Basına ve Kamuoyuna
5 Mayıs tarihinde saat 09.30 ile 11.00 arası işgalci TC ordusu Şırnak'ın Uludere ile Medya Savunma Alanlarımız Haftanin sınır civarındaki Deryê Davetiya ve Kilika Sinor alanlarına yönelikhavan ve obüs toplarıyla bombardıman gerçekleştirmiştir
- Ayrıntılar
6 Mayıs Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ın idam edilişlerinin kırk ikinci yıldönümü. Bizim kuşak kırk iki yıldır bu derin acıyı yaşıyor. Fakat bu acıyı daha derinden yaşayan, hatta daha oluşmadan hissederek önleme çabasına giren kuşkusuz Mahir Çayan ve arkadaşlarıdır. Kızıldere katliamının böyle bir acının yaşanmasını engellemek için geliştirilen eylem içinde gerçekleştiği ve söz konusu acıyı daha da büyütüp derinleştirdiği bilinen bir gerçektir.
Bizler kuşak olarak böyle büyük kahramanlıklar içinde ve derin acılar yaşayarak bu dünyayı tanıdık ve o gün bugündür yürüttüğümüz mücadeleye katıldık. Kuşkusuz bu büyük devrimci önderleri tanımadık, onlarla birlikte çalışmadık, fakat mücadele ruhumuzu ve bilincimizi onların yarattığı kahramanlıklar ve acılar içinde oluşturduk. Kim kimdir, pek bilmeyiz! THKP-C ile THKO neden ayrı iki örgüt oldu, fazla anlamayız! Ancak 1972 başından itibaren bu tür devrimci güçlerin faşizme karşı birlikte direndiğini ve Kızıldere yürüyüşünün bunun somut ifadesi olduğunu iyi bilir ve anlarız.
Bize söylendiğine ve sonradan öğrendiğimize göre, THKP-C ile THKO arasındaki temel görüş farklılığı ülkemizde gerilla mücadelesinin nereden başlayacağı noktasındaymış. THKP-C şehirden başlamalı derken, THKO kırdan başlamalı diyormuş. Velhasıl 12 Mart 1971 faşist-askeri darbesine karşı şehirlerde çok fazla planlı ve örgütlü olmayan silahlı eylemler geliştirildikten ve toplum silahlı propaganda ile uyarıldıktan sonra söz konusu bu görüş farklılığı da ortadan kalkmış. Nitekim Sıkıyönetim Askeri Cezaevinden kaçtıktan sonra yaptığı Genel Yönetim toplantısında Mahir Çayan, “Şehirlerde yapılması gerekenin başarıldığı ve gerilla direnişinin artık kıra taşınması gerektiği” değerlendirmesinde bulunmuş.
Diğer bazı eylemler gibi Mahir Çayan ve arkadaşlarını Kızıldere’ye götüren eylemlilik de işte bu anlayışın sonucu olarak gerçekleşiyor. Aralarındaki görüş ayrılığı da ortadan kalktığı için THKP-C ile THKO birlikte eylem yapıyor. Yani aslında birleşiyor ve bir örgüt haline geliyor. Kızıldere direnişi bunun somut ifadesi olarak gerçekleşiyor. Zaten amacı da Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının idam edilmesini engellemek. Yani THKP-C Önderi Mahir Çayan, THKO Önderlerini kurtarmak için kendi yaşamını ortaya koyuyor! Buradaki birlik ve yoldaşlık ruhuna bakın! Buradaki halka ve devrimci değerlere bağlılığa bakın! Buradaki değerlendirme ve yenilenme gücüne bakın! Mahir Çayan demek işte bunlar demek! İşte bunlar Mahir Çayan çizgisini oluşturuyor. Türkiye sosyalizminin ve demokrasisinin devrimci çizgisi de işte bu oluyor. Türkiye’deki demokratik devrim mücadelesinin temelleri işte böyle atılıyor. Bunlar tartışmasız ve silinemez olan ülke ve halk gerçeğimizdir. Bunlar Türkiye devrimciliğinin çizgi esaslarıdır.
Gerçek böyle olmasına rağmen, kırk iki yıldır Mahir Çayan çizgisinde yürüdüklerini söyleyenler peki böyle mi davranıyorlar? Mahir Çayan direnişçiliğinin mirası üzerinde var olanlar bu mirasın gereğini yerine getiriyorlar mı? Kuşkusuz bu sorulara olumlu cevaplar vermek mümkün değil. Eğer cevaplar olumlu olsaydı, yani Mahir Çayan’ın devrimci çizgisi yaratıcı bir tarzda ve kararlılıkla uygulansaydı, o zaman Türkiye demokrasisinin durumu kuşkusuz çok farklı olurdu.
O zaman Türkiye’de radikal demokrasi olurdu, AKP faşizmi değil. O zaman Türkiye’yi devrimciler yönetirdi, demogoglar değil. O zaman halktan en çok oyu demokratik güçler alırdı, faşist güçler değil. Kısaca kırk yıldır Türkiye toplumu faşist-oligarşik baskı ve sömürü altında değil, farklılıklara dayalı eşitlikçi ve özgürlükçü demokrasi altında yaşar ve yönetilirdi. Eğer kırk yıldır Türkiye’ye faşist-oligarşik rejim hakim olduysa ve demokratik devrim başarıya ulaşmadıysa, bunun temel nedeni Mahir Çayan’ın mirası üzerinde yürüdüğünü söyleyenlerin Çayan çizgisini doğru ve yeterli bir biçimde uygulamamasıdır. Deniz Gezmiş ve İbrahim Kaypakkaya önderliklerinin akibeti de benzerdir.
Bunun da baş sorumlusunun eskinin “Devrimci Yol Grubu” olarak adlandırılan ve bugün de ÖDP olarak devam eden hareket olduğu tartışmasızdır. Bu nedenle Devrimci Yol pratiğinin ve çizgisinin doğru değerlendirilmesi ve eleştirilmesi gerekir. Elbette bunu da Mahir Çayan’ın devrimci-demokratik çizgisi temelinde yapmak gerekir. Hem birlik ve hem de mücadele açısından bu çizginin Mahir Çayan gerçeğini nasıl tasfiye ettiğini görmek ve aşmak önemlidir.
Kuşkusuz birlik ve mücadele açısından Devrimci Yol pratiği de her zaman hatalı ve olumsuz değildir. Bu konuda olumlu tutum sergiledikleri dönemler de vardır. Örneğin 12 Mart faşizmi aşılırken devrimci gençliğin yeniden örgütlenmesini ifade eden Ankara Demokratik Yüksek Öğrenim Derneği(ADYÖD) pratiği önemlidir ve olumlu yönü ağır basan bir pratiktir. Yine 12 Eylül faşist-askeri darbesi ardından geliştirilen Faşizme Karşı Birleşik Direniş Cephesi(FKBDC) örgütlenmesi de olumlu bir tarihi adımdır. Bunlar tüm sosyalist ve demokratik güçleri birleştirmeyi ve ortak örgütlülük içinde birlikte mücadele etmeyi içeren adımlardır. Mahir Çayan’ın birlik ve ortak mücadele çizgisine yakın adımlardır. Elbette olumluluk sadece örgütsel alanda atılan adımlarla sınırlı da değildir. Direniş mücadelesinde de benzer olumlu adımlar söz konusudur. Örneğin 1970’li yıllarda egemen kılınmak istenen MHP faşizmine karşı direniş önemli ve olumludur. İçinde eleştirilebilecek çok şey bulunsa da, genel planda direniş çizgisinin esas alınmış olması olumluluğu ifade etmektedir. Kuşkusuz bu dönemde direnen sadece Devrimci Yol Grubu değildir, pasifist gruplar dışındaki tüm devrimci güçler bu tarihi direnişin içinde yer almıştır. Ancak en büyük grup olarak Devrimci Yol’un direnişi seçmiş olması sonuç üzerinde ciddi etkide bulunmuştur.
Fakat Devrimci Yol Grubu’nun bunlar dışındaki pratiği olumsuzdur. Esas grup pratiğini belirleyen ise bu olumsuzluklardır. Örneğin ADYÖD’ten sonra AYÖD’ü dar grupçu yaklaşımla kurması ve devrimci gençlik örgütlenmesinin birliğini dağıtması çok olumsuzdur. Mahir Çayan’ın yarattığı birlik esas olarak burada yok edilmiştir. En büyük ve güçlü grup olmak tek başına hareket etmeyi veya herkesi kendine bağlamayı gerektirmez. Bu yaklaşım her şeyden önce demokratik değildir. Büyük grup demek, birlik ve mücadeleye öncülük etmek demektir. Demokratik büyüklük kendini pratikte böyle gösterir.
Yine 12 Eylül faşizmi karşısında geliştirilen FKBDC’yi 1982 sonunda dağıtmak ve devrimci-demokratik hareketi 12 Eylül faşizmi karşısında birliksiz ve mücadelesiz bırakmak çok olumsuz bir pratiktir ve tarihin en ağır suçlarından biridir. Halbuki PKK deneyimi gösterdi ki, FKBDC direniş çizgisinde pratiğe geçirilseydi 1990’ların başında Türkiye’de demokratik devrim olacaktı. Eğer bu engellendi ve faşist-oligarşik sistem geçici başarı kazandıysa, bunda Kenan Evren cuntası değil, Devrimci Yol Grubunun FKBDC’yi boşa çıkarması esas rol oynadı. Türkiye halklarını 12 Eylül faşizmi karşısında öncüsüz bırakan o dönemin Devrimci Yol sorumlusu olan Taner Akçam denen kişi oldu.
1990’lardan bu yana da ÖDP pratiği Türkiye halklarını öncüsüz ve Türkiye toplumunu demokratik alternatifsiz bırakıyor. Ne kendisi öne geçip diğer demokratik güçleri birliğe ve ortak mücadeleye çağırıyor, ne de oluşturulmaya çalışılan demokratik birliklere katılıyor. Hep ayrı ve görünüşte tek başına durarak sürekli devrimci-demokratik güçlerin birliğini parçalıyor. Sanki rejim adına demokrasi hareketini marjinal ve parçalı konumda tutmakla görevlendirilmiş gibi. Peki bunun Mahir Çayan’ın birlikçi ve çığ gibi büyüyüp iktidar alternatifi haline gelen çizgisiyle ne alakası var?
Son 30 Mart seçimleri bir kez daha gösterdi ki, ÖDP’nin bu parçalayıcı ve alternatif olmama çizgisi esas olarak sisteme fayda getiriyor. Sol demokratik güçleri parçalayarak CHP kuyruğuna takıyor. Kendi başına gibi görünüyor, ama aslında objektif olarak CHP kuyrukçuluğu yapıyor. Radikal demokratik güçlerin birliğini ve alternatif iktidar gücü haline gelmesini engelliyor. Sosyalist ve demokratik hareketi CHP’lilik içinde eritiyor. Şimdi yeni bir radikal demokratik alternatif olarak Halkların Demokratik Partisi(HDP) geliştirilmeye çalışılırken de en ciddi engel olarak ÖDP ortada duruyor. Ne kendini feshediyor, ne de gelip HDP birliğine katılıyor. Kendisi de farklı bir demokratik alternatif sunmuyor. Peki bu durum nereye gidecek ve kime hizmet edecek? Bunun Mahir Çayan çizgisiyle uzaktan yakından bir ilişkisi var mı? Bunun radikal demokratik alternatifi etkisiz kılarak sisteme ve özellikle CHP’ye hizmet etmek olduğu açık değil mi?
Adına ne denirse densin ama bu durum artık kesinlikle bir son bulmalıdır. HDP önündeki ÖDP engeli kesinlikle aşılmalıdır. Bunun da en doğru yolu, kuşkusuz ÖDP’nin Mahir Çayan çizgisine girerek günümüzde bu çizginin pratikleşmesi olan HDP birliği içinde yer almasıdır. Yok eğer böyle yapmıyorsa, o zaman kim olduğunu ve kimlere hizmet ettiğini ortaya koymalıdır. Yoksa radikal demokratik hareket bu görevi yapacak ve ÖDP’yi gerçek ifadesine kavuşturmak zorunda kalacaktır.
Bu temelde idam edilişlerinin kırk ikinci yıldönümünde büyük devrimci önderler Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ı saygıyla anıyor, tüm devrimci-demokratik güçleri Mahir Çayan çizgisinde birleşmeye ve güçlü bir demokratik alternatif yaratmaya çağırıyoruz!
Selahaddin Erdem
Yeni Özgür Politika
- Ayrıntılar
Felsefede ve sosyal bilimlerde çok önemli yer tutan Kavramlar mikro anlamlar yüklüdürler. Bir konunun özetlenmiş ve yoğunlaşmış halidirler. Konuların anlaşılmasında anahtar rolündedirler. Doğru kullanıldığında tanımlayıcı ve netleştirici gücü açığa çıkarken, yanlış anlama ve çarpıtılma durumunda ise muğlaklaştırıcı, anlamsızlaştırıcı ve yozlaştırıcı bir sonuç ortaya çıkarabilirler. Özellikle son yılarda “diyalog”, “müzakere” ve “çözüm” kavramları çok sık kullanılır hale gelmiştir. Birçok çevre bu kavramlara ve bu kavramlar ekseninde gelişen sürece kendine göre bir anlam yüklemekte ve değerlendirmektedir. Peki, gerçekten söz konusu kavramların gerçek anlamı nedir? Ve bizler bu kavramlara nasıl bir paradigmayla bakmalıyız. Elbette bu kavramların politik anlamı kadar sosyolojik anlamı da vardır. Dolayısıyla hem siyasal, hem de sosyolojik açıdan bu kavramlar doğru tanımlanmadan konuların gerçek özü de tam anlaşılamaz. Zaten tam anlaşılmadığı ve bazı kesimlerce kendine göre farklı yorumlandığı için toplumda kavram kargaşasına ve mücadelenin farklı alanlarında bazı beklentilere yol açmakta ve ortamı gevşetmektedir. Diyalog, müzakere ve çözüm süreçlerinin karakterini ve aralarındaki diyalektiği doğru anlamak için kavramların sosyolojik ve politik yönünün kısaca irdelenmesinde büyük yarar vardır.
Aşağıda belirtilenler diyalog, müzakere ve çözüm süreçlerinin genel çerçevesidir. Sorunların yaşandığı ülkelerin, tarafların ve muhatap olan güçlerin durumuna ve özgünlüğüne göre süreçlerin kendine has özellikleri olabilir. Dünya genelinde yaşanan benzer örnekler olsa da farklılıklarını da da görmek gerekir.
DİYALOG: Fransızcada karşılıklı konuşma anlamındadır. Kürtçede Dü ali yani iki taraflı ilişki anlamına gelen Aryen kökenli bir kavram olup iki tarafın karşılıklı konuşmasını ve tartışmasını ifade eder. Diyalog özellikle toplumsal sorunlarda birbirini başta askeri olmak üzere çeşitli yollarla yenemeyen güçler arasında denenen ve çözüm konusunda belli bir başarı sağlayan yöntemdir. Daha önce denenen yöntemler istenen sonucu vermemiştir, tersine sorunu ağırlaştırmıştır. Bu aşamadan sonra diyalog yöntemiyle yeni bir arayış devreye girer. Bu bakımdan diyalog bir konu, ya da bir sorun hakkında fikir alışverişi ile iki tarafın birbirini tanıması, ilgili konu hakkında yaklaşımlarını açığa çıkarması anlamına gelir. Diyalogda genelde iki hedef vardır. Birincisi; artık taraflar birbirini kabul ederek sorunun çözümünü amaçlarlar. Bunun sosyolojik, psikolojik, politik, güvenlik, ekonomik ve anayasal altyapısını hazırlarlar. Daha önce denenen yöntemler ve onların yarattığı tahribatların ortadan kaldırılması hedeflenir. İkincisi; Esasta eski inkâr ve imhaya dayanan amaç ve zihniyet hâlâ varlığını korumaktadır. Yok etme zihniyeti değişmemiştir. Değişen sadece yöntem ve üslup olmuştur. Eskinin katı inkâr ve red tutumu yerine sinsice bir ilişkilenme yöntemi devreye girmiştir. Karşı tarafın bir şekilde tasfiye edilmesi, dağıtılması veya marjinalleştirerek güç olmaktan çıkartılması ve etkisizleştirilmesi esas yaklaşımdır. Bu mantıkla yürütülen diyalog beklentiye sokma ve bir oyalama politikasına dönüşür. Tıpkı AKP hükümetinin yaptığı gibi. Diyalog tarafların ilişkide ve tartışma halinde olduğunu gösterir. Ancak diyalog süreçleri yasal ve resmi değildir ve bir bağlayıcılığı yoktur. Diyalog süreçleri müzakere süreçleri değildir. Diyalogla müzakere süreçleri farklıdır. Diyalog süreçlerinin karşılıklı resmi bağlayıcı özelliği yoktur. Yazılı ve imzalı metinlere dayanmaz. Bir nevi tarafların birbirlerinin iyi niyetini, gerçekliğini, yetkinliğini, yeterliliğini test ettikleri bir süreçtir. Genellikle gizliden ve daha çok istihbarat üzerinden gerçekleşir. Diyalog süreci müzakere sürecinin alt yapısını hazırlar. Sorunlar ve çözümleri hakkında ortak bir tanım ve konsensüs sağlanmaya çalışılır. Ayrıca diyalogda taraflar eşit durumda değildir. Henüz o aşamaya gelinmemiştir. Bunlar ancak müzakere sürecinde gerçekleşir.
Diyalog sürecinin en önemli yönü sorunlara bakış açısında gelişen zihniyet-paradigmatik değişimdir. Örneğin Önderlik devletin Kürt ve PKK’ye bakışını değiştirmiştir. Önderlik devleti ve özellikle de toplumu zihniyet dönüşümüne uğratarak siyasl demokratik çözüm için ortam hazırlamış ve araçlarını yaratmıştır. 2013 Newroz’unda başlatılan ateşkes ve geri çekilme süreci bunu daha da pekiştirmiştir. Önderlik sorunun çözümü için yaklaşık yirmi yıldır siyasi yönteme öncelik tanımış ve bunun gerçekleşmesi için çaba harcamıştır.
Örneğin Türk devletinin Önderlik ve Partiyle geliştirdiği bir diyalog süreci vardır. Fakat bu müzakere anlamına gelmiyor. Taahhütler sözlüdür ve geleceğe ilişkin belki de sadece niyetseldir, ancak yasal ve bağlayıcı yönü bulunmamaktadır. Her an kesilebilir karakterdedir. Herhangi imzalı bir belgeye ve resmi görüşmeye dayanmaz. Bazı kesimler diyalog sürecini müzakere ve çözümle eşdeğer görmektedir. “Diyalog var, öyleyse çözüm sürecine girilmiştir “ gibi bir sonucu çıkarmak son derece apolitik bir yaklaşımdır, ya da bilinçli bir çarpıtmadır. Önderlik “görüşme var ama anlaşma yok herkes böyle bilmelidir” diyerek baştan beri uyarılarda bulunmaktadır.
MÜZAKERE: Arapça bir kavram olup bir konu hakkında görüşme ve tartışmadır. Siyasal anlamda ise bir sorunun çözümüne ilişkin istişarede bulunmak, yani tartışma yürütmektir. Müzakerenin diyalogdan farkı çözüm için yol haritasının geliştirilmesidir. İki taraf da diyalog sürecini olgunlaştırmış, artık ihtilaflı konularda her iki taraf için de makul ortak bir çözümde karar kılınmıştır. Diyalog yöntemi olumlu anlamda sonuçlandığında taraflar artık yasalı bir müzakere sürecine girerler. Bu demektir ki, taraflar sorunun çözümü konusunda bir uzlaşmaya varmıştır.
Müzakere süreci konsensüsü sağlanan konuların nasıl, hangi sürede, ne zaman, hangi araç ve yöntemlerle çözüleceğinin saptandığı aşamadır. Müzakere eşitler arasında gerçekleşir. Bu aşamada taraflar birbirlerini tanımış, bu tanımayı yasal düzeye kavuşturmuştur. İstenen düzeyde olmasa da müzakere ve kalıcı çözüm için koşullar yaratılmıştır. Müzakereyi yürüten güç ya da muhatap için gerekli olan altyapı hazırlanmıştır. Sınırlar, engeller ve negatif üslup büyük oranda aşılmıştır. Müzakere süreçleri yasal bir statüye dayandığından resmidir ve bağlayıcıdır. Yasal çerçeve tarafların görev ve sorumluluklarını ortaya koyar. Bu süreçler kamuoyuna mal edilmiştir. Bu aşamada taraflar üçüncü bir tarafa ihtiyaç duyabilirler. Üçüncü tarafın misyonu sürecin sağlıklı yürütülmesini müşahede etmek, yani gözlemlemektir. Tarafların taahhütte bulunduğu hususları yerine getirmesi yönünde ağırlık oluştururlar. Süreci sabote edecek, engelleyecek ve tıkatacak olası durumlarda ön açıcı olurlar. Denetleyici güç rolünü de oynarlar.
ÇÖZÜM: Çözümleme Felsefede herhangi bir konunun, problemin bir nesnenin düşüncede veya gerçeklikte kurucu parçalarına ayrılmak yoluyla yapısının, işleyişinin ve gelişim yasalarının ortaya konması işlemidir. Yani çözüm olgusu; anlamı ve niteliği anlaşılamayan, anlaşılmaz kılınan, çarpıtılan bir konuyu açıkladıktan sonra sonuca bağlamak, tahlil etmek, analiz etmek olurken, Çözüm ise bir sorunun ve problemin çözülmesinden alınan sonuçtur.
Çözüm süreci, diyalog ve müzakereden sonra gerçekleşir. Bu süreçte toplumsal sorunlarda köklü bir değişim yaşanarak kalıcı bir çözüme ulaşılır. Kalıcı çözüm ancak radikal demokratik bir anayasal rejimle gerçekleşir. Böyle olursa Kürt sorunu ve diğer sivil toplum ve demokratik sorunlar tek taraflı olmayan radikal sözleşmeli demokratik çözümle mümkün hale gelir. Kalıcı barışa ancak bu temelde gidilebilir. Önderik Kürt sorunu kapsamında Türkiye’nin demokratikleşme sorununda böylesi bir aşamaya geçmek istemektedir: “Bugün içinde bulunduğum tavır bunu daha da derinlikli yasal temele kavuşturarak kalıcı bir sonuca; demokratik anayasal bir çözüme bağlamaktır. Yani çağdaş; son dör yüz yıllık benzer sorunların çözümünde denenip hem ulusal, hem uluslararası toplumda başarıyla uygulanmış olan “ sözleşme hukuku” nu kendi somutumuzda başarıyla uygulamaktır.”
Anlaşıdığı üzere bahsedilen demokratik çözüm süreci ancak iki tarafın istemi ve sözleşmeden kaynaklı görev ve sorumluluklarını yerine getirmesiyle gerçekleşecektir. Aksi durumda Türkiye’de yaşandığı gibi “çözüm” ve “barış” gibi kavramlar bir oyalama, tasfiye etme ve yozlaştırma aracına dönüşecektir.
Kürdistan’da yukarıda çerçevesi çizilen müzakere ve çözüm aşamasına henüz geçilmiş değildir. Diyalogdan müzakereye geçilememiştir. Önderlik bu aşamaya geçilmesi için çaba harcarken AKP ve TC devleti ısrarla bu aşamadan kaçınmaktadır. Önderlik yasal bir müzakere çerçevesinin oluşturulmasını dayatırken, Özellikle AKP hükümeti ısrarla tek taraflı ve yasal olmayan bir diyalog sürecini uzatmak istemektedir. Muhatap konumda olan Önderliğin koşullarında herhangi bir düzeltme olmamıştır. Yani eşit koşullar söz konusu değildir. Hükümet sürecin yasal güvenceye kavuşturulması yönünde herhangi bir çalışma yürütmediği gibi tersine kendini güvenceye alacak düzenlemelere gitmektedir. İstihbarat ve heyet üzeri yürütülen diyalog sürecini yeterli gören Türk devleti ve AKP hükümeti sürecin müzakereye evirilmesini engelleyerek aslında çözüm niyeti ve amacının olmadığını ortaya koymaktadır. Erdoğan’ın “MİT’in İmralı’yla görüşmesi ayrıdır, bizim görüşmemiz ayrıdır. Süreç istihbarat üzeri yürütülecektir, bir yasal statü gerekli değildir” şeklindeki değerlendirmesi esas amaçlarını açığa vurmaktadır. Yine Önderliğe gönderilen mektup ve belgelere el konulması bu yaklaşımın sonucudur. AKP eğer süreci yasal statüye kavuşturursa yükümlülük altına girmiş olacaktır. Yükümlülük ise taahhütte bulunulan hususlarda pratik sorumluluğunu yükleyecektir. Çünkü Çözümü hedefleyen müzakere ruhu bunu gerektirir. Ancak AKP ve Türk devletinin en çok kaçtığı bu husus olmaktadır, çünkü sorunun çözümü konusunda dürüst ve samimi değildir. Biçimde ve yöntemde bazı değişimler yapsa da özde eski sömürgeci ve soykırımcı zihniyetini korumaktadır. Yeni hazırlanan MİT yasasında yer alan “Milli Tehditlerle Görüşme” mantğında da PKK’nin bir tehdit ve düşman gibi algılandığı açıktır. Halbuki farklı ülkelerde yaşanan benzer örneklerde devlet ve hükümet tarafı yasal çerçeveyle sorumluluğu üzerine almış ve süreci öyle yürütmüştür. Bu nedenle müzakere süreci diyalog sürecinden sonra gelişir ve çözüm sürecine giden bir aşamadır, fakat tam çözüm süreci de değildir. Görüşmeler bir çözüme evirilmez ve sorunun çözümü konusunda pratik ve yasal adımlar atılmaz ise –ki bu sorunların kaynağı olan devletlerin yapması gereken düzenlemelerdir- tıkanma yaşanacak, müzakereler kopacak, çözümsüzlük gelişecek ve yeni bir müzakere sürecine kadar çatışmalı bir savaş sürecine dönülecektir. Çünkü ‘Ne çözüm ve Barış, Ne Çatışma ve Savaş’ ikileminin uzun vadede demokratik tolumsal hareketler için bir kazanımı olmayacaktır. Tam aksine sömürgeci hakim güçlerce uzun süreye yayılmış bir tasfiye politikasına dönüşecektir. Kürdistan’da yaşanan tam da böylesi bir durumdur. Aktif savunma gerekliliği bundan dolayı öne çıkmaktadır. Zira diyalog sürecinin belli bir aşamadan sonra müzakere sürecine dönüşmemesi ve uzaması, buna bağlı olarak ateşkes sürecinin devam etmesi devlet tarafından oyalama ve tasfiye amacıyla istismar edilmektedir.
Dıjwar Sason
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna
1. 4 Mayıs tarihinde saat 20.00'de işgalci TC ordusuna ait İnsansız hava araçlarının Medya Savunma Alanlarımızdan Haftanin bölgesi üzerindeki keşif uçuşu gerçekleştirmiştir
- Ayrıntılar
Yurtsever Halkımıza Ve Kamuoyuna!
Türk ordusu ateşkes koşullarından yararlanarak bir çok yerde yeni karakollar ve kalekollar yapmaktadır.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 28 Nisan’dan 3 Mayıs’a kadar Mardinin Stewre (Savur) ilçesine bağlı Ewtê alanında işgalci TC ordusuna ait askerler hem keşif hem de pusulamalar yapmaktadılar.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna
1. 27 Nisan tarihinden itibaren işgalci TC ordusuna ait birlikler Erzurum Karayazı ilçesine bağlı Hespreş, Kanya köyleri civarındaki tepeleri tutuyorlar.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna
1. 30 Nisan tarihinde saat 08.30 ile 11.40 arası işgalci TC ordusuna ait insansız hava araçları Medya Savunma Alanlarımızdan Metina bölgesi üzerinde keşif uçuşu gerçekleştirmiştir.
- Ayrıntılar
Kısaca bir Mayıs dünya işçi ve emekçiler gününün tarihsel geçmişini ele almada yararlı olacağını düşünmekteyiz
1881 yılında yarım milyon işçiyi temsilen kurulan FOTLU (ABD ve Kanada da Örgütlü Meslek Kuruluşları ve İşçi Sendikaları Konfederasyonu) "8 saatlik iş günü" mücadelesini bütün ülke geneline yaymak ve işçilerin kararlılıklarını göstermek amacıyla 1 Mayıs 1886'da bir günlük grev yapılmasını kararlaştırdı. 1 Mayıs'ta tüm ülke genelinde 350 bin işçi greve çıktı. Tarih işçi sınıfının böylesine örgütlü ve kararlı tepkisine ilk kez tanık oluyordu. Tüm ülkede yaşam durdu. İşçiler üretimden gelen güçlerini kullanıyordu.
İşçilerin bu topyekun isyanı işverenlerin ve kapitalistlerin tepkisini çekti. Chicago'da greve çıkan 40 bin işçinin eylemini bastırmak için, saldırılar düzenlendi. İşverenler grevi kırmak için sokak çeteleriyle anlaştı. Sokak çeteleri bir taraftan işçilere saldırıyor, bir taraftan da grev kırıcılığı yapıyordu. Grevci işçilerle sokak çeteleri arasında çıkan kavga sırasında polisin işçilerin üzerine ateş açması sonucu 4 işçi yaşamını yitirdi. Hak arama günü olan 1 Mayıs ilk ölüme böyle tanık oluyordu.
Hükümet ve işverenler, işçi eylemini kolay kolay içlerine sindiremiyordu. 1 Mayıs sonrası işten atmalar, baskılar yoğunlaştı. Olaylara neden oldukları gerekçesiyle 8 işçi hakkında idam istemiyle dava açıldı. İşçiler idam cezasına çarptırıldı. Dördünün cezası infaz edildi. Albert PERSONS isimli işçi özür dileme şartıyla affedileceğinin söylenmesi üzerine, mahkeme heyetinin karşısında tarihe geçecek sözlerini söyledi: "Bütün dünya biliyor, suçsuz olduğumu. Eğer asılırsam cani olduğumdan değil, emekçi olduğumdan asılacağım."
TÜRKİYE'DE 1 MAYIS
Türkiye'de 1 Mayıs'ın tarihi çok eskiye dayanmaktadır. 1 Mayıs'ın Türkiye de ilk öyküsü bizleri Osmanlı'ya kadar götürür.
Selanik'te kutlanan 1 Mayıs, kayıtlara geçen ilk eylemdir. Yıl 1911'dir. Türk, Bulgar, Rum ve Yahudi 12 bin işçi greve çıkmış, gösteri mitingi Enternasyonal Marşı söylenerek bitirilmiştir.
İstanbul'daki ilk kutlama 1920 yılında emperyalist işgal altında yapılmış, binlerce işçi Karaköy'den Haliç'e yürüyerek, hem 1 Mayıs'ı kutlamış hem de işgalcilere bu topraklar üzerinde hiçbir haksızlığa boyun eğilmeyeceğinin mesajını vermiştir.
1921 yılında İstanbul yine işgal altındadır. 1 Mayıs çağrısını Türkiye Sosyalist Fırkası yapmış ve İstanbul'un gördüğü en kalabalık miting gerçekleştirilmiştir. 1925 yılına kadar benzer gösterilerle kutlanan 1 Mayıs, aynı yıl çıkarılan bir yasayla yasaklanmış ve 1976 yılına kadar sessizlik hüküm sürmüştür.
1960'larda çıkarılan bir yasayla 1 Mayıs "Bahar Bayramı" olarak ilan edilmiştir.
1976 yılında DİSK (Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu) öncülüğünde on binlerce işçi, emekçi ve öğrenci 1 Mayıs'ı kutlamış, çalışma yaşamına ve işçi haklarına dönük istemlerin dile getirilmesinin yanında, 12 Mart askeri rejim dönemini eleştiren, demokrasi isteyen bir gösteri halinde geçmiştir.
Bu yıllardan itibaren toplumun hızla politikleşmesi, 1 Mayıs'ı da etkilemiş, 1 Mayıs DİSK öncülüğünde, sol parti ve hareketlerinde destek verdiği yığınsal gösterilerle kutlanmıştır. İşçi ve emekçilerin hak arama, birlik ve dayanışma gününün, demokrasi mücadelesinin de itici gücü olarak algılanmaya başlanması kimi kesimleri rahatsız etmiş, 1 Mayıs'ı işçi sınıfının bayramı olmaktan çıkarıp 'gerginlik ve ölümlerin' günü olarak algılatmaya dönük provokatif girişimler başlamıştır. 1976 sonrası düzenlenen 1 Mayıs'ları, siyasal iktidarların günü amacından saptırma girişimleri belirlemiştir.
1 Mayıs 1977, bu tertiplerin en kanlısına tanık olmuştur. İstanbul'da yaklaşık 1milyon insanın katıldığı miting Taksim alanında yapılırken çevredeki yüksek otel ve binaların üstünden kitleye ateş açılması ve panzerlerin insanları ezmesi sonucunda 36 işçinin ölümüyle sonuçlanmıştır. Başlatılan soruşturma "faili meçhul" sayılarak rafa kaldırılmıştır. 1996 yılında Susurluk'ta meydana gelen trafik kazası sonrasında ortaya çıkarılan "çete" ilişkilerinin, 1 Mayıs 1977 katliamını da içine alacak kadar uzun bir dönemi kapsamsı kamuoyunun dikkatinden kaçmamıştır.
1 Mayıs 1977'de yaşanan olaylar nedeniyle demokrasi mücadelesi derin bir yara alırken, 1 Mayıs'ın "kanlı bir gün" olarak belleklerde yer alması sağlanmıştır. Sonraki yıllarda 1 Mayıs'lara yasaklamalar, baskılar, gerginlikler ve çatışmalar damgasını vurmuştur.
"Bugün, devrimin baskısıyla işbirlikçi tekelci sermayenin kendi içindeki çelişki ve çatışmalar iyice derinleşmiştir. Ekonomik ve siyasi kriz, işbirlikçi tekelci sermayenin bir kesiminin diğer kesimi üzerinde üstünlük sağlama arayışını yoğunlaştırmıştır. İşbirlikçi tekelci sermayenin bir kesimi, işçi sınıfı ve emekçilerin desteğini de alarak diğer kesim üzerinde egemen olmak istiyor. Bunun için, 1 Mayıs'ın bir bayram günü olarak ilan edilmesi gündemdedir. Burjuvazi, bu şekilde 1 Mayıs'ın içeriğini boşaltmak, onu devrimci özünden koparmak istiyor. İşçiler ve emekçiler bu oyuna gelmemelidir. Proletaryanın kızıl bayrağı altında birleşip, özgürlük ve devrim için, sosyalizm için mücadeleyi yükseltmelidirler. Taksim onurdur, özgürlüktür, devrimdir! Devrim İçin mücadelenin güçlenmesine büyük ihtiyaç duyulmaktadır.
1 MAYIS 1977 KATLİAMI
1977 1 Mayıs'ı tarihe “Kanlı 1 Mayıs” olarak geçti. Tıpkı Şikago Haymarket Meydanı'nda işçi ve emekçilerin üzerine bomba atılmasından önce olduğu gibi burjuvazi, Türkiye'de de işçiler eğer sokağa çıkarlarsa anarşi olacağının, kan döküleceğinin demagojisiyle, işçi sınıfı ve emekçilerin birlik, mücadele ve dayanışma günü olan 1 Mayıs’ı kutlamalarını engellemeye çalıştı. Burjuvazinin iktidarı tehlikede olduğunda hiçbir katliamdan kaçınamayacağının en açık örneği oldu 77 1 Mayıs'ı. Önce tekelci faşist basın ve yayın kuruluşları aracılığıyla tam bir provokasyon ortamı oluşturuldu. Sonra da provokasyon yapıldı. Sular İdaresi'nin üzerinden ve o zamanki adı İntercontinental Otel olan The Marmara Otel'in çatısından alanda toplanmış olan 500 bin işçi ve emekçinin üzerine ateş açıldı. Kurşunlarla ve yaşanılan izdiham sonucu 36 işçi ve emekçi yaşamını yitirdi.
1977 1 Mayıs'ında yüz binlerce işçi ve emekçinin Taksim Meydanı'nı doldurması burjuvazinin devrim korkusunu derinleştirmişti. Devrimin gücü, yüz binlerce insanda ete kemiğe bürünmüştü. Güçlenen devrimin sıcak soluğu her yerde hissedilebiliyordu. Proletarya tarihsel görevini yerine getirmek için öne çıkıyor, devrim için hazırlanıyordu. Hay markette ABD burjuvazisini ürküten şey, yıllar sonra Türk burjuvazisinin kâbusu oluyordu. Ve burjuvazi sınıflar mücadelesi tarihinden iyi öğrendiğini, aynı senaryoyu Taksim Meydanı'nda sahneye koyarak gösteriyordu. 36 işçinin katledilmesi yüzlercesinin yaralanması ile sonuçlanan bu katliamı işçi sınıfı ve emekçilerin sırtına yıkmaya çalışmakta gecikmedi burjuvazi. 98 işçi ve emekçi bu olaydan dolayı sanık durumuna düşürüldü ve bunların 17'si tutuklandı. İşçi ve emekçilerin kurşunlarla tarandığı, panzerlerle ezildiği meydanda tek bir boş kovanın bulunmaması olayın failinin kim olduğunu açık bir şekilde gösteriyordu oysa.
Taksim Meydanı işçi ve emekçilerin kanıyla kızıllaşmıştı. Ve bu tarihten sonra artık Kızıl Meydan olarak anılmaya başlandı ve işçi sınıfı ve emekçilerle burjuvazi arasında savaşın simgesi oldu. 1978 1 Mayıs'ı sıkıyönetim döneminden önceki son 1 Mayıs oldu. Aynı zamanda 12 Eylül Askeri Faşist Diktatörlüğü öncesi Taksim Meydanı'nda kutlanan son 1 Mayıs'tı.
1977 yılında Taksim Meydanı'nda işçi ve emekçilerin katledilmesinden sonra, bir daha artık 1 Mayıs kutlaması yapılamayacağı, yapılsa bile Taksim'de yapılamayacağına dair yanlış bir kanı oluşmuştu. Tekelci burjuva basın özellikle bunu propaganda ediyor, deyim yerindeyse işçi sınıfı ve emekçilere gözdağı veriyordu. 1977'nin anısı hala belleklerde çok canlı olduğu için, 1978'de de benzer olayların yaşanabileceğini söyleyerek insanları yıldırmaya çalışıyorlardı.
Tekelci burjuva basının ve burjuvazinin bütün ortamı terörize etme çabalarına karşın işçi sınıfı ve emekçiler yine 1 Mayıs günü 1 Mayıs Alanı'na akın ettiler. Yaklaşık 200 bin işçi ve emekçinin katıldığı 1978 1 Mayıs'ı, hem burjuvaziye iyi bir cevap oldu hem de devrimin moral gücünü yükseltti. Bütün baskı ve katliamlara rağmen işçi sınıfı ve emekçilerin yılmaması ve kararlı olmaları toplumu derinden etkiledi.
ABD'de yaşanan bu olaylar uluslararası işçi örgütlerini harekete geçirdi.
II. Enternasyonal 1889'da Paris'te düzenlediği kongrede Amerikan işçilerinin mücadelesini desteklemek amacıyla dünya çapında gösteriler düzenledi. 1890'dan başlamak üzere 1 Mayıs'ı "Uluslararası Birlik, Mücadele ve Dayanışma Günü" olarak kabul etti. 19. yüzyılda işçiler kol emeğine dayalı çok ağır koşullarda çalıştırılıyorlardı. Öyle ki, çalışma saatleri bazen 18 saati buluyordu. Ortalama çalışma saati ise 16 saatti. Kesintisiz 16 saatlik bir çalışmanın karşılığında aldıkları ücret ise sadece hayatta kalmalarına yetiyordu. Kadın ve çocukların çalışma koşulları ise daha da ağırdı. Kölece çalışma koşullarından onların payına düşen daha fazla, ücret ise daha azdı. On binlerce işçi fabrikaların çevresindeki ilkel barakalarda kalıyorlardı. Sağlıksız koşullarda yaşamlarını tüketiyorlardı. İşçilerin ortalama yaşam süresi 40 yıl kadardı. O döneme göre her ne kadar uluslar arası çapta işçiler kendi haklarını kısmide olsa elde etmiş olsalar da halen günümüz dünyada en çok kapitalist modernite kendisini emekçi kesimin emek ve çabaları sayesinde ayakta tutmaktadır. Dünyanın birçok ülkesinde kadın başta kadınların emeği olmak üzere birçok işçinin emek ve hakları gasp edilmektedir. Yanı poroleterya kesimi hep ezilen ve sömürülen bir konumdan çıkmış değildir. Zaten kapitalist modernite güçleri elinde var olan maddi birikimi ve sermayeyi toplum üzerinde tam bir köleleştirme, kendine bağımlı kılma aracı olarak kullanmaktan çıkmadıkça var olan eşitsiz anlayış sistemsel anlamda aşılmayacaktır. Temel politika toplumu açlıkla terbiye edip kendi kapitalist modernite sistemine entegre etmektedir. Günümüz açısından büyük önem taşıyan husus kendine insan haklarını savunanım, demokratım, sosyalistim diyen her bireyin bu sistem karşısında radikal ve yılmadan bir mücadele içerisine girmesidir.
1 MAYIS MARŞI
Günlerin bugün getirdiği, baskı zulüm ve kandır
Ancak bu böyle gitmez, sömürü devam etmez
Yepyeni bir hayat gelir, bizde ve her yerde
1 Mayıs 1 Mayıs, işçinin emekçinin bayramı
Devrimin şanlı yolunda, ilerleyen halkların bayramı
Yepyeni bir güneş doğar, dağların doruklarından
Mutlu bir hayat filizlenir, kavganın ufuklarından
Yurdumun mutlu günleri, mutlak gelen gündedir
1 Mayıs 1 Mayıs, işçinin emekçinin bayramı
Devrimin şanlı yolunda, ilerleyen halkların bayramı
Vermeyin insana izin, kanması ve susması için
Hakkını alması için, kitleyi bilinçlendirin
Bizlerin ellerindedir, gelen ışıklı günler
1 Mayıs 1 Mayıs, işçinin emekçinin bayramı
Devrimin şanlı yolunda, ilerleyen halkların bayramı
Ulusların gürleyen sesi, yeri göğü sarsıyor
Halkların nasırlı yumruğu, balyoz gibi patlıyor
Devrimin şanlı dalgası, dünyamızı kaplıyor
Gün gelir gün gelir, zorbalar kalmaz gider
Devrimin şanlı yolunda, kül gibi savrulur gider
Sarper ÖZSAN/1974
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna
1. 29 Nisan günü saat 15.00 ile 16.30 arasında işgalci TC ordusuna ait savaş uçakları Medya Savunma Alanlarımızdan Haftanin bölgesi üzerinde uçuş gerçekleştirmiştir.
- Ayrıntılar