Türkiye halkının büyük devrimcisi Orhan Yılmazkaya yoldaşı bizler 27 Nisan 2009 yılında faşist polis ve özel timlerine karşı tarihe örnek olan büyük direnişi ardından şehitler kervanına uğurladık.
Şahadete giderken bize miras olarak bıraktığı: “Teslim olmayan bir özel devrimci kuşağına layık olmaya çalışacağım. Devrimci karargâh savaşçısıyım. Yaşasın devrim ve sosyalizm. Yaşasın halkların kardeşliği. Yaşasın Türk ve Kürt halklarının mücadele birliği. Biz düşeceğiz fakat bizden sonra bu kavga mutlaka sürecek. Yaşasın halkların kardeşliği. Yaşasın Türk ve Kürt halklarının mücadele birliği. Biz düşeceğiz fakat bizden sonra bu kavga mutlaka sürecek“ sözleri her daim yüreğimizin tam ortasında hep yaşayacaktır.
Türkiye’de yeniden siyasal mücadele kızışmaya başlıyor. Siyasal mücadelenin kızıştığı bir ortamda sert mücadele yöntemlerinin geliştirilmesi yada yükseltilmesi zorunluğu da çoğu zaman doğuyor. Çünkü faşizm hiçbir özgürlük değeri tanımıyor. Faşizm tekçilik olduğunu ayan beyan dünyada herkes biliyor. Tek devlete, tek ulusa, tek bayrağa, tek vatana ve ne kadar böyle tek varsa bunlara tapanların olduğu yerde insanlık sağlık bir şekilde gelişme seyrini yaşayamaz. Çünkü tek’lerin olduğu bir yerde insanların boyları kadük kalır. İnsanlar verimsiz olur. Ve oralarda insanlık mutlu olamaz. Faşizm doğası gereği siyahtır, karadır. Çünkü faşizm tek renktir belki de renksizlik dememiz gerekiyor.
Evet, bizler yeni bir 27 Nisan gününe doğru giderken bunun için Orhan Yılmazkaya yoldaşın tek başına İstanbul’un tam ortasında sergilediği eşsiz direniş, bizlerin yolunu aydınlatan bir meşale oluyor.
Orhan yoldaşın çepeçevre etrafı kuşatılırken bile: “Biz düşeceğiz fakat bizden sonra bu kavga mutlaka sürecek. Nasıl binlerce yıldan beri sürdüğü gibi. Thomas Münzer'den, Şeyh Bedrettin'den, Mahir Çayan’lardan, İbrahim Kaypakkaya'lardan ve Deniz Gezmişlerden beri sürdüğü gibi” sözleri halen tap taze hem yüreğimizde hem de Türkiye’nin tüm adalet arayışçılarının kalbinde duruyor.
Çünkü Orhan Yılmazkaya bir bahar mevsiminde sömürgecilere karşı, onların metropollerinde tek başına saatlerce direnerek direnişin nasıl yürütülmesi ve nasıl yürütüleceğini bizlere görkemli göstermiştir. Ve bize birde Türkiye ve Kürdistan devrimlerinin birbirine bağlı olduklarını, etkilemelerinin yanı sıra Türk, Kürt, Ermeni, Laz, Arap, Çerkez ve Türkiye’de yaşayan tüm renklerin kardeşliğe olan inancı ve yaşanılacaksa ancak eşit, özgür ve ortak yaşama olan inancını da bıraktı. Unutulmasın ki Orhan Yılmazkaya, o metropollerde sömürgecilerin üniversitelerinde okumuş ancak o okumanın insanlığa bir şey kazandırmayacağını bildiğinden devrimciliğin en sertine gönül vererek dağların yollarını tutmuştu.
Üniversiteler aydınlanma merkezleri olarak bilinir. Genç beyinler buralarda gelecek için hazırlanır. Genç aydınlar, geleceğin yatırımları ve aydınlatıcı öğeleri olarak ele alınmışlardır. Bunun için tarihin–yazılı tarihin-şafak vaktinden itibaren önemle üniversitelerin rolü ele alınmıştır. Gençler özenle hazırlanmışlardır. Kim kendi gençlerini gelecek aydın yarınlar için ne kadar iyi hazırlamışsa, gelecek onların olmuştur. Ya da o gençler, içerisinde büyüdükleri toplumu ileriye götürebilmişlerdir.
Kürt toplumuna uzun yıllardır bu geleceği aydınlatma şansı verilmedi. Kürt gençleri inkâr ve imha siyaseti diye bilinen beyin yıkama savaşımıyla yüz yüze bırakılarak kendi toplumuna karşı birer kültür eritenleri olarak ele alınmışlardır. Öyle ki kendi toplumsal değer yargılarını, kültürel mirasını, tarihini dezenformasyon için kullanılmışlardır. Ve denilebilir ki bu konuda önemli görevler ve roller de düşmanlar tarafından oynatılmışlardır. İnkârcılar ve imhacılar beyaz katliam diye bilinen politikalarıyla da çok büyük başarılar elde ettiklerini söylememiz yanlış olmayacaktır
Uzun yıllar gerçeklik bu olsa da Orhan Yılmazkaya gibi devrimci militan gençlerin sergiledikleri devrimci dik duruş, sömürgecilerin üniversitelerini sonuna kadar okuyup bitirse de yine de yaşanan faşizmden dolayı yüreği adalet arayışıyla dolu olan insan sevdalıları dağların doruklarına çıkmayı bir dakika bile akıllarından çıkarmıyorlar. Çıkarmadıkları gibi dağların yollarını bu kez büyük bir vicdan, yürek ve bilinç uyanışla çıkıyorlar.
Kürt halk önderliği: “tarih bilincini yaşamsal yorumlara kavuşturamayanlar, günümüzün yorumunu da anlamlı yapamazlar” diyor. Orhan yoldaşımız güçlü tarih bilinciyle, geçmişi, bugünü ve geleceği en iyi yorumlayarak bize bilinciyle ve devrimci inancıyla çok güçlü, sarsılmaz bir miras bırakmıştır.
Devrimciler güzeli, iyiyi, doğruyu sevenlerdir. Bir şairin yazdığı gibi: ”İyiye, güzele, yeniye, doğruya dost; kötüye, çirkine, eskiye, eğriye düşmandım” misali. Güzel olan, kendi hazinesi olan, özünü koruyandır. Çirkin ise kılıktan kılığa giren, kişilikten kişiliğe girip kendisine yabancılaşandır.
Devrimcilik birde Orhan Yılmazkaya yoldaş gibi yüreğini halklar için ortaya koyabilmektir. Yüreğiyle halkların tüm renklerine içine alabilmektir. Onlara sadece saygı gösteren değil, onlara aynı zamanda sevgi de besleyendir.
Başkan Apo: “Kürdistan ve Anadolu tarihine yaraşır şekilde tüm halkların ve Kültürlerin eşit, özgür ve demokratik ülkesinin oluşması için herkese büyük sorumluluk düşüyor. Bu Newroz münasebetiyle en az Kürtler kadar Ermenileri, Türkmenleri, Asurları, Arapları ve diğer halk topluluklarını da yakılan ateşten kaynaklı özgürlük ve eşitlik ışıklarını, kendi öz eşitlik ve özgürlük ışıkları olarak görmeye ve yaşamaya çağırıyorum… Tüm ezilen halkları, sınıf ve kültür temsilcilerini; en eski sömürge ve ezilen sınıf olan kadınları, ezilen mezhepleri, tarikatları ve diğer kültürel varlık sahiplerini, işçi sınıfının temsilcilerini ve sistemden dıştalanan herkesi çıkışın yeni seçeneği olan Demokratik Modernite Sistemi'nde yer tutmaya, zihniyet ve formunu kazanmaya çağırıyorum” derken esasta söyledikleri Orhan yoldaşın Türkiye ve Kürdistan halkları için sarf ettiği sözlerin derinleşmiş halidir.
Bu sözlere verilecek cevap Orhan Yılmazkaya gibi bir dakika bile beklemeden dağların yollarına özgürlük haykırışı için çıkmak olacaktır.
“Teslim olmayan bir özel devrimci kuşağına layık olmaya çalışacağım” sözleri bu bağlamda dağlara akacak olan her gencin iddiası ve kararlılığı olmalıdır.
Orhan Yılmazkaya yoldaşımızı anarken 1 Mayıslara layık bir şekilde tüm devrim şehitlerine ölümüne de olsa sahiplenmek devrimci bir görev olarak karşımızda durduğu da açıktır.
Evet, “Biz düşeceğiz fakat bizden sonra bu kavga mutlaka sürecek. Nasıl binlerce yıldan beri sürdüğü gibi. Thomas Münzer'den, Şeyh Bedrettin'den, Mahir Çayanlardan, İbrahim Kaypakkaya'lardan ve Deniz Gezmişlerden beri sürdüğü gibi… “
Denizlerin, İbrahimlerin, Mahirlerin, Kemal Pirlerin ve nice böyle özgürlük sevdalısı gençlerin çığlıklarının gereklerini yerine getirmek için dağların doruklarına çıkarak, özgürlük uğruna bir şeyler yapmak dünyanın en kutsal işi ve çalışması olduğu da o kadar açıktır.
Evet, bu yıl ki 1 Mayıs’ı böylesine bir ruhla kutlamaya davet ederken, 1 Mayıs’ı bu kez daha büyük kardeşlik hayalleriyle tüm meydanlarda sesimizin çıktığı kadar kutlamayı dilerken yapabilecek gençleri de dağların doruklarına davet ediyoruz…
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna
1. 27 Nisan tarihinde saat 18:00 ile 18:30 arası işgalci TC ordusu Uludere sınırı ile Medya Savunma Alanları sınırında bulunan Kelika Sinor Bölgesine yönelik havan ve obüs saldırısı gerçekleştirmiştir.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna
1. 27 Nisan tarihinde saat 18:00 ile 18:30 arası işgalci TC ordusu Uludere sınırı ile Medya Savunma Alanları sınırında bulunan Kelika Sinor Bölgesine yönelik havan ve obüs saldırısı gerçekleştirmiştir.
- Ayrıntılar
30 Mart seçimleri ardından yeni yerel yönetimler şekilleniyor. Tabi bu durum da bir dizi tartışmayı beraberinde getiriyor. Belediyelerin nasıl oluşup işleyeceği hususu tartışmalara konu oluyor. Seçmene verilmiş bir sürü vaat var. Devletin yeterince demokratik olmayan mevcut yasaları var. Şimdiye kadar oluşup işleyen mevcut sistem var. Tüm bunların yeniden yapılandırılması ve demokratik toplumcu yerel yönetim anlayışının başarıyla hayata geçirilmesi gerekiyor.
Kuşkusuz bu konuda BDP dışı partilerin ciddi bir sorunu yok. Onlar zaten devletçidirler ve mevcut devlete dayalı yerel yönetim sistemini olduğu gibi işletmeye çalışacaklar. Toplumun bazı maddi ihtiyaçlarının giderilmesini hizmet sayacaklar ve bu temelde bir yaparlarsa beş çalmayı esas alacaklar. Demokrasinin temeli olması gereken yerel yönetim alanını vurgunun ve yolsuzluğun, dolayısıyla çürümenin ve yozlaşmanın alanı haline getirecekler.
Elbette BDP’li yerel yönetimler böyle olamaz. Onlar zaten daha seçim döneminde çok farklı olduklarını ortaya koymuşlardı. Temel bir farklılık devlete değil de topluma dayalı yerel yönetim anlayışının hayata geçirilmesiydi. Yani demokratik toplumcu yerel yönetim sistemi ortaya çıkartılacaktı. Diğer temel bir farklılık eş başkanlık sisteminin hayata geçirilmesiydi. Yani farklılıklara dayalı eşitlik ve özgürlük anlayışı telinde kadın-erkek birliğini öngören yeni demokratik toplum böyle ortaya çıkarılacaktı. Şimdi bütün bunlar tereddütsüz hayata geçirilmeyi bekliyor.
Bu konuda işin nasılına ilişkin yoğun tartışmaların ve arayışların yaşandığı gözleniyor. Elbette bu durum olumlu ve de gereklidir. Tartışmadan ve araştırmadan hepsi de yeni olan bu anlayışları hayata geçirmek elbette ki öyle kolay olmaz. Fakat tartışmaya nereden başlanacağı ve nelerin tartışılacağı da çok önemlidir. Eğer bu konuda yöntem ve üslup doğru tutturulamaz ve konular doğru tespit edilemezse, o zaman daha baştan yanlışa düşme ve çizgiyi kaybetme yaşanır.
Ne yazık ki böyle bazı yanlış tartışmaların yapıldığı da gözlenmektedir. Örneğin eş başkanlık sisteminin nasıl işletileceğine dair tartışmalarda böyle yanlışlar yaşanmaktadır. Bazı TV kanallarında sanki esas konu buymuş gibi eş başkanların makam arabalarını, maaşı, masayı, koltuğu nasıl paylaşacağı hususları tartışılmaktadır. Duyduğunda insanın kanını donduran bu tür tartışmalar yapmaktan elbette kaçınmak gerekir. Çünkü eş başkanlık gerçeği böyle değildir ve demokratik yerel yöneticilik böyle olmaz.
Öncelikle şunu belirtelim: BDP’nin demokratik yerel yöneticileri denen Eşbaşkanların hiç biri kendi güçleriyle seçilmemişlerdir. Milyonlarca halkın, kadının, gencin, emekçinin gece-gündüz demeden yürüttüğü aylarca çalışma sonucunda seçimi kazanmışlardır. Bunun gerisinde kırk yıllık mücadele, on binlerce şehit, yani kan ve göz yaşı vardır. Kısaca bizim hepimiz çalıştık ve çaba harcadık. Peki bunu niye yaptık? Bazılarının maddi yaşam koşulları yükselsin diye yapmadık herhalde! Bazıları makam,koltuk ve maaş sahibi olsun diye değil! Dolayısıyla bu tür tartışma, arayış ve tutumlardan derhal vazgeçilmesi gerekir. Yoksa seçenler geri almak zorunda kalır.
Diğer yandan makam ve maaş paylaşımına indirgenmeye çalışılan eş başkanlık sistemine gelince, bazıları bunu ancak bu kadar anlayabilir, fakat işin özünün ve gerçeğinin böyle olmadığının da çok iyi bilinmesi gerekir. Farklılıklara dayalı eşitlik ve özgürlük anlayışı temelinde kadın-erkek birliğine dayalı yeni demokratik toplumu yaratmanın yönetsel sisteminin böyle ele alınması ve bu temelde içinin boşaltılması elbette kabul edilemez ve hoş görülemez. Kadın özgürlüğüne dayalı toplumsal özgürlük devriminin önemli bir parçasına böyle yaklaşılması kuşkusuz doğru bulunamaz.
Kısaca ne demokratik toplumcu yerel yönetim modeli makam ve maaşla ele alınabilir, ne de özgürlük devriminin bir adımı olan eş başkanlık sistemi makam ve maaş paylaşımına indirgenebilir. Bu konularda doğru demokratik anlayışa ulaşmak ve bu anlayışın dürüst ve kararlı bir uygulayıcısı olmayı bilmek gerekir. Bunun için de temel ilke şu olmalıdır: Halktan biri gibi yaşamak ve halkın öncü hizmetçisi olarak çalışmak! Bunun dışındaki bir duruşun halk tarafından kabul edilmeyeceğini ve buna izin verilmeyeceğini herkes bilmek durumundadır.
Söz konusu ilkenin hayata geçirilmesi için öncelikle eşbaşkanların mal varlıklarını kamuoyuna açıklamakla işe başlamaları uygundur. Bu birinci ilke olmalı ve bunu yapmayanlar işbaşı yapamamalıdır. İkinci olarak başkanlık süresince harama el atılmayacağına dair, yani yolsuzluk ve hırsızlık yapılmayacağına dair söz ve taahhüt verilmelidir. Üçüncü olarak da görev süresince halktan biri gibi yaşamaya büyük özen gösterilmelidir. Halkın üzerindeki bir yaşam standardının demokratik ilkelere ve kendisini seçen değerlere ihanet olacağını herkes bilmelidir. Bu konuda toplumsal denetimin sürekli işleyeceği de bilinmek durumundadır.
Demokratik yerel yöneticiliğin birinci şartı kuşkusuz halkçı yaşam tarzıdır ve bu olmadan demokratik yönetim asla gerçekleşmez. Yani kendisi halktan biri olarak yaşamayan asla demokratik yönetici olamaz. Bu ideolojik ve ilkesel bir husustur ve çarpıtılmayı kabul etmez. Diğer yandan, bu ideolojik hususla birlikte çalışma tarzı da önemlidir. Bu konuda da şu ilkeler belirtilebilir: Birincisi halkın kararlara her düzeyde katılmasıdır. Yani nelerin ve nasıl yapılacağına halk karar vermelidir. Halkın onayından geçmeyen hiçbir şey yapılmamalıdır. Bunun mekanizmalarını yaratmak da belediye eş başkanlarının ve meclisinin görevidir.
İkincisi çalışmayı halka dayandırmak olmalıdır. Yapılacak işleri devlet desteğine veya başka yerlerden alınabilecek yardımlara değil de, esas olarak yöredeki toplumun gücüne dayalı olarak planlamak ve yürütmek gerekir. Halkın gücü en büyüğüdür ve her şeye kadirdir, dolayısıyla hiç kimse halkın gücüyle ne yapılabilir diye küçümsememelidir. Önemli olan bu gücü örgütleyip açığa çıkartmayı ve harekete geçirmeyi bilmektir.
Üçüncü olarak da belediye eş başkanlarının halkla ilişkilerini düzenli ve sürekli kılmaları ve asla kendilerini halktan koparmamaları hususu önemlidir. Bunu hangi yöntemle yapacakları kendilerinin işidir. Fakat ya her gün birkaç saat halkla görüşme süresi olarak planlanmalı, ya da haftanın iki günü buna ayrılmalıdır. Halkın görüş, öneri ve eleştirilerine her zaman açık olunmalı ve bunları yazıyla iletmekle birlikte doğrudan yüz yüze iletmelerine de olanak tanınmalıdır.
Eş başkanlık sistemine gelince, buraya kadar yazdıklarımızdan eş başkan olmanın makam ve maaş paylaşmak olamayacağı herhalde açığa çıktı. Bu tür tartışma ve arayışlardan derhal vazgeçilmelidir. Yoksa eleştiri altında olunacağı çok iyi bilinmelidir. Bu tür maddi arayışlardan herkes uzak durmalı ve eş başkanlar bu konuda da birbirlerini denetlemelidir. Farklılıklara dayalı eşitlik ve özgürlük temelinde bir kadın ile bir erkeğin birlikte bir kenti veya kasabayı yönetmeleri, bu temelde kadın ve erkeğin ortak karar ve uygulamasının ortaya çıkması tarihi önemdedir. Toplumun özgür ve eşit yaşayacağı demokratik bir kent düzeni ancak böyle ortaya çıkar.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna
1. İşgalci TC Ordusu tarafından Hakkari’nin Şemzinan ilçesinin Gerdiya alanına bağlı olan Sinine Köyü’nün karakolu bir süredir yeniden yapılmaktadır. 26 Nisan tarihinde saat 15.00 ile 16.00 arasında işgalci TC Ordusu tarafından karakolun yapıldığı alandan Siro Tepesi, Goste Tepesi ve Hacibeg alanlarına dönük ağır silahlarla saldırı yapılmıştır.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna
1. 24 Nisan tarihinde işgalci TC ordusu tarafından yapılmakta olan Siirt’in Pervari ilçesine bağlı Heşet ve Van’ın Çatak ilçesine Ting karakolları için çalışmakta olan 3 araç gerillalarımız tarafından yakılarak imha edilmiştir
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna
23 Nisan tarihinde saat 10.00 ile 12:00 arası işgalci TC ordusuna ait insansız hava araçları Hakkari’ye bağlı Şemzinan sınır hattında keşif uçuşu gerçekleştirmiştir.
- Ayrıntılar
Hemen belirtelim ki, dünya halkları için çok geniş bir tecrübe birikimine sahip bulunan ve yaşanan bir gerçeklik olan kendi kaderini belirleme ve kendi kendisinin önderi olma özelliği, halkımızın yoksun bırakıldığı bir olaydır. Kürdistan'da bu olaydan uzak kalmanın ve sürekli bir biçimde ondan şiddetle uzaklaştırılmanın bir gereği yaşanmaktadır. Kürdistan halkı önder taslaklarından olduğu kadar, önderliksizlik derdinden de büyük acı çekmiştir. Hiçbir halk, Kürt halkı kadar işbirlikçi önderlerden çekmemiş, önderliksizlikten gördüğü zararı görmemiştir. Kürdistan üzerinde yaşayan Kürt halkı çeşitli tarihsel, siyasal ve coğrafi nedenlerle köleci toplum düzeninden günümüze gelinceye kadar, kendi kişiliğinden uzaklaşmanın, kendi kendisinin efendisi olamamanın ve kısaca bağımsızlığından uzaklaştırılmanın acılı tarihini yaşamıştır.
Çokça söylendiği gibi, coğrafyasının da bir sonucu olarak daha köleci dönemde, tüm köleci despotların bir savaş alanı olmasından dolayı burada yaşayan halk, bir türlü özgür gelişme ortamına kavuşamaz. Dağlara çekilir, orada küçük aşiret birimleri halinde ve adeta dünyadan izole edilmiş bir biçimde yaşamak zorunda kalır. Boydan boya kölecilik dönemi bir işgal, istila ve yıkım dönemi biçiminde gelişir. Halk dağlara gizlendikçe gizlenir, ve dolayısıyla uygarlıktan uzaklaştıkça uzaklaşır. Feodalizm sadece daha üst bir evrede bunun sürdürülmesi olanağını verir. Feodalizmin baskı ve sömürü yöntemleri, Kürt aşiret birimlerinde giderek daha geniş bir işbirlikçi kesim ortaya çıkarır. Ağalar, şeyhler ve çeşitli mezhepler biçimindeki bölünmelerle toplumun kendisine yabancılaşması, kendi öz yönetimi ve öz önderliğinden uzaklaşması, yabancılar adına hareket eden bir işbirlikçi güruhun eline teslim edilmesi dönemi başlar.
Giderek yetkinleşen uşaklaşmanın neredeyse vazgeçilmez bir uygulama ve temel bir yaşam biçimi haline geldiği, özellikle tutuculuğun ve gericiliğin bu çağdaki güçlü temsilcisi olan Osmanlı İmparatorluğu'nun, Kürdistan üzerine yüklediği bir dönem başlayınca, İdrisi Bitlisi'nin şahsında somutlaşan dinle ve ağalıkla karışık bir işbirlikçi yönetici tip sahneye çıkar. Toplumun bu işbirlikçi aşiret reisleri, şeyhler ve ağaların elinde bir yandan toprağa bağlanmasına ve öte yandan uygarlıkla temasının böyle bir işbirlikçi bağımlılık temelinde sağlanmasına, baş aşağıya gidişin hızlanması süreci eşlik eder. Eskinin dağlarda varlığını sürdüren bağımsız ve özgür yaşamı, serfleşmenin gelişmesi ve bunu yabancı sultanlarla ortaklık içinde gerçekleştiren işbirlikçi Kürt beyliklerinin gelişimi ile birlikte, yerini toprağa bağlılığa bırakır.
19. yüzyıla gelindiğinde toplumun özgürleşmesi süreci, günün koşullarında artık nasıl önünde durulmaz bir akım haline gelmişse, Kürdistan'da ve Kürt toplumunda tam tersi bir biçimde bu yüzyıl, feodalleşmenin en işbirlikçi ve en tutucu bir tarzda kök salmasıyla sonuçlanmıştır. Osmanlı sultanları ve onların işbirlikçileri, artık çıkarları elverdiğinde bu yapı üzerinde her türlü uygulamaya girişmekten çekinmez hale gelmişlerdir. 19. yüzyılda burjuva devrimlerinin tüm dünyayı sardığı emperyalist kapitalist yarı sömürge ve sömürge ülkelere yaptığı sermaye ve meta ihracıyla eski toplumu alt üst ettiği bir dönemde, Kürt toplumu özgün bağımsızlığından ötürü bu genel gelişmelerden sonra, giderek daha fazla tecrit edilmiştir.
Osmanlı sultanlarının, Batı Avrupa kapitalizmi karşısında çıkışması ve bu çıkışmanın bir sonucu olarak Kürdistan'dan daha fazla asker ve vergi toplanması talepleriyle ortaya çıkması, bilinen sürtüşmelere, yerel feodaller, aşiret reisleri ve şeyhlerin sultanlıkla çatışmaya girmelerine yol açmıştır. Burada kapitalizmin Osmanlı sultanlığını tercih etmesi, Kürtleri sermaye ve meta dolaşımının bir gaspçı gücü olarak görmesi ve daha çok Hıristiyan kökenli tüccarlar ve kompradorları kendisine temel alması nedeniyle, hem Osmanlıların ve hem de kapitalizmin temsilcilerinin özellikle İngilizler sömürüsünün yayıldığı bu alanlarda daha acılı bir baskı ve sömürü dönemine girilmesi kaçınılmaz olmuştur. 20. yüzyıla böyle girilmiştir.
Türk egemen sınıfları feodal elbiseler giymeye başlar, yüzyıllarca devlete sahip olma ve yönetimin verdiği avantajla, İttihat ve Terakki döneminde kapitalizmi kendi bünyesine aktararak ve bunu Kemalist dönemde yetkinleştirip TC biçiminde iktidarla taçlandırarak, kendi lehine olan en kestirme sonucu alır. Burada Kürdistan üzerinde yeni bir baskı ve sömürü düzeninin ekonomik ve siyasal temeli söz konusudur. Daha önceki yüzyılların muazzam olumsuzlukları yetmiyormuş gibi, bu seferde en gerici bir kapitalist gelişmeyi yukarıdan aşağıya doğru yayan ve en şoven bir ideoloji ile donanmış olan Mustafa Kemal gibi gerçekten despot bir diktatörün, tüm imhacı niyetlerini ensesinde hisseden bir halk gerçekliğimiz söz konusudur. Kürdistan'da sonuna kadar işbirlikçi olan beylikler vardır. Önünü görmeyen, yarınının ne olacağını kestiremeyen, günübirlikçi, yabancı egemenlere boyun eğmeyi bir hüner sayan, yanı başında yükselen her otoriteye kolaylıkla bağlanılan bu yıllarda, toplum en kötü bir biçimde TC'nin egemenliğine bırakılır.
Çıkarları sarsılan yerli egemen güçlerden bazılarının, halkın kin ve öfkesini bir ayaklanma içinde kullanmaları da sonuç vermeyince, Kürt toplumundaki bu geleneksel işbirlikçi güçlerin önderliğinde, Türk ulusal yapısı içinde, adı dahil her şeyi ile erime bir kader gibi kabullenilir. Yerli işbirlikçi kesimler, tam bir ajan şebekesi biçiminde Türk burjuvazisinin tam bir uzantısı haline gelir. Onun tüm ekonomik, siyasal, kültürel ve ulusal yayılmasının bir aracı durumuna dönüşür. Daha önceki işbirlikçilerin konumundan daha tehlikeli bir biçimde, son derece inkarcı, toplumu satmaya hazır, ulusal gerçekliğimizi inkar eden, ulusal kişiliğini reddeden, düşmanın ulusal kişiliğini ve yönetimini meşru gören ve kabul eden, topluma ve halka bunu aşılayan, kendi öz ulusal kişiliğinde ve her türlü ekonomik, siyasal ve kültürel haklarından vazgeçmeyi öneren ve bunun propagandasını yapan basit bir ajanlaşma süreci ortaya çıkar.
1940'lardan günümüze kadar yaşanan, son derece acı ve acı olduğu kadar da tehlikeli baş aşağıya gidiş dönemi, karanlıklar dönemi bu dönemdir. Ulusal inkar ve ihanetin en tehlikelisinin yaşandığı yıllar bu yıllardır. TC gibi uluslararası emperyalizmin en tehlikeli bir işbirlikçi ve uşak gücünün, Türk burjuvazisinin şahsında kendi egemen sınıflarının her türlü barbar, baskıcı ve talancı geleneklerini kendi kişiliğinde somutlaştıran ve kusan, böyle bir sınıfın elinde tarihinde, hem de kendi önderliklerinden tanık olduğu ihaneti en yoğun bir biçimde yaşamış, uygarlıktan sürekli kopartılmış, modern gelişmelerin dışında tutulmuş ve en sonunda da kendi egemenlerinin en tehlikeli bir ajan istilasıyla karşılaşmış olan Kürdistan halkı, dünya halklarının kurtuluş mücadeleleri ve proleterya devrimleri çağında kendisini böylesine yitirmiş, kendisinden, kendi kişiliğinden ve kendi kaderini kendi eliyle çizmekten böylesine uzaklaşmıştır. Onun adına konuşan yoktur. Toplumsal çıkarları ve ulusal bağımsızlık talebi adına konuşan, düşünen ve eylem yapan yoktur. Tam tersine ulusal ve toplumsal çıkarların ağıza bile alınmaması ve tamamen katmerli bir yabancılaşma temelinde ajan güçlerin türetilmesi, ağalardan, şeyhlerden ve aşiret reislerinden böylesine işbirlikçi bir tabakanın en tehlikeli bir biçimde oluşturulması, bazılarına sözüm ona aydın giysileri giydirilerek, yeni bir işbirlikçi tabakanın yalnızca kişisel düzeyde değil, sınıf düzeyinde de ortaya çıkarılması, bunların özellikle kentlerde yoğunlaşmasıyla, toplumda daha derinliğine ve emekçi sınıfların saflarına yönelik bir biçimde dal budak salması söz konudur.
Özellikle "Kürdistan'da Darağaçları, Kışla Kültürü ve Devrimci İntikam Görevimiz" adlı değerlendirmede de dile getirildiği gibi, daha çocukken halkın içinden alınan aydınlar ve gençler, açılan okullarda başkalaşıma uğratılıp kişiliksizleştirilerek, kendi halkının ve sonraları PKK'nin başına bela edilmiş, yabancı bir kültürel temelin ve kişiliğin sızdırılması hareketi de geliştirilmiştir. Üniversitelerde bu giderek daha da yetkinleştirilir. Sözüm ona aydın olan, ama İdrisi Bitlisiler'e taş çıkarırcasına toplumu en kötü bir tarzda karanlığa iten sahteliğe ve yabancılaşmaya sürükleyen bir tip şekillenir. Sosyalizm adına konuşur, ama sahtekarlık ve oportünizm bile diyemeyeceğimiz, iğrenç bir mantık manzarası sergiler. Eylem değil, eylemsizliği savunur. Modern giysilidir, ama kapkara ruhlu birisidir. Bu tipler ortalığı sarar. Sömürgeciliğe karşı direnilemeyeceğini, ulusal kişiliğini aramanın ve toplumsal özgürlüğe ulaşmanın beyhude ve saçma olduğunu, yapılabilecek en önemli şeyin "Gemisini kurtaran kaptan" misali bir maaşa sahip olmakla yetinmek olduğunu, kendini kurtarmanın insanlığın ABC'si olarak kabul edilmesi gerektiğini ögütler. Ne acıdır ki, bütün bunlar kendisinde derin bir bilinçsizlik temelinde gelişir. Neye hizmet ettiğini bilmeden bütün bunları söyler. Bilse bile kendisinin söylediği yalanlara kendisini de inandırarak, bunun propagandasını yapmaya devam eder. Toplum gözeneklerinin hemen hemen tümünde artık böylesine bir yaraya yakalanmıştır. Bu gözenekler bu tür öğeler tarafından deşildikçe deşilen, acıdıkça acıyan, sızladıkça sızlayan bir yaralar toplamına dönüşür.
Belli ki tedavi gereklidir, ama tedavi için neresinden başlamak gerekir? Beyninden tutalım yüreğine kadar her tarafı yara bere içinde kalan, lime lime edilmiş bir toplum için nasıl bir tedavi gerekmektedir? Kendi öz evlatlarının durumu böylesine acılıyken, toplumsal ve ulusal çıkarların gereksizliğine bu denli inanmış olan, toplumun temsilcilerini düşünmeyi siyaset ve marifet sayarken, bu toplumun kendisine gelmesi nasıl olacaktır? Kısacası bu denli kendisi olmaktan çıkmış, kendi kişiliğini bulmaktan uzaklaştırılmış, kendi önderliğinden ve kendi kaderini çizmekten yoksun olan bir halka; her düzeyde kendisini yenileyecek, çağdaş kılacak, ulusal ve toplumsal düzeyde özgürlüğüne kavuşturacak, çağın gerçeklerine uygun bir strateji ve kendi potansiyel gücünü hayata geçirecek bir taktik nasıl sergilenecektir? Bu nasıl kendisine verilecektir? Kendi kitlesel eylemliliği nasıl ortaya çıkarılacaktır? Öncüsü bunları nasıl hayata geçirecektir? Öncünün kendisi nasıl ortaya çıkacaktır? Günümüzde en yakıcı sorunların bizzat hayatın içinden, hemen her gün haykırırcasına ortaya çıkması bu biçimdedir. Biraz dürüst ve insanlığa biraz saygılı bir kişinin rahatlıkla teslim* edeceği ve kabulleneceği sorular bunlardır.
Öteki çağdaş toplumlar ve halklar gibi, Kürdistan toplumuna da bir önderlik gereklidir. Yalnızca askeri alanda değil, sanatsal düzeyden tutalım siyasal düzeye kadar, ideolojik düzeyden tutalım ekonomik yaşantısına kadar her şeye çekidüzen verecek, programlaştıracak, örgütlülüğe ve eylemliliğe kavuşturacak bir komuta merkezine, bir genelkurmaylığa ihtiyaç vardır. Çokça işlediğimiz gibi, PKK'nin tarihsel tanımı, devreye girmesi ve gelişimi bu soruların cevabı biçimindedir. PKK, çağın gerçeklerinin Kürdistan toplumuyla kaynaştırılmasının kendisi olmaya çabalamış ve bu çabanın kendisi olmuştur. Başaşağı giden bir tarihi, tekrar yükseğe ve ileriye doğru çark ettirmek en kötü bir biçimde çağdan kopuşunu sağlam köprülerle yeniden kurmak ve çağdaş kılmak için, bu soruların bir karşılığı olarak, PKK'nin çıkış ve gelişim olayının nasıl ele alınması gerektiğini çeşitli değerlendirmelerle dile getirdik. Yalnız düşmanlarımıza ve dostlarımıza değil, özellikle de bu Partinin yüreği, beyni durumunda olması gereken kadrolarına önder konumundakilerden tutalım sıradan sempatizanlara kadar PKK olgusunu nasıl ele almaları gerektiğini, kendi öz gerçekliklerini nasıl ele almaları gerektiğini vuguladık. Hala yoğun bir biçimde bu dersleri vermeye çalışıyoruz.
Ama tarih, halkımız adına yola çıkan öncülerin biraz daha değişikliğe uğramalarını zorunlu kılıyor. Bu aynı zamanda, o katmerli yabancılaşmanın doğal bir sonucudur. Bir çok ve özellikle direniş şehitlerinin anılarına yazılan değerlendirmelerde, onların direnişinin büyüklük ve kutsallık derecelerinin neden başka ülkelerle aynı biçimde kıyaslanamayacağını belirttik. Ve çağda örneklerle karşılaştırıldığında, düşünceden tutalım eyleme kadar, bizim için en küçük bir başkaldırının Kürdistan'ın özgül koşulları içinde ele alındığında neden çok daha farklı ve daha büyük bir anlama sahip olduğunu işlemeye çalıştık. Yine bütün bunlardan yola çıkarak, neden bizde önderliğin özgün gelişmek zorunda olduğunu, acılı ve işkenceli bir ortamda neden muazzam bir direnme tutkusu, dikkat, öncelik, süreklilik, kesinlik, fedakarlık, ve kar ve olgunluk biçiminde bir gelişim kaydetmesi gerektiğini izah ettik. Bütün bunları ortaya koyarken, kitlemizin kendine has direnmesinin ne olduğunu, dünyadaki bir çok örneğiyle ezbere kıyaslamadan kendi özgünlüğü içinde doğru kavranması gerektiğini söyledik. Örneğin; kitlemizdeki büyük durgunluk ve sessizliğin altında bir volkan gibi bir kin ve öfkenin yattığını, bunun adeta halkımızın ulusal kimliği gibi sistemleştiğini ve somutlaştığını ortaya koyduk.
Evet, Kürdistan halkı yaralıdır, görünüşte durgundur, bilinçsizdir ve örgütsüzdür. Ama daha derinde, hiçbir halkın sahip olamayacağı kadar öfkeli ve kinle dolu bir halktır. Doğaya, topluma ve kendisine bakışı kin ve öfke saçar. Gergindir, kuşkuludur, alaycıdır, şüphecidir, intikamcıdır, saygılıdır, merhametlidir. Yardım dilenir, kendisine sahip çıkılmasını ister, çok eziktir, çok acılı ve işkencelidir, çaresizdir, merhamet dilenir, dua eder. İşte halk gerçekliğimiz budur. Dostluğa bağlıdır, kendisine bir merhaba diyene ölümüne değin dost olarak kalabilir. İyi bir yandaş olabilir. Vefalıdır, tutkuludur. İşte halk gerçekliğimiz budur. Ve yeni bir dönemin içinden geçerken, daha bir çok sayısız özellikleriyle kendisini dışa vuran halk gerçekliğimiz ve bu gerçekliğin kendine has direnmeci kişiliği böyledir. Direnen halk gerçekliğimiz budur. Belki gümbür gümbür ayaklanmıyor, ama alttan alta sürekli bir ayaklanmayı yaşayan, beyninde karışıklığın hüküm sürdüğü kendisini rahatsız etmeyen bir öfke içinde, sürekli yaşamını sürdüren ve dolayısıyla kendisine özgü bir ayaklanmayı tutturan bir halktır bu. İhanete uğramıştır, nefret ediyordur, affetmiyordur, ama intikam da alamamaktadır, ders de verememektedir. Böylesine bir ayaklanmadır bu. Biliyor ve görüyor, ama eli yetmiyor, böylesine bir direnmeci konumda bulunmaktadır. Aldatılıyor, sürekli aldatıldığını da biliyor, işte böylesi bir aldatılmaya karşı direnme içindedir.
Bazı arkadaşlar halk gerçekliğimizi derinliğine kavrayacak, onun pasifliğinin doruğu altındaki büyük isyanı, bir yığın sahte veya görüntüdeki yabancılıklar altında yatan direnmeci ve özkişiliğini göremeyecek kadar yüzeyseldirler. Hayır, halk gerçekliğimize tüm derinliğiyle yaklaşmalı ve bakılmalıdır. O zaman görülecektir ki, orada bir ulusal kişilik ve bir toplumsal isyan olayı vardır. Ve halk öncüsünü aramaktadır. İddia ediyoruz ki, Kürdistan'da yaşayan Kürt halkı, dünyanın en direngen ve en ayaklanmacı düzenini yaşayan halklardan birisidir. Sınıfsız direnme potansiyeline sahip olan ve çok çeşitli gözeneklerinde bunu açığa vurmanın eşiğine gelen bir halk! Bu gerçeklik çok önemlidir. Ve bunu tüm yönleriyle kavramayan bir öncünün başarı şansı yoktur. Dışarıdan görünenle, bu görüntünün altındaki gerçeği birbirinden ayıramayan, pasif olanla direngenlik arzeden tutum arasındaki ilişkiyi ve ayrımı yapamayan bir öncü elbette zavallı bir amatör durumuna düşmekten kurtulamaz.
O halde Kürdistan halkının kendi gerçekliği içindeki yaşamını bir direnme ve ayaklanma yaşamı, ayaklanmanın en basit ve gelişmemiş bir biçimi, yüzyıllardan beri ezilmiş, susturulmuş, işkenceye uğramış, parçalanmış ve örgütsüzlüğe bırakılmış bir biçimi olarak görmek gerekiyor. Onun soğuğa ve açlığa dayanması bir direnmedir. Onun küfüre, zulme ve sömürüye dayanması bir direnmedir. Onun kendisine karşı yapılan ihanete karşı tavrı bir direnmedir. Bu direnme pasif ve örgütsüz olabilir, ama ne kadar karmaşık ve rotasından çıkmış olursa olsun, bu halkın çağımız içinde kendisine has bir yaşamının olması bile, kendine özgü bir direnmedir. Ama acemi, korkakça, çaresiz ve örgütsüz bir direnme!.. Önemli değil! Önemli olan onun dışındaki görüntülerle izah edilemeyecek kadar derinlik, özgünlük ve karmaşıklık arz eden, ama yine de gerçek olan bu ayaklanmacı konumunun kavranmasıdır.
Reber APO - Derlemeler
- Ayrıntılar
HPG Ana Karargah Komutanlığı’nın şehit Tekoşer yoldaşın şehit düştüğü olaya ilişkin yaptığı açıklama:
“26 Nisan 2011 günü Dersim’in Pülümür ilçesine bağlı Sevdin alanda yaşanan çatışmada şehit düşen 7 yoldaşımızdan birisi de Tekoşer Amed’dir.
Mücadeleye katılmadan önce de gençlik çalışmaları içerisinde aktif yer alan Tekoşer arkadaş bir süre sonra bunu yeterli görmeyerek mücadelenin ön saflarında daha aktif yer alabilmenin arayış ve çabası içerisine girmiş, bu arayışların sonucunda 2009 yılında gerilla saflarına katılmıştır.
Gerilla saflarında bulunduğu arkadaş ortamlarında olgun ve mütevazı duruşuyla dikkat çekerken gerilla yaşamına duyduğu ilgi ve merak onun da kısa sürede dağ koşullarına uyum sağlayarak sorumluluk üstlenmesini kolaylaştırmıştır. Gelişmeye açık yapısıyla bulunduğu ortamlara güç ve katkısı büyük olmuştur.”
Birçok Kürdistanlı genç artık sıradan bir çalışmayı kendisine yeterli görmediği tarihi bir süreçten Kürdistan gençleri geçiyor.
Kürdistanlı gençlerin haksızlıklara karşı artık tahammülleri kalmamıştır. Bunun için herkes şöyle ya da böyle bir şeyler yapar. Bu bir şey zamanla çok şey olur. Çok şey oldukça bu ruh artık bu bedene sığmaz. Sıkışan bir ruh ise vasat ortamların içerisinde nefes alamaz. Günü birlik bir yaşama ruhu yüksek olanlar alışamazlar. Alışamadıkları için kendilerine yeni yollar ararlar.
İşte böyle ruhunun özgürlüğünün peşine düşen gençlerden bir tanesi de Tekoşer yoldaştır.
Mücadeleye katılmadan önce de gençlik çalışmaları içerisinde aktif yer almaktadır Tekoşer yoldaş. Ancak bu çalışmalar bir süreden sonra sıkmaya başlar, daraltır. Bu daralmayı aşmak, bu sıkışmayı aşmak için daha geniş alanlara çıkmayı bilir Tekoşer yoldaş. Bunun için yönünü daha sonra dağlara verir. Nitekim bu arayışlara cevabını 2009 yılında verir.
Tekoşer yoldaşımız güneye hiç gelmemiştir. Sivildeki ismi Hakan’dır. Hakan ise çok yoğun bir şekilde Türklük kokmaktadır. Bunun için Hakan ismini sevmez. Bu ismi sevmediği gibi kimsenin ona bu isimle hitabet etmesini de kabul etmez.
Gün gelir dediğimiz gibi dağlara çıkacaktır. Onunla birlikte çalışanlar onun katılımını duydukça oldukça sevineceklerdir.
Sivilde legal çalışmalarda aktif çalışan bir gençtir. Hem de göz dolduran…
Hakan ismini dediğimiz gibi sevmezdi. Ve bu ismin söylenmesine de izin vermez. Hatta daraldığı da olur. “Hayır, bana Hakan demeyeceksiniz, benim adım Haki’dir” diyerek Haki Karer yoldaşa olan yakınlığını ve bağlılığını her seferinde hissettirir.
PKK hareketinin en büyük şehitlerinden olan Haki Karer arkadaştan çok etkilenmiş bir gençtir. O’nun yolunda, şehitlerin yolundan gitmek için kendini feda eden bir arkadaştır. Türklük kokan o Hakan ismine bile tahammül gösteremeyecek kadar yurtseverlik duyguları güçlü bir gençtir.
“Bundan sonra bana Hakan demeyeceksiniz. Ben Haki’yim. Bana Haki diyeceksiniz, benim ismim Haki’dir” dediği çokça olmuştur. Yoldaşları da O’na “Haki” demeye başlarlar.
Hakan ismini onun okul arkadaşları kullanmayacaklardır. Artık o Haki’dir. Haki olarak çağrılmaya başlanır.
Haki arkadaşın aktifliği, kendisini yoldaşlarla yenilenmesi, gerillaya katılım isteğini onunla kalan herkesçe bilinir. Gerillaya gelmek için birkaç denemesi olmuştur Haki arkadaşın. Tekoşer arkadaşın birkaç denemesi olur; ancak çalışmalarda kalınmasına karar verildiği için gelemez. Yine bir keresinde ise yekser yakalanır.
Haki yoldaş tutuklanmıştır. Ancak çalışma azmi, dağlara çıkma azmi ve de düşmana olan kini azalmamış bilakis çok daha üst boyutlara tırmanmıştır.
Kimle gitti, kimlerle gitti, kim biliyordu Haki’nin gideceğini. Haki tutuklandıktan sonra direkt serbest bırakılır. Serbest bırakıldıktan sonra ona “senin nereye gideceğini biz biliyoruz. Nereye gidersen git biz izin vermeyeceğiz” diyen faşist polislerle karşı karşıya da kalır Haki yani Tekoşer yoldaş.
Ama Haki’nin iddiası, kararlılığı yüksektir. Bu yüzden de onları hiç takmaz. Yakalandığı süreçte cezaevi, işkence, gözaltılar hiç O’nun umurunda değildi. O bir kere gerilla olmayı kafasına koymuştur. Bir APO’cu ruhu kafasına koymuştur. Katılacaktır Haki.
Sonra da duyulur ki Haki dağlara çıkmış.
Onu sivilde tanıyan bir yoldaşı bu duruma ilişkin:
“O yüzden Haki duyduk ki katılım yapmış. Haki katılım yaptıktan sonra Erzurum’dan gelen O’nu katan arkadaşları gördük. Onlarla tartıştık. Resimlerini gösterdiler. Çok sevinmiştik.
Sivilde çok fedakârdı. Gerillaya katıldıktan sonra arkadaşlar Haki arkadaşın katılımının çok özlü bir katılımının olduğundan, şehit düşmeden çok önce de her zaman bahsederlerdi.
Arkadaşın sürekli bir heyecanının, bir duygusunun olduğu belli oluyordu” diyecektir.
Haki arkadaşın bilinçli bir katılımı vardır. Bir kini ve öfkesi vardır. O kini ve öfkesini dindirebilmek, düşmana kusabilmek için bir katılım sağlamıştır.
Çok erkenden gerillaya adapte olan Tekoşer yoldaş karakter olarak çok güçlü devrimci özelikler gösteren bir yapıdadır. Bunun içindir ki dağlarda zorlanmayacak, tam tersine erkenden gelişme seyri yaşayacaktır.
Tekoşer yoldaş gelecekte özgürlüğü elinde alınmış olan gururlu ve onurlu bir halkın evladı olarak bu onurlu ve gururlu halk için canını vermekte tereddüt etmese bile bu kadar erkenden aramızdan ayrılması kaldırılması zor bir duygudur.
Her zaman seninle, senin inandıkların değerler uğruna mücadele edeceğimize sana ve senin şahsında şehitlere verdiğimiz sözümüzü yeniliyoruz.
Mücadele arkadaşları
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna
1. 21 Nisan tarihinde saat 21.00 ile 23:00 arası işgalci TC ordusuna ait savaş uçakları Medya Savunma Alanlarımızdan Zap ile Zagros bölgelerinde belli aralıklarla uçuş gerçekleştirmiştir.
- Ayrıntılar