Çok değil daha dün akşam izlediğim bir filmin, bugünün gündemine bu kadar yoğun bir şekilde denk gelmesi başlı başına tesadüfi de olabilir, tabi sistem denilen o canavar göz ardı edilirse!
Gerçekten o canavar göz ardı edilirse ve buna istinaden gerçeğin arayışçısı olunmaya çalışılırsa güllük gülistanlık bir dünya kurulur mu?
Ya da karanlığa küfredercesine bir mumun yakılması sonucu, nereye tüküreceğini şaşıranlar, gerçeği bulmuş şimendifer gibi ortalıkta gezinmeye devam etseler dahi, gerçeğin bütün hikayesi (ki her hikayede olduğu gibi, bu hikaye de tüm çıplaklığını sonuna kadar gidenlere göstermeyecek mi?) daha çok tılsım kazanmayacak mı?
Soruları çoğaltmaktan ziyade izlemiş olduğum filmle konuya giriş yapmak daha makbul olabilir. “Ara sıra Nisan” ya da orijinal adıyla “Sometimes Aprıl”, Ruanda’da yaşanan bir iç savaşı bir yüz başının başına gelenlerle anlatmaya çalışıyor. Nisan 1994’de Titu’lar ve Hutu’lar arasında yaşanan, aslında iktidardaki Hutu’ların, Titu’lara yönelik yürüttüğü soykırımcı saldırıları, 2004’ün Nisan’ında, Titu olan eşinden, Rahibe okulundaki büyük kızından ve eşinin yanında canını kurtarmak için yollara düşen iki oğlundan yoksun bir şekilde güncel ile geçmiş arasında yolculuk yapan Yüzbaşının karelerinden anlatmaya çalışıyor.
Bunlar filmin temel öner semesi oluyor, bunun yanında ufak ve yan kareler de var. Belki de bunlar filmin bütünlüğündeki inandırıcılığı oluşturan ve orada yaşananlarda dahi buraları da gösteren temel fragmanlar oluyor. Faşist bir partinin üyesi olan ve ulusal radyoda, Hutu’ları her gün savaşa, yıkıma çağıran bir diğer karakter de yüzbaşının kardeşi oluyor.
Ve bir yerde iki kardeş arasındaki diyalogda; radyoda çalışan, “Senin ailen benim, unutma sen de, ben de Hutu’yuz” diyor.
Gerçekte yaşanan bir olayı bu şekilde yansıtan bu çalışmanın bir başka önemli özelliği de; o dönemde yaşananlarda ortaya çıkan bilançoları da aralara serpiştirmiş olmasıdır. O bilançolar bile insanı hayretlere düşürüyor;
İlk gün; sekiz bin Titu vahşi bir şekilde katlediliyor.
İkinci gün; öldüren Titu’ların sayısı on beş bine yükseliyor.
On beşinci gün de ise; öldürülen Titu’ların sayısı 280.000’ni buluyor.
Bunun da anlamı bir günde ortalama; 1.867 Titu’nun öldürülmesi oluyor. Onun da kabaca hesabı, bir saatte 78 Titu’nun öldürülmesi oluyor. Bunun da ötesinde yaklaşık olarak dakikada bir insan ya da dakikada bir Titu öldürmüşler Hutu’lar.
Filme yönelik merak duyanlar, ilk elden fazla zaman kaybetmeden bu filmi izleyebilirler.
Tabi burada pek ala bir şekilde denilebilir ki; bugünle ne alakası var bunların?
Gözler ve sözler 27 Mayıs’ta patlayan mayına ve onun gerçeğine çevrilmişken, Kasım ayının sonlarında Kürt Halk Önderliğinin çözüm konusundaki samimiyetini göstermek için çağrıda bulunduğu ilgililerin buna uyması sonucu, bilinen o meşhur Habur sendromunu bu ülkede yarattılar.
Şimdi o gruplara 20’şer yıllık taleplerle cezalar açılmakta. Ve herhangi bir yerde ciddi olarak, kayda geçecek şekilde herhangi bir sendrom da yok!
Yine gün aşırı Kürdistan’ın birçok bölgesine ve özellikle sınıra sıfır noktalara askeri sevkıyatlar son hızıyla devam etmekte. Buna yönelik de herhangi bir ses, görüntü ya da civanmert bir şekilde karşıt duruş söz konusu olamıyor.
Sözün özüne gelecek olursak;
Barış gruplarının yargılanmasının ortaya çıkaracağı sonuçlar üzerine düşünülmesi gerekir. Yine bunun yanında Zir, Poyrazköy vs soruşturmalarından ziyade Şırnak’ta, Cizre’de neden faili meçhul aramalara yönelik herhangi bir gelişmenin olmadığının sorulması gerekir. Günümüzde dahi bunların farklı ve aynı zihniyetle iş başında olduğunu daha gerçekçi bir şekilde görmek lazım!
Bunun yanında bölgede bu kadar yoğun askeri sevkıyatın ve lokal operasyonların, sözü edilen demokrasi hamlesiyle ya da değişen Türkiye’yle bağını iyi kurmak gerekiyor. Köşelerden ya da ekranlardan değişim sancısının yaşandığını söylemek yerine; nasıl bir değişim? sorusuna yerinde ve doyurucu cevaplar vermek gerekiyor.
Yoksa salt 27 Mayıs’ta Çukurca’da patlatılan mayınla gündem yaratmak ve belirli kesimlerin de “bizi yıpratmayın” edebiyatlarıyla, nereye tüküreceğini şaşıranların yapabileceği çok fazla bir şey de yoktur. Yukarıdaki sorular ve çelişkiler açığa çıkarıldığında ya da cevaplandığında karanlığa mum dikmek daha da anlamlı olur.
Böyle olmazsa, gün gelir Hutu’lar ve Titu’lar da olduğu gibi Kürt-Türk savaşında ne kadar insanın öldüğü, dakikada kaç insanın öldürüldüğü hesaplanır. Bunun da anlamı çok ama çok yazık olur!
- Ayrıntılar
Kumsaldaki kum taneleri gibi aktı aktı Kürt halkı.
Dağ gibi sarsılmaz yürekle aktı aktı Kürt halkı.
Aktı Amed’deki, aktı İstanbul’daki, aktı Düsseldorf’taki ve yüzlerce kentlerdeki, ilçelerdeki ve köyledeki Newroz alanlarına.
Bu yıl ki Newroz mahşeri sel sel kalabalığıyla hiç unutulmayacak.
Hele Colermerg’te yüzüne APO yazdığı için polisin yüzündeki yazıyı silmeye çalışırken polise direnen 4-5 yaşlarındaki asi general Kürt çocuğun asi duruşu hiç unutulmayacak.
Polise attığı öfkeli intikam bakışı hiç unutulmayacak.
Polisi elinin tersiyle iterken “ya git buradan” diye bir deyişi vardı.
Colermerg’li çocuğun o deyişi ve vakur duruş Kara Ergenekon ile Yeşil Ergenokon -AKP- ruhuna elfatiha okuyuşu ve duruşuydu.
Değişik ülkelerden Kürdistan’daki Newroz’u izlemeye giden heyetlerin, Kürt halkının özgürlük coşkusundan etkilenip şoka uğrayarak, yeni bir ruhla ülkelerine döndüler.
Artık hiç biri eskisi gibi olmayacaktı.
Basına verdikleri demeçlerde bu rahatlıkla ortaya çıkıyor.
Özgür Politika gazetesine demeç veren Newroz izleyicilerinden Almanya’lı sosyal danışman Monika Müller,”Kundaktaki bebekten seksen yaşındaki nineye kadar milyonlarca PKK’li gördük” demekte.
İsviçreli ressam Leida Wanzel ise, “Kürtlerin heyecanı, coşkusu ve özgürlük inancı karşısında çok etkilendim. Kendime ve insanlığa olan inancım arttı.Çok yoksul bir halk ama içlerindeki özgürlük aşkı zengin.Newroz’da büyülenmemek elde değildi.Wan ve Colemerg muhteşemdi özellikle Amed Newrozu tam anlamıyla bir kurtuluş yeriydi sanki. Sanki insanlar tanrılarıyla kucaklaşıyor ve özgürleşiyor....... Kendi içlerinde devletten bağımsız bir sistem kurulmuş.......Evet gizli bir PKK, açık bir topluma sistem vermiş ve insanlar bu sistemi kendi düzenleri haline getirmişler”.
İsviçreli serbest gazeteci Martin Reinman’da, “Herkes bir ağızdan Abdullah Öcalan adını çağırıyordu......Hepsinin ortak görüşü Öcalan’a karşı kendilerini borçlu hissetmeleriydi. O’nun insanlar için özgürlük simgesi olduğunu gördüm......... Newroz’un birçok halk için farklı şekillerde ve farklı isimler altında kutlandığını biliyordum ama Newroz Kürtlerle bütünleşmiş.....Zaten onlara da çok yakışıyor.”
Bunları söyleyenler bir daha eskisi gibi olmayacaklardan sadece üçü idi.
Ya Newroz alanlarında atılan bir slogan vardı.
Hani herkes diyordu ya, “Ya Demokratik Bir Çözüm Ya da Görkemli Bir Direniş!”
Artık bu Newroz’dan sonra hiç bir şey eskisi gibi olmayacak.
Yeşil Ergenokuncu Türk Irkçıları-AKP- Kürtleri soykırımdan geçirmenin amentusundan vazgeçimiyor.
Milyonluk ordusunu Kürdistan’a yığmış.
Yüzbinlerce Fetullahçı katil sürüsü polisi Kürdistan kentleri ve ilçelerine kaydırmış.
Her yerde operasyonlar var.
PKK’nin üst yöneticilerine suikast planlarını yapıyor Yeşil Türk Irkçısı -AKP-
Bazı işbirlikçileri de Enqera’da ağırlamaya başladılar bile.
12 Nisan dolayında Qabeleri olan Washington’dan tam icazet almaya gidecek Yeşil Ergenekoncuların baş kontrası Katil-Qerdoğan.
Ayrıca asker ölümleri ile gerilla şahadetleri de-Şehit Pir Doxan ile Şehit Egit- var
Yakın bir zamanda çözüm ufukta görülmediğine göre geriye tek seçenek kalıyor.
O da görkemli bir direniştir.
Kürdistan gerillası buna hazırdır.
Kürdistan halkı buna hazır olduğunu Newroz’da gösterdi.
Gelişebilecek direnişin esas belirleyeni Kürdistan gençliği olacaktır.
Kentlerde direnişe varım diyen gençler kentlerin komutanları sizlersiniz.
En kutsal göreve varım diyen genç kızlar ile erkekleri de dağlar bekliyor ve dağların komutanları onlar olacaktır.
Her kentteki sokakların esas komutanları da Kürdistan’ın aslan yürekli küçük generallari olan çocuklar olacaktır.
Dağlarda, kentlerde ve köylerde birlikte başlayacak görkemli bir direnişe yenilmeyecek bir devlet yoktur.
Yeşil Türk Irkçıları ne kadar ABD, İngiltere, İsrail, AB ve Arap ile Fars faşizminden destek almaya çalışırsa da çalışsın er veya geç gelişebilecek görkemli direnişle bu devşirme rejim yenilecektir.
Eğer Newrozu izlemeye gelen bir Avrupalı olan Monika Muller, şoke olmuş bir şekilde diyorsa “Kundakitaki bebekten seksen yaşındaki nineye kadar milyonlarca PKK’li gördük” gerisini Fetul-Münafıkçılar ile Yeşil Türkçüler düşünsün.
- Ayrıntılar
“Eğilmesek sanki bize çarpacaktı” diyor Azad, az önce başımızın üstünden geçen ufak saka için. Büyük ihtimalle gördüğü bir kurtçuğa ya da bir böceğe öldürücü darbe için o kadar hızlı ve bir o kadar da acımasız üstümüzden geçen bu kuşun, herhangi bir dalda ötüşünü dinlediğinizde, saldırı anında bu kadar acımasız ve gaddar bir hale bürüneceğini mümkün değil tahmin edemezsiniz.
İyice ısınan bu havalarda yeni yeni tomurcuklarını patlatan yaprakları izlemeye koyulduğumda, hayatın sırrı nedir diye kendi kendime bir kez daha cevabi ömür olacak soruyu soruyorum. Ama nedense tomurcuklara iliştiğinde gözlerim, aklıma “her tohumda bir tutku gizlidir” diyen C. Halil Cibran geliyor. Evlilik dışı bir çocuk olarak dünyaya gelen bu büyük tasavvufçu ve felsefeci şairin bu yöndeki aforizmalarını günümüze uyarlamaya çalışarak düşünmeyi her zaman ilginç ve huzur verici bulmuşumdur.
Tohum-tutku ve giz, bütün meseleyi içinde barındıran güzel bir bilmece!
Tekrardan günümüze döndüğümüzde, önümüzdeki pirinçleri toparlamaya başlıyorum. Dağların dilinde ya da özgürlük maşuklarının, aşklarına yolculuk eylediği bu zamansal mekanda kendi ekonomisini oluşturan bir yaşamın varlığını ve bu yaşamın ekonomisi ile günümüz medeniyetinin ekonomisini düşünüyorum. Azad az ileride pirinç toplamaya devam ediyor ve benim bu düşüncelerimden hiç mi hiç haberi yok!
Saka ise yaptığı avın keyfini çıkarırcasına ötmeye başlıyor.
Yunanistan batmak üzere, çeşitli para fonları ortak mutabakatlarla elbirliği yapmaya çalışmakta. Her ne kadar büyük meblağlarla savunma sanayisine yani askeri harcamalara giderler olsa da.
Venezüella küresel boyutlarda sosyalist platformlarda söz sahibi olmaya çalışırken, OPET’in daimi üyesi olmaya devam etmekte, yani küresel güçlerin bölgede geliştirdiği her türlü savaş siyasetinin fikir babası olan OPET ile el ele bir durumun arkasına, GSMH ya da devletin kalkındırılması gibi payeler biçilmekte.
Ekonominin önemi ve tarihçesi günümüz dünyasında birçok kitapta, araştırmalarda uzun boylu olarak islenmekte. Önderliğimiz de bu konu üzerine yoğun değerlendirmelerde bulunmakta.
Özellikle son dönemde yaptığı “Ekonomik Soykırım” betimlemesi üzerine düşünmeyi, günümüzde yaşanılan birçok siyasi, politik oyunları daha iyi kavramayı şart koşuyor.
2008’in ortalarından itibaren bütün dünya genelinde bas gösteren bir ekonomik buhranın varlığı birçok yerde ve zamanda söz konusu yapılır. Aslında bunun arkasında yatan temel gerçeklik ekonomik düzensizliğin çok ötesinde, daha çok sistemin yaşamakta olduğu yapısal kriz olmaktadır. Bundan dolayı da, bu kaos-krizi asmaya yönelik ekonomik tedbirlerin ve paketlerin yoğunca işletilmesi ve reçete kabilinde kullanılması bir yerde gerçeğin maskesi oluyor.
Küresel çapta ve bölgesel düzeyde yaşanılanlar, devlet politikalarının temel belirleyenleri günümüzde bunlar olmaktadır. Devlet politikalarında bunlar belirleyici olurken, Kürdistan’da uygulanan ekonomik soykırıma da kısaca değinmek yerinde olacaktır.
Öteden beri ekonominin kendisi bir denetim kurma ve yönlendirme aracı olarak isletilmek istenmiştir. Sömürü sonrası dünya gerçekliğinde(sömürü=kolonyalizm) paranın ve ekonominin bir kırbaç olarak kullanılması mevcudiyet dahiliyesinde olmaktadır.
Kürdistan’da da son yıllarda hem hareketimize, hem de bölgedeki demokratik mücadele zeminine devlet nezdinde bu tür yaklaşımlar söz konusu olmakta ve bu şekilde bir iğdiş siyaseti uygulanılmak istenmektedir. Buradan yola çıkarak, halk üzerindeki tahakkümün yoğunlaştırılması hedeflenmektedir. Son dönemlerde yürütülmek istenen çeşitli krediler veya fonlarla, özellikle gençler devlete daha çok bağlanmakta ve bu sistemin basit bir piyonuna dönüştürülmekte.
Buna yönelik de sistemden, devlet gerçekliğinden kopuşun sağlanabilmesi için basta yapılması gereken; ekonomik alternatiflerin oluşturulması ve bu temelde kendi gerçekliğine dayalı bir ekonomik sistemin geliştirilmesi oldukça önemli oluyor.
“Bitirdik hadi gidelim, biraz da Kereng toplayalım” diyen Azad’ın sesiyle tekrardan bu düşüncelerden sıyrılıyorum. Pirinçleri toplamıştık, simdi sıra doğanın bize sunduğu nimetlere gelmişti. Gidip biraz ot toplayacaktık, aksam yemeği için.
Derin vadilerden yüksek tepelere doğru tırmanmaya başladığımızda; biraz ötemizden geçen bir sincap ağzındaki palamutla, büyük bir ağacın gövdesine girerek gözden kaybolmuştu. Arkama dönüp baktığımda vadinin içlerinden Sakanın ötmeye devam ettiğini anlıyordum.
“Tomurcuk ve tutku” diye kendi kendime bir şeyler söylediğimde, “ne oldu, bir şey mi dedin heval” diyen Azad’a; “hiiç, şu tarafa gidelim orada belki Soryaz da buluruz” dedim.
- Ayrıntılar
Yağan yağmurun altında, çalınan savaş davulların sesleri çok uzaklardan geliyordu. Sislerin arasından sızan kırmızı ışıklar, ışıltılar… Çaresizliği anımsatan esrik duygularla bezeli, bilinmezliğin yarattığı gizli korku… Taşların arasından usulca sızan su gibi kendinden emin ve gittikçe artan bir tempoda ilerliyor sesler. Bir yani çığlık, bir yani isyan, bir yani umut ve hayal. Seslerin çokluğu, karışıklığı kadar hissettirdiği sabit duygu da şaşırtıyor. Sanki binlerce, milyonlarca dil ayni çigligi, ayni notalarda yansıyan bir orkestra uyumunda atıyordu… yaklaşan savaşın tam tamları öylesine hissettiriyor ki kendini…
Her yer savaş kokuyor. Her kes savaşıyor. Haklısıyla, haksızıyla, sömürgecisiyle, direnişçisiyle, gizli, açık, konvansiyonel, orta yoğunluklu, psikolojik, özel… özel mi özel. Bir oyun gibi göreni de var, macera ya da is olarak bakanı da. Neden başladığı ya da nerede biteceği artik o kadar da önemli değil. Öylesine derine işlemiş, öylesine emin ki kendinden. Anlamazlık, anlayışsızlık duvarları örmüş insan toplumu varken, etrafındaki şehir kalabalıklarından, magazinsel dünya anlayışından hoşnut, mesut geçmişsiz ve geleceksiz insanlar varken hiç de öyle ayrı, özgün bir neden aramaz ki şiddet.
Tutturmuş gidiyor herkes, “ya çocuklar” diye.” Savaş en çok onları vurur, yapmayın efendiler, kıymayın fidanlarımıza” yakarışları anaların derin hisseden yürekleri dışında, yıldırım hızında akıp giden duygulanmaların söylettiği sözler olmaktan kurtulamıyor.
Bir çocuğun yasayacağı dünyanın nasıl olması gerektiği konusunda oturup düşünmek yerine, savaşsız, özgür, eşit bir dünya yaratmak yerine, itin kopuğun ne yaptığı ve ne söylediğine endeksli düşün dünyaları ile zaten başka bir şey de beklenmez ya…
Tarih içinde, geçmiş yıllarda neler yaşandı, neler yapıldı güzellik adına çocuklar için, bilmiyorum. Ama son birkaç senede neler yapıldığı az çok akıllardadır. Uğur Kaymaz kurşunlandı, Ceylan havan mermileriyle parçalandı, Medine canlı canlı toprağa gömüldü. Kolu kırılan, kafasına dipçik yiyen, gaz bombalarıyla, tazyikli sularla bayramlarını kutlayan, yaşıtlarıyla katıldığı gösteriden baba dayağıyla götürülen, sinir hatlarında hayvan otlatırken ‘bulduğu bir cisim ile oynayan’ mayınlarla dans eden, büyüklerinden gördüğü şamarları, küfürleri yaşamın bir gerçeğiymiş, hakkıymış gibi gören çocuklar bir de…
Var mi bunlar dışında yapılan güzellikler.?
Olmaz mi?
Dilin, konuşmanın ne olduğunu unutuyor çocuklar. Satılıyor çarşı mezat. Kültüründen, geleneklerinden uzaklaştırılıyor. Kardeşini, abisini, ablasını, oyun arkadaşını zindanlara, işkencehanelere atıyorlar çocukları. Ve daha neler neler…
Savaşın ve savaşın yarattığı bir militarist düzenin dolaylı etkilemeleriyle şekillenen duygu ve düşünce dünyalarından söz etmek zaten gereksizleşti.
Bir de utanmadan, bir de bir şey bilmezmiş gibi, bir de şuursuz bir nöbete tutulmuşçasına “Tas Atan Çocuklar” nakaratını söylüyorlar tekrardan. Bu tanım bir gerçeğin tanımlanması olarak söylenmiyor. Yasamdan, yaşıtlarından koparmanın bir ilanı. Bir kriminalize etme çabası. Kategorize edilerek dışlanması toplumdan. Bir ayıp, bir günah, bir suç algılamasını oturtmak için yapılan bir tanımlama.
Ve yine utanmadan, sahtece duyarlılıklarla çözüm arıyorlar tas atan çocuklara. En son icatları, iste karsınızda. “Molotof atan ile tas atan birbirinden ayrılarak yargılansın.” Gerçi bu da biraz gelişme olarak görülebilir. En azından artik parayla kandırılmış, ‘teröristlerin’ öne sürdüğü edilgen pozisyondan çıkıp, polis karşısında kullanacağı silahı tercih eden pozisyona gelebilmişler.
Ama yine de tutamıyor insan kendini. Bu “Avêl’lik” karşısında şapka çıkarılır. Bravo size. Saflıktan mi, art niyetten mi, cahillikten mi yapıyorsunuz bunları? O çocukların, hayalleri kadar büyük çocukların eline aldığı şey her ne ise, onunla kategorize edilemeyeceğini anlayamıyor musunuz? Gerçi anlasanız bunları söyler misiniz?
Siz çocukların göğüslerinin ortasında duran o askla, tutkuyla bezeli kini ve öfkeyi anlamadan;
daha sevgiyi doyasıya yasamadan alınan, koparılan ebeveynlerinin yaşattığı acıyı görmeden;
kendilerine küçük komutanlarımız diyen ağabey ve ablalarının elde silah asi dağlarda ölümüne sundukları bağlılıklarının onlar için anlamını çözmeden;
onlara bir dil, onur, tarih, gelecek kazandırmış Güneş’lerinin her gün türlü işkence ve baskıyla tehdit edilmesinin ve buna karşı bir şey yapamamanın verdiği çaresizliğin tedirginliğini hissetmeden;
özgürlük ve barış dışında hiçbir seçeneğin yer almadığı hayal dünyalarını anlaşılmaz bir duyarsızlık ve şiddetle yıkan türlü devlet erkanının, kolluk kuvvetlerinin onların gözünde bir sistem, bir düzen kadar köklü temsiller olduğunu ve atılan her neyse bundan bir parça kopardığını bilmeden;
tabii ki o çocuklar için bir şey yapamazsınız ki.
“İnsan, hayallerinin büyüklüğü kadar özgürdür” diyor büyük devrimci önder CHE. Kürt çocukları, her şeye ve herkese rağmen hayallerini büyüterek, onları koruma mücadelesi yürüterek yaşıyorlar. Güncel aklin imkansız olarak gördüğü, güncel karmaşıklığın ötesindekini görebilenin yaptıklarını yapıyorlar. Yani bir mucize gerçekleştiriyorlar. Çocuklar ellerine aldıkları her ne ise, onunla bir sistemi yıkıyorlar…
- Ayrıntılar
Kıskanmak; bir sevgide veya kendisiyle ilişkili şeylerde bir başkasının ortaklığına veya üstün durumda görünmesine dayanamamak başka bir anlamı ise herhangi bir bakımdan kendinden üstün gördüğü birinin bu üstünlüğünden acı duymak, günülemek, haset etmek oluyor.
Gerillanın kıskanması ne kadar bu yukarıda söylenenlere benziyor tam kestiremiyorum. Çünkü bizim halkımızı kıskanmamız biraz daha farklıdır; o da halkımızın mutlu ve görkemli günleri yaşarken yanında olmayan bir kıskanma ya da bir hayıflanma diyelim…
Herhalde bugünlerde gerillanın en çok sarf ettiği cümlelerden bir tanesi ‘halkımızı kıskanıyoruz’ cümlesidir.
Bir gerilla asla ama asla kendi halkını ya da yola çıktıkları halkları kıskanmamalıdır ya da kıskanamaz. Çünkü buna hakkı yoktur. O ya da onlar bu halk ve bu halklar için yola çıkanlar olarak halkların mutluluğu için, gelecek müreffeh ve parlak günleri için yaşamaya ant içmişlerdir. Ne de olsa gerilla dağlara ilk adım attığında bu sözü verir. Ve gerilla, yeminini verirken; ‘…halkımıza, ilerici insanlığa …’ diyerek yeminini bitirir.
Peki, böyle bir yemin veren bir gerilla ya da gerillalar nasıl olurda halkını, halkları kıskanır duruma gelir?
Tek bir nedenle? Halk görkemli ayağa kalkmışken içlerinde olunmazsa.
Halk mutlu iken bunu sadece uzaklarda seyretmek zorunda kalırsa.
Halk yeniden dirilirken sadece haberlerde izleme imkânı bulabilirse.
Halk meydanlara akın akın akarken sadece ve sadece uzaklarda izleyebilirse.
Ve birde Diyarbakır’a daha doğrusu Amed’de Newroz meydanına 1 milyondan fazla insan akarsa. Ve o orada olamazsa.
Newroz ateşi çakılırken sadece çakılan ateşe dışarıdan bakarsa.
Yüz binlerce insan bir ağızda ‘Biji Serok Apo’ derken bu sloganı atanların içerisinde olamazsa.
‘PKK halktır, halk buradadır’ şiarını atarken bu sloganı birlikte söyleyemezse.
Saatlerce Newroz meydanında görkemli halaya kalkmışken buna katılamazsa.
Bu kutsallaşan halkın bu muhteşem coşkusunu birlikte aynı alanda paylaşamazsa.
Newrozlaşan bir halkın newrozlaşmasını birebir katılarak yaşayamazsa.
Ha denilecek ki önemli olan duygularda yaşamaktır. Evet, duygularda bizim kadar kendi halkını ve halkları yaşayacak az insan olduğunu biz gerillalar olarak her zaman iddia ettik. Biz büyük komutanımız Kemal Pir yoldaşın dediği gibi bu halk için ‘yaşamı uğruna ölecek kadar seviyoruz’ diyenler olarak halkımızın her zaman yanında olduk ve onlar için yola çıktık. Ancak bizim söylediğimiz daha derin duyguları dile getiriyor.
Şunu açıkça söyleyelim; gerilla olarak Newroz’da Amed’de olmak isterdik.
Gerilla olarak Newroz’da Van’da, bir marka haline gelen Gever’de, Batman’da ve nerede bir Newroz kutlaması varsa orada olmak isterdik.
Ve şunu da açıkça yine söyleyelim; bu Newroz’da halkımızı kıskandık. Gerilla olarak kıskandık. Bir Kürt olarak kıskandık. Bir Ortadoğulu olarak kıskandık. Bir insan olarak kıskandık. Ve insanlığa örnek olacak olan ayağa kalkışın içerisinde olamadığımız için kıskandık.
Kıskanmamak için, Newrozlar kutlanırken halkımızın yanında olmak, onlarla birlikte coşmak için bundan böyle daha fazla özgür ve demokratik yarınlar için çalışacağımızın sözünü yeniden yeniden veriyoruz.
Kıskanmamak için bu kutsallaşan halk için, her gün yeniden yeniden kendimizi gözden geçirerek bu halka layık olmanın yollarını bulup mutlaka ama mutlaka acılarını dindirmek için, özlemlerinin nasıl hayat bulacağının yollarını da bulacağız.
Kıskanmamak için böylesine Newrozlaşan bir halka bundan sonra daha fazla hizmet etmenin yollarını bulacağız.
Ve kıskanmamak için kendi onurunu, iradesini hiçbir şart altında sömürgecilere, işbirlikçilere, emperyalistlere teslim etmeyen, tüm zorluklara göğüs gererek direnen bu Medleşen halk için bir kez daha direnişimizi daha gürleştireceğimizin sözünü veriyoruz.
Evet, biz Newrozlaşan bir halkın Newroz coşkusunu yaşarken halkımıza bağlılığımızı yeniden yeniden yeniliyoruz.
Ve bu halk için bir kez değil onlarca kez ölüneceğini bir daha ama daha gür bir sesle haykırıyoruz.
- Ayrıntılar
Dirilişin ve direnişin coşkusunu yaşıyoruz. Havada isyan olmuş ateşlerin kokusu ve toprak ananın göğsünde bayramlık elbiseler giyinmiş çiçekler…
Direnişin çocukları, oğulları ve kızları tuttukları dilanla kendilerinin, bin yılların ve var olma gerekçelerinin coşkusunu harlıyorlar bir kere daha iki bin altı yüz yıllık bir öyküyle. Az ileride dilan tutmuşlar, coşkuyla yaşama yaşam katmaya çalışıyorlar. Özgürlük mabetlerinde yeni olmaya yüz tutmuş bir günün sıcaklığı, dillerden dökülen ezgilere ve yüzlere sıkışmaya çalışan gülüşmelere konuk olmuşken, çağa hesapsız ve mağrur savaşçıların siluetleri hükmünü sürmekte bütün karelerde…
Bu yoğunluğun arasında aklım öz önce okuduğum kitaba gidiyor birden bire. Sevan Nişanyan’a ait olan “Yanlış Cumhuriyet” adlı kitap işlediği konusu ve ortaya döktüğü tezleriyle, gerçekten de tuhaf ve bir o kadar da ele aldığı konuda marjinal bir çalışmadır.
Öteden beri okuduğum her kitapta yazara ait özgeçmiş bilgilerine ve kıssadan risale olan hayat hikayesine hep dikkat etmişimdir. Bu alışkanlığımla kitabın bir köşesinde yer almakta olan Sevan Nişanyan’ın geçmişine göz attığımda; Yale’de felsefe okumuş, Columbia’da siyaset bilimi master’ı yapmış bir aydın-entelektüel olduğunu anlıyorum.
Yaptığı çalışmanın en ilginç yeri ise; bilindiği veya ibraz edilmeye çalışıldığı gibi cumhuriyet faraziyelerindeki milli devletin bir güç unsuru olduğunu değil de, bir kan kaybı olduğunu savunuyor olmasıdır.
Yazar bu görüşlerini kuyuya taş atma ya da ipe un serme formatında söylemleriyle dile getirmiyor. Ortaya döktüğü bu savunular ciddi dayanaklara sahip, ayakları yere değmekte olan görüşlerdir.
Kitabı okuyan belirli kesimler tarafından bu söylemler daha ilk dakikasından itibaren büyük bir olasılıkla aforoz edilecektir. Ne de olsa kaleme almış olan diasporada yaşayan bir Ermeni’dir. Gündem de bu noktalar üzerinden sıcak tartışmaların, “kimin nerenin çıkarlarının savunulduğu”nun sorulduğu bu günlerde, milli şuurla kitap elbette ki belirli kesimlerin dart tahtası olabilir.
Sözünü etmeye çalıştığımız gibi yazara göre, Osmanlı bir gerileme yaşamamış. Bugün dahi birçok konuda iştahla ibraz edilmeye çalışılan çeşitli reformlar daha Osmanlı döneminde yani 1830’larda yaşamsallaştırılmıştır. Burada basit bir mukayese yapılabilir; örneğin Abdülhamit’in altı dil bildiği söylenir. Ki kendisi o dönemlerde yani 1830’larda Osmanlı da en tepedeki devlet adamıydı. İşte basit soru; günümüzde cumhurbaşkanından tutalım da, herhangi bir müsteşara kadar herhangi bir devlet adamı altı dil biliyor mu? Elbette dil bilmek belirleyici değildir muasırlık mertebesinde ama merak işte!
Yine kitapta dile getirilen önemli bir diğer noktada;
Milli devletin bir kan kaybı olduğu ve günümüzde katmerleşmiş birçok sorunun temelinde bu mantığın yatmakta olduğu olduğudur.
İşte ikinci basit soru;
Neden milli devlet bir kan kaybıdır?
Sürekli dile getirilen bir söyleşi ya da bir söylemi bu soruya cevap minvalinde bir çıkış noktası olarak kullanmak mümkündür. Anadolu ve Mezopotamya’nın geçmişten beri bir kültür ve etnik mozaiğe sahip olduğu belirtilmektedir.
Yani bu coğrafyada öteden beri yaşam suyu olan temel nokta çokluğun ve çoğunluğun bir arada olmasıdır.
İşte burada yazara katılmamak elde değildir ki, 1925’lerden itibaren günümüze değin yürütülen temel devlet politikası ve zihni formasyonunun temelinde, milli devlet şuuru içine kapanmış tek’leştirme siyaseti hakim olmuştur.
Bir bakıma var olan bu egemen siyaset anlayışında bu coğrafyanın kültürel ve tarihsel gerçekliği göz ardı edilerek, yaşam suyundan bağımsız ve tepeden bir yaklaşım esas alınmıştır.
Önderliğimiz de bu konuya dikkat çekerek; bu topraklarda yaşamakta olan halkların özgür birliktelik ve demokratik kardeşlik temelinde birbirine güç olabileceğini, bunların dışındaki siyasi yönelimlerin ve çeşitli manipülasyonların yıkım ve tahribatların dışında herhangi bir sermayesinin olmadığını vurgulamaktadır.
Nişanyan bu dönemin ardından gelişen 1925-50’li yıllarda özellikle tek partili dönemde bu durumun daha da ağırlaştığını ve birçok muhalefetin bu dönemde bastırıldığını ve sonrasında darbeler çağıyla bunun devam ettirilmek istenildiğine dikkatleri çekmektedir.
Son günlerde dile getirilen muhataplık “-ki bu konu tamamen farklı bir yazıda incelenebilir” söylemlerine de bu şekilde vurgu yapmak yerinde olur herhalde; devletin günümüzdeki ezberci olgusallığında ortaya çıkmış birçok sorunun temel muhatabı en başta tarihin kendisi olmaktadır!
Ötesinde milli devlet söylemleriyle birlikte, tek’çi siyasetin kendisinin sorunları çözümden ziyade temel karakteri basit bir göz boyama kitapçığı olmasıdır.
Bunları düşünüyorken, ileride bir arkadaş “şişli meydanında üç kız/biri çiğdem biri nergis” diye bir türkü söylüyor ve onun ardından bir diğer arkadaş da “berxwedan serî çiya/serhildan nava zindan” sözleriyle farklı bir türküyü söylemeye başlıyor.
Kitap biraz ötemde duruyor ve haklı olarak cumhuriyetin yanlışlıklarını sorguluyor. Direnişin çocukları hem “şişli meydanındaki nergisin” öyküsünü, hem de “keça xortên dilovan”ların gerçekliğini ifade ediyor.
Yani ve velhasılı; direniş ve dirilişin coşkusundayız. Yaşam her zamankinden çok kendi suyuna doğru akıyor ve Newroz gecesinin ateşiyle kendini arındırıyor.
- Ayrıntılar
Evler kendi başına kalmış, tenha tenha istrahata çekilmişler.
Sokaklarda dalga dalga insan kümeleri.
Akıyor Newroz meydanına.
Sahici özgürlük meydanına.
Kim tutabilir minnacık çocukları.
Kim tutabilir pamuk yüzlü dedeleri, ninni yüzlü nenelerimizi.
Kim tutabilir çocukların ellerinden tutup da Newroz meydanına akın akın gelen annelerimizi ve babalarımızı.
Ya kim tutabilir delikanlı çağındaki yiğit genç kızlarımızı ve genç erkeklerimizi.
Newroz çoşkusu, ruhu kanlarına işlemiş, yüreklerini özgürlük ateşiyle dağlamış.
Ses tellerine gürlük katmış.
Herkes gülüyor.
Herkes kaynama derecesinde insani duygularca, duyguca kaynıyor.
Herkesin damarlarındaki kan akışı bir başka ve daha hızlı.
Ve herkes sahici serhıldan meydanına koşarken.
Çıldırıyor bazıları Gever meydanındaki kıyamet kalabalıklara bakınca.
Çıldırtıyor bu Newroz ateşi AKP’li Yeşil Türk Irkçılarını.
Çıldırtıyor bu Gever’in Newroz ateşi AKP’li dewşirmeleri.
Çıldırtıyor bu Gever’in Newroz ateşi AKP’li hurafe rakkaseleri.
Çıldırtan Gewer ateşi bir bir Botan’dan Serhat’a, Serhat’tan Dersim’e, Dersim’den Amed’e ve dört bir ali cihana yayıldıkça çıldırtıyor düşmanı.
Hele giydikleri elbiselerlerle, Kürdili renklere bezenen ve doğayla bütünleşen Kürt kadınlarının öyle bir vakur duruşu meydanları kaplıyor ki, düşmanı bir o kadar çıldırtıyor.
Söyleyin bana ey bilcümle herkes; envai katliamlara, yıkıma, işkencelere rağmen dünyanın en dimdik halkı olarak direnen başka bir halk var mı ki bu dünya da?
Dünya halklarını işte direniş budur, işte özgürlük budur diyebilen başka bir halk var mı ki bu dünya da?
Devam edip sormak hakkımız değil midir ey bilcümle herkes!
Ya bu halka, bu coşkulu ve destansı direniş ruhunu aşılayan kimdir?
Ya bu halka, bu yenilmizlik umudunu aşılayan kimdir?
Ya bu halka, bu güveni veren ve cesaret aşılayan kimdir?
Bunları bilen düşmanı çıldırtmak bizim ve halkımızın hakkı değilmidir?
Ey bilcümle herkes!
Dedik ya bilcümle herkes.
Çıldırtır düşmanı Gever Ateşi.
Çıldırtır düşmanı Newroz Ateşi.
Coşturur Kürdü Gever Ateşi.
Coşturur Kürdü Newroz Ateşi.
Şahlandırır Kürdü ve çıldırtır düşmanı.
Sen nelere kadirsin ey Newroz ateşi.
- Ayrıntılar
Özgürlük ve sorunsallık, özgürlük sorunu toplumsal kriz vb’leri gibi birçok söylem öz itibariyle bir gerçeği (Hakikati) ifade etmekle beraber milyonları ilgilendiren bir gerçektir. Sorunun güncelliğini tartışmak kadar, tarihsel boyutunu da görmek mümkündür. Ancak açık bir gerçeklik ya da olayın trajik yönü ise herkesin peşinde koştuğu bu gerçeği neden tam anlamıyla ifade edemediğidir. Bu soruyla olguya bakıldığında, şöyle bir gerçeklikle karşılaşmaktayız: kurulu düzenin mikro tarih olarak formüle ettiği beş bin yıllık erkek egemenlikli tarih, insan zihninde ağır dogmalar oluşturmuştur. Ve mükemmele yakın bir ustalıkla doğal toplumu istismar etmiştir. Doğal toplum verili tarihte hep geri ve karanlık bir dönem olarak değerlendirilir. Mikro tarihle (egemenlerin tarihiyle) sanki tüm gelişmeler başarılar, güzel şeyler vb’leri bu tarihte iktidar olanlar tarafından yaratılmış gibi gösterilir. Çünkü erkek egemenlikli sistem yalan üzerine kurulmuştur. Ayakta kalması içinde yalanına devam etmek zorundadır. Bu yüzden de doğal toplum ilkel geridir, din geridir, felsefe hayalperesttir, öz itibariyle politik ve ahlaki toplum değerleri geridir. Sistemin bu yalanı kendini çeşitli yöntemlerle hep sürdürmüştür. Yeri gelince tanrılar icat etmiş, yeri gelince despotlar ve yeri gelince en yumuşak ve en uysal olmuştur. Buna tarihten bir örnek vermek hayli aydınlatıcı olabilir. Roma’daki arenalarda insanları aslanlara parçalatan sistem, zalim sistemin en vahşi halkası olmaktadır. Yine politik ve ahlaki toplumun bir halkası olan Hıristiyanlık vardır. Hıristiyanlık çok yönlü değerlendirilebilinir. Fakat konumuz açısından hümanist karakteri yeterlidir. Tabi Roma ne kadar zalimse, Hıristiyanlık o kadar insancıldır.
Ancak Roma nasıl oldu da önderini çarmıha gerdiği bir dini kabul etti? Bu dini resmi din olarak kabul etti. Elbette Roma bu dini kabul etmedi. Sadece ömrünü uzatmak için Hıristiyanlığı bir zırh olarak kullandı. Bu örnekte anlatmak istediğimiz sistemin gerektiğinde nasıl kılıf değiştirdiğidir. Tabi olguyu salt egemenlerin liberal karakteriyle değerlendirmek yanlış olur. Çünkü politik ve ahlaki geleneğe dayanan alternatif hareketler, sorunu çözmede kalıcı bir çözüm gücüne ulaştırmamaları sorunu ağırlaştırmıştır. Bu hareketlerin neden alternatif olmadıkları gerçeği ise sistemin mikro tarih anlayışını aşamamada yatar.
Reber Apo’nun son savunmaları üzerine eğitim görmeden önce bizde de sorunu köklü değerlendirme tam yaşanmıyordu. Örneğin pratiklerimizde eskiyi aşmama ve yeni paradigmayı yeterince pratikleştirmememiz kaynağında, mikro tarih kalıplarını aşamama vardır. Dolayısıyla zihniyet devrimini aşamama vardır. Örneğin özgürlük kavramını değerlendirme de hatalı yaklaşımlarımız vardır. Dolayısıyla çözüm yaklaşımımızda devletten, erkek egemenlikli sistemden tam anlamıyla kopamıyorduk. Ve cinsiyetçi paradigmadan kendimizi koparamadığımız için sistemi aşacak, dolayısıyla anti-uygarlık çözümünü teorik ve pratiğimizde tam anlamıyla uygulayamıyorduk. Tarihe bakıldığında anti uygarlık girişimlerinin bu yanılgılı yaklaşımlarını aşamamalarından kaynaklı yaratmış oldukları alternatifler sistemin mezhebi olmaktan kurtulamazdı. Dolayısıyla bu yanılgı bizi de bu tehlikeyle yüz yüze bırakıyordu. Bu da önderlikle aramızdaki mesafeyi gösteriyordu. Ancak özgürlük sorunsallığını Önderliğin son savunmalarının eğitimlerinden sonra şöyle bir gerçekliğe ulaştık; özgürlük arayışlarına girerken mutlaka erkek egemenlikli kalıpları kırıp, özgürlük olgusuna bu zihniyetle yaklaşmamız gerekiyor.
Önderlik son savunmalarda özgürlük için şu belirlemeyi yaptı; “özgürlük evrenin amacı mıdır?”, “özgürlük insan olgusuyla ele alınması dar ve hatalı bir yaklaşım olacaktır” yine “kafesteki kuşun çırpınışı özgürlük dışında neyle izah edilebilir?” ve daha birçok çözümleme, Önderlik tarafından geliştirildi. Bu gerçeklikte yaklaşmamızda insanın doğanın bir parçası olarak ele alıp, özgürlük sorunsallığını daha bütünlüklü ele alıp değerlendirmek gerekiyor.
Özgürlük sorunsallığının değerlendirmesine giderken şöyle bir soru ile karşılaşırız; ahlaki ve politik toplum ile uygarlık sistemi arasındaki mücadelede, özgürlük sorunsallığı neden bu kadar karmaşıklaştı? Doğal toplumu irdelerken bir özgürlük sorunuyla karşılaşmak mümkün değil. Toplumun yaşamanı sürdürme ve ayakta kalabilme sorununda, dolayısıyla mücadelesinden bahsedilebilinir. Ancak özgürlük sorunundan bahsedilemez. Klanlar arası çatışma dönemlerin de bile insanın özgürlüğünü elinden almak gibi bir durum söz konusu değildir. İnsanlar ya özgürce vardır ya da yoktur. Doğaya yaklaşımda bile tahakkümcü bir yaklaşım yoktur. Ancak ne zamanki kurnaz erkek ortaya çıktı, o zaman toplumu bin yıllarca uğraştıracak ve her türden katliam, ölüm, şiddet, köleleştirme vb’leri insanlık doğasıyla çelişen olgularla insanlığı yüz yüze getirecektir.
İktidar (erkek egemenlikli sistem) kendini süreklileştirebilmek için her tür hilekar ve baskı yöntemini geliştirirken, toplum ise sürekli bir direniş içinde olmuştur. Bu direniş, bazen dinle, bazen felsefeyle, bazen kurtuluş hareketleriyle, bazen feminizm ve çevre hareketleri ile bu direnişlerini sürdürmüştür. Politik ve ahlaki toplum olarak nitelendirilen bu oluşumlar özce bir gerçeği yani hakikati aramıştır. Hepsi de birbirine güçlü miraslar bırakmış, ancak toplumun özgürlük sorununa kalıcı ve köklü bir çözüm geliştirememiştir.
Reber Apo son savunmalarında Ortadoğu tarihi bir karşı devrim tarihidir belirlemesinde bulundu. Bu da bütün bir tarihin, bir direniş tarihi olduğunu gösterir. O zaman şöyle bir soru ortaya çıkar; toplum bu kadar direnişe rağmen, neden özgürlük sorununu çözemedi? Ve bundan sonra bu sorunu nasıl çözecek? Bu soruya Reper Apo’nun savunmalarında geniş cevap bulmak mümkündür. Özetle Önderliğin devrim tanımlamasına bakmak yeterlidir. “Benim için devrim uygarlık sisteminin alanının gittikçe daraltılıp, ahlaki ve politik toplumun niteliklerini genişleterek yeniden topluma kazandırmaktır”. Bundan çıkardığımız sonuç ise toplumumuz üzerinde politik ve ahlaki değerlerle çelişen her türlü etkiyle mücadele etmek ve yeni paradigma temelinde toplumumuzun inşa çalışmalarında rol oynamak, kendimizi ve toplumumuzu özgürleştirmek olacaktır.
- Ayrıntılar
Emperyalistler bir telden özgürlük mücadelesine saldırıyorlar. Avrupa’nın geneline yayılan saldırı ve tutuklama furyasının bir yerden yönlendirildiği giderek daha netleşiyor. Sam amca söylüyor Sam amcanın torunları uyguluyorlar. Kendilerince de Kürtleri hizaya getireceklerini zannediyorlar.
Biz emperyalistlerin bize dönük saldırılarına hep anlam verdik. Çünkü biz emperyal sisteme karşı alternatif olduğunu iddia eden felsefik-ideolojik bir yaşam duruşun sahibi olan özgürlükçüleriz. Biz başka bir dünyanın mümkün olduğuna inanan sıra dışı olanlarız.
Bunu emperyalistlerin tümü bilir ama bir türlü bunu bilmeyenler, bilmek istemeyenler de maalesef vardır. Böyleleri daha çok sol cepheden yer aldıklarını söyleyenlerdir. Bize düşmanlık yapanlar bizi iyi tanıyorlar ya da iyi tanımışlardır. Biz kapitalist modernist yaşamla uyuşmayanlarız. Felsefik olarak da asla uyuşamayız. Pratik politika da insanlığın sorunlarını çözmek için oldukça esnek olabiliriz ancak yaşam ütopyamız, iddia ve ideallerimizden asla taviz vermeyiz. Bunu da emperyalistler iyi bilir.
Bilebilirler ancak bize ve bizim özgürlük çizgisine yakın duran ve özgürlük çizgisine girmek isteyen insanlara saldırmaktan da asla geri durmadılar, durmuyorlar ve öyle görülüyor ki durmayacaklardır.
Dediğimiz gibi Avrupa’da başlatılan bir saldırı dalgası oldu. Gerekçesi; PKK’nin gençleri zoraki ailelerinden almasıymış. Zoraki Kürt gençlerini kandırmakmış. Ve beyinlerini yıkamakmış…
Öncelikle şunu söyleyelim: Sizin o parlak yaşamınız sizin olsun. Biz kendi ülkemize sevdalıyız.
Öncelikle insanlık ailesinden her gün biraz daha uzaklaşan, bireycileşerek toplum dışına itilen yaşamınız sizin olsun. Biz kendi neolitik komünal ortakçı yaşamımıza sevdalıyız.
Öncelikle insanı cüceleştiren, nefesiz bıraktıran, robot haline getirerek karıncılaştıran, kimliksiz kılan, özünü boşaltan yaşamınız sizin olsun. Biz kendi ülkemizin özgür dağlarında insana saygıyı, sevgiyi, inancı, özgüveni ve kendini bilmeyi öğreten değerlere sevdalıyız.
Öncelikle insani manipülasyonlar, kandırmalar, göz boyamalarla etkileyerek kendi denetim sahasına alan yaşamınız sizin olsun. Biz özgürlük dağlarında aleniyete, güzele, doğruya, iyiye, şeffaf olan yaşama sevdalıyız.
Ve ekleyelim; sizin çalışma merkezlerinizde, o kadar maddi ve manevi imkânlarınız varken, insanlara o kadar vaatlerde bulunurken biz insanlara sadece ve sadece güzel bir dünyayı kurmanın mümkün olduğunu söyleyerek Kürt gençlerini ve tabii ki özgürlük arayışı olan tüm gençleri dağlara davet ediyoruz.
Sizler sahte parlak gelecekler vaat ederken, biz sadece ve sadece dağlara çıkarken onları bekleyen zor günlerin olacağını söyleyerek dağlara davet ediyoruz.
Sizler bin yıllık tecrübenizi kullanarak, Franco’nun üç F’siyle gençleri etkileyerek kendi kan emici sisteminiz içerisinde tutmaya çalışırken, biz sadece sihirli olan birkaç sözle dünyanın tüm gençlerini, kadınlarını Kürdistan dağlarına davet ediyoruz;
Özgürlük, özgürlük, özgürlük.
Adalet, adalet, adalet.
Eşitlik, eşitlik, eşitlik.
Paylaşımcılık, ortaklık, dayanışmacılık.
Ve tabii ki herkese kendi kişiliği ve iradesine saygı gösterildiği bir mekân, özgürlük mekânını da vaat ediyoruz. Ve diyoruz ki o kirlenmiş yaşamı terk edin. Özgürlük dağlarında kendinizi bulmaya gelin. Kendinizle barışık olmaya gelin. Kendiniz olmaya gelin. Kendi ayaklarınız üzerinde kendinizi gerçekleştirmeye gelin.
Evet, sizin yaşamınız sizin olsun biz özgürlük dağlarına sevdalıyız. Ve özgürlük dağlarına davet ederken hiçbir genci zoraki ailesinden, evinden, o kirli sisteminizden alamazsınız. O gençlerin büyük inancı olmazsa, büyük bağlılıkları olmazsa bir dakika dahi o kırk dereden su getirerek insanları kandıran sisteminizden koparamazsınız. Ne de olsa siz tarihin o meşhur Marduklarının torunlarısınız. Siz o meşhur başında çocuk doğuran Zeus’un torunlarısınız.
Evet, sizin yaşamınız sizin olsun ancak bizim özgürlükçü yaşamımız da bizim. Ve özgürlükçü yaşama gönül vermiş, yüreğinin bir köşesinde bu kıpırtıları yaşayan tüm gençleri bu saldırılara inat özgürlük dağlarına akın etmeye davet ediyoruz.
- Ayrıntılar
8 Mart’lı günlere doğru gidiyoruz. Ağırlıklı olarak bir kadın devrimi olan Kürdistan devrimi coşkulu günleri yaşıyor. Her 8 Mart özgürlük hareketi için bir başkadır. Kadınla simgeleşen bu günde kendi kadının yükselişini görmek, yaşamak, doyasıya tatmak müthiş bir heyecan yaratıyor. Ve bu heyecanı en çok yaşayanların başında özgürlük savaşçıları yani gerillalar geldiğini de abartmadan söylememiz gerekiyor.
Sanatçıların ince ruhlu insanlar olduğunu söylemiştik. Bu onların karakterine bir nevi ekilmiş belki de tabiatüstü olan bir bağışlamadır. Kadınların da ince ruhlu olduğu söylenir. Biz gerillalar olarak buna en çok inanan insanlar olduğumuzu da ekliyoruz.
Sanatçıları Kürdistan’a davet ediyoruz. Özelde de kadın sanatçıları davet ettiğimizi de ekleyelim. Son zamanlarda AKP’nin Türkiye’nin tanınmış sanatçılarını ‘açılım’ a destek sunmaları için bir araya getirmeye çalıştığını gördük. Kendi cephemizde bizim de söylediklerimiz oldu. Ancak birkaç hususu yaklaşan 8 Mart’tan dolayısı ile yine söylememiz yerinde olacaktır.
Kimi sanatçı arkadaş ‘Kürt halkını ve PKK’yi ayrı tutmak’ gerektiğini talihsizce dile getirmişlerdir. Kimisi de daha ileri giderek küçümseyen davranışlarda bulunmuşlardır. Alışılagelen resmi ideolojinin davranış kalıplarını sergileyenler de oldu. Hâlbuki biz biliriz ki sanatçı olmak resmi kalıplara gelmeyenlerin ortak karakteridir. Öyle olması gerektiğini her sanatçı kendisi de ifade eder.
Tuhaflık oradadır ki söz konusu Kürdistan, özgürlük hareketi oldu mu sanatçı karakteri yerine resmi ideolojinin kendi insanlarına ektiği o ırkçı, faşizan, bön, militarist karakter öne çıkıveriyor. Ha denilecek ki son yıllarda birçok sanatçı militarizme karşı görüş sunarak tavır almıştır. Evet, bu da doğrudur, ancak unutmayalım bu durumun oluşması için özgürlük hareketi ne kadar büyük bir mücadele vermiştir. Ne kadar büyük özverilerde bulunarak en zor olan kavgayı yürütmüştür.
Hâlbuki biz biliriz ki dünyanın başka yerlerinde olup bitenlere en duyarlı yaklaşanlar öncelikli olarak sanatçılardır. Bir bakın Fransa’nın Cezayir işgaline karşı Fransa’nın önde gelen Sartreleri nasıl sokaklara dökülerek sömürge politikalarına karşı duruş sergilediler. Hem de en ön cephelerde yer alarak.
Maalesef Türkiye sanatçılarında biz bunu göremedik. Bugünlerde gösterdikleri duyarlılığı küçümseme anlamında değil ancak geçmiş yıllarda binlerce faili meçhul olay yaşanırken, binlerce köy yakılırken, işkenceler günü birlik yaşam kalıbı haline biz Kürtler için getirilirken, sokaklarda çocuklarımızın kolları kırılırken, analarımıza onlarca polis saldırarak linç ederken maalesef çok az sayıda sanatçı dayanışma örneği göstermiştir. Büyük bir kesim sanatçı bu işin havasında bile olmamıştır.
Evet, bugün duyarlı yaklaşımlarını gerilla olarak küçümsemiyoruz. Önemli bir gelişme olarak ele alıyoruz. Ve biz eskiden beri sanatçıların yaşanan bu savaşıma müdahil olmalarını istedik. Dayanışma göstererek bir an önce bu acının, şiddetin sona ermesi için inisiyatif almalarını istedik. Ama maalesef bunu geçmişte çok az gördük. Şimdi gelişen kısmi bir duyarlılığı ise kimi sanatçının ‘PKK ayrıdır Kürt halkı ayrıdır‘ demesini de tuhaf karşıladığımızı da zaten söylemiş bulunuyoruz.
‘PKK’nin ayrı Kürt halkının ayrı’ olduğunun tespitini öncelikli olarak tüm sanatçıları 8 Mart’ı yaşadığımız bu günlerde Kürdistan’a çağırarak cevap veriyoruz. 8 Mart’ı yaşadığımız bugünlerde gelip Kürdistan’da Kürt kadınını görsünler. Kürt kadınının siyasete olan ilgisini görsünler. Toplumsallaşmada kadının rolünü görsünler. Kadının kendi rengini nasıl gelişen toplumsallaşmaya vurduğunu görsünler.
O sesi soluğu kesilen, hiç görülen, evinin eşiğinde dışarıya çıkamayan, sadece erkeğinin kadını olan, sesi duyulmayan, başı kapalı, alınıp satılan, gülmesi yasaklanan özcesi kapatılmış olan kadını gelip Kürdistan’da bugün görsünler. Siyaset sahnesinde belediye başkanı olarak görsünler, sivil toplum örgütlerinde en önde konuşan olarak görsünler, meydanlarda pos bıyıklı erkeklere rağmen haykırdıklarını görsünler, dağların doruklarında zılgıtlarıyla gerilla olarak görsünler ve yetmişlik anaların meydanlarda haykırışlarını görsünler.
Evet, sanatçıları Kürdistan’a davet ediyoruz. Gerillalar olarak dağlara yanımıza komünal, hümanizm üzerine kurulu olan yaşamımızı görmeye gelsinler diyeceğiz ancak bu belki de bazı sanatçı arkadaşlar için fazla özveri isteyen bir istem olabilir. Belki gelecek yıllarda bu istemimiz de gerçekleşir. Şimdilik biz Türkiye sanatçılarını Kürdistan’a davet ediyoruz.
Denilir ki bir toplumun düzeyini öğrenmek istiyorsanız kadının gelişim düzeyine bakın. Ve derler ki bir kadın ne kadar özgürse, özgürleşirse o toplum da o kadar özgürdür ya da özgürleşmiştir.
Evet, biz sanatçıları Kürdistan’a davet ediyoruz. Şimdiden bir haftayı aşkındır 8 Mart etkinlikleri sürüyor. Ve bu tempo giderek daha da yükselecektir. Ve şunu da ekleyelim; nerede bir Kürt kadını varsa orada bir 8 Mart mitingi, etkinliği, coşkusu, heyecanı ve kutlaması vardır. Ve nerede bir gerilla birliği varsa orada da bir 8 Mart yükselişi olduğunu da hiçbir komplekse girmeden ekleyelim.
Evet, Türkiye sanatçılarını bugünlerde Kürdistan’a kadın yükselişinin zirvelerde seyrettiği mekânlara davet ediyoruz.
Hem de en büyük istek olarak.
- Ayrıntılar