haklı…
O yüzden yaptıklarımızdan ve yaşadıklarımızdan hiçbir zaman pişmanlık duymadık ve duymayacağız.
Bizler (gerilla) işte, süslü kelimelerle ve sözcüklerle işlenmeye gerek kalmayacak kadar sade ve anlaşılırdık. İçine doğduğumuz çağın kirlerinden, günahlarından arınmak için başkaldırdık. Kutsal mabetlere, ocaklara doğru yol aldık. Kıblegahlarımız dağların zirvesine kurulmuş APOCU ocaklar. O ocaklarda tanıdık kendimizi. Varlığımıza değer biçtik ve yaşama yeni anlamlar yüklemeyi öğrendik. Hiç yorulmadık kendimizi her gün yeniden yeniden keşfetmekten. Hiç yazılmayan ve kimsenin yazmaya cesaret etmediği kaybolan bir tarihin içine kadar gittik. Adalet, eşitlik, özgür bir yaşam ve toplumsallık için büyük kavgalara giren Tanrıçalar tanıdık. Diz çöktük kutsallıkları karşısında. Tanrıların dünyamıza hükmetmelerine ve egemenlik tahtlarına hiçbir zaman boyun eğmediklerini anlattılar bize. Komplolarla kuruldukları tahtlardan İştar’ın kızları ve oğulları tarafından bir gün alınacaklarını ve dünyamıza, insanlığa özgürlüğün, eşitliğin, adaletin hakim olması gerektiğini vasiyetleri olarak bıraktılar.
Altın Hilal’in görkemli güzelliğine, bereketli topraklarına yerleştik. Tanrıçalar diyarı olan Zagroslarda egemenliğe karşı bir kavga başlattık. Bu toprakların gerçek sahipleri olarak ve Tanrıça kültürünün çağdaş temsilcileri olarak kavgamızı büyüttük. Önder APO’nun yaşam felsefesiyle yetişen kızlar büyük bir aşkla yaşama sarıldılar. Bedenlerine bombalar sararak zülüm kalelerinde kendilerini patlattılar. Bedenlerini ateşle tutuşturup ateşle arındırmak istediler erkek egemenlikli gericiliğin hüküm sürdüğü dünyayı ve tanrıların çağını…
Ve başardık. Tanrıların maskelerini çektik, maskeler ardına saklanan gerçek ve kirli yüzlerini artık saklayamıyorlar. Özgürlüğe doğru daha büyük umutlar yüklendik. Direnmeye devam edeceğiz. Ta ki GÜNEŞ özgür bir ülkeye doğana dek.
Kaybettiğimiz tüm özgürlük şehitlerimize ve yol arkadaşlarıma atfen ve onlara özgürlük sözüm olsun.
Rojbin Golav
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
Kış aylarında değişik gerilla alanlarımızda işgalci TC ordusunun saldırıların neticesinde kimi arkadaşlarımız şehit vermiş bulunuyoruz. Özgür yaşam iradesi temsili olan, her türlü saldırıya rağmen Kürt halkının ve değerlerinin savunusu görevini büyük bir disiplin ve iradeyle yürüten yoldaşlarımızın şahadet biçimlerine ve şehit düşen arkadaşlarımızın kimlik bilgilerine ilişkin araştırma ve inceleme çalışmalarımız devam etmektedir.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
3 Şubat günü saat 20.00 sularında Mardin’in Savur ilçesine bağlı Elfan, Barman ve Şorê köyleri üçgeninde bulunan Botaş Boru Petrol Hattına yönelik olarak gerillalarımız tarafından bir eylem gerçekleştirilmiştir.
- Ayrıntılar
Gerillada her anın duygusu, düşüncesi, ruh hali bir başka ama dağ patikalarında yürümek bir başka anlam ve coşku veriyor insana, hem de saatlerce hiç durmadan yürünen patikalarda…
Hani derler ya “yolculuklar biter, yollar bitmez” diye. Herkesin yaşamında yollar ve yolculuklar çok farklı duygular yaşatır insana. Ayrılıkların, buluşmaların, arayışların yaşandığı anın başlangıcı olur. Belki bir daha görüşemeyeceğin gibi, bir daha da ayrılmayacağın buluşmaları yaşatan anlar. Ya da büyük arayışlara açılan yeni zamanların başlangıcına…
Gerillada “yola çıkacağım denildiğinde” tabiî ki patika gelir akla. Özgürlük sevdalıların düştüğü yollardır patikalar. Özlemlerin, umutların, özgürlük aşkının, hasretin, hakikat arayışının yaşandığı yolculuklar. Omuzlardaki devrim yükü ile çıkılan yolculuklar...
Her anın yürüyüşü bir başka olur. Karda, yağmurda, fırtınada, ay ışığında ve gün batımına doğru alınan yollarda. Esen rüzgarın sesine karışan coşkun derelerin sesleriyle birlikte bin bir çeşit kuş sesleri büyük bir huzur verir insana. Öyle bir atmosferdir ki kendini cennette yürüyor sanırsın. Ve zamanın nasıl geçtiğini anlamasın bile. Hele bir de yanında bir yoldaşın varsa ve onunla da dalmışsan koyu bir gerilla sohbetine o zaman hiç hissetmesin yürüdüğün yolu ve geçen zamanı. Zaman nasıl geçer anlamasın ve bir anda geriye dönüp baktığında dağları aştığını fark edersin o rüya gibi yürüyüşte.
Dağları aşan, derin vadileri geçen nice patika vardır bu sevdalıları gidecekleri yerlere götüren. Aynı damarlardaki kana benzer dağların patikaları. Sürekli birileri bir yerlere hareket eder o dağdan o dağa. Her hareket yürek atışını daha da hızlandırır. Yaşam daha canlı ve daha coşkulu olur bu yollarda ve yolcularında.
Her dağın kendine has patikası vardır. Kimisi derin uçurum kenarında, kimisi de ağaçların ve taşların arasında. Her birinin de kendine has bir rengi ve dili vardır. İyi tanımazsan yürütmekte zorlanırsın. Seni kabul etmez ve sendelersin. Ne zaman düşeceğini bilemezsin hele de o karanlık gecelerde hiç bilemezsin. Yok, eğer tanıyorsan ve tuttuğun yolun dilini anlıyorsan gözün kapalı da olsa o seni istediğin yere götürür. Yeter ki ondan korkma ve kendini ona bırakmasını bil. En amansız derinliklerde ve uçurumlarda bile yol seni alır götürür…
Hele kışın beyaz örtü altında kalan o patikaları hiçbir göz kestiremez. İşte o anda hiç kimsenin bilemediğini gerilla yaşar. Gözlerin göremediğini adeta ayaklar görür. Ve dağların esrarengiz, mekaplı ayakları sahibini alır, o kar altında kalan yollarda götürür.
Bazı derin uçurum kenarlarında geçen ve insan eliyle yapılmış patikaların ne zaman yapıldığını kimse bilemez. Ama bilinen bir gerçek, kendinden gizlediği tarih ile nice yolcusunu taşımış o arşınlanan taşlar. O kadar çok insan yürümüş ki üzerinde yosun tutmaya bile vakti olmamış. Her yolcusuyla birlikte ve ona yoldaşlık etmiş hiç yorulmadan. Onlarla sohbet etmiş, onların yüreklerinde geçenleri dinlemiş…
Bazı patikalar eski yerleşim yerlerinin yanında geçer. Bazen boş bir köy, bazen bir çeşme, bazen de bir han veya bir değirmenin yanında. O zaman anlıyorsun ki senden önce çok insan arşınlamış bu yolları. Dolaştıkça tarih ile karşılaşıyorsun her gördüğün yapıda, harabede, taş yığınlarında veya bakımsız bahçelerde geçmişin izlerini görüyorsun.
Meyve ağacını görmeyen patika yoktur bu dağlarda. Sanki nerede meyve ağacı varsa, yol sahipleri de o güzelim meyvelerin tadına bakmak için yolunu oradan geçirmişler. Her dağın, bölgenin kendine has meyvesi var bu coğrafyada. Hangisini anlatayım bilmem ki. Üzümünden cevizine, elmasından eriğine ve daha da sayamayacağın kadar çok meyve ismi. Kısacası bu yollar yolcularını aç bırakmamış. Konuklarının kadrini bilmiş ve onları en cömert bir şekilde ağırlamış.
Kim bilir ne kervanlar görmüş bu yollar. Her tarihin kendi yolcuları ona ait olmuş. Ne sultanlar ne krallıklar görmüş bilinmez ama bir gerçek var ki bu patikalar tüm savaşlara şahitlik etmişler. Hem de en amansız savaşlara ve savaşların kahramanlarına.
Sınırları yoktur bu dağların tüm işgalcilere inat. Kendi yollarını bulmuşlar zorla ayrılmışların sahipleri. Onlar için geniş yollar gerekmemiş. Kürdistan dağlarında inceden inceye süzülen bir patika bile yetmiş bir birlerini bulmaya. Ve parçalanmış coğrafyalarında dört parçadan gelerek tek yürek olmasını bilmişler.
Her yolculuğun yaşattığı derin duygular vardır insana. Her birinde anılar saklıdır. Her patikanın bulunduğu mekanlar kendisiyle birlikte anıları da gizler o dağ koyuklarında. Ne çatışmalar, ne savaşlar görmüştür Kürt özgürlük savaşında. Ne acılar, sevinçler, zafer çığlıkları işitmiştir. Kimi zaman da ölüm ile yaşam arsındaki çizgi olmuş hiç beklenmeyen bir anda. Yolunu kaybetmişlere iz, rehber olmuş en zor anlarda…
Bugün bu yollar kendine has yolcularını taşımaya devam ediyor. Her günü bir destan gibi olan yolcularını. Dünyanın tüm egemenlerine inat. Bu günü geleceğe taşımak için yollara düşmüş olan isyan yürekli insanları. Hem de dünyanın en güzel duygusunu yaşayan Kürt gerillasını…
Hüseyin Boran
- Ayrıntılar
“Faşizm kötü adamların aniden gelip iyi adamları dövmesi değildir” diyor Ece Temelkuran.
Faşizm’in çok tanımı vardır. Sol ve sosyalistlerin en fazla kullandıkları tanım burjuva diktatörlüğünün geldiği en son, baskıcı, katliamcı rejim. Özcesi burjuvazinin kendi yönetim aygıtını ayakta tutmak için kullandığı en son aşama. Başka bir deyimle faşizm özünde kurumsal, yani bilinçlice geliştirilmiş ve örgütlenmiş bir yapıdır. Buna ister rejim deyin isterse sistem deyin. Niteliğine dönük bir şey değiştirmez.
Faşizmin bu karakterinden dolayı çoğu zaman bu sisteme lakayt kalan bireylerin rolleri unutuluveriliyor. Faşizmi kendi vurdumduymazlıklarından dolayı desteklediklerini hatta faşizm eğilimi taşıyan zihniyetleri teşvik ettiklerini unutuveriyorlar.
Söylemek ve anlatmak istediğimiz durumu en iyi ifade eden Alman ilahiyatçı Martin Niemöller’dir.
Martin Niemöller:
“Naziler komünistler için geldiğinde sesimi çıkarmadım;
çünkü komünist değildim.
Sosyal demokratları içeri atıklarında sesimi çıkarmadım;
çünkü sosyal demokrat değildim.
Sonra sendikacılar için geldiler, bir şey söylemedim;
çünkü sendikacı değildim.
Benim için geldiklerinde,
sesini çıkartacak kimse kalmamıştı”
diyerek pişmanlığını yukarıdaki satırlarda dile getirmişti. Bu satırları yazdığı zaman, 1946’da, dünyanın ikinci paylaşım savaşı sona ermişti. Önceleri inanmış bir Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi seçmeni olan, Yahudi soykırımını destekleyen Niemöller, daha sonra kiliseler arası kavgalarda kendisini geliştirerek bu ırkçı fikirlerin karşıtı bir direnişçi olmuştu. Konuşma yasağına rağmen verdiği vaazlarla Nazilerin tepkisini çekti ve tutuklandı. 1937’de tutuklanarak o da toplama kamplarını gönderildi. Yerini direnişçilerin içerisinde almaya aldı ancak Hitler faşizminin 6 milyon Yahudi’yi katletmesini, ikinci dünya savaşında 50 milyon insanın öldürülmesini, yıllarca onarılmayacak tahribatlara yol açmasına destek sunmuştu. Destek sunmayı salt bilfiil işin içerisinde yer almak olarak almamak gerekir. Muhtemeldir ki Niemöller tek bir insanın kanına girmemiştir. Bir insanı belki de incitmemiştir. Onu savaş sonrasında da kiliseye dönerek bu kez de Almanya'nın silahlanmasına karşı mücadele veren önemli isimlerden olduğunu bildiğimiz için bunu inanarak belirtiyoruz. Lakin Niemöller ve onun gibi yapanlar netice de Hitler faşizminin önünü stabilize eden güçler olduğunu unutmamak gerekir. Sessiz kalarak, ortada durarak, tarafsız pozisyon takınarak, yer yer destekleyerek, korkarak, bireysel kaygıları yaşayarak bunu yapmışlardır. Boşuna “Benim için geldiklerinde, sesini çıkartacak kimse kalmamıştı” dememiştir. Ne zaman sıra ona gelmişse bir şeyler yapmaya çalışmıştır ancak iş işten geçmiştir. Hani diyorlar ya “Geçtiği Bor’un pazarı, sür eşeğini git Niğde’ye” diye, o mesele gibi.
Faşizme karşı tavır, tutum zamanında gereklidir. Zamanında takınılmayan tutum, tutum değildir. Hatta takınılmayan tutum en çokta faşizmin yararlandığı ve kendisini güçlendirdiği zemindir. İşte tam da burada Ece Temelkuran’ın: “Faşizm, kötü adamların aniden gelip iyi adamları dövmesi değildir” sözü çok anlamlı, anlamlı olduğu kadar da birçok gerçeği ifade eden doğrunun kendisi oluyor.
Türkiye’de eski Ergenekoncu, JİTEM’ci yapının yerine Yeşil Türki Faşizm kendisini inşa ederken çok az sayıda aydın karşı durmuş, bunlarda neredeyse aforoz edilmişlerdir. Ergenekoncu, JİTEM’ci yapıya yani askeri vesayetin son verilmesine karşı verilecek her türlü mücadele elbette anlamlı ve belki de anlamlı olmanın da ötesinde bir değeri vardı, halen de vardır. Lakin dediğimiz gibi yıllardır bas bas bağırarak Ergenekon ve JİTEM gibi yapıların yerine Yeşil Türki renkten bir Ergenekon’un ve JİTEM’in inşa edildiğini söyleye söyleye dillimizde tüy bitti. Her defasında bu tespitlerimize karşı “ama bakın bunlar askeri vesayeti yıkıyorlar, ama bakın bunlar demokrasiyi oturtuyorlar, ama bakın güzel şeyler oluyor, ama ayıp oluyor siz bunların bu faşizan vesayeti yıkmak isteyen yapılara sorun çıkartıyor ve işlerini ağırlaştırıyorsunuz” diye onlarca hakaret, yanlış değerlendirme, yargısız infazlarla karşı karşıya kaldık.
Şimdi gelinen noktada NUR TOPU GİBİ BİR FAŞİZM, hem de YEŞİL TÜRKİ FAŞİZM Türkiye’yi bir ahtapot gibi kuşatmıştır. Musallat olmuştur. Musallat olmanın, kuşatmanın da ötesinde kendisini kurumsallaştırdığı için karşısına gıkını çıkartacak kimse kalmamıştır. Gıkını çıkartanı da hesabını fazla zaman almadan dürdüklerini hepimiz birlikte görüyoruz.
Örneğin en son duayen yazar Mehmet Altan’ı Star’da attılar. Attılar mı kendisi mi çıktı belki çok önemi olmayacaktır. Önemli olan öyle bir yere getirtip ya o bireyin teslim olması bir seçenek olarak bırakılmıştır, ya da pılını pırtını toplayıp bu diyardan gitmesidir.
Mehmet Altan:
“Bana ne yazacağımı, ne söyleyeceğimi öğretmeye kalkan küstahlığa ilk kez bu dönemde rastladım. İnce ince yapılan ayak oyunlarını görmezden geliyordum ama her şeyin de bir sınırı var.
Küstahlık, kimin nereye nasıl yazıp çizmesinin dışında, ne yazacağı ne konuşacağı noktasına geliyorsa durum gerçekten vahim. Devletin halka ayar vermeyeceği, mağdur yaratmayacağı özgür bir toplum istiyoruz. Siyasal iktidar ise mevcudu ele geçirip 12 Eylül'ün totaliter anlayışını kullanıyor.
Geçenlerde bakanlardan biri Türkiye'ye yarı başkanlık sisteminin çok yakışacağını söylüyordu. Yarı başkanlık denilen şey 12 Eylül anayasasında Kenan Evren için öngörülen bir sistem” diye yakınıyor. Ama Mehmet Altan unutmamalıdır ki; .”İnce ince yapılan ayak oyunlarını görmezden geliyordum” yaklaşımı, tutumu, zihniyeti NUR TOPU GİBİ BİR FAŞİZM’in doğum yapmasına olanak sunmuştur. Şimdi dönüp “vay bunlar 12 Eylül 1980 darbesinin totaliter anlayışını kullanıyor” demenin bir kıymeti harbiyesi yoktur. 12 Eylül 1980 totaliter anlayışını-siz buna faşizm deyin-kullanan bir yapının en kısa zamanda bu faşizan sistemi kendisi içinde kurumsallaştıracağına şaşmayın. Böyle olduktan sonra tabi ki adama ne yazacağını da, ne söyleyeceğini de, ne konuşacağını da öğretmeye kalkarlar.
Yeniden: “Faşizm, kötü adamların aniden gelip iyi adamları dövmesi değildir” sözüne dönecek olursak, hakikaten Faşizm, birkaç kötü adamın aniden gelip iyi adamları dövmesi elbette değildir. Faşizm adım adım, milim milim, insanın gözünün içine baka baka, birçok aydının, sanatçının, demokratın, feministin, sivil toplumcunun, solcunun, ilkeli muhafazakârın, duyarlı insanın, bağımsızlıkçı ve onurlu insanın sessiz kalmasının da bir ürünü olduğunu unutmayalım. Belki bu sessiz kalanlar epey geç kalmışlardır, şimdi bu sessiz kalmalar giderilirse, belki eskide yapılması gerekli olan etkiyi yaratamayacaktır. Ama yine de Niemöller gibi, Ece Temelkuran gibi bir yerden başlamakta şarttır.
Erdal Sincer
- Ayrıntılar
“Bin yalan sadece bir doğru etse bile, yalana devam” diye yazıyor bir yoldaşımız. Yeşil Türki Faşistler bu şiara yüklenerek kendileri kamufle edebileceklerini sanıyorlar. “Dünyanın en gelişen ülkesi, demokrasinin kök saldığı ülke, askeri vesayetin son bulduğu ülke, özgürlükler ülkesi, yüz çiçek açsın, yüz düşünce birbiriyle yarışsın sistemi, insan haklarında çağ atlayan ülke” ve böyle ne kadar yalan varsa hepsini peş peşe dizseniz de yine de faşizmin birinciliğine oynadığınızı ve bu uğurda epey de mesafe kat ettiğinizi herkes görüyor. Artık size verilen primler, bonuslar, senetlerin zamanı geçmiştir. Artık sizin tek destekçiniz kalmıştır onlarda emperyalizm tam kökündeki para babalarıdır. ABD’dir, İngiltere’dir birde alttan alta İsrail’dir. Ve biraz da utanaraktan gizliden bu desteği sunan AB ülkeleridir. Artık bu ülkenin aydınlarını, sanatçılarını, yazarçizerlerini, onurlu insanlarını kandıramayacaksınız. Boşuna Mehmet Altan: “Bana ne yazacağımı, ne söyleyeceğimi öğretmeye kalkan küstahlığa ilk kez bu dönemde rastladım. İnce ince yapılan ayak oyunlarını görmezden geliyordum ama her şeyin de bir sınırı var. Küstahlık, kimin nereye nasıl yazıp çizmesinin dışında, ne yazacağı ne konuşacağı noktasına geliyorsa durum gerçekten vahim. Devletin halka ayar vermeyeceği, mağdur yaratmayacağı özgür bir toplum istiyoruz. Siyasal iktidar ise mevcudu ele geçirip 12 Eylül'ün totaliter anlayışını kullanıyor. Geçenlerde bakanlardan biri Türkiye'ye yarı başkanlık sisteminin çok yakışacağını söylüyordu. Yarı başkanlık denilen şey 12 Eylül anayasasında Kenan Evren için öngörülen bir sistem” demiyor.
“Bin yalan sadece bir doğru etse bile, yalana devam” artık tutmayacaktır. İstediğiniz kadar o sahte imam hatip dilinize güvenin, istediğiniz kadar insanların sadece güdülmek için dünyaya geldiklerine inanın, istediğiniz kadar insanların yönlendirilmeye açık yapılar olduğunu düşünün, istediğiniz kadar dünyanın tek numaralı patron olan ABD’nin arkanızda olduğunu düşünün. Artık size bonus yok. Artık size prim yok. Artık size senet yok. Artık size açık çek yok. Yok, çünkü sicillinizin kirliliği her geçen gün daha fazla gün yüzüne çıkıyor.
Örneğin:
Tutuklu Gazetecilerle Dayanışma Platformu, Hapisteki gazeteci sayısı 105 diye açıkladı. Bu 135 basın emekçisinin 94'ü Kürt medyasından.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin raporu: Türkiye 2011’de 159 mahkûmiyet kararıyla birinci sırada dedi.
Sınır Tanımayan Gazeteciler örgütünün Basın Özgürlüğü Endeksi: Türkiye’yi 179 ülke içinde 2011’de 148. sıraya gerilemiş olduğunu söyleyerek 10 sıra birden gerilediğini söyledi.
Ve daha önce birkaç kez dile getirildiği gibi dünya da 35 bine yakın insanı terörist olmakla yargılanıyor, bunların 12 binden fazlası Türkiye’de. Dünyanın hiç bir yerinde seçilmiş bu kadar insanı zindanlarda yok. Dünyanın hiç bir yerinde siyasal bir partinin bu kadar üyesi kodeslere tıkanmış değildir.
Evet, artık size inanacak kimse yok. Olmayacaktır da. Veriler ortada. Sayılar ortada. Her birinizin en büyük cambazlığı sayılarla oynamaktır. Ama yukarıda dile getirilen sayılarla oynama cambazlığını yapamazsın. Bunlar başkaları tarafından kaleme alınmış ve resmi kayıtlara geçen belgelerdir.
Saygın bir yazar; “Bu sistem suç üreten bir sistemdir” demişti. Gerçekten de öyle. Bu sistem sadece ve sadece suç üretiyor. Bu sistem sadece ve sadece insanlık karşıtı suç işliyor. Boşuna Erdoğan, “sarı basın kartlı, cebi silahlı” demiyor hatta hızını alamayarak “katiler” demiyor. Bunları yıllar önce Demirel’in sarf ettiğini Hasan Cemal’den okuduğumuz, “gazeteci kılığındaki militanlar” demesinin arkasından nelerin yaşandığını hepimiz biliyoruz. Yüzlerce gazetecinin katledilişi ve tabii birde 17.000’ üstünde faili meçhul.
Neşel Düzel’in İstanbul Medipol Üniversitesi’nde hukuk dersleri veren Prof. Dr. Yücel Sayman’la yaptığı mülakatta Yücel Sayman: “Siyasi iktidar şimdi ne diyor? “Biz vesayet sisteminin belini kırdık” diyor. Vesayet dediğiniz, asker ve sivil bürokrasinin sadece AK Parti üzerinde kurduğu vesayet değildir ki! O, vesayet sisteminin sadece bir parçasıdır. Asıl vesayet, halkın üzerinde kurulan vesayettir. Bu ülkede halkın üzerindeki vesayet kaldırılmadı!...
Eskiden kimin tehlike ve tehdit olduğu kararını, Milli Güvenlik Kurulu’nda askerler verirdi. Şimdi bu kararı hükümet veriyor ve yargıya nelerin bertaraf edilmesi gerektiğini, nelerin tehdit ve tehlikeler olduğunu o söylüyor.
Mesela KCK davasında Başbakan veya İçişleri Bakanı çıkıyor, “bunlar büyük bir tehlike, bunlar teröristlerdir” diyor.
Siyasi iktidar, yargıya hedef ve tehlikeyi gösteriyor. Yargı da bildiği hukuk sistemini işletiyor ve kendisine gösterilen tehlikeye karşı devleti koruyor. Bu yüzden bizim esas sorunumuz bu despotik sistemledir! Çünkü despotizmde kararı kimin aldığı önemli olmuyor… Görevinin devleti korumak olduğuna inanan o yargıç kültürü, gene insanları tutuklayacak. Hiçbir şey değişmeyecek.”
Prof. Dr. Yücel Sayman görüşlerini dile getirmeye devam ediyor ve ekliyor: “Ceza Mahkemesi yeni bir karar verdi. Birinin evini ararken 19 boş çakmak bulmuşlar. Mahkeme, “19 boş çakmak bulundurmak hayatın doğal akışına aykırıdır” dedi ve bu kişiyi molotofkokteyli yapmak üzere çakmak bulundurmaya ve örgüte soktu. Bir ceza mahkemesi düşünün ki!... Davranışlarınızı da tanımlıyor. Hayatın akışına neyin uygun olup olmadığına mahkeme karar veriyor. İnsanlar o mahkemede mahkûm oldular. Bu karar beni dehşete düşürdü. Benim evimde de 40 boş çakmak var. Hatta beş-on liraya aldığım yüz de saat var. Ayrıca hukukçu olarak bana danıştıkları için evimde KCK dâhil her davayla ilgili dosya da var. Bu yargı kültürü ve zihniyeti, bu tür yorumlarla herkesi mahkûm edebilir. Yargı suç işliyor…
KCK davasıyla ilgili avukatların büroları arandı ve bütün dosyalar götürüldü. Bu suçtur. Bir avukatın bürosunda sadece isnat ettiniz suçla ilgili belge arayabilirsiniz. Avukatın bürosundaki diğer dosyaları alamazsınız. Dosyaları, mahkeme kararıyla bile alamazsınız. Şimdi bu avukatların dosyaları alınan müvekkilleri ne olacak? Bunu yapan mahkeme hakkında soruşturma açılması lazım. Polis de, savcı da suç işledi burada!...” diye de ekliyor.
Yukarıda alıntıladığımız birçok yazarın birleştiği ortak nokta bu sistemin sadece ve sadece suç ürettiğidir. Suç üreten bu sistem, özelde de düşünce özgürlüğünü, demokratik kültürü, insan haklarını, basın özgürlüğünü çiğnemekte sınır tanımıyor. Burada Kürt halkına karşı yapılanları anlatma ihtiyacı bile duymuyoruz. Kendi toplumuna bu kadar faşizanca yakalaşın bir sistemin Kürtlere neler yapacağını siz düşünün.
Ancak görülen o dur ki Akepe bir kaç emperyalist ve işbirlikçi para babası dışında yaslanacağı kimse kalmamıştır. Küçük küçük ama emin adımlarla giderek oluşturulan bu yeni suç sistemine karşı herkesin ama herkesi sesi yükselmeye başlayacaktır.
İlk sözümüz geri dönersek: “bin yalan sadece bir doğru etse bile, yalana devam” stratejiniz çökmüştür. Halklar nezdinde iflas etmiştir.
K. NUDA
- Ayrıntılar
Heval Eziz Dersimin şahadetini duyunca ve TV’deki ananın tabutu açıp anlını öpünce onun hep gülerken dudağını kapatan bıyığı gözlerimin önüne geldi. Bana mı özgü bilemem ama sevdiğim, saydığım bir arkadaştan sonraya kalmak, kendi görevimi tam yapmadığım hissine kapılır, yâda Ölüme özlem gibi( övmek için değil ) bir arkadaşın şahadetini duyunca ben niye şahadete geç kaldım, yada niye bende yanında değildim soruları kafamı hep kurcalar. Eziz arkadaşı şahadetinden sonra yine kendime dediğim” keşke tanımasaydım” tanımasaydım belki şahadet haberi bana ağır gelmezdi, yada bana daha fazla sorumluluk yüklemenin bir ağırlığımıydı.
Tanımasaydım katıksız kendini katışı, kişisel kaygısız- korkusuz yürüyüşünü ve ikirciksiz söz söylemsini, tanımasaydım, ağız dolusu kahkahalarla karşıdakini de kahkahasına katışı, ağzında ki lokmayı yutarken dahi karşıdakinin acaba “aç mıdır” kaygısıyla lokma paylaşımını, yanındakine yer yapmadan, yatırmadan yatmamasını, kendine taşı yastık yaparken arkadaşına varsa başucuna parkesini vermesini tanımasaydım.
Keşke tanımasaydım yalan nedir bilmeyen, dili hiç yalanla tanışmamış Dersimli Eziz adı gibi Eziz kimseyi yersiz kırmaz ve yanlışa karşıda dimdik Munzur gibi.
Kimileri kendini tanıtmak, ilgi çekmek ister, ilgili olmak ister ama Eziz Arkadaş ağır, vakur kendinden emin ne söylediği değil yaptığıyla kendini sorumlu görür gösterişten kaçınırdı. Onu tanımak bir şans ve örnek; örnek kişiliğin namuslu, yeni Kürdün kimliği idi. 2004'te hastalanıyor ve Irakta tedavi görürken ar damarları yırtılmış, utanç duygularını kaybetmişlerin yoz-çirkinliklerini fark edince tedaviyi yarıda bırakıyor “ben dağa gideceğim” diyor ve orada ki “dağda ne var, dağ cehennemdir” der ve Eziz arkadaş” sizin cennetinizdense ben kendi cehennemime gitmeye razıyım” cevabını verir. Dağlara tutkundu, yatarken sırt üstü yıldızları yorgan yapmak, ayakkabısı yastık, silah hep koynunda bir sevda. Silahtan uzak uyuduğunu görmedim, uyumak sadece yarına daha dinç çıkmak içindi boş zamanı olmaz, kendini planlardı.
Eziz arkadaş kendini kimlikleştirmişti, iradi, düşünsel ne dediğini bilen, bilerek iş yapan yaptığı işin, söylediği sözün sorumluluğunu kaldırandı. “Ben” demeden çok bizi kullanırdı, hep komünaldi ama bağımsız kimliği de vardı tabi bu kimlik kendini özne başkalarını nesne gören değildi tersi herkesi, yanındakini hep iradeli kılmak isterdi.
2010 kışında aynı akademideydik ve Eziz arkadaşın ayak başparmaklarındaki tırnaklar ete batmıştı. Dr arkadaş tırnakları çekecekti bende doktora yardım ediyordum ve kendimi hasta bakıcı olarak takdim ediyordum doktor ne diyorduysa harfiyen yerine getiriyordum, ama bir farkla elimde ağrı kesici iğne ile doktora ila bir iğne yapalım derdim, çünkü Eziz arkadaş inleri sevmezdi bense hep takılırdım. En sonunda dayanamadı Doktor arkadaşa” ben bu hemşireyi istemiyorum” demişti, kendine has narin ve nezaket dolusu sevgisiyle.
O Dersimliydi ve uzun süre gerilla saflarındaydı gerillacılığı genelde Gabar, Botan ve Güney Kürdistan da geçmişti ve ilk kez Dersime gidecekti. O zamana kadar birçok arkadaş Eziz arkadaşın Dersimli olduğunu bilmiyordu ve gerillada onu birçok arkadaş Mardinli Eziz diye tanırdı. Zazaca'nın yanında Kurmanc lehçesini iyi biliyor ve kısmen de Soranca'yı öğrenmişti, yani tam bir ulusal kimlik kazanmıştı her bölgenin insanıyla kaynaşır, her insanla ilkeler temelinde yoldaşlık yapardı. İnsan zayıfsa o dışlamaz, beğenmezlik etmez tersine elinden geldiğince eğitsel yaklaşır, kazanmaya çalışırdı. Hata bazen bana kızar “erken insanlar hakkında karara, yargıya varma” derdi.
Gitmeden önce Zapta tekrar görüştük, benim kolum omuzda çıkmıştı ve sargıda yanına gittim bana “Kuzeye gelmemek için kolunu çıkarmışsın” diye takıldı. Tüm kuzeye gidecek guruplar ordaydı iki gün yanlarında kaldım ve hep Eziz arkadaşın yanında, kominin de kaldım. O bana bir daha görüşmenin Dersim’de, yada Amed’te olacağını söylerken söylemlerinde öyle samimi inançlıydı ki, ben sadece ona bakmakla yetindim. İnanmak, başarının esası olsa gerek yoksa bu kadar acıya dayanmak zor, inanmayanların düşmana el kaldırıp biat etmeleri yanında Eziz arkadaşla yanındaki 6 arkadaşın savaş halaylarına katılmaları yüz akımızdır.
Zap tan ayrılıp giderken içimden “keşke tanımasaydım, son günlerde yanında kalmasaydım” demiştim. Nedeni, yokluğuna alışamamak ve…
Ama hayır iyi ki tanıdım
Onuru temsil
Hayata su verenleri
İyi ki tanıdım
Hayatı diri tutanları, diriltenleri
Tanıdım EZİZİ
Ezizê welatêmin.
Medet Serhad
- Ayrıntılar