Kendi kendini kışkırtan kişilik kavramı diye bir kavramın ruhsal bilimde olup olmadığını bilmiyoruz; daha doğrusu ben bilmiyorum.
Bir komutan arkadaşımız birkaç yıl önce bir tartışma içerisinde ‘kendi kendini kışkırtan kişilik’ diye bir tanımlama yapmıştı. Tanımladığı durum ise; adeta sürekli kavgalı, hır-cırsız olamayan, kavga etmeden duramayan, hep birileriyle çatışmayı, ağız dalışını yaşayan ve bunu yapmadan da edemeyen kişilik tipleri için kullanmıştı.
Benzer bir yaklaşımı Kemal Sunal’ın ‘Şark Bülbülü’ filminde görmüştük. Kendi kendini kışkırtan kişilik ya birilerine çatacak-çoğu zaman görüldüğü gibi bu yetmedi mi-birilerini kendisini tokatlaması ve küfür etmesini isteyerek bu kışkırtılmış kişiliğini dindirecek. Bu filmde ‘Mazlum’ diye çağrılan tipin yerine Şaban yani Kemal Sunal geçince söylemek istediğimiz kendi kendini kışkırtan kişilik tiplemesinin neme nem bir tipleme olduğu daha iyi görülüyor.
Yukarıda söylenenlere ek olarak da birkaç ay önce ‘Mazlum’ vakasının Türkiye’de resmi olarak para karşılığında bir meslek olarak icra edildiğini TV’de öğreniyoruz. Yani kendi kendini kışkırtan kişilikler para karşılığında bir ‘Mazlum’u’ bularak böylece suç işlemekten kendilerini korumuş oluyorlar.
Öyle görülüyor ki Türkiye’de kendi kendini kışkırtan kişilik bir ciddi hastalık olarak tüm toplumu sarmış. Toplumun önde gelenlerinden bu vakayı çok net bir şekilde görmek mümkündür. Hiç bir şey ortada olmasa da hep birilerine çatan, höt diyen, kavgacı, ağzı çoğu hakaret dolu, kaşları çatık, gözleri sağa sola hep tehdit gönderen, gülme özürlüsü, polemikçi, Bush gibi yürüyüşü havalı, en küçük eleştiriye karşı ‘hainler, yalan, mesnetsiz’ sözlerini basan sürekli gerilmiş bir kişilik sendromu.
Böylesine kendi kendini kışkırtan kişiliklerin başında İlker Başbuğ’un geldiği kesindir. Dikkat edilirse; ne zaman basına bir mülakat vermişse orada bir kavga vardır. Bu sivil elbiseyle olur askeri üniformayla olur, fark etmiyor. Bizim gördüğümüz ve bildiğimiz bu kişiliğin hep hır cırlı oluşudur. Kavgalı oluşudur. Küfürlü oluşudur. Gözleri çatık oluşudur. Hakaret yağdırmadığı tek kimseyi bırakmadığıdır. Eleştirilere karşı hep höt’leyen, ellini masalara vuran, masa yoksa işaret parmağını havada sallayarak ‘sizler, hainler, yalancılar, utanmazlar’ gibi tam da kendisine yakışır sözleri sarf etmeden edemiyor.
En son yine bu kendi kendini kışkırtan kişilik höt’ledi. Bir de Türkiye basının generallere yağ sürmekten bıkmayan kimi gazeteci ve yazarın sürekli Başbuğ’u ‘ne kadar büyük bir akademisyen’ olduğunu ısrarla dile getirmeleridir. İsimlerini vermeyelim ama ancak birisini vermeden de etmek olmaz: Fikret Bila buna çok iyi bir örnek. Akademisyen kimliği, aydın kimliği olan biri cırt pırt hötler mi? Birileri onu eleştirdi diye ‘hainler’ sözünü mü basar? Elini masaya mı hep vurur? Gözleri hep çatık mı durur? Velhasıl aydın kişilikler öncelikle akıllarını iyi kullanmasını bildikleri için olgunluklarıyla ile bilinirler. Sakinlikleri ile bilinirler. Hoşgörüleriyle bilinirler. Yumuşak dilleriyle bilinirler. Tartışmaya açık kişilikleriyle bilinirler. Belki istisnalar olabilir ancak genel duruşlarının bu olması gerektiği kesindir. Bu kısa söylenenler bile bazı yağcılığı kendilerine meslek edinmiş kimi gazeteci ve yazar için yeter de artarda.
Devam edelim: bir iki gün önce basın camiasının Dersim’de yaşanan bir olay için neden tedbir alınmadı sorusu ya da eleştirisi üzerine söyledikleri insanı dehşete düşürüyor; "bugün maalesef Türkiye'de basının bir bölümü, çok açık söylüyorum, İstiklal Savaşındaki mütareke basınını dahi aratacak seviyede. Ben inanıyorum ki mütareke basını dahi bu kadar hain bu kadar önyargılı değildi." Ve bir eleştiriyle tüm basın hain oluverdi çıktı. Tabii kendi kendini kışkırtan kişilik bu kadarla sınırlı kalmıyor devam ediyor; "Bugün bir olay oluyor, daha olayla ilgili elinizde en ufak bir bilgi yok, en ufak bir şey yok, hemen olayla ilgili olarak komplo senaryoları ortaya atmak ve her şeyde Türk Silahlı Kuvvetleri'ni eksik ve hatalı olarak göstermek hainliktir." Bunlar mikrofonlara söylenenlerdir. Acaba İngiltere Başbakanı gibi mikrofonlar uzaklaştı mı neler söylüyordur Başbuğ?
Lafı uzatmadan; İlker Başbuğ kendi kendini kışkırtmada bir numaradır. Kendi kendini kışkırtan kişiliklerin hastalıklı yapılara sahip olduğunu da Türkiye’de birçok gazeteci yaşayarak görüyor.
Onurlu duruş sahibi aydın, yazar, gazetecilerin kendi kendini kışkırtan kişiliklerin " Mazlum…" demelerine artık karşı durmaları gerektiğini düşünüyoruz. Kimi yazarın bunu onurlu bir şekilde yaptığını görüyoruz. Ancak kendi kendini kışkırtan kişiliklerin-hele bunlar toplumun önemli mevkilerinde yer alıyorlarsa-çok ciddi tahribatlar yaratıklarını söylemenin bile gereği yoktur. İlker Başbuğ’un yanına Deniz Baykal’ı eklerseniz ne söylemek istediğimiz daha iyi anlaşılır.
Not: Birkaç yıl önce yapılan bilimsel bir araştırmaya göre somurtma esnasında tam 44 sinirin-adalenin harekete geçtiğini aynı kişilerin gülme ya da güleçlik gösterdiklerinde sadece 15 sinirin harekete geçtiğini tespit etmişler. Başka bir deyimle somurtma insan ömrünü kısaltıyormuş. İlker Başbuğ ve benzer askerlere duyurulur.
- Ayrıntılar
Türk ordusu üzerine çeşitli yazılar yazılmaktadır. Avrupa’daki gibi ordu sistemine geçemeyişin nedenleri tartışılıyor. İlk örgütlemesinden şimdiye kadar ki durumun analizi yapılıyor. Osmanlı’dan bu yana, bu ülkedeki hiçbir sorunun muhatabı ve çözüm gücü halk olmamıştır. Türkiye’nin sorunları askerlikte öğrenilir, hatta toplumsal rüşt askerlikten sonra başlar.
Bu ülkede ordunun tarihi vardır. Devlet kuran ordudur. Birçok olgu ordu ile yapılmış değiştirilmiştir. Sivil siyaset bir üniforma değişikliğidir. Türkiye’deki Devlet ulus zihniyeti bir ordu icadıdır. Bilim ve siyasetin değişimler üzerinde hiçbir etkisi yoktur. Ordu, bunu hacimce çok kalabalık bir sayı ile gerçekleştirdiği gibi askere aldığı insanı aynı mantıkla eğiterek, asker ocağı dediği şeyle toplumu askerleştirmiştir. Bu sistemle milyonlarca insan asalakça geçinmekte bununla beslenmektedir.
Subay sayısı, Avrupa ülkelerindeki orduda yer alan askerlerden daha fazladır. Emekli sayısının da eklerseniz, Türkiye nüfusunun orta yaş oranlaması olarak yüzde ondan fazlası ordu elemanıdır. Çalışan sayısını hesaplayıp, yüzdeliğe vurursanız dörtte bir gibi abartılmış bir sayı çıkar. Subay ve askeri eleman seçiminin olduğu bölgelerde belidir. Toplumu bir karınca gibi yöneten bu mantık, çabuk çabuk değişmek istemez. Savaş gibi bir olayın gündemde olması bu kesim için tam bir bayramdır. Savaş paranoyası ekmeklerine yağ sürer. Konvansiyonel savaşlarda hayatları tehlikeye girdiği için, bu tür savaşların yanlısı değildirler, Ama düşük yoğunluklu savaşlar onları besler, kasanın ağzını onlara açar. Yani bu sayının elerinde olması dış tehdit için değildir, tam tersine siyaset üstünde etkili olmak içindir.
Kürt sorununun devam etmesi ordunun çıkarınadır. Ordu sayısını bu miktarda tutmanın belki de en büyük nedeni savaşı toplumsallaştırmak içindir. Acılar yayıldıkça sorun derinleşmektedir. Ordu yarattığı zihniyeti tüketiyor. Türkiye ordusunda her zaman savaş vardı. Şu an olan şey bunun gerçek halidir. Bütün toplum bir savaş paranoyasıyla şekillendirilmiştir. Bütün Türkiye’yi savaşa koymak bir gelenektir. Şu an bir orta çağ savaşını yaşıyoruz. Türk ordusu gerilla ile halkı savaştırıyor. Bir zihniyet savaşıdır. Ordu bir milyon sayı ile bile gerilladan korkuyor, sayı korkusu oradan gelmektedir. Amanoslardaki halka, Karadeniz halkına zorla silah verip köyler karakollaştırıldı.
Profesyonel ordunun bu şartlarda gerilla ile savaşması mümkün değildir. Zaten fiiliyatta bir özel ordu vardır. Özel timin gerillaya karşı başarılı olamaması, savaşın yenilgiye doğru gitmesine sebep olur. Eğitimli bir askeri kandırmak, tehlikeli yere göndermek, ölümün üzerine yollamak zordur ama bir Anadolu köylüsünün vatan duygularını sömürmek çok kolaydır. Yıllarca, gerillanın Ermeni olduğu yalanıyla binlerce Anadolu gencini hiç anlamadığı bir savaşa sürükleyerek canlarına kıydılar. Savaş şartlarındaki bir yaşamdan on kat daha kötü hale getirilen toplumsal yaşamdan savaşa gelmek, rahat ikna etme olanağını sağlamaktadır. Evinde barbunya bulamayan bir Anadolu gencinin, askerde fabrika depolarındaki eskimiş konservelerle üç öğün yemek yemesi, askerliği evinden daha rahat bir yer olarak görmesine neden olmaktadır. Paralı bir askeri böyle yaşatmak ve savaştırmak çok zordur.
Türk ordu tarihinde, paralı askerlerin çok kötü bir sicili vardır. Ya isyan etmiş ya da komutanlarını öldürmüşlerdir. Yeniçerilerin tarihi bu türlü şeylerle doludur. Dolayısıyla her halükarda böyle bir değişim komutanların işine gelmemektedir. Değişmemenin başka bir nedeni de, Türk subaylarının dar, dogmatik ve kıt akılı olmaları, taktikten anlamamalarıdır. Öküz hücumu diye bir saldırı biçimi vardır. Panik artıkça öküzlerin kaçma ve saldırma yönleri aynı yöne doğru olur. Sayılarının fazlalığı, karşı duran şeyi sayıca zorlar. Dolayısıyla, Türk ordusunun böyle binlerce operasyonu vardır. Akıl ile yapılan bir savaştan çok, her tepenin başına bir tabur yerleştirilerek operasyonlar yapılırdı.
Ordunun bu hali, bu kıt kafa ve askeri taktikten uzak olan komutanlar için bulunmaz bir Hint kumaşıdır. Sayının azalması demek, asker değerinin artması anlamına gelecektir. Değerin artması demek, savaşın sorgulanmasını doğuracaktır. Savaş sorgulansa birçoğunun rahatı kaçacaktır.
HPG gerillasının yüksek hız performansı ile Kürdistan’da ki coğrafik yapının genişliğine karşı, özel ordunun baş etmesi mümkün değildir. Sayı da çare değildir. HPG gerillası, bu yapılanması ile var olan asker sayısının daha üstündeki bir sayı ile de savaşacak kapasitesi vardır. Her taşın başına bir askerin bulunması sadece gerillanın yolunu uzatmaktadır. Yani biraz ağırlaştırmaktadır. Çıkacak her hangi bir çatışma da ise şimdiye kadar nasıl olmuşsa yine öyle olacaktır. Anadolu çocuklarının ölümleri tabutlara konulup, merasimlerin önünden geçilecektir. Bu ise kabul edilecek bir durum olmamalıdır.
Söylemek istediğimiz; sorun ordunun sayısını azaltmak ya da artırmak değildir. Sorun, haksız savaşı sorgulamaktır. Haklı olanlar-er ya da geç-milyonlarca orduları lağvetmiş ve yenmişlerdir. Bunu en iyi bilmesi gerekenlerin başında da Kurtuluş Savaşını o kadar kıt kanat imkânlar içerisinde mücadele vermiş olan Türkiyeliler bilir.
- Ayrıntılar

Basına ve Kamuoyuna!
1. 5 Mayıs günü 15:00-17:00 saatleri arasında Medya Savunma Alanlarına bağlı Haftanin’in Sulê Köyü ve PKK Boğazı alanlarına yönelik olarak TC ordusu tarafından obüs ve havan saldırısı yapılmıştır.
- Ayrıntılar

Basına ve Kamuoyuna!
1. 4 Mayıs günü saat 21:00 ile 5 Mayıs günü (bugün) saat 03:00 arasında Medya Savunma Alanlarına bağlı Haftanin’in Şeşdarê alanına yönelik olarak TC ordusu tarafından havan ve obüs saldırısı yapılmıştır.
- Ayrıntılar

Basına ve Kamuoyuna!
1. 3 Mayıs günü 21:00 ile 4 Mayıs günü (bugün) 01:00 saatleri arasında Medya Savunma Alanlarına bağlı Haftanin’in Xantur alanına yönelik olarak TC ordusu tarafından obüs ve havan saldırısı yapılmıştır.
- Ayrıntılar
Bedelli askerlik çıksın ya da çıkmasın diye tartışıyor kamuoyu. İlgili ilgisiz, askerliğini yapmış, yapmamış, toplumun her kesimi bu konuda bir şeyler söyleme ihtiyacı duyuyor ki bu kadar konuşuluyor. Tartışmak güzel bir şey. Fakat nedense tartışmayı başlatanın kurduğu cümleler ve kullandığı kelimelerden örülü önerme etrafında sınırlı kalıyor tartışmalar. Şöyle kenarından, kıyısından ya da tam tersinden okumalar bu yüzden sınırlı kalıyor.
“Hadi, bak eksik yan kalmış da ben tamamlayayım” diyen de, yazı ve yorumlarını buna dayandırmayan da yok değil.
Bedelli askerlik bilindiği gibi birilerinin vatani görevini(!) para ile yapabilmesine imkan sunan bir uygulama. Ve yine bilindiği gibi birçokları bu uygulama resmi olarak onanmamış olsa da faydalanabilmişler. Ama bu da bir tarafa…
Bedel, bir karşılık oluyor galiba.
Neyin? On sekiz ayın.
Bedel para mı? Evet.
Peki, ne için veriyorlar bu parayı?
Kimileri aşağılanmamak, küçülmemek, iğdiş edilmemek, insanlıktan çıkmamak, hizmetçilik yapmamak, onuruna sahip çıkmak için bu bedeli vermeye hazır olduklarını söylüyorlar. Ama zaten bu sebeplerden askerlik yapmak istemeyenlerin geçim derdinden muzdarip kesimler olması nedeniyle böyle bir avantajdan hiçbir zaman faydalanamıyorlar.
Bir de başkalarının var. Vaktini harcamamak, kazanılacak paranın olması, farklı sınıf ve tabakalarla bir arada bulunmama istemi. Vatan da ne, borç da ne diyenler. Anlaşılacağı üzere bunların böyle bir şeye balıklama atlayacakları da kesin. Zaten ekonomik açıkların arttığı, nakit sıkıntısının olduğu bir dönemde bedelli askerliği yeniden gündemleştirmek de bu kesimlerden alınacak paraların çekiciliğinden ileri geliyor. Belki de o yüzden hükümet buradan beklediği paranın kesilmesi ardından kara kara düşünüyor.
Peki, askerlik yapanlar sanki bedelsiz mi yapıyorlar askerliğini?
Bedelli askerlik deniliyor.
Bedelsizi yok ki bu mesleğin. İşte bu yüzden aslında herkes bedelli. Ama nereden?
Gelin askerden kurtulmak isteyenlerin ödedikleri parasal bedelleri bir kenara bırakalım da askerlik yapanların ve askerliğin kutsallığını savunanların ödedikleri bedellere bakalım bir de.
Her şeyden önce askerliği ve bunun kurumu olan orduyu bir tanımlayalım. “İdeolojik olarak sunulduğu gibi asker-ordu şan, şeref, kahramanlık için değil (Bunlar işin özünün önemini perdelemek ve çarpıtmak amacıyla geliştirilen ideolojik propagandalardır), iktidar tekelinin vazgeçilmez öğesi olarak vardır. Özünde ekonomiktir. Ordu ekonomiye dayalı olan, ekonominin üstünde ve uzağında duran, ama gelirini (maaşını) en garantiye alan, karşı çıkılması zor, diğer tüm tekel kesimlerinin uzlaşmak ve paylaşmak zorunda oldukları tekeldir.”1
Topluma baktığımızda bu ideolojik perdelemelerin gücünün kimsenin karşı gelemeyeceği kadar içselleşmiş olduğunu görürüz. Neredeyse en kutsal değerlerin bile üzerinde, en insani hakların ve ihtiyaçların üzerinde var olan bir kurumlaşma ve gelenekle karşı karşıya olduğumuz ortada. Bir de her zaman büyük fedakârlıklardan söz edilir. Ama görüyoruz ki orduların günümüzde en güçlü şirketlerle ortaklıkları, en çok sermayeye sahip bankaları, binlerce sivil toplum kuruluşları ve milyonlarca sempatizanı olan örgütlere dönüşmüş durumda. Ama tabii ki bu bir başlangıç.
“Askerileşme, militarizm sermaye ve iktidarın en keskin örgütlü kolu olduğuna göre, toplumu en çok hükmüne, kafesine kapatan kurum olması işinin doğası gereğidir.” 2 İşte sorun burada başlıyor. Kendi içinde kendi kendini finanse eden bir örgüt olması normal olabilir. Ama böyle değildir. Ve toplumun sırtında, en keskin propagandayla asalakça duran, sömürüye doymaz bir örgüttür. Tabii, toplumun en yaşamsal kaynaklarını bir sünger gibi çekip kurutan böylesi bir örgütün halkı savunma gibi bir derdi yoktur ve olamaz da.
Öylesine güzel gizleniyor ki esas amaç, gerçek muhataplarının bu gerçeği görmemesi için her şey yapılıyor. Bilinçlendirme işlevi olan medya aptallaştırırken, ideolojik olarak eğitim kurumlarında gerçekler gizlenirken, devlet katındaki en kutsal(!) ve güvenilir kurumda yer almak için yarıştırılırken insanların bunca yıl neden hiçbir şeye karşı çıkmadıkları da anlaşılıyor. Toplumun tüm sorunlarının temelinde yer alanın gasp ve talan üzerine kurulu asker/ordu düzeninin olduğu gerçeğinden hareketle toplumun ordunun varlığına şükretmesi değil yaşadığı her türlü hak ihlali ve mağduriyetinin hesabını ordudan sorması gerekir.
Demek ki ordu ve bağlı olarak askerlik kurumu toplumun yarattığı değerlerin (Geçmişte kendi dışındaki halkları sömürerek ve denetim altında tutarak ama bugün direkt savunduğunu iddia ettiği halkından) gasp edilmesi için oluşturulmuş olan bir kurum. Demek ki askeri ve askerliği yücelten, evlatlarını feda eden halkın kendisi maddi ve manevi değerlerini askerliğe BEDEL veriyorlar. Emeğiyle, alın teriyle kazandığını, boğazından eksilttiğini mağduriyet pozisyonu(şehit edebiyatı, vatan, millet, Sakarya) ve propagandayla bu sistemden kazanan elit bir kesime kaptırıyor.
Toplumun genelde yaşadığı kaybı, ödediği bedeli bir de gençler üzerinde görmek gerek. Yaşamının baharında on sekizinde, yirmisinde gençlerin yaşadıkları. Neyin ne olduğunu anlamasın diye onca eğitimden geçmiş, devletin kılıcını, geleneğin dayatıcılığını başının üstünde hisseden nice genç hangi savaşa koşturulmadı ki? “Adam ol diye, evlenesin diye, iş bulasın diye, sözün geçsin diye” diyerek motive edilen ve en azgın boğalar kadar kızıştırılmış ruh dünyasıyla, kırılmış onuru ve sıfırlanmış gururuyla itaate alıştırılmış nice gençlerin yaşadıkları.
İşte büyük BEDEL sahiplerinden biri de bu gençlik oluyor. Hani bazı yıllara ve dönemlere ait kılınmış bir kayıp nesil söylemi var ya, aslında onu askerlik vecibesini yerine getiren herkes için kullanmak pek de yabana atılacak bir tanım olmasa gerek. Sendromdan sendroma atlayan savaş görmüş gençlerin, komutanların yaşadıkları, cinnete geçmiş toplum resimlerini zaten yeterince bildiğinizden anlatmaya gerek yok. Ama gelin şu toplumda içselleşmiş şiddetin bu askerlik kurumundan nasıl beslendiğine bir bakalım.
“Savaş, normal yaşamın, insan ilişkilerinin ötesinde bir durum olduğuna; zor ve yok etme olayı olduğuna göre savaşı yürüten gücün özelliklerinin, karakterinin buna göre olması veya şekillenmesi gerekiyor. Niye? Toplum üzerinde baskı uygulayabilmek, şiddet kullanabilmek; hem bunu yapabilecek hem de buna güç getirecek bir düzey kazanabilmek için. Yani hem baskı, zor uygulayabilecek, karşıdakini imha edecek bir iş yapmayı kendine yedirecek hem de onu yapabilecek, yapma gücü kazanacak bir pozisyonda olmak bunu gerektiriyor.”3
Askerde çoğunun aklı havada dediği gençlere ilk öğretilen bu oluyor. Birisini öldürmek. Bir can almak. İşin aslını astarını bilmeden önceden oluşturulmuş düşman öbeklerine karşı sistemli bir şiddet hareketinin güçlü, sarsılmaz bir neferi olarak en zor koşullar altında insan öldürmeye ayarlı robot olmak. İçinde sorgulama yok. İçinde düşünce yok. İçinde özgür irade yok. İçinde salt ve kuru itaat. Mantığın bittiği yerde başlayan askerlik mesleğinde mantığın oturmadığı gençlere öğretilen bu görev algılamasının toplumda yarattığı etkileri bir de bu bakışla bir değerlendirsek mi acaba? Bir gencin askerlik öncesi ve sonrası resmi alınarak en yakınlarının bile şaşkınlığına yol açan değişimler görülebilir tabii.
Ama en genel anlamda toplumun içinden çıkmış gencin tekrar topluma dönmesiyle yaşananın üst düzeyde bir zıtlaşma olacağı görülebilir. Çünkü toplumdan soyutlanmaya dayalı olarak örgütlenen ordu ve askerlik kurumundan eğitim almış biri olarak karşısında olması gerektiği söylenen toplumun içinde asla eskisi gibi bulunamayacaktır. Etrafında yaşayan insanların onun gözünde ordu eğitimlerinde anlatılan düşman öbeklerinden birine ait olma ihtimali olacaktır. Bu tedirginlik ve ruh hali ile ne kadar normal yaşanabilirse öyle yaşarlar. Hele bir de Kürdistan’da savaşa katılmış biri ise, gelsin psikolojik destek ve rehabilite merkezleri, cinnetler, şiddet yanlısı dernekler, tetikçiler…
“Ayırmak, askeri alanı ayrı bir alan yapmak toplumdan yabancılaşmayı içeriyor. Yabancılaşma olmalı ki karşıdakine şiddet uygulayabilsin, ona düşman olabilsin. Bir düşmanlaştırma durumudur. Düşmanlaştırma olmasa savaşçılık olmaz. Onun üzerinde baskı uygulanamaz. Oraya saldırı yapılamaz.”
Toplum kuzularını kurt olmaya gönderiyor. Askerlik biraz da böyledir. Anasının, babasının kuzusu, yarının umudu gençler tüm doğallıklarını, insancıllıklarını atıp bir kurt gibi avına yönelen, parçalayan, hatta yeme ihtiyacının ötesinde talana kalkan bir kültüre katılıyor. Analar, babalar gelin uğruna nice BEDEL ödediğiniz ordu ve askerlik arasına bir mesafe koyun. Göndermeyin çocuklarınızı. Bu işin bedelsizi yok. Kanmayın bedelli, bedelsiz tartışmalarına…
- Ayrıntılar
Askerliğin bedeli her zaman ağır olmuştur. Ve öyle görülüyor ki askerlik var oldukça da devam edecektir. Askerlik ise, adaletsizlik ve hırsızlık var oldukça var olacaktır. Ne de olsa birileri yaptıkları, çarptıkları, yaktıkları, tokatladıklarını kontrol altında tutmak ister. Bunu yapabilmek için ise asker her zaman lazım olacaktır. Askerlik ise bu adaletsizliği ve hırsızlığı savunmak için bedel ödemek zorunda olacaktır.
Devlet denen canavarın hatta tek dişli canavarın halkların mal varlığına farklı yol ve yöntemlerle el koymasını güvenlikli bir şekilde yapabilmesi için, bir vurucu güce ihtiyaçları hep olmuştur. Bu vurucu gücün başından askerler gelir, peşinden de bilinen diğer önemli güç ise polislerdir. Buna siz gizli istihbarat, özel kuvvet, korucu, milis vb. güçleri de ekleyebilirsiniz. Ne kadar çok hırsızlık ve adaletsizlik varsa o kadar bu yukarıda sayılana ihtiyaç duyulacaktır. Buna inanmıyorsanız dünyanın sayılı hırsız güçlerine bir bakın. Hırsızlıkları oranında askeri ve polis güçlerini artırırlar.
Devam edelim; dünyanın en büyük hırsız devletleri, kendi hırsızlıklarını hem saklayabilmek hem de daha rahat sürdürebilmek için ne kadar fazla silahlı güç toplarlarsa toplasınlar yine de yapmak istediklerini güvenli yapamazlar. Yaptıklarını sağlama alamazlar. Buna iyi bir örnek geçenlerde sözde geçmişin solcusu ve sosyal demokratı bugünün AKP’lisi Ertuğrul Günay’ın söylediklerinde öğreniyoruz. Türkiye’de 17 milyon korsan satılan ürün varmış. Ve bu büyük bir hırsızlıkmış. Bu müthiş bir vurgunmuş. Ve bu devlete büyük zarar verirmiş. Çünkü bu korsan satışlardan dolayı devlet vergi alamıyormuş ve halkta zarar ediyormuş.’
Kim vurgunun büyüğünü yapıyor; devlet mi yoksa birkaç ürünü korsan satan mı? Devlet olarak sen ne yaptın ki, sen ürününü satandan vergi alıyorsun daha doğrusu başkasına ait olanın cebinden çalıyorsun. Asıl hırsızlık yapan, hırsızlık yapmak isteyen, hırsızlık yapamadığı ya da hırsızlayamadığı için rahatsızlık belirtiyor.
Özcesi; biz anlıyoruz ki adaletsiz ve hırsız sistem ne kadar silahlı gücü olursa olsun kendi hırsızlığını güvence altına alamıyor. İşte tam da bu noktada başka bir gerçeklik ortaya çıkıveriyor. Bu kadar askeri güce rağmen hırsızlığını kontrol edemeyen hırsız devlet, ne kadar eril ve dişil varsa hepsini kontrol altına alarak bir nevi herkesi kendi silahlı gücün yaparak kontrol altına almak için her şeyi yapıyor.
Bu kadar büyük bir orduyu ısrarla tutmanın ve beslemenin nedeni budur. Sözde bedelli askerliği tartışıyorlar. Kaldı ki askerliğin bedellisi de bedelsizi de, bedeli ağırdır. Birisi canını vererek bedel ödüyor, birisi de malını mülkünü satarak bedel veriyor. Her halükarda askerlik yapan bedel ödüyor. Ancak asıl bedel ödemeden kazanan hırsızlık üzerine kurulu olan devlettir. Daha doğrusu bu durumda devleti elinde tutan güçlerdir. OYAK gibi kan emmici kurum ve kuruluşlardır.
Para vererek bu işin içinde sıyrılanlar maldan olurlar. Ancak kan emmici kurumlar için bu kan emme yeterli değildir. Onlar öyle bir sistem istiyorlar ki askerliğe aldıkları bir insanı hep sömürebilsinler. Nitekim öyle de yapıyorlar. Genel anlamda askerlikte özellikle de Türkiye’de askerlik ocaklarında ilk elden bireyler birey olmaktan çıkarılmaları için burunları iyicene yere sürülür. Ve peşinden de bir insanda onur adına ne varsa tek tek alarak onursuzlaştırmanın en alasından geçirerek birey olmaktan çıkarırlar. Küfürlerle, hakaretlerle, ezmelerle, rencide etmelerle ve tokatlarla bunu yaparlar. En hafifinden peş para etmez birisinin karşısında saatlerce esas duruşta bekleterek bunu yaptırırlar.
Özünde askeri kışla dedikleri yerlerde insanı küçültmenin tüm yolları uygulanır. Ve öyle bir insan yaratılır ki o on yıllarda geçse devlet babadan öcü gibi korksun. Ve on yıllar sonra da halen onbaşısından, çavuşundan, subayından nasıl tokat yediğini anlatsın. Ve öyle bir mekanizmadan geçirilirken bir insanın ne kadar direnç noktaları varsa hepsi kırılsın. Başka bir deyimle stabilize edilsin. Egemenlerin ve onların askerliğin felsefesi budur.
İşte bunun için diyoruz ki askerliğin bedeli ağırdır. Tartışılacaksa öncelikle askerliğin kaldırılması tartışılsın. Zorunlu askerlik yerine profesyonel askerlik tartışılsın. Paralı askerlik tartışılsın. Zaten bu gün Türk ordusunun tüm generalleri zengin tayfasından sömürücü mekanizması olan OYAK’larıyla sayılmıyorlar mı? Madem askerlik ve subaylık bir rant kapısı olmuş o zaman zorunluluğu askerliği kaldırarak, paralı askerlikle hak edecekleri paraları öyle alsınlar.
Geçenlerde elimize Yeni Rehber Ansiklopedisi diye bir ansiklopedi geçti. Askerlik bölümünde aynen şunları yazıyor: ‘Dünya tarihine, askerliği şan ve şerefle yazmış tek millet Türklerdir. Yaratılışlarındaki asalet, İslam’ın şerefiyle birleşince askerlik tarihinin unutulmaz destanlarını yazmışlardır. Asker deyince Türk, Türk deyince asker akla gelmiştir. Dünya orduları içinde çeşitli muharebe usullerini en iyi bilen ve uygulayan Türk askeri, yıldırım harbinin de ilk ve en güzel örneklerini iman, cesaret ve kabiliyeti ile çok defa ortaya koymuştur. Türk askerinin karşısında ekseriya tek milletin ordusu değil, müttefik ordular zor dayanmış ve ekseri mağlup olmuşlardır.‘ diye tanım getirmiş.
Madem bu Türk askeri bu kadar her yere nam salmış o zaman neden bu kadar zorunlulu askerliği dayatıyorsunuz ki? Bırakın yapmak istemeyen yapmasın. Bırakın gönüllü asker olmak isteyen ve yedi düvele karşı savaşmak isteyen gelsin. Ne de olsa ‘Asker deyince Türk, Türk deyince asker akla gelmiştir.’
Bugün 5 bin gerilladan bahsediyorsunuz. Ve bunun karşısına da resmi olan 730 bin askeri dikiyorsunuz. Tabii bunun içerisinde polis, korucu, özel tim, MİT falan filan da yok. Sayıca oldukça büyük bir ordu. Siz buna birde dünyaya bedel olan asker ruhunuzu da katın gerisi çocuk oyuncağı. Kaldı ki yedi düvele karşı değil, yedi düvel yanınızda gerillaya karşı savaşıyorsunuz. Bunun için bırakın askerlik yapmak isteyen yapsın. Yapmak istemeyeni rahat bırakın.
Askerlikten söz açılmışken; hiçbir Türk genci askerliğe gitmesin, gelmesin. Her askere gelen var olan bu hırsızlığa ve adaletsizliğe bir nebze de olsa katkı sunuyor. Özelde de Kürt gençleri askerliğe gitmeyin. Yüz binlik bir orduyla birkaç bin gerillanın üzerine yürümek başlı başına bir adaletsizlik. Sen de bir Kürt genci olarak bu adaletsizliğe alet olma, katkı sunma, hırsızların hırsızlığının üstünü örtme.
- Ayrıntılar

Basına ve Kamuoyuna!
30 Nisan günü 14:00-14:30 saatleri arasında Medya Savunma Alanlarına bağlı Zağros’un Ronahi Tepesi alanına yönelik olarak TC ordusu tarafından obüs ve havan saldırısı yapılmıştır.
2 Mayıs 2010
HPG Basın-İrtibat Merkezi
- Ayrıntılar

Basına ve Kamuoyuna!
30 Nisan günü (bugün) 06:00-06:30 saatleri arasında Medya Savunma Alanlarına bağlı Haftanin’in Girê Heliz alanına yönelik olarak TC ordusu tarafından obüs ve havan saldırısı yapılmıştır.
30 Nisan 2010
HPG Basın-İrtibat Merkezi
- Ayrıntılar