Newroz, adım adım yaklaşıyor. Yeni bir mücadele yılının, baharının başlangıcı Newroz, her zamankinden daha fazla Newrozlaşan bedenlerin, özgürlük uğruna ölümsüzleşenlerin Newroz’u olduğunu bir kez daha gösterecek.
Uzun bir direniş tarihine sahip Kürtler açısından Newroz’un sadece bir bayram olmadığı, aynı zamanda zulme ve her türlü egemen, baskıcı, katliamcı, soykırımcı rejim karşısında onurlu duruşun kimliği olduğu biliniyor. Çağdaş Kürt tarihi açısından 1982 Newroz’unda eylemiyle Çağdaş Kawa unvanı alan Mazlum yoldaşın da bu onurlu duruşun en güçlü temsilcisi olduğu tartışma götürmezdir.
Mazlum yoldaşın direnişi, aradan geçen 30 yıla rağmen ilk günkü anlamından bir şey yitirmiş değil. Mazlum yoldaşın eylem ve duruşunun anlam ve önemi şüphesiz uygulanan vahşet ve baskının anlaşılmasından geçer. İnsan olmaktan çıkmanın dayatıldığı bir ortamda insanlıktan ve onun temsil ettiği özgürlük ruhundan taviz vermeden direnen Mazlum yoldaşın amacı ve eyleminin hedefi bugün her zamankinden daha fazla anlaşılmak, etüt edilmek ve temsil ettiği değerlere uygun olarak pratikleştirilmek zorunda.
Mazlum yoldaş en fazla ideolojik mücadelede keskin ve duyarlıydı. İdeoloji ise yaşamın kendisidir. Yani yaşama verilen anlam, ideolojinin kendisi oluyor. Her şeyin başının ideolojik duruş ve mücadeleden geçtiğini Mazlum yoldaş çok iyi biliyordu. Diyarbakır zindanında ne yapılmak istendiğini, kendisine neyin dayatıldığını da herkesten çok anlıyordu. Onun için düşmanın amacını boşa çıkartmak üzere ilk direnme tutumu, mücadeleci tutum ondan geldi.
Faşist cuntanın “PKK’den vazgeçerseniz yaşarsınız, yaşamanız için PKK’den vazgeçmeniz gerekir” dayatmasına karşı Mazlum yoldaş PKK dışında bir yaşamın olamayacağını dayattı. Düşman dayatmasını boşa çıkarttı. Olacaksa bir yaşam Önderlik çizgisinde olur, yoksa yaşam olmaz dedi. 82 Newroz’unda yaptığı eylem, geliştirdiği direnişin temel anlamı odur.
Bu eylem ve direniş tamamıyla ideolojik bir mücadeleydi. Küresel kapitalist modernite sisteminin oluşturduğu inkar ve imha sisteminin temsilcisi olan 12 Eylül rejimiyle, PKK arasında; Önder Apo’nun geliştirdiği ideolojik politik çizgi arasında bir irade savaşı, inanç savaşıydı. Kürdistan’da yaşamı hangi çizginin yaratacağı, yönlendireceği, hakim olacağını belirleme mücadelesiydi. Mazlum yoldaşın başlattığı, Dörtlerin güçlendirdiği direniş ve ardından gelişen büyük ölüm orucu eylemi sonucunda bu mücadeleyi PKK kazandı, Önderlik çizgisi kazandı.
Mevcut direnişle zindanda ideolojik olarak 12 Eylül rejimine ve inkar sistemine öldürücü bir darbe vuruldu. 12 Eylül rejimi, sömürgeci soykırım rejimi kaybetti, başaramadı. Başarılı olamadığını insanlık dışı uygulamalarıyla tarihe kara bir sayfa olarak kaydolan Diyarbakır zindanının yakınlarında bir toplantıda cuntanın başı Kenan Evren bizzat itiraf etti. “Burada öyleleri var ki kafalarını kesseniz inançlarından vazgeçiremezsiniz” dedi. Yani kendi bildikleri dışında öldürsen de, ne versen de başka yaşamı kabul etmezler diyordu. Bu sözler, Önderlik çizgisi, PKK çizgisi karşısında 12 Eylül rejiminin ideolojik yenilgisinin ilanı, itirafı oluyordu.
Onun için zindan direnişi hala etkilidir. 2012 yılının Newroz’uyla bu direnişin otuzuncu yıldönümünü yaşıyoruz. Otuz yıllık kesintisiz, amansız bir mücadele. Fakat bugün gibi taptazedir. Hala bugün gibi özgürlük ruhunu, bilincini, iradesini temsil ediyor. Halka yön veriyor. Hâlâ PKK mücadelesi büyük zindan direnişiyle anılıyor, yürüyor. Onun karşısında inkar ve imha sistemi de hala yeniktir. İdeolojik mücadelede inkar ve imha sistemi herhangi bir başarı elde edebilmiş değildir.
Geçen yıl Tayyip Erdoğan gitti, Kenan Evren gibi ağladı orada. O ağlama aslında yenilginin devam ettiğinin itirafıydı. Bu o durum zindan direnişinin etkisinin ne kadar güçlü olduğunun, hâlâ ne kadar canlı olarak yaşadığını gösteriyordu. Tayyip Erdoğan’ın o tutumu, o sözlerini öyle anlamak lazım.
Bu anlamıyla zindan direnişi ve bu direnişin başlatıcısı Mazlum yoldaşın eylemi öneminden, değerinden, Kürt halkının özgürlüğüne ışık tutma gücünden hiçbir şey kaybetmediği gibi geçen otuz yıllık mücadele içerisinde ortaya çıkan gelişmelerle daha canlı, daha çok yaşayan daha fazla etkide bulunan bir güç haline gelmiş durumda. Bunu görmemiz, anlamamız lazım. Her şeyin başı ideolojik mücadele oluyor, ideolojik gelişme oluyor.
Zindan direnişi bu anlamda bir zafer direnişidir. Yenilgiyi tümden yok etme direnişidir. O direnişçiler sömürgeciliğin bağrına en ağır, çıkartılamayacak bir kazığı çaktıklarını bizzat kendileri söylediler. Dolayısıyla da hala sömürgecilik o direnişin baskısı altında, ondan aldığı yenilginin ağırlığı altında debelenip duruyor. AKP bu yenilgiyi nasıl boşa çıkarırım tersyüz ederim diye o kadar çalıştı, sağa sola saptırmak istedi ama başaramadı. Bu bakımdan zindan direnişinin gücünü gerçeğini iyi anlamamız lazım.
Zindan direnişinin otuzuncu yıldönümü neredeyse aynı önemde yeni bir mücadeleye de tanıklık ediyor. Önder Apo, PKK’nin özgürlük çizgisinin yaratıcısı ve en büyük uygulayıcısı olarak 13 yıldır İmralı işkence sistemine karşı direnişini sürdürüyor. Bu işkence sistemini defalarca yenilgiye uğrattı. En son da 8 aydır normal bir insanın asla tezahür bile edemeyeceği koşullarda bu direnişini taçlandırıyor.
Yine Kürdistan ve Türkiye’nin birçok cezaevinde PKK’nin temsil ettiği özgürlük çizgisindeki ısrar ve onurlu Kürt duruşundan taviz vermeme tutumunun yarattığı direniş devam ediyor. An Azadî, An Azadî sloganıyla Özgür Önderlik, Özgür Kürdistan amacını gerçekleştirmek için zindanlarda 12 Eylül faşist rejimine taş çıkartan uygulamalar karşısında Mazlum yoldaşın direnişine selam duruluyor.
Otuz yıl önce en ağır koşullara, en olumsuz şartlara rağmen direnişiyle zafer kazanan düşüncenin, ideolojinin bugün de yeni direniş hamlesiyle zafer kazanacağı kesindir.
Tabii bu zafer önemli görev ve sorumluluklarla karşı karşıya olunduğunun bilincinde olanların yaratacağı bir zafer olacaktır. Aldatma, hile, uyutma politikalarıyla sonuç alacağını zanneden AKP ikiyüzlülüğünü, onun Kürt insanına dayattığı satılmış, işbirlikçi Kürt kimliğini ancak yeni mücadele yılının, yeni bir direniş Newroz’unun gerekliliklerine göre hareket eden, yaşayan, mücadele eden onurlu, özgür Kürt duruşuyla yerle bir edileceğini unutmamalıyız.
Mazlum yoldaşın 30 yıl önce yaktığı üç kibrit çöpü eğer bugün eylemini gerçekleştirdiği Kürdistan’ın kalbinde yasaklanıyor, temel sloganı olan ya özgür yaşam ya hiç, ya PKK’yle yaşam ya hiç sloganı yasaklanıyorsa, bu, mücadelenin zaferinden duyulan korkunun ürünüdür. Bunu da görerek 2012 Newroz’una yüklenmek, hazırlanmak Mazlum yoldaşın başlattığı direnişi nihai zafere ulaştıracak yegane güç olacaktır.
Pir Kemal
- Ayrıntılar
Hani diyorlar ya: “Hangi dinden ya da mezhepten olursa olsun hiç kimse şu sorudan yakasını kurtaramaz: kimden yanasın! Zorbalardan, zalimlerden, sömürücülerden mi?”
Aslında her devrimci kendine ilk soruları yukarıdaki soruları sorarak başlar. Nasıl ki Ahmet Kaya “Artık, namuslu olmak yetmiyor. Namusun mihenk taşında vuruşmak gerek…” deyip devrimci sanatını icra etmiş ise devrimcilik de işte zorbalara, zalimlere ve cümle cemaat sömürücülere karşı ortaya koyacağı direnişle başlar.
Biliniyor Kartacaların ünlü ve büyük askeri komutanı Hanibal en dar, sıkışık, çıkmaz, inançsızlığın had safhada olduğu bir ortamda boşuna:”Ya bir yol bulacağım ya da bir yol yapacağım” dememiştir. Önemli olan böyle anlarda ya bir yolu bulmaktır ya da yol yoksa bir yolu yapmaktır. İşte devrimciliğin en güzel özelliklerin başından birisi budur. Herkesin umutsuzluğu yaşadığı bir ortamda herkese umut olacak olan adımı, kendi şahsında atmasını bilmektir. Dedik ya “artık namuslu olmak yetmiyor, namusun mihenk taşında vuruşmak gerek” misali en acımasız ve nefes kesen ortamlarda inadına direnmeyi bilerek gelecek kuşaklara ışık olabilmek gerekiyor. Bu ise özveridir, bu ise kendini feda etmesini-hem de hiç bir şey istemeden-bilmedir.
Hele hele Ataol Behramoğlu’nun dizelerinde dile getirdiği:
“Yıllanmış bir ağaç gibi köklü, gür
Yalan hiç yıkılmayacakmış gibi görünür
Hükmü verilmiştir oysa:
Yıkılacak. Çürümüştür”
Gerçeğini idrakına vararak, er meydanına çıkmak işte bir sıra dışılıktır. Sıra dışılık ise zaten devrimciliğin en yalın tanımı değil midir?
Tarihi hepimizi az çok okuyoruz. Okumaya okuyoruz da aynı sonuçları tarihin o tozlu raflarında çıkarıyor muyuz? “Tarih, ancak doğru okuyanların ders alabildiği bir kitaptır” diyor tarihçi. Önemli olan doğru olanı tarih sayfalarında bulabilmektir. Elbette “gerçeğin bir gün ortaya çıkmak gibi kötü bir huyu vardır.” Ancak onca kan, onca ölüm, onca zarar görüldükten ve insan yaşamı kaybedildikten sonra gerçek açığa çıkmış kimin yararına, kimin yarasına merhem olabilir ki? Belki doğrunun açığa çıkması vicdanları rahatlatmak açısından yine de önemli olabilir. Ama lakin biz bir halkın günlük olarak katliamı yaşamasını sadece vicdanlarımızı rahatlatmak için gerçeklerin açığa çıkması için uğraşmayız ki? Biz her şeyden önce “Artık, namuslu olmak yetmiyor. Namusun mihenk taşında vuruşmak gerek…” felsefesini benimseyenler olarak yarın tarihin sayfalarına nostalji olsun diye bakma niyetinden olmayanlardanız. Bunun için vuruşma gününü bugün olarak seçiyoruz. Zorluklar da olsa, içerisinde ölümde olsa bugün vuruşmayı yeğliyoruz. Ve de şairin dediği gibi: “Yalan hiç yıkılmayacakmış gibi görünür, Hükmü verilmiştir oysa: Yıkılacak. Çürümüştür” çünkü.
Özcesi: “Bir toplumda namuslular namussuzlar kadar güçlü olmadıkça o toplumda kurtuluş yoktur” misali namusluların namussuzlara galebe çalması için kavganın tam ortasında, hem de kıyısında köşesinde kıyısında değil Xelil Dağ yoldaşımızın dediği gibi “tam göbeğinde yer almak” işte tarihin bize verdiği görev budur, ektiği bilinçte budur.
Özcesi: kıyısında köşesinde durmak değil, tam göbeğinde yer almak için tüm Kürdistan gençlerini ve kadınlarını yaklaşan Newroz’da dağlara çağırıyoruz.
Şıho Dirlik
- Ayrıntılar
12 Mart darbesinin özel savaş yönteminde özel bir yeri vardır. 1970'lerin ilk defa düzenle kopuş temelinde ortaya çıkan devrimci dinamiklerine sert bir karşılık olan ve esas itibariyle o dönemlerin geliştirilen ve bunun çok önemli bir parçası olan Kürdistan kurtuluş mücadelesine yönelik de çok önceden, daha tohum halindeyken ezici bir darbe veya tasfiye çabasını ifade eden, devrimci gençlik hareketi gibi iktidara yürüme şansı son derece zayıf olan, fakat yol açtığı değişiklik nedeniyle birçok önemli gelişmeye imkan hazırlayan bu devrimci döneme karşı planlanan bir özel savaş darbesidir. Kaldı ki bizim hareketimizin de bu dönemlerin objektif temeli üzerine yükseldiğini, devrimci gençlik hareketiyle direkt bağlantılarla birlikte ortaya çıktığını ve bu anlamda yeni bir dönemi başlattığını göz önüne getirirsek, aynı zamanda böyle bir darbe bizi yakından ilgilendiren, mücadelemizin ortaya çıkışı kadar, onun gelişmesini belirleyen özelliklere de sahiptir.
Dönemin devrimci gençlik örgütleri ve hızla partileşmeye dönüşmek isteyen anlayışları ancak çok kısa süreli direnebildiler. Bazıları kahramanca direnerek şehit düştüler. Fakat düzenin çok etkili geliştirdiği tedbirler, özel savaşta olsun, pasifikasyonda olsun, özellikle de saptırma biçimindeki geleneğe bağlı yaklaşımlarda olsun, devrimci hareketler bu dayatmaları aşamadılar, önemli oranda yozlaştılar, çarpıklaştılar. Kalanlar da eskilerin veya bağlı olduklarını söyledikleri önderliklerin çok gerisinde gittikçe sağcılaştılar ve devrimci ideolojik-politik temellerden koptular. Böylece düzenin oldukça etkisine giren ve birçok sızmalarla birlikte boğuntuya getirilen bir konuma düştüler. Lafazanlığın çok gelişkin olduğu, fakat doğru-devrimci örgüt ve eylemliliğin bir o kadar zayıf kaldığı bir süreç biçiminde kendilerini götürmek istediler. Sonuçta bilindiği gibi 12 Eylül'le birlikte en ufacık, ciddi bir direnme emaresinin bile gösterilemediği, gösterenlerin de çok hızla kendini tasfiyeden kurtaramadığı göz önüne getirilirse, aslında 12 Mart'ın hayli etkileyici olduğunu belirtmek gerekiyor.
O dönemin direnen gençliği ve önderlerinin tutarlı bir demokratik ve sosyalist inanca, ideolojiye bağlı olduklarını ve bu konuda gözünü kırpmadan kendini feda etmeye kadar gittiklerini biliyoruz. Dolayısıyla çok radikal bir düzen karşıtlıkları vardır. Bir adım sonra, sosyalizmin kılavuzluğunda baktıkları, çok etkili olan kemalizme karşıt bir temelde bir ideolojik bağımsızlığa kadar gitmek istediklerini biliyoruz. Yine Kürt hareketindeki ilkel milliyetçiliğin, bütün o devrimci ideolojiye, yani sosyalizmin ulusal soruna uygulanmasına karşıtlığına rağmen, ulusal soruna da ilk defa bağımsız bir ideolojik, yani sosyalist bir yaklaşımla baktıkları, el attıkları, darbenin aslında bu gelişmeleri tohumlama halindeyken önlemeyi amaçladığı, ama buna rağmen ne kadar ezici de olsa, ne kadar ağır bir güç dengesizliği ortamında da boy verse, kahramanca atılan adımlar ve yaşanan şahadetler çok etkisiz kaldı denilemez.
Bizim de hareketimizin o dönemlerde ortaya çıktığını, bu darbenin günümüze kadarki tarihine dayattığımız büyük ideolojik-politik-askeri savaşımı göz önüne getirirsek, bir anlamda 1970'li yılların, devrimciliğin hem çok sağlam bir mirasçısıyız, hem de dökülen kanların boşa gitmediğini kanıtlayan hareketiyiz. Diğer yandan bu dönemin ideolojik-politik devrimci çizgi bağımsızlığını daha da derinleştirerek, sosyalizmin yaratıcılığında gerçek bir ulusal kurtuluş ve demokrasiye yol açmayı gündemleştirerek, çabaların boşa gitmesi, dökülen kanların unutulması şurada kalsın, bunu neredeyse bir iktidarın eşiğine kadar getirdiğimize bakarak, adeta yalnız Kürdistan'ın değil, Türkiye'nin de devrimci partisi gibi çalışarak kesintisiz bir devrim tarihini kendi hareketimizin somutunda böyle önemli bir gelişmenin içine çekerek ve iktidara yönelterek, o dönemin önderliklerinin ardılı geçinenlerin bütün olumsuzluklarına rağmen bunu böyle sağlayarak hak edilen yere ulaşılmıştır, dökülen kanlara layık olunmuştur, dayatılan her türlü tasfiyeye, işkenceye karşı direnilmiştir ve sonuçta buraya kadar gelinebilmiştir. Biz, Kürdistan ulusal kurtuluş mücadelesine (bu anlamda) aynı zamanda Türkiye'nin demokratik kurtuluş mücadelesi de diyebiliriz ve kesinlikle de öyledir. Biçimde Kürdistan ulusal kurtuluş hareketi ve PKK, özünde Türkiye'nin demokratik kurtuluş hareketi ve Türkiye'nin devrimci partisi anlamındadır; bu işlevi de görüyor.
Buna karşılık Türkiye solunun kendini örgütleyememesi, devrimci çizgi temelinde partileştirememesi, eyleme-gerillaya kavuşturamaması, birçok nedeniyle ortaya konulduğu gibi, henüz çok sayıda olan grupların sorumsuzluğundan, devrimci değerlere yabancılığından, çarpıtmalarından, özellikle önderlik sorununu halletmemelerinden kaynaklanır. Bu ağırlıklı olarak Türkiye devrimcilerinin bir göreviydi, ama bütün çabalarımıza, desteğimize rağmen başaramayışları, özellikle düzen kişiliğinin, kemalizmin etkisinin ne kadar güçlü olduğunu, düzenin kendini Türkiye'de ne kadar kurumlaştırdığını, hakim kıldığını da gösterir. Ama 12 Mart darbesine büyük bir kararlılıkla karşı koyan adımlara bağlı kalınamaması, bunun derinleştirilememesi, ortaya çıkan sorunlara çözüm bulunamaması ve bir yerde önderlikteki cüceleşme, saptırma ve çarpıtma esas belirleyici etkenler olarak mevcut durumdan sorumludur. En isabetli davranışı bizim gösterdiğimiz şimdi daha iyi anlaşılıyor.
O dönemin gerek THKP-C, gerek TİKKO, gerekse THKO önderlikleri tutarlı anti-emperyalist ve demokratik önderliklerdir. Ulusal soruna, Kürt sorununa cesaretle yaklaşım gösteriyorlardı. Cesaretle ilk defa tabuları kırarak böyle bir sorunun olduğunu ve devrimci tarzda çözümün gerektiğini vurguluyorlardı. Biz de bu değerlendirmelerden sınırlı olarak etkilenmiştik. Hiç şüphesiz bizi de devrimci harekete çeken önemli bir çıkıştı, hakkını vermek gerekir. Daha sonraki derinleştirme ve somuta uygulama kuşkusuz bizim görevimiz olmuştur ve gerekleri yerine getirilmeye çalışılmıştır. Demek ki o günden bugüne bu şehitlerin de anısına bağlı olarak, ama ortaya çıkan bütün sorunlara kendi bağımsız ideolojik-politik hattımızda cevaplar vererek yürümeyi bildik. Örgüt tarihimiz, parti tarihimiz biliniyor ve gerçekten buna bir de böylesi bir çıkışın etkisini eklemek gerekir. Kendi kökenleri sorununa daha doğru yaklaşım göstermek gerekir.
Hiç şüphesiz olumsuz etkilenmeler de vardır, ama olumlu yönlerini de oldukça değerlendirmek büyük önem taşır. 12 Mart darbesinin silindir gibi ezici olduğunu ve 12 Eylül'ün aslında bunun daha derinleştirilmiş bir biçimi olduğunu ve yine öyle sadece bir günle veya birkaç ayla sınırlı olmadığını, bütün bir süreci (geçen 20-25 yıllık zamanı) etkilediğini, esasta politikanın da, ekonominin de, her türlü yaşamın da bu darbelerin hazırlıkları ve gerçeklikleri tarafından belirlendiğini göz önüne getirdiğimizde, göreceğiz ki bizim de bir anlamda ortaya çıkışımız, gelişmemiz bu askeri rejime veya (ki buna 1920'leri de eklemek gerekir) TC'nin bu askeri niteliğine karşıdır, başka türlü değerlendirilemez. Aslında dayatılan bir askeri cumhuriyettir, bir anti-demokratizmdir, bir faşizmdir. Ona karşı da ortaya çıkan her şey bir demokratizmdir, bir ulusal kurtuluşçuluktur, bir sosyalizmdir. 1970'lerden günümüze kadar devam eden aslında budur.
Bunu iyi görmek gerekiyor. TC, herhangi bir cumhuriyet değil, askeri faşist yanı ağır basan ve halkların demokratik ulusal taleplerini başından itibaren kanla bastıran ve bu yönüyle bütün gelişmelerde rol oynayan kişilikleri de etkileyen gelişmenin adıdır. Tüm isyanların, komünist hareketin ezilmesi bu cumhuriyetle, bu cumhuriyetin kökleşmesiyle yakından bağlantılıdır. Anadolu halklarının kültürlerinin bütünüyle tahrip edilmesi ve çarpıklaştırılması bu cumhuriyet rejiminin diğer bir sonucudur. Binlerce yıllık halk kültürleri muazzam bir cenderenin içine alındı ve sıkıştırılarak eritildi. Sonuçta çok sahte bir ucube kemalist ajanlık, çok zengin olan bu halklar mozayiğini bozdu. Bozmakla da kalmadı, asimile etti ve en şoven bir yaklaşımla hastalıklı bir Türk ulusçuluğunu halkların başına bela etti. Belki de denilebilir ki, bu, Hitler'i (ki o yalnızca bir Alman için ulusçudur), yine tanıdık birçok diktatörü bile geride bırakan amansız bir diktatörlük anlayışıyla yapıldı. Nitekim Türk halkının da oldukça çarpıklaştırılmasında, kendi demokrasisini bulamamasında en önemli sebep teşkil eden bu cumhuriyet, bu askeri dikta aslında her zaman vardı. Özellikle devrimci hareketler, isyanlar biraz boy verdiğinde, bütün acımasızlığıyla halkların başına bela kesildi.
12 Mart da bunun bir aşamasıdır; 12 Eylül ise bunun daha derinleştirilmiş kapsamlı bir aşamasıdır. Kaldı ki ondan şimdiye kadar yaşanan tümüyle bir ordu rejiminin geliştirebileceği özel savaşın her türlü biçimidir.
Hiç şüphesiz bunun arkasında bir Osmanlı tarihi de vardır. Osmanlı despotizmi ve ona bağlı çok sayıda feodal-aşiret beylikleri ve bir yığın gerici, baskıcı, boğucu kurumlaşmalar vardır. Bunlar birkaç yüzyıldan beri egemenliklerini üzerinde sürdürdükleri halkları son derece güçsüz bıraktılar ve tabii bazılarını tarihten sildiler. Çok sayıda halkın tarihten silinmesinin yanısıra en gelişkin kültürlere sahip olan halkların; Helen kültürünün, Ermeni kültürünün, hatta ne kadar yayılmacı temelde de olsa bir Arap kültürünün, hatta İran kültürünün geriletilmesi (ki hepsi geri bir temelde oluşmuştur), bunun yerine birkaç yüzyıldan beri emperyalizmin ajanlığına soyunularak, özellikle Tanzimat'tan beri daha da geliştirilerek, kemalizmle birlikte neredeyse en yabancılaşmış bir rejimi, bir kişiliği, toplumsallık kadar bireyselliği de dayatarak, işte yaşamımızı böyle işin içinden çıkılmaz hale getiren bir tarihi dayatarak, çok acılı ve işkenceli, çok sömürülü ve baskılı bir halde kılarak, yaşamı yaşanmaz hale getirerek bu rejim ömrünü doldurmaya çalışmaktadır.
Bizim mücadelemiz, kısaca değerlendirdiğimiz böyle bir diktatörlüğe veya insanlıkla pek az bağlantısı kalmış bir rejime karşı verilen bir mücadeledir; bunu iyi görmek gerekiyor. "Biraz demokratikleşmek, biraz özgürleşmek istiyorum" diyen herkesin dikkatle değerlendirmesi gereken bir mücadeledir. "Biraz tarihe anlam vermek istiyorum, biraz tarihte yitirilenleri bulmak istiyorum, intikamımı almak istiyorum" diyen herkesin, halkın adına dikkatle değerlendirmesi gereken bir mücadeledir. Kendini yeniden var etmek isteyenlerin büyük değer biçecekleri bir mücadeledir. Yüzyıllardır kaybettiklerini her düzeyde bulmak isteyenlerin kendini ifade edecekleri, özlem olarak, pratik olarak bulacakları bir mücadeledir. Yani her ne kadar ideolojik, politik ve pratik gerçekleşmemiz tarihin derinliklerine uzanmamışsa da, bu konuda kişilikler özellikle çok çarpık olsa da, nasıl bir hareketin elemanı olduklarını, nasıl bir yaşamı temsil etmek istediklerini bilmiyorlarsa da, gerçek böyledir.
Hiç şüphesiz hareketimizin içindeki öğelerin böyle kapsamlı olarak tarihten haberdar oldukları veya bu tarihi anı anına yaşadıkları söylenemez; fakat hareketin objektifliğinin de böyle olduğu tartışılamaz. Ortadoğu halklarının çok muhtaç olduğu halklaşmayı, demokratikleşmeyi temsil ediyor. Özellikle en temel kördüğüm olan Türk barbar egemenliğini ve onun en son faşizm biçimini hedefleyerek muazzam bir çıkışın temel gücü oluyor. Bu mücadele başarılması halinde bütün Ortadoğu halklarının bir yandan ulusal yönden, diğer yandan enternasyonal, yani kendi aralarındaki kardeşlik yönünden çok önemli bir açılıma sahip olacakları gibi, kendi demokrasilerini, kendi ekonomilerini, kendi kültürlerini kendilerinin belirleyecekleri bir döneme gireceklerine büyük çıkış yaptırıyor, böyle temel bir değer veriyor. Zorlukları da bundandır. Böyle temel özellikleri olan bir harekettir. Ona düşmanlıklarının da o denli temel nitelikte olacakları, sahayı kolay kaptırmak istemeyecekleri, yine böyle bir azılı rejimi tutan, bundan çıkar uman çevrelerin gün geçtikçe bilinçlenecekleri ve bölge çapında bir gericiliği dayatacakları, kendi mücadelemizden iyi bilinmektedir.
Devrimci hareketimizin, eylemimizin bu tarihi özellikleriyle, TC'nin bu son önemli darbesel dönemlerine böyle cevap vermekle kimliğini biraz daha iyi koymaya çabalıyoruz. Verilen savaşın anlam ve önemini, böyle derinliğine bir temelde yakalanmasının önemini vurguluyoruz. Kendi ideolojik-politik çizgisinde yürümek isteyenlerin bu gerçekleri asla göz ardı edemeyeceklerini veya sınırlı bir bilinçle hareket edemeyeceklerini vurguluyoruz. Sadece halk alternatifi bir yaşam değil, yegane bir yaşam biçimini temsil ettiklerini vurgulamaya çalışıyoruz. Dolayısıyla inanıyoruz ki bu rejimlere karşı direnen bütün devrimcilerin de sağlam bir mirasçısıyız, onların özlem ve umutlarının gerçekleştiricisiyiz. Bundan da kuşku duyulmamalı ve her zamankinden daha fazla bu umutların gerçekleştiricisi olmak için her şeyimizi ortaya koymalıyız.
Zaten hareketimizin bölge çapında, hatta uluslararası çapta bu kadar ses getirmesi, ilgiyle değerlendirilmesi ve en çok da düşmanlarının birleşebilmesi salt bir ulusallıkla yetinemeyeceğimizi, sanıldığından daha da fazla enternasyonalist bir karakterde olduğumuzu ortaya koyuyor. Dolayısıyla bu rejimlere-darbelere karşı böyle ayakta kalmak, hele onun 23 yılını canımızda, kanımızda duyarak yaşamak çok büyük bir öneme haizdir. "Gerçek PKK'liyim" iddiasında olanlar, bir anlamda bütün bu devrimci değerlerin mirasçısıyım demeyi, onların amaçlarının gerçekleştiricisi olmayı, böyle kanıtlanmış bir kişilikle görevlerinin sahibi olmayı bilmelidir. PKK'nin özünü bu kadar tartışırken, öncülüğünü değerlendirirken bu gerçekleri göz önüne getiriyoruz ve her zamankinden daha fazla şunu söylüyoruz: Hiç kimse PKK'nin gerçeklerini göz ardı edemez. Bizi yaşayamayanların bizi temsil edemeyecekleri, bunun için PKK'nin büyüklüğüne yaraşır bir militanlığı esas almanın gerekliliği açıktır.
Kimsenin PKK'yi basit bir köylü örgütüne, basit bir aydın-demagog örgütüne götüremeyeceği bu nedenle vurgulanıyor. Bu kadar devrimci bir mirasın temsilcisi olan bir örgütü, bu kadar büyük direnişçilerin umudu olan bir örgütü hiç kimse kendi demagojisiyle, basit köylü kurnazlıklarıyla lekeleyemez, cüceleştiremez, basitleştiremez. PKK, büyük bir devrimci harekettir, çok büyük direnişçilerin anısının temsilcisi bir harekettir. Siz, o devrimcilerin tarihini, nasıl büyük direndiklerini, nasıl büyük acı çektiklerini bilmeyebilirsiniz, ama bir gerçektir. Ben kendi eylemimi bile bu devrimcilerin anısına bağlılığın bir gereği olarak ilerlettim. Bir yandan onların özlem ve umutlarının temsilcisi olmaya çalışırken, diğer yandan anılarına bağlı kalmak, intikamlarını almak için bu eylemi düzenledim. Ve bunlar, aynı zamanda halkların özlemleridir, umutlarıdır, intikamlarıdır. Bunu böyle bileceksiniz.
Burada bir tarih vardır, burada büyük yiğitlikler vardır, onlara layık olmak vardır. Bilmemek de ne kelime, kimin haddine? Bunlar son nefeslerine kadar büyük direnmeyi bilen devrimcilerdir ve PKK tamamen bu temellerde şekillenmiş bir partidir. Bunu görmemek, bu tarihten habersiz olmaktır. Kaldı ki bizim hareketimizin ocağında yüzde yüz çok büyük direnişçilikler vardır, onları saymıyorum bile. 12 Mart faşizmine karşı direnen devrimcilerin de büyüklüğünü hatırlatmak istiyorum. Birçokları belki onların anısına (yoldaşları adına) ihanet ettiler, ama biz onların anılarının sağlam temsilcileriyiz. Aynı dönemin generallerinin her birisi, şimdi bize karşı özel savaş generalidir veya o dönemin subayları, o dönemin özel savaş kadroları şu anda generaldirler ve Kürdistan'da savaşı yürütüyorlar. O dönemin devrimcilerini dağda zapt edenler, gerçekten şimdi Kürdistan'daki özel savaşımın kurmaylarıdırlar.
Bunları bileceksiniz ve özellikle 12 Eylül pisliklerini, ortaçağ geriliklerinin pisliklerini taşıyanlar, PKK'nin büyüklüğünü anlamak durumundadırlar. Biz, ilkel milliyetçiliğin de pislikleriyle az boğuşmadık, onların da işbirlikçiliklerini, ajanlıklarını az ortaya çıkarmadık. Bütün bunlar sizin bilinçlenmenizi tayin eder. Türk faşizmiyle de az boğuşmadık; onların düzenlerini, pisliklerini az ortaya çıkarmadık. Bunları bileceksiniz.
PKK'lileşmeyi böyle anlayacaksınız. Hareketimizi, tıpkı 12 Mart direnişçilerinin anılarına bağlı olduğunu iddia edenler gibi cüceleştirmek, küçük-burjuvalaştırmak kimin haddine? Açık söyleyeyim; ben, ne yaptığımın bilincindeyim, kendimi yitirmedim. Devrimcilerin (Türkiyeli devrimciler de dahil) anılarına bağlılığın nasıl yürütüleceğini, Kürdistan'da büyük devrimci eylemin nasıl yaratıldığını da biliyorum. Hepsini 23 yıldır anı anına, iliklerimde duyarak yaşıyorum. Lafazanlık dinlemem, gerilik tanımam. Sabretmeyi ve izlemeyi bilirim, ama asla affetmem. Hele ukalalık etmeyi hiç kabul etmem. Şimdiye kadar neden sabrettim? Karşımızda bir özel savaş var, zorluklar var, sizin büyük anlayışsızlıklarınız var, onun için sabrettim. Yoksa bu, affettiğim anlamına gelmez, öfkelenmediğim anlamına gelmez, çok değerli olduğunuz anlamına gelmez, çok iyi yaptığınız anlamına gelmez. Bu kadar işkence, bu kadar kan, bu kadar haksızlık dayatılacak, siz hala kendi düşkünlüğünüzden bahsedeceksiniz. Bu bir utanmazlıktır, tek kelimeyle düşkünlüktür ve devrimciler bunu asla ağızlarına alamazlar. Uyarıyorum!
Biz, tıpkı ilk çıkışımız gibi şevkliyiz, umutluyuz, canlıyız, yiğidiz. Bununla oynamayacaksınız. Tam tersine böyle olacaksınız. Devrimci ruhu bu kadar düşürmek, devrimci ruhun yiğitliğini, dürüstlüğünü bu kadar bulanıklaştırmak kimin haddine? Karşıma çıkmayın, diyorum, böyle hakaret etmek istemiyorum, ama nasıl olduğumuzu da bilerek bize yaklaşacaksınız. Yumuşak, esnek olduk diye tavizkar olduğumuzu sanmayın. Size büyük saygı-sevgiyle yaklaştık diye bizi çok ılımlı sanmayın. Bu kadar yapılana karşı bizim de yapacaklarımızın olduğuna inanıyorum. Daha iyi vurma günlerini hazırlamak için sabrettik, daha iyi intikam için sabrettik, hazırlandık. Bunu göreceksiniz, görüp de bu savaşa anlam vereceksiniz. Size birisi bir küfür etse, bir dayak atsa, acaba ne kadar tahammül edebilirsiniz? Yüz binlerce insana ve onların geldiği halklara bu kadar işkenceyi, bu kadar yoksulluğu, bu kadar ölümü dayatanlara, eğer biz tutarlı halk devrimcisiysek, nasıl karşılık vermeliyiz? Bunu hiç düşünmeyeceksin, bunu unutacaksın, ondan sonra bireysel bunalım teorileriyle, anlayış ve anlayışsızlıklarıyla partimiz içinde dolanıp duracaksın! Bu, kabul edilmez, bunu aşmanın zamanıdır.
Ben, insanlığın soylu, yiğit direnişçilerinin anısına mı bağlı kalacağım, yoksa bu yaramazlıklara mı bağlı kalacağım? Burada orta yol da yoktur. Ya yiğit insanların sağlam yol arkadaşlıkları olmak, ya defolup gitmek vardır. Ortayolculuğa, kafa karışıklığına, onun her türlü saptırmalarına asla cesaret etmeyelim. Aksi halde o darağaçlarındaki yiğit insanların anısına nasıl karşılık verilir? Her gün hala çok acımasız koşullarda şahadetlere giden yoldaşlarımıza nasıl karşılık verilir?
Artık ciddi olmanın zamanıdır. Bu kadar amansızlıklara karşı elde edilmiş bir silahı, bir örgüt değerini doğru kullanmanın zamanıdır.
Rêber APO
12 Mart 1994
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 1 Mart günü saat 09.00 sularında İstanbul'un Beyoğlu ilçesine bağlı Sütlüce beldesinde çevik kuvvet aracına yönelik olarak gerçekleştirilen eylem, bir birimimiz tarafından gerçekleştirilmiştir. Gerçekleştirilen eylem sonucunda 15 özel harekat polisi yaralanmıştır.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 12 Mart günü 22.00.24.00 saatleri arasında Medya Savunma Alanlarına bağlı Zap'ın Karker Tepesi, Şikefta Birindara alanı ile Saca köyüne yönelik olarak havan ve obüs saldırısı yapılmıştır.
- Ayrıntılar
1916 yılında İngiliz ve Fransızlar arasında yapılan Sykes-Picot anlaşması ile Ortadoğu coğrafyasında yeniden bir ayrıştırma yapılarak sınırlar tekrardan belirlendi. Bugün Güneybatı Kürdistan şeklinde adlandırılan topraklar Fransa devletinin sınırları içerisine dahil edildi. Çok sonraları Fransızlar tarafından kurulacak olan Suriye devletinin ismi dahi oluşmamıştı. Güneybatı Kürdistan Suriye'nin kuzeyinde uzun bir çizgi gibi yer almaktadır. Bu bölge kültürel, sosyal ve coğrafik olarak Arap kültüründen çok kuzey Kürdistan’a daha yakındır. Hatta günümüze kadar da bir çok Kürt aşireti ve ailesinin yakınları, akrabaları Türkiye sınırları içerisinde bulunmaktadır. Bir köyün bile iki ülkenin sınırları arasında bölünmesi oldukça trajik bir tablodur. 20 Ekim 1921'de Ankara'da yapılan antlaşma ile resmi olarak Güneybatı Kürdistan Kuzey Kürdistan parçasından ayrıştırılmıştır.
Bugüne kadar Suriye'de bulunan şoven, militarist sistem Kürt ve Kürdistan gerçekliğini kabul etmemekte bununla birlikte hiç bir siyasi, hukuksal hak tanımamaktadır. Kürtler, Fransa'nın egemenliği altında oldukları zamanda bile bir takım yasal, ekonomik ve sosyal haklara sahiptiler. Örneğin kültürel çalışmalar, basın yayın vb. konularda Kürtlerin etkinlik alanları bu denli sınırlı değildi. Kürt bölgelerinde yerel yönetim yetkisi Kürt liderleri ve Fransa’nın elinde bulunmaktaydı. Fransa ihtilalinden sonra Suriye’de ilk cumhurbaşkanı başta olmak üzere devletin bir çok üst düzey mercilerinde görev alan kesim Kürtler'den oluşmaktaydı. Bu alanlarda Muhammed Ali Edip, Hüsnü Elzeim, Fawasilo, Edip Çiçekli ve Muhammed Kürt Ali gibi isimler yer almışlardır.
Arap halkı içinde milliyetçiliğin boy vermesiyle Suriye'de Kürtler ve kültürel hakları adına hiç bir yasal güvence bırakılmadı. Bunun en somut göstergesi olarak Suriye yönetimi Kürtler'e vatandaşlık hakkı tanımayarak binlercesini kimliksiz, dolayısıyla hiç bir güvencesi olmadan yaşamını sürdürmeye mahkum etmiştir. Okuma, meslek edinme, gelecek yaratma, devlet sınırları dışında seyahat etme ve daha da sıralanabilecek en basit haklarından bile mahrum bırakılmışlardır. Suriye rejimi bununla da yetinmeyip bir çok Kürt yerleşim merkezini boşaltarak Araplar'ı yerleştirmiştir. Özellikle 1950’lilerden sonra derinleştirilen bu politika egemen sistem tarafından görülmemiş yöntem ve baskı araçlarıyla uygulanmıştır. Zor yöntemiyle herkese devlet ideolojisi kabul ettirilmeye çalışıldı.
Suriye'nin yaklaşık 18 milyonluk nüfusunun yüzde yetmiş beşi Arap değildir. Bölgede dört milyon Kürt yaşamaktadır. Ayrıca Asuri, Ermeni, Türkmen, Durzi, Hristiyan gibi farklı mezhep ve azınlıklar bulunmaktadır. Bu halkların hepsi Suriye'ye sonradan göç edenler değil, o coğrafyada yüzyıllardır yaşayan halklardır. Ama BAAS sisteminin yürüttüğü devlet, tüm halkların varlığını inkar etmekte ve Araplar dışında hiç bir halkı kabul etmemektedir. Değişen Dengeler İçerisinde Kürtler Suriye’nin Kürt politikaları da bu Arap milliyetçiliği temelinde şekilleniyordu. Bu da Arap ulusunu birinci ve hakim halk haline getirme, Kürtleri de ya asimle etme ya da onları siyasal, sosyal, kültürel yaşamda etkisizleştirme biçiminde kendini dışa vuruyordu. Ancak Suriye’de Kürt nüfusunun diğer parçalara göre azlığı nedeniyle Kürt sorunu o günkü koşullarda Suriye açısından önemli sorun yaratacak bir nitelikte değildi. Bu nedenle Hafız Esat yönetimi iç dengelerde hem Sünni kesime hem de diğer muhalif olan kesimlere karşı bir denge oluşturmak açısından Kürtlere biraz daha yumuşak yaklaşım politikası izlemiştir.
Özellikle Hafız Esat’ın ölümü ve Beşar Esat’ın iktidara gelmesinden sonra Türkiye ile ilişkileri geliştirme bir tercih haline geldi.
Özellikle de ABD’nin bölgeye müdahale etme süreciyle birlikte Türkiye’nin Kürt sorunu konusundaki rahatsızlığından yararlanma politikası izledi.
Türkiye’nin zayıf karnının Kürt sorunu olduğunu bildiğinden o da Türkiye’nin desteğini almak için Kürt karşıtı gözükmeyi, Kürt karşıtı olarak bir politika izlemeyi çıkarına gördü. Böylelikle Türkiye’yle ilişkilerin daha iyi düzeleceğini düşündü.
Neden Qamışlo Katliamı?
Kürt sorununu bir iç sorun olarak değil de dış güçlerin kışkırttığı, kışkırtacağı bir sorun olarak değerlendiren İran, Suriye, Türkiye devletleri Kürt sorununun çözülmesi konusunda bazı adımlar atması gerektiği düşüncesi yerine Kürt sorununda kaygı ve kuşkulara dayalı bir politik, pratik tutum içine girdiler. Özellikle ABD’nin müdahalesinden sonra ki süreçte daha bir ağırlık kazanan bu sorun güneyde KDP ve YNK’nin pozisyonlarının daha da güçlenmesiyle Kürt karşıtı bir konseptin oluşmasına neden oldu.
Kürtlerin özgürlük ve demokrasi düşünceleri son otuz yıllık bilinçlenmeyle büyük boyutlara ulaşmıştı. Ama ne var ki bu bilinçlenmeyi ve demokrasi isteğini dış güçlerin tahrik ettiği bir istem gibi değerlendirerek Kürtlere karşı şovenistçe politika ve tepkiler ortaya koydular. Kürtlerin her sözüne, her davranışına karşı böyle bir kuşku ve kaygıyla yaklaşılınca ister istemez Kürtlerin her tepkisini de şiddetle bastırma politikası ve eğilimi ortaya çıktı.
İç istikrarın sağlanmasında dış güçlerin uzantılarına yönelik toplumsal korkular yaratan statükocu güçler uluslararası hukukta dahi yeri olmayan Kürtlerin bu konuda en güçlü potansiyel olduklarının farkındaydılar. Tarihte bir çok sefer olduğu gibi Kürtler üzerinde geliştirilecek bir sindirme hareketiyle toplumsal muhalefetin dindirilebileceği düşüncesi Qamışlo olaylarının temel nedenlerindendi.
Futbol maçı katliama dönüştü
Bundan tam bir sene önce Dêra Zorê ve Cihad takımları arasında yapılacak maç öncesinde milliyetçi Arapların Kürtler aleyhinde attıkları sloganlarla başlayan olaylar kısa sürede çatışmaya dönüşmüştü.
İlk olaylardan sonra askeri güçlerin denetim ve desteğiyle Kürtlerin ev ve iş yerlerine yönelik saldırılar başlamış, topyekün bir saldırıyla karşı karşıya kalan Kürtler günlerce evlerinden çıkamamış, faili meçhul cinayet korkusu günlük yaşamı felç etmişti. Kürtler tarafından gerçekleştirilen kitlesel cenaze törenlerinde askeri güçler tarafından halkın üzerine ateş açılması ise ölü sayısını daha da arttırmıştı.
Irak’taki Saddam rejiminin yıkılmasından sonra bu bölgede yaşayan Saddam yanlısı Araplar aracılığıyla Kürtlere karşı tahrik ve teşhir edici yaklaşımlar kışkırtılıyordu.
Devlet yetkililerinin Kürtlerin olayları başlattığı yönünde yaptıkları açıklamalar, basın mensuplarının Arap kanallarıyla kurdukları bağlantılarda ve devletin merkezi basın organlarında olayları çarpıtarak yansıtmaları, Kürtlerin gösterilerde Amerika bayrakları taşıdığı vb. şeklinde yalan haber yapmaları devletin tüm organlarıyla Kürt aleyhtarı bir politikayı yürürlüğe koyduğunun bir ispatıydı.
Kürtlerin yaşadığı bütün bölgelerde geçmişten beri yoğunlaştırılan askeri güç olaylar gerekçe gösterilerek daha da arttırılmış, tren ve değişik araçlarla binlerce asker, sivil görevli ve askeri teçhizat bölgeye sevk edilmişti.
“Olayların ardından her an patlamaya hazır bir kitle kalmıştı.”
. Qamışlo olayları ve sonrası süreçlerine tanıklık eden Demokratik Birlik Partisi çalışanlarından Rojbin Derik olayların nasıl geliştiğini anlattı:
“Katliamdan birkaç gün önce planladığımız 8 Mart kutlamasında da güvenlik güçlerinin saldırılarına maruz kalmıştık. Yani katliam öncesi süreçlerde de devlet merciilerinin bir takım yönelimleri olmuş, Qamışlo’da bu saldırı ve provakasyonlar zirveleşmişti.
Bundan bir yıl öncesine kadar da halk nezdinde Kürt ve Arap ilişkileri bu denli çelişkili, çatışmalı değildi. Ancak Qamışlo katliamından sonra, sanki yıllardır bu halklar çatışmalı yaşıyorlarmış gibisinden bir hava estirildi. Birden alevlenen şovenizm ortaya çıktı. Mesela Hasekê’de Araplar Kürt ailelerinin yaşadığı mahalleleri talan ettiler. Serhıldanlar bir nebze de olsa yatıştıktan sonra Kürtler ve Araplar arasında hassasiyet gelişti. Önceden toplumsal olarak yaratılmış ilişki ağları yıprandı. Yoldan geçen sıradan bir Kürt’e bile bıçaklarla saldırmaya kadar varan örnekler yaşandı. Böylesi saldırgan, şovenist tutumların yanında Arap halkından “Bu serhıldanların yarattığı güç, sistemi değişmeye zorlayacak” tarzında tepkiler de yansıyordu. Olayların ardından her an patlamaya hazır bir kitle kalmıştı. Hem Arap, hem Kürt cephesinde tedirgin ve güvensiz bir atmosfer yaşanıyordu. Serhıldanların alevlendiği süreçte İsrail Suriye’ye ultimatom gönderdi. Dolayısıyla Suriye devletinin kendisi de tedirginlik yaşıyordu. Provokasyonu körüklemek isteyen kesimler İsrail ve ABD bayrakları açıyorlardı. Devletin olayları sakinleştirmek, Kürt halkını uzlaşmaya çekmek amaçlı “Kürtlere vatandaşlık hakkı tanıyacağız, eğitim imkanlarını güçlendireceğiz” gibisinden açıklamaları oldu. Tabii bunlar sözde kaldı.”
Kürt karşıtı konsept yaşam buluyor
Suriye, İran ve Türkiye’nin üzerinde mutabakata vardıkları anti Kürt kampanyası, Suriye’de dönem itibariyle Qamışlo katliamıyla açığa çıkarken diğer ülkeler de boş durmamışlardı.
Türkiye hem AB, ABD hem de bölgedeki diğer devletlerle özellikle KONGRA-GEL’in terörist ilan edilmesi ve çalışmalarının sınırlandırılması için yoğun çalışmalar içerisine girmişti. Fransa’nın MEDYA TV’yi kapatması, AB’nin KONGRA-GEL’i terörist örgütler listesine alması, Japonya’nın başkenti Tokyo’da bulunan Kürt derneğinin kapatılması, İsveç hükümetinin Kürtleri terörist ilan etmesi, yine ABD’den KONGRA-GEL karşısında tavırsız kalınmayacağı sözlerinin alınması, bu tür çabaların sonuçlarından sadece bir kaçıydı.
Qamışlo katliamına denk gelen süreçlerde Irak’ta yaşayan Ezîdîler’e yönelik gerçekleştirilen, 400 kişinin zehirlenmesine, köy doktoru ve öğretmeninin ölümüne yol açan olaylar da başka bir alandan uygulanmaya konulan Kürt karşıtı konseptin belleklerde kalan izlerindendi.
Dünya geneline yayılmaya çalışılan ‘terörist’ tehtidin yaşadıkları bütün ülkelerde Kürtler için de geçerli kılınmaya çalışılması, Kürt karşıtı saldırı ve sindirme politikalarının da meşru zemini olarak kamuoyuna yansıtılmaya çalışılıyor.
“Doğal ittifak Suriye rejimi tarafından bozuldu”
Yaşanan olayların sadece Suriye devletinin içindeki farklı kesimlerin bir örgütlemesi olmadığını söyleyen Demokratik Birlik Partisi kadrolarından Menal Mardin şunları ifade etti:
“Rastlantı gibi gelen ama planlı olan bir takım siyasi faaliyetler örnek verilebilir. Mesela Türkiye yetkilileri Irak’a müdahale sırasında Suriye’yi ziyaret etti. Sonrasında İran, Mısır, Suudi Arabistan’la devam eden bir ziyaretler zinciri sözkonusu. Esasta Ortadoğu’daki Arap şovenizmini bir araya toplayarak bölgede yaşayan diğer azınlıklara karşı kışkırtmak istediler. Araplar ve Kürtler arasında bir antipati yaratıldı ve Türkiye bu çelişkileri Suriye’ye karşı kullanarak siyasi yarar sağladı.
Katliam sürecinde Türkiye’de “Suriye yıllardır Abdullah Öcalan’ı barındırdı, şimdi ise onların başına bela oluyorlar, bizim çektiklerimizi anlamaya başlıyorlar” şeklinde değerlendirmeler gelişiyordu. Bu provokasyonu planlayan kesimlerin başında Türk devleti gelmektedir. Türkiye bir bakıma 20 yıllık intikamını bu olaylarla almayı hedefliyordu. Yani burada Kürt ve Arap halkı arasında yaşanan çatışmaları, kendi menfaati için kullanan, politik malzeme yapan iktidar merkezleri oldu. Burada halkların bir düşmanlığı sözkonusu olamaz. Kürtler ve Araplar bu topraklarda yüzyıllardır birlikte yaşamış, Fransızlara, İngilizlere karşı birlikte savaşmışlardır.”
Suriye’de Kürt Arap ilişkilerinde Abdullah Öcalan’ın çok önemli bir yerinin olduğunu ve Suriye devletinin kurulan ilişki ağlarını tahrip ettiğini belirten Mardin devamla şunları söyledi;
“Önderlik bizzat kendisi bizlere; “Esat ailesine zarar vermemelisiniz” diyordu. Bu açıklamalara rağmen Kürt ve Araplar arasındaki doğal ittifağa zarar veren ve bu dayanışmayı bozan Esat ailesi oldu. Bir nevi Önderliğin yarattığı güveni suistimal etti. Halklar arasında yaşanan gerginlik ve çelişkiler en başta Suriye’nin başına büyük bir bela oldu. Önderlik “Suriye, Kürtler’den destek almalı ve Kürt sorununu demokratik kıstaslarla çözmeli” diyordu. Beşar kendisi buna fazla ihtiyaç duymadı. Bölge devletleriyle yarattığı diplomatik ilişkileri yeterli buldu. Dolayısıyla Kürtleri gözardı etti. Devletin tutumu Güneybatı Kürdistan’da Suriye’ye karşı tepkileri yoğunlaştırdı. Yüzyıllardır varlığını koruyan doğal ittifak Suriye rejimi tarafından bozuldu.”
“Ortadoğu’daki milliyetçi zihniyete karşı savaşıyoruz”
Suriye devletinin insanı eritme politikası güttüğü için yaptığı bir çok katliam ve insan hak ihlali sahiplenilmedi şeklinde görüş dile getiren Ahmet Derik Suriye devletinin Kürtleri tamamen karşısına aldığını belirtti.
“Qamişlo olayından önce Kürt halkının Suriye devletine karşı bir tepkisi yoktu. Bundan önce de bazı ayaklanmalar oluyordu. Hasekê cezaevinde Kürtler çoğunluktaydı. Hasekê’de bir katliam oldu ama kimse bunu sahiplenmediği için çok duyulmadı. Devlet Kürt halkını karşısına aldı ve Önderliğin düşüncelerine bir darbe vurmak istedi. Önderliğin gençlere, çocuklara, kadınlara verdiği düşünceleri, eğitimi boşa çıkarmak istedi. İşkence yaparak, gözaltına alarak halkın eylemselliklerinin önünü almak, halka gözdağı vermek istedi.”
Ortadoğu’da halkların sürekli kaybediş nedeninin içine sürüklendiği milliyetçi dalga olduğunu söyleyen Derik, komplovari bir tutumun görmezlikten gelinmesinin milliyetçi dalganın daha da gelişmesine neden olabileceği tehlikesine de vurgu yaptı.
“Qamışlo katliamı, Arap milliyetçiliğini diriltip Kürt milliyetçiliğini kışkırtma üzerinden her iki halk arasında gerginlik yaratmayı hedefleyen bir komploydu. Bu, bölgedeki tüm halk ve azınlıklar arasında bir çatışmayı da beraberinde getirecek ve böylelikle komplo tamamlanacaktı. Kamışlo katliamı tüm Kürt halkına karşı planlanan konseptin Güneybatı Kürdistan’a yansıyan boyutuydu.”
Kürt halkına dayatılan katliamların devletlerin halkları birbirine düşürme planı olduğunu söyleyen Derik bu oyunların bozulması gerektiğini de sözlerine ekledi.
“12 Mart komplosu Arap ve Kürt milliyetçiliği başta olmak üzere Ortadoğu genelinde milliyetçi akımları diriltmek amacıyla planlanmıştır. Önderliğin ortaya koyduğu projeler ve yeni paradigma ekseninde Ortadoğu’daki milliyetçi zihniyete karşı savaşıyoruz. Milliyetçilik Ortadoğu’da geliştikçe bölgede istikrarın oturması zorlaşmaktadır. Kürtler şahsında başta Ortadoğu’nun kültürel değerlerinin katledilmesi söz konusudur. Buna karşı tavrımız Ortadoğu’da halkların kardeşliğini, kültürel birlikteliğini yaratma mücadelesidir.”
Hüseyin Mazlum
- Ayrıntılar
MED/TV.: Sayın Başkan, …
Öncelikle 8 Mart’ta, Dünya Kadın Hareketlerinin birleşmeleri gereken nokta ne olmalıdır? Aynı zamanda 8 Mart’a Kürdistan kadını açısından siz nasıl bakıyorsunuz? Yarattığınız kadın hereketiyle, 8 Mart arasındaki bağı nasıl kuruyorsunuz? Bunları açıklammanız, izleyicilerimiz açısından önemli olacaktır.
Abdullah ÖCALAN: Herşeyden önce, yalnız bir 8 Mart’ın Dünya Kadınlar Günü olmasını yadırgıyorum. Bütün günlerin kadınlı, özgür kadınlı olması yaşamın vazgeçilmez bir koşuludur. Ama bu 8 Mart gerçeği bile şunu çok açıkça gösteriyor ki, yaşamda kadın yoktur. Sadece böylesi bir günde anılmaya değer gibi yaklaşılması, kölelik boyutunun derinliğini göstermektedir. Benim için giderek yoğunlaştığım bir çalışma alanıdır. Savaştan bağımsız görmüyorum. Hatta devrimlerin tümünde olduğu gibi, günümüz devrimlerinin ve özellikle Kürdistan Devrimi’nin başarmasi gereken en temel konusu; kadın etrafındaki yaşamı çözme işidir. En gelişkin savaş sorunlarından tutalım, barışa ve onun özgür temeldeki gelişimine kadar işlerin odağında yer almaktadır.
Kadın, etrafındaki örülmüş zihniyet, ideoloji, örgüt, baskı, sömürü gerçekligiyle ele alınmadıkça, çözümü bu temelde derinleştirmedikçe; devrimi dolayisiyla savaşı kadından kopuk olarak ele aldıkça, ne savaşın tam bir özgürlük savaşı olması mümkündür, ne de ardından gelişebilecek barışın gerçek bir barış olabilmesi mümkündür. Bunun temel ve çok köklü bir koşulu, kadın etrafındaki ilişkiler ağının çözülmesidir.
Ai1eden tutalim ahlaka, hatta felseye, dini yaşama ka-dar hepsi bu konuda ne söylüyor? Bundan da öteye ne yapmişlardır, ne yapmayı düşünüyorlar? Bizzat nasıl bir düzen kurulmuştur? Bütün bunların çözümlenmesi hayatidir.
Kürdistan Devrimi üzerinde yoğunlaştıkça, soruna daha fazla ilgi duymamın ve bunda bir çözümü aramamın öyle savaştan kopuk olmadığını belirtmek istiyorum. Hem savaşi geliştirmede, hem de onun doğru anlamı üzerinde mesafe kaydetmede, bu sorunu ciddi olarak ele almaya ihtiyaç duyuyorum. Kald ki "kadınsız devrim olmaz, yaşam olmaz" denilir, bu doğrudur. Fakat günümüzde neredeyse bu haliyle kadınlı yaşam, hele mevcut statüko altında erkekli yaşam, benim halen kabul etmekte zorlandığım bir yaşam biçimidir. Hatta kendi devrimimi, bu yaşam tarzını degiştirmek amacıyla geliştirdiğimi söylesem, belki de bir gerçeği çarpıcı bir şekilde dile getirmiş olacağım.
Alışıla geldiği gibi, "8 Mart, dünya kadınlığı açısından ne anlama gelebilir" diye bir soru sorulduğunda; verilecek cevap; derinleşmiş bir köleliğin hatırlanması-anılması, çok sembolik ve hatta bana göre biraz da gayri-ciddi bir önemin verilmesi anlamina gelir. Neden bir gün kadın günü oluyor? Ya-şamın vazgeçilmez bir öğesi neden bir günde anılmaya değiyor? Ve buna anneler günü gibi bir günde hediye ediliyor.Bunlar bana göre samimiyetsizliğin ifadesidir, bunu aşmak gerekir. Bütün günleri "8 Martlar" gibi geliştirmek,ele almak gerekir.
Kürdistan boyutuyla bizim bugün için söyleyeceğimiz fazla birşey yok. Kadınlı devrimi biz büyük bir çaba halinde sürdürmekteyiz. Hergün 8 Mart’ın klasik anılmasının da çok üstünde geçmektedir. Hatta bizde işler öyle bir hal almış ki, bu konuda aşama yapamayan bir kadın veya erkeğin pek yaşama hakkını bulacağını da sanmıyorum. Sadece Kürdistan halkı için de değil, uluslararası düzeye yönelik tutum belirlemek isteyen güçler, özellikle kadınlar bu süreci anlamak is-tiyorlar. Sanırım bu tartışmalarımızda biraz bunu açıklığa kavuşturacağım.
Umarım önümüzdeki süreçte kadınlı toplantılara daha fazla önem vereceğim. Kendi payıma düşeni yapmayı bir borç olarak görüyorum. Özellikle bizde hep anılmaya ihtiyaç duyulan şehitler var. Gerek kendini "bombalaştırarak patlatanlar" ve böylece de insan soyunun belki ulaşabileceği en ciddi eylemlerin, özgürlük eylemlerinin sahibi olanlar, gerekse kendini yakarak bu biçimiyle de kendisini temizlemek isteyen kadın soyunun, bize yüklediği görevleri bu şehitler şahsında yerine getirmek benim için bir borçtur. Bugün vesilesiyle bunu özellikle belirtmem yerinde olacaktır.
MED/TV.: Sayın Başkan, PKK Önderliğinin, PKK’nin, özellikle kadın sorununa bakış açısı dünyanın dört bir yanındaki kadınların ilgisini çekiyor. Yani şu andaki tartışma düzeyiniz ve yaklaşımlarınızla bir ilgi odağı durumundasınız. Hareketinize Kürt kadınları dışında diğer uluslardan da birçok katılım var. Anlamaya-kavramaya yönelik, yoğun bir istem var. Kadının kendini PKK Önderliğine yakın hissetmesini neye bağlıyorsunuz? Sizce diğer uluslardan gelen kadın niçin kendisini yakın hissediyor?
Abdullah ÖCALAN: Kadın ilgisinin giderek gelişeceği kanaatindeyim. Bunun esas nedeni, erkek egemenlikli bir dünyanın geçerliğini eskiyi de aratmayacak bir biçimde sürdürmekteki ısrarıdır. Hatta erkek egemenlikli ideoloji, onun yaşama yansıtılışı, kadın sorununu daha da ağırlaştırmıştır. Özellikle son dönem 20. yy. devrimlerinde kadın açısından bazı açılımlar olmuşsa da tam çözüme gidilememiştir. Hatta reel sosyalizmin gerçekleştiği, resmileştiği ülkelerde bile bunun kadın devrimine taşırılmadığı, klasik yaşam ölçülerinin en benim diyen sosyalist önder kişiliklerde bile sürdürüldüğü açıkça ortada. Bana gelince, benim bunu biraz daha değişik ele aldığım ve sorunu çok daha derin ve çok genel (evrensel) ele aldığım doğrudur.
Hatta güncel dönemi kurtarmak açısından "nüfusun yarısıdır, onlarsız devrim olmaz" gibi dar bir anlayış içerisinde de değilim. Daha köklü uğraşıyorum. Benim için bir felsefe ve moral çalışmasıdır bu. Kendi sosyalist anlayışımı gerçekleştirmem için, bunu çözmem gerekiyor. Bir erkek kişiliği olarak, halen yaşam arayışı içindeyim. "Kadınlı yaşam nasıl olmalı, genelde yaşam nasıl olmalı" sorusunu sorarken, "kadınlı yaşam nasıl olmalı" sorusu benim için halen üzerinde yoğunlaşılması gereken bir sorudur.
…
Yaşamın her alanını ilgilendiren bu soruna geleneksel düzen yaklaşımlarının çok ötesinde, ideolojik olmaktan tutalım pratik birlikteliklere, evliliğin bile yeniden sorgulanmasına kadar her boyutta yeni yaklaşımlara ihtiyaç olduğu kanısındayım. Bu yönlü yaklaşımlarım dikkat edilirse, çok evrensel bir yaklaşımdır. Salt ulusal kadın kitlesiyle ilgili değildir. Bu yönlü uluslararası alanda da ilgi gelişmektedir. Bu yönlü gelişecek bir sosyalizm anlayışı, şüphesiz kadını çok daha fazla gündemleştirecektir. Kadın sorunu salt cins boyutlarında, -örgüt boyutlarında değil- toplumun tüm alanlarında "nasıl olmalı" biçiminde sorgulanacaktır. Ve cevaplar geliştikçe görülecektir ki esasta savaş ve barış bir kadın sorunudur. Kadın iradesi, kadın kişiliği gündeme girmedikçe, salt erkek egemenlikli anlayışlara dayalı çözümlerin, ne savaşı, ne barışı tek başına halledemeyeceği anlaşılacaktır.
Dolayısıyla önümüzdeki dönem devrimlerinin hatta 21.yy. devrimlerinin savaşların da ve onların ardından gelişecek barış süreçlerinin de sağlıklı kılınabilmesi için kadın devrimini derinleştirmemiz gerekiyor. Sanırım ilginin esas nedeni budur.
MED/TV.: Sayın Başkan, siz kadını ele alırken, kadın hareketini geliştirirken, özgürleşme konusunda belirli bazı noktaları ortaya koyarken, kadında neyi gördünüz? Kadının özgürlüğünde ne var?
Abdullah ÖCALAN: Ben, kadında herşeyden önce tehlikeyi görüyorum. Kendimi tanıdığımdan beri anamla hesaplaşmaktan tutalım, sizin gibi kızlarla uğraşmaya, hesaplaşmaya kadar, derin bir tehlikenin farkında olmak gibi bir özellik benim için etkileyicidir. Karşı cinsler beraber olmadan, tek başlarına olamazlar. Ama genelde öyle bir durum var ki, bu ilişki fazla kazandırmıyor. Bu ilişki doğru çözümlenmediğinde, neredeyse yaşamı bütünüyle tehdit ediyor. Hep bunun endişesi içindeyim ve bu endişe beni çok yoğun bir çözümleme gücüne götürüyor.
Başlangıçta sezgi yoluyla "bu ilişkilerde bir hastalık var, bu ilişkilerin böyle olmaması gerekir" diyordum. Çok iyi bildiğiniz köylerde, başlık parası ile yanıbaşımda en sevdiğim veya birlikte olmak istediğim kızların, birden bire adeta ortadan kaybedilişi, bir yitiklik gibi gelirdi. "Bu işte doğallık yok" diyordum. Ardından tüm düzene baktığımda para gücü olanın, baskı gücü olanın, aslında kadını çoktan aldığını gördüm. Özgürlük ilkesine göre, güzellik ilkesine göre ilişkilerden eser kalmadığını, sadece hayalde bunun mevcut olduğunu farkettim. Şiirde, edebiyatta, resimde, sinemada aslında ne kadar sahne, senaryo düzenlenirse düzenlensin, son tahlilde bunların kitleleri adeta afyonlaştırmada kullanıldığını gördüm. Esas olanın baskı ve sömürünün kadın konusunda en vahşi kanunlanırını uyguladığını ve aşkı öldürdüğünü herşeyden önce gördüm. Bu beni adeta bir intikamcılığa kadar yöneltti.
Aşk kutsal bir kavram. Aşkın katledilişi benim için kolay kolay kabullenilemez bir duygu, bir düşüncedir. Ben bu konuda herkesin yaptığı gibi bir bireyciliğe saplanmadım. Klasik erkek yaklaşımlarıyla kendimi çözmek istemedim. Biraz güç toparlayarak, örneğin bugün adı sanı belli bir güç kişisiyim, buna dayanarak bu sorunu çözmek istemedim. Doğru değil, cins tatminlerini güce dayanarak çözmek istemedim. Bu bana biraz ahlaksızca geldi. Gönüllükten yoksun, özgürlük iradesinden yoksun, güce dayalı bir tehlikeyi kendimde görmeye başladıkça, kendimi kaybetmemeye de büyük özen gösterdim.
Bu aynı zamanda şu tehlikeyi de beraberinde getiriyor; güç geliştikçe, erkekte ilk uygulama alanı, insanlar üzerinde bir statü geliştirmektir. Nedir statüsü? Kendisini ya bir manevi şahsiyet gibi, olağanüstü propagandalarla -çömezleriyle bunu yapar- kabul ettirir, ya da baskı aygıtlarıyla -buna sömürüyü de ilave ederek- insanları zayıflatarak kendine bağlamak ister. Erkekte yoğunlaşan gücün gelişim süreci böyledir. Bu kadında çok daha tehlikeli bir biçimde boyutlanır. Erkek böylece baskı ve sömürü gücünü kendi kişiliğinde yoğunlaştırdıkça, kadına yaklaşımı malesef çok dengesiz, çok tehlikeli bir mal yoğunlaştırması biçimindedir. Getirdiği boyut aslında esef vericidir. Kadını son derece tutsaklıkta bir incelmeye tabi tutar, metalaşmada bir incelmeye tabi tutar. Kendi egoizmini tatmin etmek için, sonuna kadar kadını güçsüzleştirir, iradesizleştirir ve bir kukla haline getirir. Efendisinin bir süs köpeği haline getirir ve bundan da gurur duyar, tatmin olduğu için.
Neredeyse bütün sınıflı toplumların gelişiminde durum böyledir. Sınıflı toplum geliştikçe ağırlıklı olarak erkekte güç yoğunlaşır. Erkekte güç yoğunlaştıkça, kadın gücünde muazzam bir yitiklik meydana gelir. Buna daha da açıklık getirelim. Ortadoğu din geleneklerinde bilindiği üzere, özellikle ilkel klan toplumlardan kurtulup -bunu sanırım tarihte en iyi gerçekleştiren alan Mezopotamya oluyor- kadının toplayıcılıktan üretime geçiş aşamasındaki gücü tartışmasızdır. Ve dinler öncelikle kadın tanrıçaları biçiminde ilk ifadesini bulmuştur. Ve halen çok etkili bir isim olan, Kürtçe'de de "yıldız" anlamına gelen "İştar", -Arapça’da vardır, bütün dillerde vardır- günümüzde "Star, Sterk" kadın tanrıçalığını ifade etmektedir.
Bu tanrıça aslında şöyle bir tarihi role sahiptir; ilk yerleşik toplum yaratıcısıdır. İlk köy topluluklarının kurulmasından tutalım, toplumsallaşma devriminin en önemli aşamasının büyük ölçüde kadın eylemi etrafında geliştiğini kabul etmek gerekiyor. İştar tanrıçasının herhalde tarifi böyle yapılabilinir. Kadın toplumu demek ki, bu ilk kuruluş sürecinde bir büyüklüğü temsil ediyor. Ondan sonraki süreç, sınıflı topluma geçiştir. Ve sınıflı topluma geçiş, esasta bir erkek hakimiyetine geçiştir. Erkek hakimiyetindeki gelişme o kadar sınırsız olmuştur ki, daha sonraki bütün tanrılar erkektir, aslında hiçbir kadın tanrıçası kalmamıştır. Bütün imparatorlar erkektir. Çok az istisnalar dışında kadın olsa da, onlar da erkeksi kadınlardır. Bütün komutanların, bütün bürokratların %99’u erkektir. Bunda tabii çok dengesiz bir hakimiyeti göstermektedir.
Şüphesiz sınıfsallaşmayla ilgisi olmakla birlikte, herhalde insanlığın tek gelişim gerçeğidir, demek abartılı olur. Yani "erkek hakim olmadan yaşam olmaz" demek, başlı başına bir baskıcı ve sömürücü zihniyeti esas almak demektir.
Sosyalizmin bununla ilişkili olması hatta buna karşı olması gerektiğini düşünüyorum. Görüldüğü üzere, düşünce tarzımızda ve bundan kaynaklanan yaşam tarzımızda özgürlük var. Eğer sosyalizmde israr edeceksek, uygarlık tarihi boyunca geliştirilen bu kadın boyutunun güçten düşürülüşünün doğal olmadığını kavramalıyız. Bunun toplumsal gelişmeyle, sınıfsal gelişme türüyle bağlantılı olduğunu ve günümüzde de muazzam bir sorunlar kaynağı haline geldiğini görmekteyiz. Bunları çözdükçe devrimin derinleşebileceği ve bu anlamda da erkeğin fazla erkeksiliğiyle, kadının fazla kadınsılığı arasındaki orantısızlığı kaldırmak gerektiği kanısındayım. Bunun üzerinde çok yoğunlaşıyorum. Erkek nasıl bir erkek ol-malı, sorusu kadar kadın nasıl bir kadın olmalı sorusu benim için yakıcıdır. Çünkü tarih bu soruyu sormamızı gerekli kılıyor.
Aynı zamanda, Kürdistan’da, özellikle düşen erkeğin durumu, beni bu soruna daha da çekmiştir. Kürt halkının genelde -bazilari yanliş aleyhimizde kullanmak istiyorlar- "karılaştırılmış bir halkdır" dedim, bunun anlamı şuydu; tarih boyunca sürekli işgal ve istilalar halkimızın başından eksik olmadığı için, her işgalciye, yani her zorbaya, her despota -ki buda biraz hakim erkeğe benziyor- bağlı kalan bir halk. Bu anlamda "köle kadına benzetilmiştir" dedim, anlamlıdır. "Bunda Kürt erkeğinin rolü nedir" sorusuna geçtiğimde rolünün yürekler acısı durumda olduğunu gördüm. Klasik anlamda da, diğer uluslardan erkeklere pek benzemediği, çok farklı bazı yanlarının olduğunu gördüm.
Baskıcı sistemlerin etkisi altındaki erkek, bunun bütün acısını kadınlardan ve çocuklardan çıkarır. Yine ilginçtir, bütün sevgisinin kaynağınıda buradan görmek ister. Yani hem döver, hem söver, hem gözyaşı döker. Çok çelişkili bir kişilik! Sevmek istiyor, öldürüyor. Sevme tarzında öldürme var. Çocukları için de bu böyledir. Bu erkeği çok çaresiz gördüm. Çaresiz gördükçe bu erkeğin çözümlenmesi, bana nerdeyse en az kadın çözümlenmesi kadar önemli gözüktü. Şimdi, aslında sorunu kadın sorunundan ziyade, bir erkek sorunu olarak da çözüme tabi tutmam, büyük bir önem taşıyor.
Bunlar birçok ideolojide böyle ortaya konulmamıştır. Ideolojilerin çoğunluğu erkek egemenlikli olduğu için erkeği fazla çözmeye tabi tutma gereği duymazlar. Çok derin bir sosyalist kişilik olmazsa, erkek kendi iktidarını tehlikeye sokabilecek düşüncelere fazla yer vermez, kendini fazla eleştiri konusu yapmak istemez. Bu durum erkekte çok içselleşmiş bir yaklaşımdır.
Benim durumum biraz farklı. Klasik erkekle kopuşu ileri düzeyde sağladığım için cesaretle erkeği eleştiriyor ve çözüme tabi tutuyorum. Bu bir özgünlüktür, şüphesiz. Kadını da klasik boyutlarda çoktan erkekten hem koparmış, hem de özgürleştirmede önemli bir mesafe almış olduğum için, bu konuda da yaklaşımlar epey özgürleşmiştir. Çok dinamik bir çerçevede ele almaktayim. Ve bazı yeni kavramlar geliştirmeye çalışıyorum. "Erkekliğin öldürülmesi"nden tutalım, aynı bir biçimde "kadının yeniden yaratılması" ve "kadınsılığın öldürülmesi" gibi kavramlar ilgimi çekiyor. Sadece kavramlar düzeyinde değil, kadın ordulaşması gibi bir çaba içerisindeyiz. Çoğunun şaşırdığı, hatta büyük tepkilere de yolaçan gelişmelerdir.
Şüphesiz bunlar derin bir anlayişin ürünüdür. Ken-diliğinden yerleri olsa da esas itibariyla, bütün bu eleştirileri karşılayacak yeni yaşam tarzının temelini atmak için eşit ve özgürlüge dayalı bir çıkışın zeminini yaratmak zorunludur. Giderek plan-program bu temelde geliştirilmektedir. Dolayısıyla yeni topluma doğru yol alırken herkesın bilmesi gereken, burda da gelişkin bir planın giderek hayata geçirilmek istenildigidir. Özellikle yapimiz bunu bilmek zorundadır.
Bu bana hem çok önemli görünüyor, hem de yapacağımız bir çok işin devrim sonrasında değil, başında haledilmesidir. Bu konuda tarihi bir hatanın yapılmaması gibi bir anlayış da oldukça etkilidir. Eskiden derlerdi; "ulusal sorun sosyalizmden sonra çözülür", değil! Yine "kadın sorunu sosyalizmden sonra çözülür", degil! Anı anına, günlük olarak çözüme tabi tutulmadıkça ne sosyalist devrim olur, ne uluslar kurtulur, ne de cins kurtulur.
MED/TV.: Sayin Başkan, getirdiginiz çözümler aslında oldukça çarpıcı; dünya halklarının da oldukça ilgisini çeken çözümlerdir. Öncelikli olarak, yine erkeğin yaklaşımlarını biraz daha açmak istiyoruz. 8 Mart erkekler için neyi ifade ediyor? Aynı zamanda erkeğin bu 8 Mart’tan anlaması gereken şeyin ne olduğunun biraz daha ortaya konulması daha yararlı olacaktır. Bir de konuşmanızda kadını erkekten kopardığınızı, aslında cinsler arasında bu kopuşun aynı zamanda bir birleşmeyi de getirdiğini söylediniz. Bu birleşmenin içeriğini biraz daha koymak ve "erkeği öldürmek" kavramının çapını biraz daha açıklamak yararlı olur.
Abdullah ÖCALAN: 8 Mart, erkek için fazla birşey ifade etmez. Erkeğin mevcut düzeyiyle 8 Mart olsa olsa, kandırdığı kadına bir hediye almak gibi bir anlama sahiptir. Çoğunun gücü buna da yetmez. Erkeğin 8 Mart konusunda fazla bir sorunu olacağını sanmıyorum. Kendi anlayışımı da vurguladım. Eğer erkek kadına ilgi duyuyorsa -özellikle bizim devrimimizle bağlantılı olarak- şüphesiz böyle bir süreçte daha ciddi olma gereğini bilince çıkarmalıdır. Bu işler pek de benim ailemden, çevremden öğrendiğim gibi yürümez, öyle kadınla olunamaz veya "bende eskisi gibi bir erkek olamam" gibi bir sorgulamayı, bugünlerde daha sıkça kendisine uygulamalıdır. Bunu öneriyorum.
Bazı arkadaşlarımızın canı erken erkek istiyor, kadın istiyor, özellikle erkekler kadın istiyor. Bilinmeli ki bu konularda, bizim hem çözümleme düzeyinde büyük bir savaşımımız var, hem de savaşla bağlantılı, özgür yaşamla bağlantılı planlarımız var. Bunlara çözüm getirmedikçe bir erkeğin gizliden, hele hele klasik yetkilerine dayanarak veya gücüne dayanak, kadın araması boşunadır ve tehlikelidir. Aynı zamanda bazı köle kadınların da kendi cinsini, cinselliğini biraz fırsat bilip ortama dayatması da tehlikelidir. Bu günlerde daha çok bu konular üzerine yoğunlaşılması gerektiği kanısındayım. Ve giderek, sizi zorlayan bir sorunsa geliştirilen çözümler var.
Şimdi kadın savaşı veya bu temelde yaşam savaşı deyip geçmemek gerekiyor. İş ciddi. Doğru yaşam, iki cinsin birlikteliği temelinde olur. Ama nasıl bir birliktelik? Bizim toplumsal gerçekliğimize baktığımızda bu birliktelik, perişan bir birlikteliktir. Gücü kaybettiren bir birliktelik. Nerdeyse daha 15 yaşında kız, başını -adeta bir arı kovanına sokar gibi- bir aileye sokmuştur. Erkekte tüm namus anlayışını, tüm erkekliğini bir kadın üzerindeki hakimiyetinde görme gibi bir ucube duruma gelmiştir, hem de en erken yaşlarda. O yaşlarda artık bizim erkeğin karısından ve dolayısıyla çocuklarından başka düşünecek, ne bir vatanı vardır, ne güzel bir yaşam arayışı. Tam tersine, sırf karın doyurmak için sömürgecinin kapısında kırk takla atar. Hatta bugün bütün köy korucularının ve toplumumuzun, işbirlikçiliğin, en değme hainlerin bile, esasta bu duruma gelmelerinin nedenidir. Yaşam anlayışlarının, aile yaşam anlayışlarının onları getirdiği sonuçtur. Bunları çok iyi görüyorum.
Ben yurtsever bir insanım. Benim için önce ev değil; önce vatan sorusu geçerlidir. Nasıl olursa olsun, bir yaşam olsun anlayışı değil; özgür yaşam benim için esastır. Ve ben namus-onuru da burada görüyorum. Bunlar olmadıkça ne aile benim için ailedir, ne de saraylarım olsa, benim için saraydır. Hiçbir anlam ifade etmez. Böylesine yaman bir çelişki içinde bulunmaktayız. Maalesef erkeğimizin elinden gelen, 13’ünden, 25’ine kadar sırf bir başlık parası için, çeyiz parası için veya bir kadını elde etmek için diyar diyar dolaşmaktır. Kırk takla atar, kendini türlü türlü satar, bir kız buldu mu, ondan sonra da -cahil bir kadındır, erkeğe vereceği hiçbir şeyi yoktur- kaba cinselliğinden ve giderek sorun kaynağı olan bir kaç çoçuktan başka hiçbir şey sunamaz. Ne dili var konuşabilsin, ne yaşam hakkında bir felsefesi var tartışsın, ne bir gücü var herhangi bir soruna çözüm dayatsın. Bunlar yok. Dilsiz ve erkeğine en geriden bağlı olmaktan başka hiçbir özelliği yok. Bu, erkeği de boğar, kendisini de boğar.
Benim vicdanımın bunu kaldırması mümkün değil. Bizimle ilgilenen çevrelerin öncelikle bunu görmesi gerekiyor. Bazıları bizi eleştiriyorlar, birlikte yaşam nasıl, ne zaman olacak? Bu soruyu kendinize soracağınıza, "bu tehlikeli yaşamdan nasıl vazgeçeceğiz" diye sorun. Açık belirtmem gerekiyor ki, en değme arkadaşlarımız da, -saflarımız da dahil buna- "al sana dünya güzeli bir kız, nasıl yaşayacaksın" de-sek, nefes alış-verişini bile düzenleyemez, şaşa kalır. Kişiliği örgütsüzdür, kişiliği plansızdır. Kaba cinsel güdüleri ayaklanabilir. Bana göre, bu da düşük düzeyli bir paylaşımdır. Bir kadınla konuşmayı bile beceremez. Becermesi, kaba yönlü güdülerini tatmin etmeye yöneliktir. Ama bu büyük bir ayıptır.
Neden önce insan olarak anlaşmıyorsunuz? Çok temel sorunlarınız var. Sıkça örnek gösteriyorum; işte birlik kurmak isteyenler için çarpıcıdır. Kuşların yuvalarına bile bakın, insan eli yuvasına, yumurtasına değse, kuş orayı terkeder. Oraya artık "yuvamdır, yumurtamdır" demez, bırakır. Ama gelin görün ki bizim yuvamızın, yani vatanımızın, evlerimizin düşman işgalinin değmediği, sadece elinin değil, çizmesinin altında ezmediği tek bir noktası yoktur. Bu açık! Bir jandarma, bir polis her aileye istediği gibi girer; erkeğin kızına, karısına istediği gibi el atar, her türlü hakareti yapar. Bu açık bir gerçek. Bu durumda bizim erkeğin erkekliği kaç para eder? Kadının kadınlığı kaç para eder? Gerçekleri cesur tartışmaktan, ele almaktan çekinmemeliyiz! Ben bunları gördüm.
Benim için ilişki kutsaldır. Benim için ilişki çok özgün ve çok değerlidir. Ama ikinci gün bir işgalci gelmiş, kaba anlamda işgalciye gerek yok. Sürüm sürüm sürünüyorsunuz. Hiçbir ekonomik gerekçesi yok. Birlikte yaşam kültürü yok, sağlık yok. Başa bela! Bunlar ciddi sorundur. "Nasıl yaşamalı" derken, bu konularda neler yapabiliriz? "Vay başımıza gelen nedir" demeliyiz. Bunun belli bir onur düzeyini yaşadığını sanan bütün kızlarımızdan, erkeklerimizden önemle üzerinde durmalarını istiyorum. Haydi kölelik statüsü altında olanlara benim fazla diyeceğim yok. Ama bizim saflarda ilkesiz, fırsatçı kadın-erkek arayışları olmamalı. Sorunlarımız ağır. Kaldı ki, savaşı da bunu çözmek için gündemleştirmişiz. Bu öncelikle anlaşılmalıdır ve ben fazla açmakta istemiyorum.
Çok çarpıcıdır, hiç kimsenin inkar edemeyeceği bir ger-çekliktir. Herkesin yaşadığı gerçekliktir. Hem de bitirici bir biçimde, tüketici bir biçimde. Tabii ben bunu bir kader olarak görmüyorum. Aşılabileceği kanısındayım. Aşılacak gücü de kendimizde görmekteyim. Devrimi bunun için en önemli araç olarak değerlendiriyorum. Tam bir ustalıkla da gereklerini yerine getiriyorum.
Şunları soruyorum veya çözüm için şunları geliştirmek istiyorum: Düzen temelinde yüzyıllardan beri alışılagelen kadını da, erkeği de öldürmek! Tabii fiziksel anlamda kastetmiyorum. Moral düzeylerini, duygu düzeylerini, ilişki düzeylerini, kanunlara dayalı da olsa, gayrı-meşru ilan etmek! Ne böyle erkek olunur, ne böyle kadın olunur. Bunun, ilk yapmam gereken iş olduğuna inanıyorum. Biraz daha iyi anlaşılması için, kimse de bundan yanlış sonuç çıkarmamalı: Genel bir boşanma hareketi geliştirmek. Nedir genel boşanma ha-reketi? Şunu yine kimse istismar etmesin; varolan evliliklere karşı benim saygım var, kanunlar karşısında olmuş, imam nikahıyla olmuş. Ben bu tip birlikleri "yıkın, dağıtın" demiyorum. Ama yok işkence gibiyse de herkesin bunu dağıtma hakkı vardır. Yani bunu öldürmek gibi tutucu yaklaşımım da yoktur, anlayışta genel bir boşanma hareketinden bahsediyorum. Hatta evli olanların, sözlü olanların önce klasik anlayışlardan kendilerini boşamaları gerekiyor. Gerekirse resmi evlilikleri devam edebilir, resmi ilişkileri diyelim. Ama özde bir değişiklik yaratmak ve bu anlamda genel bir boşanma hareketi gerçekleştirmek bana çok çekici gelmektedir. Herkesin devrimden az-çok nasibini alabilmesi için birincisi bu.
İkincisi; bunun olması demek klasik kadınlığın ve erkekliğin öldürmesi de demektir. Bu ne demektir? Erkeğin özellikle kendini cinsel boyutuyla-cins boyutuyla kendini erkek sandığı ve onun üzerine inşa ettiği hayallerden, ahlaki değer yargılarından hatta düşünce demeyeceğim düşüncesizliğinden kendisini kurtarması gerekiyor. Ölüm budur. Yani bir yerde yeni yaşama başlangıç yapmak için ölmek denir, buna. Kadın için bu daha fazla geçerlidir. Mevcut kadınlıkla bu haliyle hiçbir şey kurtarılamaz. Hatta bana göre kadın mevcut kadınlığı da, mevcut erkekliği de en çok vurması gereken bir kişidir. Çünkü başına bela yağdırmaktan öteye hiçbir değeri yoktur. Herşeyi anlamsız kılıyor, güçsüz kılıyor. Kadınlığı başına bela olmuş, korkunç bir işkence haline dönüşmüş. Erkekliğe sunduğu kadınlık, erkeğe de felaket getirir. Giderek yalnızca tüm topluma, kaba anlamda soy sürdürür.
Toplumsal olarak bizim gerçekliğimizde özellikle, soy söndürüyor-sürdürmüyor bu önemlidir. Ulusal düzeyde soy söndürme var. Vatan düzeyinde vatansızlaştırma var. Özgürlük düzeyinden bahsetmeye bile değmez. Bunlar eğer ger-çekçi olarak görülürse, demek ki yaramız derin ve ağır operasyonlarla parça parça bazı yerlerin koparılmasını gerektiriyor. Diri yanlarımız kalmayacak mı? Bana göre kalır. Diri yanlar, yaratılacak yanlar vardır. Tabii ben bunlar üzerine de epey yoğunlaşıyorum. Herkesin de belli bir yoğunlaşmayı yaşama-sını isterdim. Bu bana göre önemli bir düşünsel boyuttan tu-talım, estetik boyuta kadar, askeri boyutundan tutalım, sportif boyutlarına kadar, komple ele alınması gereken bir yeniden yaratılma eylemidir. Ve bu bana çekici gelmektedir.
Saflardaki kadınları bu temelde ele alıyorum, erkekleri de bu temelde yenileştirmeye çalışıyorum. Kadına çok yönlü olarak müdahale ediyorum, bu hiç ayıp değil. Bana göre fiziğinin şekillendirilmesinden tutalım ruhunun, konuşma tarzının, giderek düşüncesinin nasıl olması gerektiğine kadar. Burada ayıplıktan öteye, çok cesaretli olmak gerekir. Bu vazgeçilmez bir görevin yerine getirilmesi gereği var. Görev de değil bu, yaşamın yaratılması gibi bir durum karşımızda.
8 Mart 1857'de New Yorklu binlerce dokuma isçisi kadın, 10 saatlik iş günü, çalışma koşullarının iyileştirilmesi, eşit iş, eşit ücret gibi talepler için greve gitti. İşveren, işçiler arasındaki dayanışmayı önlemek için fabrikanın kapılarına kilit vurdu. Sonra kuşkulu bir şekilde çıkan yangında 129 kadın işçi yanarak can verdi.
Bu olay büyük tepkiye dönüştü. 1903 yılında ABD'de kadının ekonomik, politik, ve kişisel haklarını savunabilmek için Kadın Sendikaları Koalisyonu kuruldu.
1908'de şubat ayının son pazar günü sosyalist kadınların New York'ta oy hakkı, politik ve ekonomik hak istekleri ile yürüyüşleri ilk kadın günü gösterisi olarak kabul edildi.
Amerikalı kadınların hak arayışları, Manhattan'da 1909'da 2 bin kişinin katıldığı gösteri ile devam etti, bunu 20-30 bin kadın tekstil işçisinin daha iyi ücret ve çalışma şartları için başlattığı genel grev izledi. Kadın Sendikaları Koalisyonu grevdeki kadınların ihtiyaçlarını karşılayıp, bu grev esnasında tutuklanan kadınların kefaletlerini ödedi.
Amerikalı kadınların mücadelesi Avrupalı kadınları da etkiledi. 1910 yılında Kopenhag'da toplanan II. Uluslararası Sosyalist Kadınlar Konferansında, dünya kadınlarının isteklerini dile getirebilecekleri uluslarası bir günün kararlaştırılması ile ilgili Clara Zetkin'in önerisi kabul edildi. Kesin bir gün belirlenmeyen bu kararın ardından ilk Dünya Kadınlar günü 19 Mart 1911'de Almanya, Avusturya ve Danimarka'da kutlandı.
Dünya Kadınlar Günü'nün 8 Mart'ta kutlanmasına ise 1972 yılında Sydney'de yapılan Mart Hareketi adlı büyük bir organizasyonla başlandı.
Birleşmiş Milletler'in 1975-1985 yılları arasını; Birleşmiş Milletler Kadınlar On Yılı; ilan etmesinin ardından 16 Aralık 1977'de 8 Mart'ın 'Dünya Kadınlar Günü' olarak kutlanmasına karar verildi. Bunu izleyen yıllarda da Birleşmiş Milletler'e üye ülkeler 8 Mart'ı Dünya Kadınlar Günü olarak kutlamaya devam ettiler.
8 Mart 1998 günü Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan tarafından kamuoyuna ilan edilen kadın kurtuluş ideolojisi bu başarıyı evrenselleştiren bir adım olarak tarihte yerini almıştır. Kadın kurtuluş ideolojisi salt bir kadın-erkek eşitliği yaratma amacıyla ya da salt kadın cinsinin kurtuluşuyla sınırlı olmayıp yeni yaşam bakış açısıyla yoğrulan bir kültür yaratmayı hedefler. Bu anlamda toplumsal düzlemde yaratılacak olan değişimi ve dönüşümün başat öğesi olan kadının, kendi doğasına, ilk toplumsallığına dönüş yapması ve bu ideolojiyle öngörülen dönüşümü kendinde somutlaştırmasını gerektirir.Yaşanan yüzyıl kaosundan en yaratıcı, yenileyici ve dinamik olarak çıkmak, tarihsel gelişim eğrisini özgürlüğe doğru çevirmek ancak kadının kurtuluşunu hedefleyen, toplumsal cinsiyetçiliğin aşılıp kadın yanlı yeni bir yaşam yaratmaya yönelen kadın kurtuluş ideolojisi ile olacaktır.
Abdullah ÖCALAN
I.Yurtseverlik
“Kürdistan söz konusu olacaksa eğer veya ana topraklar diyelim, o ananın da bahsettiği gibi yani o topraklarda yaşamak en güzeli diyorsak, herşeyden önce kadın ideolojisi topraksız olmaz. Hatta toprağın ekine açılması, üretime açılması, biraz da kadın sanatıyla bağlantılıdır. Demek ki kadın ideolojisinin birinci ilkesi, doğduğu topraklarda yaşamaktır.
Kadın kurtuluş ideolojisinin başlangıç ilkesi, yurdunu sevmek, toprağına anlam vermek, toprağının üzerinde yaratılan tüm değerlere saygılı olmak ve onları korumak, bu temel yaklaşımla yeni değerler yaratmakla yaşamsallaştırılabilir. Bu ilkeyle örgütlü kadın gücü, Kürdistan kadını öncülüğünde halkın kendi kültürüyle, kendi değerleriyle, maddi ve manevi tüm tarihsel değerleriyle buluşmanın, onları anlamlandırarak, büyüterek geleceğe taşımanın temel yürütücüsü olur. Kadının, tanrıçalaşmayı yaşadığı Mezopotamya topraklarının mevcut durumda yaşadığı insansızlaştırmaya, Mezopotamya insanının topraktan uzaklaştırılmasına karşı yaklaşımı, kadın kurtuluş ideolojisinin yurtseverlik ilkesi doğrultusunda bir mücadeleyi esas almak olmalıdır. Kürdistan’da değer bilincinin insan, madde ve her türlü üretimle birlikte anlam kazanması toprağın, özgür bireyle ancak özgür bir nefes alma imkânını getirecektir. Bununla birlikte ancak doğru bir yurtseverlik bilincinin sağlanması, ezilen psikolojisinin, ulusal inkârcılığın, köksüzlüğün aşılarak doğru bir yurt sevgisinin oluşturulması, dünya insanlığıyla doğru bir bütünleşmeyi getirecektir. Kadın kurtuluş ideolojisi doğrultusunda yurtseverlik ilkesini yaşamsallaştırabilmek, evrenselleşmenin de önemli bir aşamasını oluşturacaktır.
II. Özgür Düşünce, Özgür İrade İlkesi
En somut bir ifadesi ile kadın istediği gibi yaşar, kararlaştırır. Onun düşüncesine güveneceğiz, onun iradesine saygılı olacağız. Kadın Kurtuluş İdeolojinin vazgeçilmez bir ilkesi de budur.
İnsan türünün maddi gerçeklik içinde kendini farklılaştırarak yeni bir kimlik kazanması, onun düşüncesinin yansımaları olan ve toplumsallaşmaya zemin hazırlayan edimlerle gerçekleşmiştir. Varlığı koşullayan bir boyut da özgür ve iradi düşünme, buna göre yaşamadır. Özgür ve iradi düşünmenin inkârı varsa öz varlığın yaşamasından söz edilemez.
III. Özgürlüğe Dayalı Bir Yaşam Paylaşımı Ve Örgütlülük İlkesi
Özgürlüğe dayalı bir yaşam paylaşımı için örgütlülük gerekir. Örgütsüz insan bir hiçtir. İlk örgütlenme kadınla başlamıştır. En çok örgütlenmeyi esas alması gereken güç kadındır.
İnsanın varoluşuna, toplumsallaşma gerçeğine aykırı olmasına rağmen köleleştirmenin, sınıflı toplum tarihi boyunca varlığını sürdürmesi, kendini örgütlü bir güç olarak somutlaştırmasından kaynağını alır. Sümer tapınağı olan zigguratlar, hiyerarşik devletçi sistemin oluşturulduğu, eril zihniyetin şekillendirilerek kurumlaştırıldığı bir dölyatağı rolünü üstlenmiştir. Burada başlayan örgütlülük toplumun sınıflandırılarak köleleştirildiği, bunun tüm topluma dayatıldığı bir örgütlülüktür. Tahakkümcü sistemin gelişim yılları boyunca sağlamlaştırdığı, insan zihni ve bedeni üzerindeki egemenliğini derinleştirerek arttırdığı örgütlülüğe yönelerek onu aşabilmek ve özgürlüğe dayalı bir yaşam yaratabilmek ancak güçlü bir örgütlenmeyle mümkündür. Mevcut sistemin tüm örgütlenme ve kurumlaşmaları erkek karakterlidir. Bu eril hâkimiyetin örgütlenme diyalektiğindeki cinsiyetçilik, kadın üzerindeki hâkimiyet kadar ezilen sınıf, ulus ve tüm sömürülen kesimlerdeki erkek üzerinde de hâkimiyet kurmakta, onu da hiçleştirmektedir.
IV. Örgütlülükle Birlikte Mücadele İlkesi
İdeolojik-politik esaslar başta olmak üzere, örgütselliğe ilişkin, kültüre ilişkin velhasıl kendisini güçlendirebilecek her alana ilişkin kadının tam bir mücadeleci olması gerekiyor.
Mücadele kavramı varlıkla birlikte varolan ve olmaya devam eden bir olgudur. Çünkü varlıkların doğasında mücadele vardır.
Tahakkümcü sistemden kendini kurtararak, örgütlü bir güç halinde varlığını korumak, eril zihniyete karşı kadın eksenli bir ideoloji yaratmayı amaçlamak, ancak sağlam temelli bir mücadele gücünü kendinde oluşturmakla olanak dâhiline girebilir. Özgürlük mücadelesi saflarındaki kadın, bu durumda tarihsel bir bilinçle özgün örgütlülüğünü ele almalı ve mücadele yürütmelidir. Bu durumda bir kadın militanın her an hatırlaması ve ona göre kendi yürüyüşüne yön vermesi gereken gerçeklik mücadelesizliğin onu sistemle bütünleştireceği, mücadelesiz geçen her anın sistemin bir kazanımı olarak zamanda yer edineceği gerçeğidir. Mücadele ilkesini kendi kişiliğinde süreklileştirebilmek güçlü bir örgütlenmeyi ve özgür iradeyi de açığa çıkaracaktır. Kadına biçilen sessiz, verili olanı kabul eden, kendi iradi duruşu olmayan sıfatlandırmaları ancak bu ilkenin güçlü uygulanarak, kadın cinsinin öziradesini yaratarak, adım adım başarıya yönelerek aşılabilir ve kadın bu yolla kadın kurtuluş ideolojisinin öngördüğü yaşama yakınlaşacaktır.
V.Yaşamın Estetikle, Güzellikle Olan İlişkisi İlkesi
“Güzel yaşamın büyük ve kutsal ilkeleri kadar, onun nakış işlemesi gibi ilmik ilmik dokunması gereği vardır. Gözle, davranışlarla her şeyin estetik yani güzellik sınırlarında yürütülmesi gerekir. Büyük yaşamın özü örgüt ise örgütlülük düzeyi ise bunun elbisesi de güzel nakışlardır. Veya böyle bir dokunmayı gerektirir. Nedir bunlar? Dildir, davranış güzelliğidir.
Eğer özgürleşmek amaç olarak belirleniyorsa başlangıç olarak estetiğin çıkış noktası erkek eksenlilikten, erkeğe göre olmaktan çıkmalıdır. Bununla birlikte düşüncesinden fiziğine, davranışlarından üslubuna, konuşmasından beden diline ve ifade gücüne kadar bir bütün olarak amaçlı, anlamlı ve estetik bakış açısına sahip bir yaklaşımın esas alınması gerekmektedir. Yaşamın kadın kurtuluş ideolojisi ilkeleri doğrultusunda ele alınması, örgüt bütünselliği ve disipliniyle somuta yönelmesi ve estetik bakış açısıyla biçimlendirilmesi kadını başarıya yakınlaştıracaktır.
Ancak bununla kadın doğal toplumdaki gibi yaşamın cazibe dolu bir öğesi olacak, kendi somutunda köleliği değil özgürlüğü derinleştirecek, kendine yakınlaşanı sistemin ağlarından kurtararak özgürlüğe çekecek olan özüne kavuşacaktır.
İnsan her şeyin en güzeline layıktır. Kadın kurtuluş ideolojisini kendilerine temel alan özgürlük arayışçısı kadınların kendi güzellikleriyle yaratacakları yeni özgür yaşam, tüm insanlara güzelliği verebilecek bir dünyanın garantisi olacaktır.
8 Mart 2000 kadınına!
Seninle yaşamak için
Aramızda, Adem ile Hava'dan beri
Ekilen kara çalıların sökülmesi,
Yükseltilen duvarların kaldırılması gerekir!
Bunun için,
İlk sınıf, ilk hakim
Yalancı ve zalim erkekliğin yenilmesi
Ve uygarlığın çaldığı ateşin, alınması gerekir!
Bunun için,
Tüm Prometuslara bedel bir kavgayı göze aldım!
Dünyayı karşımda buldum..
Ve Prometeus'un memleketinde
haince esir düşürüldüm..!
Ey kutsal ana
Ve Sevda kadını!
Reber APO
8 Mart 2000
- Ayrıntılar
MED/TV.: Sayın Başkan, …
Öncelikle 8 Mart’ta, Dünya Kadın Hareketlerinin birleşmeleri gereken nokta ne olmalıdır? Aynı zamanda 8 Mart’a Kürdistan kadını açısından siz nasıl bakıyorsunuz? Yarattığınız kadın hereketiyle, 8 Mart arasındaki bağı nasıl kuruyorsunuz? Bunları açıklammanız, izleyicilerimiz açısından önemli olacaktır.
Abdullah ÖCALAN: Herşeyden önce, yalnız bir 8 Mart’ın Dünya Kadınlar Günü olmasını yadırgıyorum. Bütün günlerin kadınlı, özgür kadınlı olması yaşamın vazgeçilmez bir koşuludur. Ama bu 8 Mart gerçeği bile şunu çok açıkça gösteriyor ki, yaşamda kadın yoktur. Sadece böylesi bir günde anılmaya değer gibi yaklaşılması, kölelik boyutunun derinliğini göstermektedir. Benim için giderek yoğunlaştığım bir çalışma alanıdır. Savaştan bağımsız görmüyorum. Hatta devrimlerin tümünde olduğu gibi, günümüz devrimlerinin ve özellikle Kürdistan Devrimi’nin başarmasi gereken en temel konusu; kadın etrafındaki yaşamı çözme işidir. En gelişkin savaş sorunlarından tutalım, barışa ve onun özgür temeldeki gelişimine kadar işlerin odağında yer almaktadır.
Kadın, etrafındaki örülmüş zihniyet, ideoloji, örgüt, baskı, sömürü gerçekligiyle ele alınmadıkça, çözümü bu temelde derinleştirmedikçe; devrimi dolayisiyla savaşı kadından kopuk olarak ele aldıkça, ne savaşın tam bir özgürlük savaşı olması mümkündür, ne de ardından gelişebilecek barışın gerçek bir barış olabilmesi mümkündür. Bunun temel ve çok köklü bir koşulu, kadın etrafındaki ilişkiler ağının çözülmesidir.
Ai1eden tutalim ahlaka, hatta felseye, dini yaşama ka-dar hepsi bu konuda ne söylüyor? Bundan da öteye ne yapmişlardır, ne yapmayı düşünüyorlar? Bizzat nasıl bir düzen kurulmuştur? Bütün bunların çözümlenmesi hayatidir.
Kürdistan Devrimi üzerinde yoğunlaştıkça, soruna daha fazla ilgi duymamın ve bunda bir çözümü aramamın öyle savaştan kopuk olmadığını belirtmek istiyorum. Hem savaşi geliştirmede, hem de onun doğru anlamı üzerinde mesafe kaydetmede, bu sorunu ciddi olarak ele almaya ihtiyaç duyuyorum. Kald ki "kadınsız devrim olmaz, yaşam olmaz" denilir, bu doğrudur. Fakat günümüzde neredeyse bu haliyle kadınlı yaşam, hele mevcut statüko altında erkekli yaşam, benim halen kabul etmekte zorlandığım bir yaşam biçimidir. Hatta kendi devrimimi, bu yaşam tarzını degiştirmek amacıyla geliştirdiğimi söylesem, belki de bir gerçeği çarpıcı bir şekilde dile getirmiş olacağım.
Alışıla geldiği gibi, "8 Mart, dünya kadınlığı açısından ne anlama gelebilir" diye bir soru sorulduğunda; verilecek cevap; derinleşmiş bir köleliğin hatırlanması-anılması, çok sembolik ve hatta bana göre biraz da gayri-ciddi bir önemin verilmesi anlamina gelir. Neden bir gün kadın günü oluyor? Ya-şamın vazgeçilmez bir öğesi neden bir günde anılmaya değiyor? Ve buna anneler günü gibi bir günde hediye ediliyor.Bunlar bana göre samimiyetsizliğin ifadesidir, bunu aşmak gerekir. Bütün günleri "8 Martlar" gibi geliştirmek,ele almak gerekir.
Kürdistan boyutuyla bizim bugün için söyleyeceğimiz fazla birşey yok. Kadınlı devrimi biz büyük bir çaba halinde sürdürmekteyiz. Hergün 8 Mart’ın klasik anılmasının da çok üstünde geçmektedir. Hatta bizde işler öyle bir hal almış ki, bu konuda aşama yapamayan bir kadın veya erkeğin pek yaşama hakkını bulacağını da sanmıyorum. Sadece Kürdistan halkı için de değil, uluslararası düzeye yönelik tutum belirlemek isteyen güçler, özellikle kadınlar bu süreci anlamak is-tiyorlar. Sanırım bu tartışmalarımızda biraz bunu açıklığa kavuşturacağım.
Umarım önümüzdeki süreçte kadınlı toplantılara daha fazla önem vereceğim. Kendi payıma düşeni yapmayı bir borç olarak görüyorum. Özellikle bizde hep anılmaya ihtiyaç duyulan şehitler var. Gerek kendini "bombalaştırarak patlatanlar" ve böylece de insan soyunun belki ulaşabileceği en ciddi eylemlerin, özgürlük eylemlerinin sahibi olanlar, gerekse kendini yakarak bu biçimiyle de kendisini temizlemek isteyen kadın soyunun, bize yüklediği görevleri bu şehitler şahsında yerine getirmek benim için bir borçtur. Bugün vesilesiyle bunu özellikle belirtmem yerinde olacaktır.
MED/TV.: Sayın Başkan, PKK Önderliğinin, PKK’nin, özellikle kadın sorununa bakış açısı dünyanın dört bir yanındaki kadınların ilgisini çekiyor. Yani şu andaki tartışma düzeyiniz ve yaklaşımlarınızla bir ilgi odağı durumundasınız. Hareketinize Kürt kadınları dışında diğer uluslardan da birçok katılım var. Anlamaya-kavramaya yönelik, yoğun bir istem var. Kadının kendini PKK Önderliğine yakın hissetmesini neye bağlıyorsunuz? Sizce diğer uluslardan gelen kadın niçin kendisini yakın hissediyor?
Abdullah ÖCALAN: Kadın ilgisinin giderek gelişeceği kanaatindeyim. Bunun esas nedeni, erkek egemenlikli bir dünyanın geçerliğini eskiyi de aratmayacak bir biçimde sürdürmekteki ısrarıdır. Hatta erkek egemenlikli ideoloji, onun yaşama yansıtılışı, kadın sorununu daha da ağırlaştırmıştır. Özellikle son dönem 20. yy. devrimlerinde kadın açısından bazı açılımlar olmuşsa da tam çözüme gidilememiştir. Hatta reel sosyalizmin gerçekleştiği, resmileştiği ülkelerde bile bunun kadın devrimine taşırılmadığı, klasik yaşam ölçülerinin en benim diyen sosyalist önder kişiliklerde bile sürdürüldüğü açıkça ortada. Bana gelince, benim bunu biraz daha değişik ele aldığım ve sorunu çok daha derin ve çok genel (evrensel) ele aldığım doğrudur.
Hatta güncel dönemi kurtarmak açısından "nüfusun yarısıdır, onlarsız devrim olmaz" gibi dar bir anlayış içerisinde de değilim. Daha köklü uğraşıyorum. Benim için bir felsefe ve moral çalışmasıdır bu. Kendi sosyalist anlayışımı gerçekleştirmem için, bunu çözmem gerekiyor. Bir erkek kişiliği olarak, halen yaşam arayışı içindeyim. "Kadınlı yaşam nasıl olmalı, genelde yaşam nasıl olmalı" sorusunu sorarken, "kadınlı yaşam nasıl olmalı" sorusu benim için halen üzerinde yoğunlaşılması gereken bir sorudur.
…
Yaşamın her alanını ilgilendiren bu soruna geleneksel düzen yaklaşımlarının çok ötesinde, ideolojik olmaktan tutalım pratik birlikteliklere, evliliğin bile yeniden sorgulanmasına kadar her boyutta yeni yaklaşımlara ihtiyaç olduğu kanısındayım. Bu yönlü yaklaşımlarım dikkat edilirse, çok evrensel bir yaklaşımdır. Salt ulusal kadın kitlesiyle ilgili değildir. Bu yönlü uluslararası alanda da ilgi gelişmektedir. Bu yönlü gelişecek bir sosyalizm anlayışı, şüphesiz kadını çok daha fazla gündemleştirecektir. Kadın sorunu salt cins boyutlarında, -örgüt boyutlarında değil- toplumun tüm alanlarında "nasıl olmalı" biçiminde sorgulanacaktır. Ve cevaplar geliştikçe görülecektir ki esasta savaş ve barış bir kadın sorunudur. Kadın iradesi, kadın kişiliği gündeme girmedikçe, salt erkek egemenlikli anlayışlara dayalı çözümlerin, ne savaşı, ne barışı tek başına halledemeyeceği anlaşılacaktır.
Dolayısıyla önümüzdeki dönem devrimlerinin hatta 21.yy. devrimlerinin savaşların da ve onların ardından gelişecek barış süreçlerinin de sağlıklı kılınabilmesi için kadın devrimini derinleştirmemiz gerekiyor. Sanırım ilginin esas nedeni budur.
MED/TV.: Sayın Başkan, siz kadını ele alırken, kadın hareketini geliştirirken, özgürleşme konusunda belirli bazı noktaları ortaya koyarken, kadında neyi gördünüz? Kadının özgürlüğünde ne var?
Abdullah ÖCALAN: Ben, kadında herşeyden önce tehlikeyi görüyorum. Kendimi tanıdığımdan beri anamla hesaplaşmaktan tutalım, sizin gibi kızlarla uğraşmaya, hesaplaşmaya kadar, derin bir tehlikenin farkında olmak gibi bir özellik benim için etkileyicidir. Karşı cinsler beraber olmadan, tek başlarına olamazlar. Ama genelde öyle bir durum var ki, bu ilişki fazla kazandırmıyor. Bu ilişki doğru çözümlenmediğinde, neredeyse yaşamı bütünüyle tehdit ediyor. Hep bunun endişesi içindeyim ve bu endişe beni çok yoğun bir çözümleme gücüne götürüyor.
Başlangıçta sezgi yoluyla "bu ilişkilerde bir hastalık var, bu ilişkilerin böyle olmaması gerekir" diyordum. Çok iyi bildiğiniz köylerde, başlık parası ile yanıbaşımda en sevdiğim veya birlikte olmak istediğim kızların, birden bire adeta ortadan kaybedilişi, bir yitiklik gibi gelirdi. "Bu işte doğallık yok" diyordum. Ardından tüm düzene baktığımda para gücü olanın, baskı gücü olanın, aslında kadını çoktan aldığını gördüm. Özgürlük ilkesine göre, güzellik ilkesine göre ilişkilerden eser kalmadığını, sadece hayalde bunun mevcut olduğunu farkettim. Şiirde, edebiyatta, resimde, sinemada aslında ne kadar sahne, senaryo düzenlenirse düzenlensin, son tahlilde bunların kitleleri adeta afyonlaştırmada kullanıldığını gördüm. Esas olanın baskı ve sömürünün kadın konusunda en vahşi kanunlanırını uyguladığını ve aşkı öldürdüğünü herşeyden önce gördüm. Bu beni adeta bir intikamcılığa kadar yöneltti.
Aşk kutsal bir kavram. Aşkın katledilişi benim için kolay kolay kabullenilemez bir duygu, bir düşüncedir. Ben bu konuda herkesin yaptığı gibi bir bireyciliğe saplanmadım. Klasik erkek yaklaşımlarıyla kendimi çözmek istemedim. Biraz güç toparlayarak, örneğin bugün adı sanı belli bir güç kişisiyim, buna dayanarak bu sorunu çözmek istemedim. Doğru değil, cins tatminlerini güce dayanarak çözmek istemedim. Bu bana biraz ahlaksızca geldi. Gönüllükten yoksun, özgürlük iradesinden yoksun, güce dayalı bir tehlikeyi kendimde görmeye başladıkça, kendimi kaybetmemeye de büyük özen gösterdim.
Bu aynı zamanda şu tehlikeyi de beraberinde getiriyor; güç geliştikçe, erkekte ilk uygulama alanı, insanlar üzerinde bir statü geliştirmektir. Nedir statüsü? Kendisini ya bir manevi şahsiyet gibi, olağanüstü propagandalarla -çömezleriyle bunu yapar- kabul ettirir, ya da baskı aygıtlarıyla -buna sömürüyü de ilave ederek- insanları zayıflatarak kendine bağlamak ister. Erkekte yoğunlaşan gücün gelişim süreci böyledir. Bu kadında çok daha tehlikeli bir biçimde boyutlanır. Erkek böylece baskı ve sömürü gücünü kendi kişiliğinde yoğunlaştırdıkça, kadına yaklaşımı malesef çok dengesiz, çok tehlikeli bir mal yoğunlaştırması biçimindedir. Getirdiği boyut aslında esef vericidir. Kadını son derece tutsaklıkta bir incelmeye tabi tutar, metalaşmada bir incelmeye tabi tutar. Kendi egoizmini tatmin etmek için, sonuna kadar kadını güçsüzleştirir, iradesizleştirir ve bir kukla haline getirir. Efendisinin bir süs köpeği haline getirir ve bundan da gurur duyar, tatmin olduğu için.
Neredeyse bütün sınıflı toplumların gelişiminde durum böyledir. Sınıflı toplum geliştikçe ağırlıklı olarak erkekte güç yoğunlaşır. Erkekte güç yoğunlaştıkça, kadın gücünde muazzam bir yitiklik meydana gelir. Buna daha da açıklık getirelim. Ortadoğu din geleneklerinde bilindiği üzere, özellikle ilkel klan toplumlardan kurtulup -bunu sanırım tarihte en iyi gerçekleştiren alan Mezopotamya oluyor- kadının toplayıcılıktan üretime geçiş aşamasındaki gücü tartışmasızdır. Ve dinler öncelikle kadın tanrıçaları biçiminde ilk ifadesini bulmuştur. Ve halen çok etkili bir isim olan, Kürtçe'de de "yıldız" anlamına gelen "İştar", -Arapça’da vardır, bütün dillerde vardır- günümüzde "Star, Sterk" kadın tanrıçalığını ifade etmektedir.
Bu tanrıça aslında şöyle bir tarihi role sahiptir; ilk yerleşik toplum yaratıcısıdır. İlk köy topluluklarının kurulmasından tutalım, toplumsallaşma devriminin en önemli aşamasının büyük ölçüde kadın eylemi etrafında geliştiğini kabul etmek gerekiyor. İştar tanrıçasının herhalde tarifi böyle yapılabilinir. Kadın toplumu demek ki, bu ilk kuruluş sürecinde bir büyüklüğü temsil ediyor. Ondan sonraki süreç, sınıflı topluma geçiştir. Ve sınıflı topluma geçiş, esasta bir erkek hakimiyetine geçiştir. Erkek hakimiyetindeki gelişme o kadar sınırsız olmuştur ki, daha sonraki bütün tanrılar erkektir, aslında hiçbir kadın tanrıçası kalmamıştır. Bütün imparatorlar erkektir. Çok az istisnalar dışında kadın olsa da, onlar da erkeksi kadınlardır. Bütün komutanların, bütün bürokratların %99’u erkektir. Bunda tabii çok dengesiz bir hakimiyeti göstermektedir.
Şüphesiz sınıfsallaşmayla ilgisi olmakla birlikte, herhalde insanlığın tek gelişim gerçeğidir, demek abartılı olur. Yani "erkek hakim olmadan yaşam olmaz" demek, başlı başına bir baskıcı ve sömürücü zihniyeti esas almak demektir.
Sosyalizmin bununla ilişkili olması hatta buna karşı olması gerektiğini düşünüyorum. Görüldüğü üzere, düşünce tarzımızda ve bundan kaynaklanan yaşam tarzımızda özgürlük var. Eğer sosyalizmde israr edeceksek, uygarlık tarihi boyunca geliştirilen bu kadın boyutunun güçten düşürülüşünün doğal olmadığını kavramalıyız. Bunun toplumsal gelişmeyle, sınıfsal gelişme türüyle bağlantılı olduğunu ve günümüzde de muazzam bir sorunlar kaynağı haline geldiğini görmekteyiz. Bunları çözdükçe devrimin derinleşebileceği ve bu anlamda da erkeğin fazla erkeksiliğiyle, kadının fazla kadınsılığı arasındaki orantısızlığı kaldırmak gerektiği kanısındayım. Bunun üzerinde çok yoğunlaşıyorum. Erkek nasıl bir erkek ol-malı, sorusu kadar kadın nasıl bir kadın olmalı sorusu benim için yakıcıdır. Çünkü tarih bu soruyu sormamızı gerekli kılıyor.
Aynı zamanda, Kürdistan’da, özellikle düşen erkeğin durumu, beni bu soruna daha da çekmiştir. Kürt halkının genelde -bazilari yanliş aleyhimizde kullanmak istiyorlar- "karılaştırılmış bir halkdır" dedim, bunun anlamı şuydu; tarih boyunca sürekli işgal ve istilalar halkimızın başından eksik olmadığı için, her işgalciye, yani her zorbaya, her despota -ki buda biraz hakim erkeğe benziyor- bağlı kalan bir halk. Bu anlamda "köle kadına benzetilmiştir" dedim, anlamlıdır. "Bunda Kürt erkeğinin rolü nedir" sorusuna geçtiğimde rolünün yürekler acısı durumda olduğunu gördüm. Klasik anlamda da, diğer uluslardan erkeklere pek benzemediği, çok farklı bazı yanlarının olduğunu gördüm.
Baskıcı sistemlerin etkisi altındaki erkek, bunun bütün acısını kadınlardan ve çocuklardan çıkarır. Yine ilginçtir, bütün sevgisinin kaynağınıda buradan görmek ister. Yani hem döver, hem söver, hem gözyaşı döker. Çok çelişkili bir kişilik! Sevmek istiyor, öldürüyor. Sevme tarzında öldürme var. Çocukları için de bu böyledir. Bu erkeği çok çaresiz gördüm. Çaresiz gördükçe bu erkeğin çözümlenmesi, bana nerdeyse en az kadın çözümlenmesi kadar önemli gözüktü. Şimdi, aslında sorunu kadın sorunundan ziyade, bir erkek sorunu olarak da çözüme tabi tutmam, büyük bir önem taşıyor.
Bunlar birçok ideolojide böyle ortaya konulmamıştır. Ideolojilerin çoğunluğu erkek egemenlikli olduğu için erkeği fazla çözmeye tabi tutma gereği duymazlar. Çok derin bir sosyalist kişilik olmazsa, erkek kendi iktidarını tehlikeye sokabilecek düşüncelere fazla yer vermez, kendini fazla eleştiri konusu yapmak istemez. Bu durum erkekte çok içselleşmiş bir yaklaşımdır.
Benim durumum biraz farklı. Klasik erkekle kopuşu ileri düzeyde sağladığım için cesaretle erkeği eleştiriyor ve çözüme tabi tutuyorum. Bu bir özgünlüktür, şüphesiz. Kadını da klasik boyutlarda çoktan erkekten hem koparmış, hem de özgürleştirmede önemli bir mesafe almış olduğum için, bu konuda da yaklaşımlar epey özgürleşmiştir. Çok dinamik bir çerçevede ele almaktayim. Ve bazı yeni kavramlar geliştirmeye çalışıyorum. "Erkekliğin öldürülmesi"nden tutalım, aynı bir biçimde "kadının yeniden yaratılması" ve "kadınsılığın öldürülmesi" gibi kavramlar ilgimi çekiyor. Sadece kavramlar düzeyinde değil, kadın ordulaşması gibi bir çaba içerisindeyiz. Çoğunun şaşırdığı, hatta büyük tepkilere de yolaçan gelişmelerdir.
Şüphesiz bunlar derin bir anlayişin ürünüdür. Ken-diliğinden yerleri olsa da esas itibariyla, bütün bu eleştirileri karşılayacak yeni yaşam tarzının temelini atmak için eşit ve özgürlüge dayalı bir çıkışın zeminini yaratmak zorunludur. Giderek plan-program bu temelde geliştirilmektedir. Dolayısıyla yeni topluma doğru yol alırken herkesın bilmesi gereken, burda da gelişkin bir planın giderek hayata geçirilmek istenildigidir. Özellikle yapimiz bunu bilmek zorundadır.
Bu bana hem çok önemli görünüyor, hem de yapacağımız bir çok işin devrim sonrasında değil, başında haledilmesidir. Bu konuda tarihi bir hatanın yapılmaması gibi bir anlayış da oldukça etkilidir. Eskiden derlerdi; "ulusal sorun sosyalizmden sonra çözülür", değil! Yine "kadın sorunu sosyalizmden sonra çözülür", degil! Anı anına, günlük olarak çözüme tabi tutulmadıkça ne sosyalist devrim olur, ne uluslar kurtulur, ne de cins kurtulur.
MED/TV.: Sayin Başkan, getirdiginiz çözümler aslında oldukça çarpıcı; dünya halklarının da oldukça ilgisini çeken çözümlerdir. Öncelikli olarak, yine erkeğin yaklaşımlarını biraz daha açmak istiyoruz. 8 Mart erkekler için neyi ifade ediyor? Aynı zamanda erkeğin bu 8 Mart’tan anlaması gereken şeyin ne olduğunun biraz daha ortaya konulması daha yararlı olacaktır. Bir de konuşmanızda kadını erkekten kopardığınızı, aslında cinsler arasında bu kopuşun aynı zamanda bir birleşmeyi de getirdiğini söylediniz. Bu birleşmenin içeriğini biraz daha koymak ve "erkeği öldürmek" kavramının çapını biraz daha açıklamak yararlı olur.
Abdullah ÖCALAN: 8 Mart, erkek için fazla birşey ifade etmez. Erkeğin mevcut düzeyiyle 8 Mart olsa olsa, kandırdığı kadına bir hediye almak gibi bir anlama sahiptir. Çoğunun gücü buna da yetmez. Erkeğin 8 Mart konusunda fazla bir sorunu olacağını sanmıyorum. Kendi anlayışımı da vurguladım. Eğer erkek kadına ilgi duyuyorsa -özellikle bizim devrimimizle bağlantılı olarak- şüphesiz böyle bir süreçte daha ciddi olma gereğini bilince çıkarmalıdır. Bu işler pek de benim ailemden, çevremden öğrendiğim gibi yürümez, öyle kadınla olunamaz veya "bende eskisi gibi bir erkek olamam" gibi bir sorgulamayı, bugünlerde daha sıkça kendisine uygulamalıdır. Bunu öneriyorum.
Bazı arkadaşlarımızın canı erken erkek istiyor, kadın istiyor, özellikle erkekler kadın istiyor. Bilinmeli ki bu konularda, bizim hem çözümleme düzeyinde büyük bir savaşımımız var, hem de savaşla bağlantılı, özgür yaşamla bağlantılı planlarımız var. Bunlara çözüm getirmedikçe bir erkeğin gizliden, hele hele klasik yetkilerine dayanarak veya gücüne dayanak, kadın araması boşunadır ve tehlikelidir. Aynı zamanda bazı köle kadınların da kendi cinsini, cinselliğini biraz fırsat bilip ortama dayatması da tehlikelidir. Bu günlerde daha çok bu konular üzerine yoğunlaşılması gerektiği kanısındayım. Ve giderek, sizi zorlayan bir sorunsa geliştirilen çözümler var.
Şimdi kadın savaşı veya bu temelde yaşam savaşı deyip geçmemek gerekiyor. İş ciddi. Doğru yaşam, iki cinsin birlikteliği temelinde olur. Ama nasıl bir birliktelik? Bizim toplumsal gerçekliğimize baktığımızda bu birliktelik, perişan bir birlikteliktir. Gücü kaybettiren bir birliktelik. Nerdeyse daha 15 yaşında kız, başını -adeta bir arı kovanına sokar gibi- bir aileye sokmuştur. Erkekte tüm namus anlayışını, tüm erkekliğini bir kadın üzerindeki hakimiyetinde görme gibi bir ucube duruma gelmiştir, hem de en erken yaşlarda. O yaşlarda artık bizim erkeğin karısından ve dolayısıyla çocuklarından başka düşünecek, ne bir vatanı vardır, ne güzel bir yaşam arayışı. Tam tersine, sırf karın doyurmak için sömürgecinin kapısında kırk takla atar. Hatta bugün bütün köy korucularının ve toplumumuzun, işbirlikçiliğin, en değme hainlerin bile, esasta bu duruma gelmelerinin nedenidir. Yaşam anlayışlarının, aile yaşam anlayışlarının onları getirdiği sonuçtur. Bunları çok iyi görüyorum.
Ben yurtsever bir insanım. Benim için önce ev değil; önce vatan sorusu geçerlidir. Nasıl olursa olsun, bir yaşam olsun anlayışı değil; özgür yaşam benim için esastır. Ve ben namus-onuru da burada görüyorum. Bunlar olmadıkça ne aile benim için ailedir, ne de saraylarım olsa, benim için saraydır. Hiçbir anlam ifade etmez. Böylesine yaman bir çelişki içinde bulunmaktayız. Maalesef erkeğimizin elinden gelen, 13’ünden, 25’ine kadar sırf bir başlık parası için, çeyiz parası için veya bir kadını elde etmek için diyar diyar dolaşmaktır. Kırk takla atar, kendini türlü türlü satar, bir kız buldu mu, ondan sonra da -cahil bir kadındır, erkeğe vereceği hiçbir şeyi yoktur- kaba cinselliğinden ve giderek sorun kaynağı olan bir kaç çoçuktan başka hiçbir şey sunamaz. Ne dili var konuşabilsin, ne yaşam hakkında bir felsefesi var tartışsın, ne bir gücü var herhangi bir soruna çözüm dayatsın. Bunlar yok. Dilsiz ve erkeğine en geriden bağlı olmaktan başka hiçbir özelliği yok. Bu, erkeği de boğar, kendisini de boğar.
Benim vicdanımın bunu kaldırması mümkün değil. Bizimle ilgilenen çevrelerin öncelikle bunu görmesi gerekiyor. Bazıları bizi eleştiriyorlar, birlikte yaşam nasıl, ne zaman olacak? Bu soruyu kendinize soracağınıza, "bu tehlikeli yaşamdan nasıl vazgeçeceğiz" diye sorun. Açık belirtmem gerekiyor ki, en değme arkadaşlarımız da, -saflarımız da dahil buna- "al sana dünya güzeli bir kız, nasıl yaşayacaksın" de-sek, nefes alış-verişini bile düzenleyemez, şaşa kalır. Kişiliği örgütsüzdür, kişiliği plansızdır. Kaba cinsel güdüleri ayaklanabilir. Bana göre, bu da düşük düzeyli bir paylaşımdır. Bir kadınla konuşmayı bile beceremez. Becermesi, kaba yönlü güdülerini tatmin etmeye yöneliktir. Ama bu büyük bir ayıptır.
Neden önce insan olarak anlaşmıyorsunuz? Çok temel sorunlarınız var. Sıkça örnek gösteriyorum; işte birlik kurmak isteyenler için çarpıcıdır. Kuşların yuvalarına bile bakın, insan eli yuvasına, yumurtasına değse, kuş orayı terkeder. Oraya artık "yuvamdır, yumurtamdır" demez, bırakır. Ama gelin görün ki bizim yuvamızın, yani vatanımızın, evlerimizin düşman işgalinin değmediği, sadece elinin değil, çizmesinin altında ezmediği tek bir noktası yoktur. Bu açık! Bir jandarma, bir polis her aileye istediği gibi girer; erkeğin kızına, karısına istediği gibi el atar, her türlü hakareti yapar. Bu açık bir gerçek. Bu durumda bizim erkeğin erkekliği kaç para eder? Kadının kadınlığı kaç para eder? Gerçekleri cesur tartışmaktan, ele almaktan çekinmemeliyiz! Ben bunları gördüm.
Benim için ilişki kutsaldır. Benim için ilişki çok özgün ve çok değerlidir. Ama ikinci gün bir işgalci gelmiş, kaba anlamda işgalciye gerek yok. Sürüm sürüm sürünüyorsunuz. Hiçbir ekonomik gerekçesi yok. Birlikte yaşam kültürü yok, sağlık yok. Başa bela! Bunlar ciddi sorundur. "Nasıl yaşamalı" derken, bu konularda neler yapabiliriz? "Vay başımıza gelen nedir" demeliyiz. Bunun belli bir onur düzeyini yaşadığını sanan bütün kızlarımızdan, erkeklerimizden önemle üzerinde durmalarını istiyorum. Haydi kölelik statüsü altında olanlara benim fazla diyeceğim yok. Ama bizim saflarda ilkesiz, fırsatçı kadın-erkek arayışları olmamalı. Sorunlarımız ağır. Kaldı ki, savaşı da bunu çözmek için gündemleştirmişiz. Bu öncelikle anlaşılmalıdır ve ben fazla açmakta istemiyorum.
Çok çarpıcıdır, hiç kimsenin inkar edemeyeceği bir ger-çekliktir. Herkesin yaşadığı gerçekliktir. Hem de bitirici bir biçimde, tüketici bir biçimde. Tabii ben bunu bir kader olarak görmüyorum. Aşılabileceği kanısındayım. Aşılacak gücü de kendimizde görmekteyim. Devrimi bunun için en önemli araç olarak değerlendiriyorum. Tam bir ustalıkla da gereklerini yerine getiriyorum.
Şunları soruyorum veya çözüm için şunları geliştirmek istiyorum: Düzen temelinde yüzyıllardan beri alışılagelen kadını da, erkeği de öldürmek! Tabii fiziksel anlamda kastetmiyorum. Moral düzeylerini, duygu düzeylerini, ilişki düzeylerini, kanunlara dayalı da olsa, gayrı-meşru ilan etmek! Ne böyle erkek olunur, ne böyle kadın olunur. Bunun, ilk yapmam gereken iş olduğuna inanıyorum. Biraz daha iyi anlaşılması için, kimse de bundan yanlış sonuç çıkarmamalı: Genel bir boşanma hareketi geliştirmek. Nedir genel boşanma ha-reketi? Şunu yine kimse istismar etmesin; varolan evliliklere karşı benim saygım var, kanunlar karşısında olmuş, imam nikahıyla olmuş. Ben bu tip birlikleri "yıkın, dağıtın" demiyorum. Ama yok işkence gibiyse de herkesin bunu dağıtma hakkı vardır. Yani bunu öldürmek gibi tutucu yaklaşımım da yoktur, anlayışta genel bir boşanma hareketinden bahsediyorum. Hatta evli olanların, sözlü olanların önce klasik anlayışlardan kendilerini boşamaları gerekiyor. Gerekirse resmi evlilikleri devam edebilir, resmi ilişkileri diyelim. Ama özde bir değişiklik yaratmak ve bu anlamda genel bir boşanma hareketi gerçekleştirmek bana çok çekici gelmektedir. Herkesin devrimden az-çok nasibini alabilmesi için birincisi bu.
İkincisi; bunun olması demek klasik kadınlığın ve erkekliğin öldürmesi de demektir. Bu ne demektir? Erkeğin özellikle kendini cinsel boyutuyla-cins boyutuyla kendini erkek sandığı ve onun üzerine inşa ettiği hayallerden, ahlaki değer yargılarından hatta düşünce demeyeceğim düşüncesizliğinden kendisini kurtarması gerekiyor. Ölüm budur. Yani bir yerde yeni yaşama başlangıç yapmak için ölmek denir, buna. Kadın için bu daha fazla geçerlidir. Mevcut kadınlıkla bu haliyle hiçbir şey kurtarılamaz. Hatta bana göre kadın mevcut kadınlığı da, mevcut erkekliği de en çok vurması gereken bir kişidir. Çünkü başına bela yağdırmaktan öteye hiçbir değeri yoktur. Herşeyi anlamsız kılıyor, güçsüz kılıyor. Kadınlığı başına bela olmuş, korkunç bir işkence haline dönüşmüş. Erkekliğe sunduğu kadınlık, erkeğe de felaket getirir. Giderek yalnızca tüm topluma, kaba anlamda soy sürdürür.
Toplumsal olarak bizim gerçekliğimizde özellikle, soy söndürüyor-sürdürmüyor bu önemlidir. Ulusal düzeyde soy söndürme var. Vatan düzeyinde vatansızlaştırma var. Özgürlük düzeyinden bahsetmeye bile değmez. Bunlar eğer ger-çekçi olarak görülürse, demek ki yaramız derin ve ağır operasyonlarla parça parça bazı yerlerin koparılmasını gerektiriyor. Diri yanlarımız kalmayacak mı? Bana göre kalır. Diri yanlar, yaratılacak yanlar vardır. Tabii ben bunlar üzerine de epey yoğunlaşıyorum. Herkesin de belli bir yoğunlaşmayı yaşama-sını isterdim. Bu bana göre önemli bir düşünsel boyuttan tu-talım, estetik boyuta kadar, askeri boyutundan tutalım, sportif boyutlarına kadar, komple ele alınması gereken bir yeniden yaratılma eylemidir. Ve bu bana çekici gelmektedir.
Saflardaki kadınları bu temelde ele alıyorum, erkekleri de bu temelde yenileştirmeye çalışıyorum. Kadına çok yönlü olarak müdahale ediyorum, bu hiç ayıp değil. Bana göre fiziğinin şekillendirilmesinden tutalım ruhunun, konuşma tarzının, giderek düşüncesinin nasıl olması gerektiğine kadar. Burada ayıplıktan öteye, çok cesaretli olmak gerekir. Bu vazgeçilmez bir görevin yerine getirilmesi gereği var. Görev de değil bu, yaşamın yaratılması gibi bir durum karşımızda.
8 Mart 1857'de New Yorklu binlerce dokuma isçisi kadın, 10 saatlik iş günü, çalışma koşullarının iyileştirilmesi, eşit iş, eşit ücret gibi talepler için greve gitti. İşveren, işçiler arasındaki dayanışmayı önlemek için fabrikanın kapılarına kilit vurdu. Sonra kuşkulu bir şekilde çıkan yangında 129 kadın işçi yanarak can verdi.
Bu olay büyük tepkiye dönüştü. 1903 yılında ABD'de kadının ekonomik, politik, ve kişisel haklarını savunabilmek için Kadın Sendikaları Koalisyonu kuruldu.
1908'de şubat ayının son pazar günü sosyalist kadınların New York'ta oy hakkı, politik ve ekonomik hak istekleri ile yürüyüşleri ilk kadın günü gösterisi olarak kabul edildi.
Amerikalı kadınların hak arayışları, Manhattan'da 1909'da 2 bin kişinin katıldığı gösteri ile devam etti, bunu 20-30 bin kadın tekstil işçisinin daha iyi ücret ve çalışma şartları için başlattığı genel grev izledi. Kadın Sendikaları Koalisyonu grevdeki kadınların ihtiyaçlarını karşılayıp, bu grev esnasında tutuklanan kadınların kefaletlerini ödedi.
Amerikalı kadınların mücadelesi Avrupalı kadınları da etkiledi. 1910 yılında Kopenhag'da toplanan II. Uluslararası Sosyalist Kadınlar Konferansında, dünya kadınlarının isteklerini dile getirebilecekleri uluslarası bir günün kararlaştırılması ile ilgili Clara Zetkin'in önerisi kabul edildi. Kesin bir gün belirlenmeyen bu kararın ardından ilk Dünya Kadınlar günü 19 Mart 1911'de Almanya, Avusturya ve Danimarka'da kutlandı.
Dünya Kadınlar Günü'nün 8 Mart'ta kutlanmasına ise 1972 yılında Sydney'de yapılan Mart Hareketi adlı büyük bir organizasyonla başlandı.
Birleşmiş Milletler'in 1975-1985 yılları arasını; Birleşmiş Milletler Kadınlar On Yılı; ilan etmesinin ardından 16 Aralık 1977'de 8 Mart'ın 'Dünya Kadınlar Günü' olarak kutlanmasına karar verildi. Bunu izleyen yıllarda da Birleşmiş Milletler'e üye ülkeler 8 Mart'ı Dünya Kadınlar Günü olarak kutlamaya devam ettiler.
8 Mart 1998 günü Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan tarafından kamuoyuna ilan edilen kadın kurtuluş ideolojisi bu başarıyı evrenselleştiren bir adım olarak tarihte yerini almıştır. Kadın kurtuluş ideolojisi salt bir kadın-erkek eşitliği yaratma amacıyla ya da salt kadın cinsinin kurtuluşuyla sınırlı olmayıp yeni yaşam bakış açısıyla yoğrulan bir kültür yaratmayı hedefler. Bu anlamda toplumsal düzlemde yaratılacak olan değişimi ve dönüşümün başat öğesi olan kadının, kendi doğasına, ilk toplumsallığına dönüş yapması ve bu ideolojiyle öngörülen dönüşümü kendinde somutlaştırmasını gerektirir.Yaşanan yüzyıl kaosundan en yaratıcı, yenileyici ve dinamik olarak çıkmak, tarihsel gelişim eğrisini özgürlüğe doğru çevirmek ancak kadının kurtuluşunu hedefleyen, toplumsal cinsiyetçiliğin aşılıp kadın yanlı yeni bir yaşam yaratmaya yönelen kadın kurtuluş ideolojisi ile olacaktır.
Abdullah ÖCALAN
I.Yurtseverlik
“Kürdistan söz konusu olacaksa eğer veya ana topraklar diyelim, o ananın da bahsettiği gibi yani o topraklarda yaşamak en güzeli diyorsak, herşeyden önce kadın ideolojisi topraksız olmaz. Hatta toprağın ekine açılması, üretime açılması, biraz da kadın sanatıyla bağlantılıdır. Demek ki kadın ideolojisinin birinci ilkesi, doğduğu topraklarda yaşamaktır.
Kadın kurtuluş ideolojisinin başlangıç ilkesi, yurdunu sevmek, toprağına anlam vermek, toprağının üzerinde yaratılan tüm değerlere saygılı olmak ve onları korumak, bu temel yaklaşımla yeni değerler yaratmakla yaşamsallaştırılabilir. Bu ilkeyle örgütlü kadın gücü, Kürdistan kadını öncülüğünde halkın kendi kültürüyle, kendi değerleriyle, maddi ve manevi tüm tarihsel değerleriyle buluşmanın, onları anlamlandırarak, büyüterek geleceğe taşımanın temel yürütücüsü olur. Kadının, tanrıçalaşmayı yaşadığı Mezopotamya topraklarının mevcut durumda yaşadığı insansızlaştırmaya, Mezopotamya insanının topraktan uzaklaştırılmasına karşı yaklaşımı, kadın kurtuluş ideolojisinin yurtseverlik ilkesi doğrultusunda bir mücadeleyi esas almak olmalıdır. Kürdistan’da değer bilincinin insan, madde ve her türlü üretimle birlikte anlam kazanması toprağın, özgür bireyle ancak özgür bir nefes alma imkânını getirecektir. Bununla birlikte ancak doğru bir yurtseverlik bilincinin sağlanması, ezilen psikolojisinin, ulusal inkârcılığın, köksüzlüğün aşılarak doğru bir yurt sevgisinin oluşturulması, dünya insanlığıyla doğru bir bütünleşmeyi getirecektir. Kadın kurtuluş ideolojisi doğrultusunda yurtseverlik ilkesini yaşamsallaştırabilmek, evrenselleşmenin de önemli bir aşamasını oluşturacaktır.
II. Özgür Düşünce, Özgür İrade İlkesi
En somut bir ifadesi ile kadın istediği gibi yaşar, kararlaştırır. Onun düşüncesine güveneceğiz, onun iradesine saygılı olacağız. Kadın Kurtuluş İdeolojinin vazgeçilmez bir ilkesi de budur.
İnsan türünün maddi gerçeklik içinde kendini farklılaştırarak yeni bir kimlik kazanması, onun düşüncesinin yansımaları olan ve toplumsallaşmaya zemin hazırlayan edimlerle gerçekleşmiştir. Varlığı koşullayan bir boyut da özgür ve iradi düşünme, buna göre yaşamadır. Özgür ve iradi düşünmenin inkârı varsa öz varlığın yaşamasından söz edilemez.
III. Özgürlüğe Dayalı Bir Yaşam Paylaşımı Ve Örgütlülük İlkesi
Özgürlüğe dayalı bir yaşam paylaşımı için örgütlülük gerekir. Örgütsüz insan bir hiçtir. İlk örgütlenme kadınla başlamıştır. En çok örgütlenmeyi esas alması gereken güç kadındır.
İnsanın varoluşuna, toplumsallaşma gerçeğine aykırı olmasına rağmen köleleştirmenin, sınıflı toplum tarihi boyunca varlığını sürdürmesi, kendini örgütlü bir güç olarak somutlaştırmasından kaynağını alır. Sümer tapınağı olan zigguratlar, hiyerarşik devletçi sistemin oluşturulduğu, eril zihniyetin şekillendirilerek kurumlaştırıldığı bir dölyatağı rolünü üstlenmiştir. Burada başlayan örgütlülük toplumun sınıflandırılarak köleleştirildiği, bunun tüm topluma dayatıldığı bir örgütlülüktür. Tahakkümcü sistemin gelişim yılları boyunca sağlamlaştırdığı, insan zihni ve bedeni üzerindeki egemenliğini derinleştirerek arttırdığı örgütlülüğe yönelerek onu aşabilmek ve özgürlüğe dayalı bir yaşam yaratabilmek ancak güçlü bir örgütlenmeyle mümkündür. Mevcut sistemin tüm örgütlenme ve kurumlaşmaları erkek karakterlidir. Bu eril hâkimiyetin örgütlenme diyalektiğindeki cinsiyetçilik, kadın üzerindeki hâkimiyet kadar ezilen sınıf, ulus ve tüm sömürülen kesimlerdeki erkek üzerinde de hâkimiyet kurmakta, onu da hiçleştirmektedir.
IV. Örgütlülükle Birlikte Mücadele İlkesi
İdeolojik-politik esaslar başta olmak üzere, örgütselliğe ilişkin, kültüre ilişkin velhasıl kendisini güçlendirebilecek her alana ilişkin kadının tam bir mücadeleci olması gerekiyor.
Mücadele kavramı varlıkla birlikte varolan ve olmaya devam eden bir olgudur. Çünkü varlıkların doğasında mücadele vardır.
Tahakkümcü sistemden kendini kurtararak, örgütlü bir güç halinde varlığını korumak, eril zihniyete karşı kadın eksenli bir ideoloji yaratmayı amaçlamak, ancak sağlam temelli bir mücadele gücünü kendinde oluşturmakla olanak dâhiline girebilir. Özgürlük mücadelesi saflarındaki kadın, bu durumda tarihsel bir bilinçle özgün örgütlülüğünü ele almalı ve mücadele yürütmelidir. Bu durumda bir kadın militanın her an hatırlaması ve ona göre kendi yürüyüşüne yön vermesi gereken gerçeklik mücadelesizliğin onu sistemle bütünleştireceği, mücadelesiz geçen her anın sistemin bir kazanımı olarak zamanda yer edineceği gerçeğidir. Mücadele ilkesini kendi kişiliğinde süreklileştirebilmek güçlü bir örgütlenmeyi ve özgür iradeyi de açığa çıkaracaktır. Kadına biçilen sessiz, verili olanı kabul eden, kendi iradi duruşu olmayan sıfatlandırmaları ancak bu ilkenin güçlü uygulanarak, kadın cinsinin öziradesini yaratarak, adım adım başarıya yönelerek aşılabilir ve kadın bu yolla kadın kurtuluş ideolojisinin öngördüğü yaşama yakınlaşacaktır.
V.Yaşamın Estetikle, Güzellikle Olan İlişkisi İlkesi
“Güzel yaşamın büyük ve kutsal ilkeleri kadar, onun nakış işlemesi gibi ilmik ilmik dokunması gereği vardır. Gözle, davranışlarla her şeyin estetik yani güzellik sınırlarında yürütülmesi gerekir. Büyük yaşamın özü örgüt ise örgütlülük düzeyi ise bunun elbisesi de güzel nakışlardır. Veya böyle bir dokunmayı gerektirir. Nedir bunlar? Dildir, davranış güzelliğidir.
Eğer özgürleşmek amaç olarak belirleniyorsa başlangıç olarak estetiğin çıkış noktası erkek eksenlilikten, erkeğe göre olmaktan çıkmalıdır. Bununla birlikte düşüncesinden fiziğine, davranışlarından üslubuna, konuşmasından beden diline ve ifade gücüne kadar bir bütün olarak amaçlı, anlamlı ve estetik bakış açısına sahip bir yaklaşımın esas alınması gerekmektedir. Yaşamın kadın kurtuluş ideolojisi ilkeleri doğrultusunda ele alınması, örgüt bütünselliği ve disipliniyle somuta yönelmesi ve estetik bakış açısıyla biçimlendirilmesi kadını başarıya yakınlaştıracaktır.
Ancak bununla kadın doğal toplumdaki gibi yaşamın cazibe dolu bir öğesi olacak, kendi somutunda köleliği değil özgürlüğü derinleştirecek, kendine yakınlaşanı sistemin ağlarından kurtararak özgürlüğe çekecek olan özüne kavuşacaktır.
İnsan her şeyin en güzeline layıktır. Kadın kurtuluş ideolojisini kendilerine temel alan özgürlük arayışçısı kadınların kendi güzellikleriyle yaratacakları yeni özgür yaşam, tüm insanlara güzelliği verebilecek bir dünyanın garantisi olacaktır.
8 Mart 2000 kadınına!
Seninle yaşamak için
Aramızda, Adem ile Hava'dan beri
Ekilen kara çalıların sökülmesi,
Yükseltilen duvarların kaldırılması gerekir!
Bunun için,
İlk sınıf, ilk hakim
Yalancı ve zalim erkekliğin yenilmesi
Ve uygarlığın çaldığı ateşin, alınması gerekir!
Bunun için,
Tüm Prometuslara bedel bir kavgayı göze aldım!
Dünyayı karşımda buldum..
Ve Prometeus'un memleketinde
haince esir düşürüldüm..!
Ey kutsal ana
Ve Sevda kadını!
Reber APO
8 Mart 2000
- Ayrıntılar
Geçmişten geleceğe süre gelen bir heyecanla yeni bir 8 Martı yaşıyoruz. 8 Mart dünya emekçi kadınlar günü, yani emeğin, iradenin, azmin, mücadelenin, inancın sembolü. Kadına dair birçok gerçeği en yalın ve sade, açık, içten ve güzel bir şekilde ifade eden bir gün. Baharın müjdeleyicisi tabi ki, mart ayının bu günlerinde her ne kadar zorlu kış koşullarını her solukta hissetsek de 8 Mart bize neleri ifade etmiyor ki bahara dair. Çünkü bahar da aynı zamanda kadını ifade ediyor. Kadını anlatıyor bir nevi. Kadın olmanın sevincini insan daha çok hissediyor baharın. Kadının güzelliği doğanın güzelliği oluyor, kadın da birer çiçek misali renk veriyor bütün yaşama. İşte 8 Mart biraz da bize bunu anlatıyor.
Şimdilerde her yerde Kürt kadınları büyük bir coşkuyla görkemli bir şekilde eylemler yapıyorlar, serhildan tadında, zılgıtlarla, sloganlarla kutluyorlar 8 Martı. Jin, Jîyan, Azadî yazılı pankartlarla sokakları arşınlıyorlar. Özüne yaraşır bir biçimde, uğruna ne bedeller verildiğini bilerek, kendinden öncekilerin mücadelelerini devam ettirerek, yaşanan acıları hissederek kutluyorlar 8 Martı. Aslında sistemin bütün geriliklerine baş kaldırıyorlar demek belki de daha uygun düşer. Çünkü Kürt kadını direnişle dolu bir tarihin insanı. Çünkü Kürt olmanın kendisi hele de kadın olmanın kendisi direnerek yaşamak oluyor.
Evet bu gün Kürdistan topraklarında Kürt kadınları büyük bir özgürlük mücadelesinin baş aktörleri olma durumundalar. Bu toprakların geçmişine layık bir duruş sergiliyorlar. Çünkü her ne kadar egemen sistem kadın tarihi dışı bırakmaya çalışmış, sanki bütün insanlık tarihi kendi yaratımıymış gibi gösterse de şunu gerçeği iyi bilmeli; bu gün kadın kendinden çalınan tarihi yeniden yazıyor. Mezopotamya topraklarında onun esmer tenli, güleç yüzlü kızları artık tarihte yeni bir sayfayı, tertemiz bir sayfayı aralıyorlar. Önder APO’nun izinde özgürlük yürüyüşünü zirvelere çıkartan Kürt kadını toplumsal cinsiyetçi, basmakalıp yaşam tarzını temelinden sarsıyor aslında. Çünkü 8 Martlar bir direniş günüdür, bu gün kanla, emekle, iradeyle yaratılmıştır. Mücadeleyle, dirhem dirhem çabayla ortaya çıkmıştır. Dönüp tarihe baktığımızda birçok onurlu kadının siması ile karşılaşıyoruz. Roza’ları, Clara’ları, Anna’ları, Leyla’ların gülen gözlerini, kararlı yüzlerini görüyoruz. Onların ardılları olan Zilanları, Beritanları, Viyanları, Yıldızları görüyoruz.
İşte 8 Martlar böyle yaratıldı. Egemen sistemlerin her şeyi kendine mal etme hastalığı dünya emekçi kadınlar gününde kendini gösteriyor. Sanki kadın katliamını, tecavüz kültürünü, dışlanmayı, küçük ve hor görülmeyi kendisi değil de bir başkası yapıyormuş gibi yalan dolanlarla işini yürütebileceğini zanneden erkek egemenlikli zihniyet tabi ki yanılıyor. Çünkü biz kadınlar devletleştiren, sistem içileştirilen 8 Martları değil, kadının öz iradesi ile mücadelesi ile yaratılan 8 Martları kutluyoruz.
Bu anlamıyla kadın özgürlük mücadelesi açısından önemli bir sembol 8 Mart. Elbette ki kadın mücadelesi her zaman oldu. Beş binyıllık erkek egemen sistemin karşısında beş binyıllık bir direniş kültürü vardı. O yüzden egemenler ilk başta kadınları vurun diyorlar, çünkü sistem karşısındaki alternatif, sistem içileşmeyen tek güç kadın. Bunu bildiği için şimdi APK de Kürdistan’da en çok kadını hedef yapıyor kendine. Kürt kadınlarını, genç kızlarını, çocuklarını bastırmaya, sindirmeye çalışıyor. Tecavüz kültürünü, kadın katliamlarını, sözde namus cinayetlerini en çok geliştiren güç AKP bu gün. AKP zihniyeti Türkiye’nin başına geldiğinden bu yana kaç kadın öldürüldü sözde namus çirkinliği yüzünden. Günde kaç kadın tacize, tecavüze, işkenceye, dayağa, tehdide, yani akla gelebilecek her türlü insanlık dışı muameleye maruz kalıyor. Bu bütün Türkiye genelinde yaşanmıyor mu? Cezaevlerinde tecavüze maruz kalan Kürt çocukları için kimin hesap vermesi gerekiyor? Elbette ki bu rezaletin baş sorumlusu AKP zihniyeti.
Sözde kadın koruma planlaması gibi göstermelik birkaç yasa ile mi korunacak kadınlar. İnsanın şunu sorası geliyor AKP kadını kimden koruyor peki? Bu gün bu kadar kadın katliamına sebep olan bu zihniyet mi kadını koruyacak? Zaten Türkiye’de yaşan bütün kadınlarına toplumsal cinsiyetçiliğin en alasını dayatan, en geri geleneksel yaşam şeklini dayatan, fuhuşu hat safhaya çıkartan kendisi değil mi? Şunu açıkça söylemek gerekiyor AKP zihniyeti kadın katliamcısı bir zihniyettir, kadına düşman bir zihniyettir. Erkek egemen düşüncenin, ataerkil sistemin en kurnaz uygulayıcılarından biridir. O yüzden bu gerçekliği iyi bilerek, AKP’nin bu yanını daha iyi bir şekilde ortaya çıkartarak daha güçlü bir mücadele içerisinde olmak gerekiyor.
İşte Kürt kadınları için 8 Mart bu geri zihniyet sahiplerine karşı verilen mücadelenin bir ifadesi oluyor. Kürt kadınları, anaları, genç kızları sadece 8 Martlarda değil yılın diğer geri kalan üç yüz altmış beş gününde de meydanlarda, sokaklarda, yaz kış demeden özgürlük mücadelelerini veriyorlar.
Bu günlerde Kürdistan topraklarında yine rengarenk çiçekler açıyor, yeniden bahar geliyor. Bizim için bir serhildan ayı olan Mart ayının bu ilk günlerinde Kürt kadınları rengarenk ulusal elbiseleri ile ellerinde bayraklarla, yeri göğü inleten haykırışlar ile bir kez daha Özgürlük kazanacak diyorlar. Bizler de onların yoldaşları olarak Kürt kadınları şahsından bütün kadınların 8 Martını kutluyoruz. Sadece yılın bir günün değil, diğer bütün üç yüz altmış dört gününü de kadın günü yapacağımızın sözünü veriyoruz.
Sema Viyan
- Ayrıntılar
Öncelikli olarak yaklaşan 8 Mart dünya kadın emekçiler gününü dünyadaki tüm kadınlara ve bu direniş gününde nasibini almış tüm insanlara kutlu olsun.
Ataerk sistem nedir? Ataerk sistem bin yıllar önce kadının öncülüğünde, anacıl kimliğiyle geliştirdiği ana yanlı toplum özelliklerine el koyarak kadın rengini silmenin adıdır. Çokça söylendiği gibi Ataerk sistem yaklaşık beş bin yıl önce üçlü şeytani ittifak olarak bilinen; şaman yani rahip, askeri şef yani avcı erkek ve anaların yanında ve gölgesinde tecrübe kazanmış ihtiyar erkek yani gerontokratların ortaklaşması ve kadına karşı geliştirdikleri komplolar sonucu ana tanrıçaların geliştirdiği doğa, insan ve toplum endeksli sisteme el konulmasıdır.
Başka bir deyimle insanlığın ilk kez köleleştirilmesinin serüvenidir Ataerk sistem. Kadının köleleştirilmesiyle başlayan süreç esasta insanlığın köleleştirilmesinin de başlangıcıdır. Öyle ki başat olan bir ana tanrıça kültüründen günümüze ulaştığımızda tümden silinmeyle yüz yüze kalmış, zorunda bırakılmış olan bir kültür.
Ataerk sistem kadını katletmekle insanlığı katletmiştir. Öyle ki kadın renginden bir şey bırakmamaya yeminli olan bu sistem en çokta kapitalist sistemle zirve yapmıştır. Kadını belki de en çok değersizleştiren sistemin de adıdır Kapitalizm.
Bunun için kadın rengi aynen eski görkemli günler gibi yaşatılmak isteniyorsa en çokta karşı durulması gereken sistem kapitalist sistemdir. Bu sistemin adı modern de olsa özünde beş bin yıl önce başlayan ve özünde hiçbir şeyi değiştirmeden tam tersine kadını köleleştiren bu Ataerk sistemi her geçen gün daha fazla yaygınlaştıran bu ucube sistemdir. Bunun için kadın duruşu en çokta bu ucube sisteme karşı konacak olan duruşla mümkündür.
Dünyanın her yerinde şöyle ya da böyle kapitalist modernist sisteme karşı bir duruş söz konusudur. Kadın rengi her geçen gün artarak gelişiyor ve gelişecektir de. Ancak bu karşı koyuşlar çok köklü ret ve kabul ölçülerini beraberinde getirmemesi durumunda bu mücadele zayıf kalacaktır.
Ret ve kabuller esasta kapitalist modernist sisteme karşı ret ve kabullerle başlar. Kapitalist modernist sistemin vaat ettiği ne kadar değer varsa bunları kusma temelinde yani ret etme temelindeki bir yaklaşım sergilenmesi durumunda kadın rengi gelişebilecektir.
Kadın rengi ise esasta Ataerk sisteme retle başlar. Yani birilerinin gölgesinde çıkmayı hedefleyen, birilerine bağımlı olmadan, kendi duruşunu sağlayarak yapılabilir. Bu ise kimlikli olmak demektir. Sorun toplumun yarısı olup olmanın çok ötesinde sağlam bir duruşu yakalamakla mümkündür. Yukarıda da belirtildiği gibi gerekirse Ataerk sistemin tümüne yani topuna kafa tutarak yapılabilir.
Dünyanın en geri ve feodal toplumu olarak Kürtler biliniyor. Siz buna tüm İslami değerleri de ekleyin. Ama bugün bu objektif duruma rağmen Kürdistan’da yaşamın, eylemin, siyasetin, düşünmenin, savaşmanın ve tabii ki sosyal etkinliklerin tümünde kadını başat güç olarak görürsünüz. Bugün böyle sözde “geri” kalmış bir toplumun içerisinde on binlerce kadın meydanları dolduruyorsa durup biraz düşünmek gerekir.
Dünyada en güzel 8 Martlar Kürdistan’da kutlanır ve kutlanıyor dersek bazıları alınabilir. Ancak alınmaya hiç gerek yoktur, meydanlara hem nicelik olarak hem de nitelik olarak buna bakmak yeter de artarda. Neredeyse Kürdistan’ın her şehrinde, her kazasında ve köyünde bugün 8 Mart heybetle kutlanıyor. Ve bu kutlamalar sadece 8 Mart günü birkaç kırmızı gül dağıtmakla da sınırlı değildir. Kürdistan’da 8 Mart şubat ayında başlayarak 21 Mart’a kadar uzanan en az 3 haftalık bir etkinlik ve direniş bayramıdır.
Evet, en iyi ve en güzel 8 Martlar Kürdistan’da kutlanır. Nedeni ise Ataerk sisteme karşı en güçlü direnişler ve başkaldırılar Kürdistan’da verildiği için bu böyledir. En büyük Ataerk güç ise devlettir, ordudur ve bu ucubelerin yarattığı ucube erkekliktir.
Bu direnişi kesintisiz sürdürmek için için o zaman ilk elden bu üç ucubeye karşı meydanlara. Meydanlara daha fazla adalet için, daha fazla paylaşımcılık için, daha fazla eşitlik için, daha fazla özgürlük için. Ve tabii ki daha fazla anayanlı bir toplum yaratmak için…
Kasım Engin
- Ayrıntılar