Mecazi anlamda Pişkinlik sözcüğünü sözlükler: “Saygısızca davranarak işini yürüten” kişi için kullanıyor. Biz kendi yerel dilimizle buna çoğu zaman lümpenizm diyoruz. Lümpenliği ise bir arkadaşımız:
“Lümpenliği nasıl tarif etmek gerekiyor. Örneğin Karl Marx “lümpen proleter” kavramını, sarf ettiği emeğinin değerini bilmeyen kişilere kesimlere ki bunlara “lump” diyor, kullanıyor. “Lump” sözcüğü muhtemelen Türkçe dilimizden buradan geçerek lümpen olmuştur.
Lump yani lümpen emeğinin değerini bilmeyen, emek karşısında saygısı olmayan, har vurup harman savurmak gibi, haydan gelir huya gider misali insana ve onun emeğine saygısı az, bu bağlamda kendisine saygısı az olan kişi mi diyelim?
Lümpenliği bir yere kadar böyle tanımlamak belki yanlış olmaz. Ancak yetersiz kalacağı muhakkaktır. Toplumumuzda lümpen derken ilk akla gelen ahlaki manada toplumun değer yargılarını tanımayan, bu değer yargılarını çiğneyen, alay eden, ciddiye almayan, hatta kollarına alarak gırgırını ve şamatasını geçene de deniliyor.
Başka bir manası ise toplumun örf adetlerini, örf adabını takmayan, kendi şişirilmiş egosuyla toplumun bu değerlerine tepeden bakan, dediğimiz gibi alay eden kişi içinde kullanılıyor.
Ve birde toplumumuz lümpen derken herhalde en çokta sokak kültürünü yaşayan tipler için kullanıyor lümpenliği ya da lümpenizmi. Sokak kültürüne amiyane tabirle kabadayılık diyoruz. Nedir bu kabadayılık dedikleri kültür? Hödleyen, naralar atarak karşısındakilerini ürküten, kestiği kestik olan, herkese posta atan, hani var ya dediğim dedik, çaldığım düdük misali. Sokak kabadayısı ismi üzerinde kaba olan, toplumun nezaket kurallarında ya da toplumsallığında bir şey almayan, tam tersine toplumsallığı çiğneyen kişilik oluyor.
Elbette bununla sınırlı değildir lümpenlik. Birde toplumumuz elin namusuna göz diken, el atan tiplerine de lümpen diyor. İşi gücü kız ya da erkek peşinde olan, bu bağlamda toplumda alışılmış, kabul görmüş makul ilişkiler dışında adeta toplumu dinamitleyecek ilişki biçimine de dediğimiz gibi lümpenlikle değerlendiriyor.
Şimdi yukarıda farklı farklı tanımlamalarla lümpenliği ya da lümpen kişiliği açmaya çalıştık. Toplumumuzda adeta değer tanımayan, başkalarının değerlerine saldıran, küçümseyen, horlayan, hödleyen, dediğim dedik ve kestiğim kestik diyen, sokak kabadayısı gibi herkese saldıran, toplumun nezdinde insanların haysiyetiyle alay eden, onurlarını rencide eden, bir soytarı gibi el alemin taklidini yaparak küçük düşüren, bunu yaparken adeta etrafında onu dinleyen tüm insanları bu yozlaşmaya ortak eden, alaycı, tepeden inmeci, başkalarının dini inançlarına karşı saygısızca konuşan… İnsanlığın en güzel meziyeti olan hoşgörü kültüründe nasibini almamış, pespaye, kibar olmayan, banal, bayağı olan böylesi bir tipe herhalde lümpen demek yanlış olmaz.”
Lümpenlik herhalde yukarıda tanımlandığı gibidir. Bu tanım zaten bir bireyin yeterince saygısızlığı da içeriyor. Buna birde daha pervasız yani pişkin halini eklersek orada özü itibariyle belki de tüm insani özelliklerinden kopmuş bir tiplemenin ortaya çıkacağı açıktır.
26 Ocak günü Kürtler Kobanê’de Ortadoğu’da halkların başına musallat olmuş özelde de Kürtlerin başına bela haline gelmiş olan faşizan çete yapılarını attılar. Sadece Kobanê’de tam 134 gündün yüzlerce Kürt’ün ve dostunun ölümüne yol açan, yüzlerce köyü yakıp yıkan, bir kenti yaşanmaz haline getirmiş olan böyle bir yapının sökülüp atılmasını-hem de birçok devlet bu faşist yapının önünde çaresizlikleri gözler önündeyken-Kürtlerin ve dostlarının bir bayram havasıyla karşılamalarından daha doğal ne olabilir ki?
Ama dikkat edersek kardeşlik edebiyatı yapanların sözde kendilerine kardeş gördükleri insanların bu bayram havası ve coşkusuna, “çifte telli oynuyorlar, peki ya bu yıkılmış olan bu kenti nasıl yeninden kuracaksınız” manasında sözler sarf eden bir TC cumhurbaşkanına ne demeliyiz? Hangi adı takmalıyız? Ya da bu sözleri kullanan bir kişiye en yakışacak tanım ne olabilir?
Pişkin diyeceğiz ama yetmiyor. Lümpen diyeceğiz ama bu da yetmiyor. Pervasızlıkta sınır tanımayan böylesine bir kişiyi halkımızın ve halklarımızın vicdanına havale ederek, en iyi tanımı onların yapacağına olan inancımızla…
ŞIHO DİRLİK
- Ayrıntılar
Özgürlük eyleminin 3. Yılına giriyoruz. Seni ve eylemini doğru tanımlamak ve anlamlandırmak boynumuzun borcudur. Özgürlük hareketimiz, binlerce Şehidin yolunda yürüyen bir harekettir. Her bir şehidimiz mücadelemiz gerçekliğin de ayrı bir yere sahiptir. Her birinin bizlere yüklediği görev ve sorumluluk, mücadelemizi daha da güçlendirmek içindir. Siz yüce insanları anlatmak çok zor ve sorumluluk istiyor. Kendimizi sizin onurlu eyleminizin karşısında sorgulayıp, kişiliğimizi tüm kirliliklerden arındırmamız gerekir. Çünkü sizler bizlere bir kez daha nasıl yürümemiz gerektiğini, nasıl bir militan ve kadro olmamız gerektiğini, Önderliğe bağlılığın nasıl olması gerektiğini öğrettiniz. Bunu bedellerinizle ispatladınız ve yaşamsallaştırdınız.
Özgürlük, özgürleşmek, özgürlük yürüyüşünün bir militanı olmanın öyle kolay olmadığını, çok sancılı ve zikzaklı, inişli-çıkışlı olduğunu, uzun soluklu bir maraton yürüyüşü olduğunu bir kez daha ispatladınız. Özgürlüğün büyük bedeller istediğini, bu bedeli vermek için ideolojik derinlik, örgütsel duruş, bilinç istediğini gösterdiniz. Özgürlüğün bir aşk, bir tutku, bir bağlılık ve amaca kilitlenme olduğunu yaşamlarınızla kanıtladınız. Egemenlikli devleti ve iktidarcı zihniyeti yenmek, onun karşısında örgütlü bir güç olmak, bıkmadan mücadele etmek, öfke ve kin duymak, onun tüm özel savaş teorilerini boşa çıkarmak, onun egemenlikli sisteminden kopmaktır.
Ateşin kızı Viyan yoldaş, Önderliğimizin esaretinin 8. Yılına girişte kutsal eylemini gerçekleştirdin. Uluslar arası komplo gerçeğinin yapmak istediği bize bu esareti kabullendirmek ve marjinalleştirmekti. İşte Viyan gerçekliği buna cevaptı. Viyan gerçekliği özgür insanın esaretinin asla kabul etmeyeceğimizin cevabıydı, karanlık ve buz tutmuş şubat ayını ısıtan ve bedeniyle aydınlatan bir duruştu, Ehrimanlara vefasız ve gamsız duruşumuza cevap verendi.
Viyan yoldaş, Önderliğin esaretinin 11. Yılına giriyoruz. Uluslar arası komplo egemenlikli, devletçi, iktidarcı zihniyet her türlü savaş araçlarını kullanarak, başta özgür insana, onun yarattığı özgürlük hareketine ve direnen halkımıza karşı savaşı sürdürüyor. Her yerde büyük darbeler almasına rağmen şiddetinden vazgeçmiş değil. Tüm çırpınışları sonunun geldiğinin göstergesidir. Çünkü tüm yollara başvurdu; askeri operasyonlar, yoğun hava saldırıları, halka yönelim de baskı ve tutuklamalar, baskı ve yasaklamalar, dış ülkelerde diplomasi trafiği vb. Fakat istediği gibi bir sonuç yok.
“Başkan APO’nun ocağındaki ateşin soğumasına izin vermeyeceğim.” sözünü özgürlük hareketi ve onun militanları kendine esas aldı. Bugün daha çok özgür insan etrafında kenetlendik. Önder APO’yu kimsenin esir alamayacağını, onun özgür düşüncesi karşısında kimsenin O’na güç getiremeyeceğini, Önder APO yeni savunmalarıyla bir kez daha kanıtlandı. Kapitalist modernite’nin yarattığı zihniyeti, bu zihniyet sonucu insanlığın nereye doğru gittiğini, felsefik, demokratik, tarihsel yönleriyle çözümledi. Halkların, ulusların, kadınların kurtuluş ve özgürlüğü, kendi tarihlerini tanıma ve iradesel bilince ulaşması için büyük çabalar sergiledi.
Bu dönemde Gerilla ve halk daha güçlü bir şekilde birbirini tamamladı. Önderlik etrafında kenetlenen ateş çemberi daha da büyüyerek gürleşti. Senin bize bıraktığın mektuplarındaki eleştirilerini, hareketimiz ve onun militanları olarak kendimize esas alıyoruz. Çünkü mektupların bizim için bir manifesto ve talimattır. PKK söylediğini yapan bir harekettir. PKK ideolojisi yaşamın ispatıdır. Söz ve eylemi her zamankinden daha güçlüdür. Üyesi ve inşasında yer aldığın PKK, bu gün daha güçlü, daha kararlı, birliği yaratan ve ideolojik mücadelede radikalliği esas alan bir düzeydedir. 10. PKK kongremizi gerçekleştirerek militan ölçülerimizi, ideolojik bakış açımızı ve örgütsel duruşumuzu değerlendirerek daha güçlü kıldık. PKK ölçüleri elbette ki netti. Fakat içimizdeki çeteci tasfiyeci çizgi sahipleri yaşamımızı muğlaklaştırmak ve militanlık ölçülerimiz de çıtayı en alt seviye ye çekmek istediler ama her zaman ki gibi başarılı olamadılar. Kazanan PKK’nin özgürlük çizgisi oldu. Örgüt içi başlatılan ideolojik hamle, güçlü sonuçlar alarak her zamankinden daha net ve güçlü kararlılıkla bu komploya cevap olmuştur. Gündemimiz Önderliğin özgürlüğüne kilitlenme olmuştur. Buz tutmuş yürek ve beyinlerimizi sen ve senin ardılların çözdü. Şehitler kervanı çok büyüdü. Bu kahramanları görmemek, yaratılan değerlere katılmamak en büyük ihanettir. Biliyorsun, her zaman bir yanımızda büyük direniş ve kahramanlık, bir yanımızda da ihanet ve tasfiyeciler olmuştur. Bu kirler ve paslar silinip atılırken, büyük sancılar çeksek de sonuçta ruhlar temizlenmiştir. Çürükler atılmazsa koku yapar ve bütünü bozar. Bu PKK gerçekliğidir. PKK gerçekliği çıkışından günümüze kadar bu mücadeleyi hep vermiş ve vermeye devam etmektedir. Kaybeden ihanet ve tasfiyeci güçler olmuştur, kazanan onurlu ve kahraman hareketimiz olmuştur.
Senin de belirttiğin gibi “PKK de söz en büyük eylemdir” Biliniyor ki; sözün anlamını yetirmesi, büyük bir gaflet, vicdansızlık ve ahlaki çöküntüdür. Böyle bir durumun sonucu da şüphesiz ki ihanettir. Sizin gibi onurlu insanların eylemi, bizi bir kez daha PKK’nin özüyle bütünleştirdi ve anlam gücümüzü netleştirdi. Özlemin olan kuzeyi görmek, amacın düşmanın merkezinde eylem yapmak ve Önderliği görmek idi. Senin bu özlemini gerçekleştiren ve bu uğurda mücadele veren PKK ve PAJK militanları vardır. Heval Viyan, yüzlerce kadro kuzey yürüyüşüne katıldılar ve bu yürüyüş büyüyerek devam ediyor. Yüzlerce onurlu kadro daha fazla Önderliğe yakın olabilmek ve O’na layık olmak için düşmana büyük darbeler vurdular ve vurmaya devam ediyorlar. Önderliğin özgürlüğü için özgürlük hareketimiz, her süreçte yeni hamleler ve atılımlar yapmaktadır. Sizin eylemleriniz, bizlerde, halkımızda ve özgürlük mücadelesine inanan herkeste büyük sarsılma ve özgürlük mücadelesine, sizin anılarınıza sahip çıkmada anlamlı kararlaşmalar yarattı. Özlemini ve hasretini yaşamsallaştıran yoldaşların olmuştur. HPG’nin 4. Konferansı, PKK’nin 10. kongresi senin eylem ve bağlılık çizgine atfen gerçekleşti.
“Bu örgüt acı çeken halkın alın terinden, binlerce yürekli, sevdalı kız ve erkeklerin tatlı ve berrak kanıyla yaratılmıştır. Bu nedenle örgüte sahip çıkmak, halka ve şehitlere sahip çıkmaktır.” Bu yaklaşıma sahip olan kişiler ahlaklı ve değerli insanlardır. Bunun tersi ise ahlaksal ve vicdani yıkımdır. Özgürlüğün ateşi bir dönemler tasfiyeci, çeteci, ilkel milliyetçi unsurlar tarafından zayıflatılmak istendi. Bazı yönetimlerimizin şahsında örgüte karşı bazı kadrolar tepkilendirildiler. Yaşamsal sorunlar karşısında seyirci kalan liberal yanlarımız, tasfiyeci anlayışlara zemin oldular ve bundan dolayı da militanlık görevimizi tam olarak yerine getiremedik. Senin talimatların ve Önderliğin perspektifleriyle bu yanlarımızı yeniden çözümleyerek sorgulamaya başladık. Özgürlük mücadelemize karşı gelişen saldırlar ve örgüt içinde yaşadığımız sorunlar, bir kez daha Kürdistan ve Ortadoğu’da örgütsüz hiçbir gelişmenin olamayacağını gösterdi. Kendisini özgürlük ideolojisi karşısında netleştirmeyenler sonunda düştüler. Devletçi, egemenlikçi sistemin kucağına gittiler. Militan olmakta ısrar edenler ise militan olmanın mücadelesini vermektedirler. Senin de belirttiğin gibi, eleştiri ve özeleştiri mekanizması olmadan örgüt gelişimi sağlanmaz. Önderlik ve şehitler gerçeği karşısında sorgulama ihtiyacını derinden hissederek bir kez daha kendimizi eleştiri, özeleştiriye tabi tutarak eksikliklerimizden arınmaya çalışıyoruz. Bu hareketin diyalektiği şunu ispatlamıştır; muğlak, ikircikli, net olmayan kişilikler bu örgütte kalamaz. Özgürlük Hareketi militan olanın, örgütsel olanın, fedakar ve bağlı olanların partisidir. Bu hareket binlerce şehidin kanıyla yaratılmış bir hareket gerçekliğidir.
Özgürlüğün temsilcisi olan sen, genç yaşta örgütün en zor görevlerini üstlendin ve hiç geri adım atmadın. Ferhat ve Botan tasfiyeciline karşı zorlansan da bıkmadan mücadele etmeyi bildin. Sen Önderliğin yoldaşı oldun. Onun Örgütünde yer alırken, O’na yürekten inanarak mücadele ettin. PKK’nin inşasında yer alarak, PKK okulunda militanlar yetiştirdin. Irak gibi ( tasfiyecilerin kol gezdiği) bir yerde çok cesaretlice ve inançla mücadele ettin. Sen HPG’nin almış olduğu 1 Haziran direniş çizgisine katılmak için dayatma ve ısrarınla HPG ye geldin. YJA-Star’ın üyesi oldun. Bu senin için bir gurur ve onur ise, biz YJA-STAR örgütü için de bir onur ve gururdu. Sen ilk geldiğin günden itibaren geriliklerimize, örgütsüz yanlarımıza ve liberal duruşlarımıza karşı mücadele ettin. Belki seni zamanında anlayamadık ve doğru anlamlandıramadık. Bu da bizim yetersiz yoldaşlığımızın sonucuydu. Sen YJA-STAR’a geldiğin andan itibaren, hiç adapte sorunu yaşamadın. Çünkü sen, militan ölçülerini uyguladın ve o ölçüleri uygulatmayı esas aldın. Kadın hareketi olarak bir dönem tam rolümüzü oynayamadık. Tasfiyecilerin etkisi bizi de çarpmıştı. Bileşenler arası parçalı duruş, herkesin kendisiyle uğraşması, herkesin kendine göre militan ölçüleri yaratması, herkesin kendini yeterli görmesi gibi anlayışlar vardı. Bu durum ve durumlar, genel kadın hareketinin tam rolünü oynamasını engelledi. YJA-Star olarak da kendimizi yeterli görme ve en iyisi biziz yaklaşımı ne kadar gaflette olduğumuzu daha sonra yaşadığımız sorunlarda kendisini gösterdi. Kadın Kurtuluş İdeolojisi’nin amacı ve ilkeleri her yerde aynıdır. Biz mekansal ayrışmalarının farklılığını anlayışsal ve yaklaşımsal alana da yansıtarak bir yanılgıyı yaşadık. Bu anlamda kadın hareketinde bir dönem parçalı duruşlarımız açığa çıktı. Bu durum Önderlik çizgisi karşısında bizlere kaybettirdi. Senin de belirttiğin gibi, özgürlük mekanlarımız olan dağlarımızı, doğru tanımlar ve doğru anlamlandırırsak başarı şansımız yüksektir. Kadın kendini bu dağlarda var etti Özgürlük bilincini, örgütsel gücünü, iradesel duruşunu bu özgür dağlarda var etti. Yani bu dağlar özgür kadını yarattı. Bu dağlara ve bu dağlarda yaratılan özgürlük değerlerine sahip çıkmamak en büyük ihanettir. Özgür yaşam mücadelesini veren biz kadın yoldaşlar olarak, Önderliğin “Herkes dağlardan inse de kadın inmemelidir” belirlemesinden de anlamamız gereken, herkesten daha fazla bu dağların değerini bilmek ve buralarda özgür yaşamı yaratmak olmalıdır.
Özgürlüğün sözcüsü sen, bu dağların özgür yaşam mekanları olduğunu ve bu dağlarda yaşanması gerektiğini bağlılığın ve inancınla bir kez daha bizlere kanıtladın. Sorun bu güzelliği ve yücelileşmeyi istemek ve bu uğurda mücadele etmesini bilmektir. Özgür olmak isteyen bu özgürlük yolunun zorluklarına katlanır. Sizler bedenlerinizi ateşe vererek bunu yakıcı bir biçimde ödediniz. Bu duruşunuz karşısında kadın hareketi ve YJA-STAR olarak kendimizi, tarzımızı yanlış ve yetersizliklerimizi sorguladık ve anladık ki özgürlük yürüyüşünde yer almak su gibi berrak, ateş gibi kızgın ve sizler gibi büyük yürek sahibi olmayı gerektirir. Kadın hareketi ve YJA-STAR güçleri olarak Önderlik etrafında kenetlenmeyi, daha güçlü ve kararlı yürümeyi kendimize esas almış bulunmaktayız. Yani senin onurlu katılımın bizim onurlu yürüyüşümüz olmaktadır. Kadın eksenli sistemi dağlarda, şehirlerde ve toplumun her alanında öz örgütlülüğümüze dayalı, özgür bilinçlenme temelinde mücadelemizi geliştiriyoruz. Eğitsel, örgütsel, akademik çalışmalarımız temelinde örgütsel ve ideolojik tartışmalar vardır. Bu temelde eğitimlerde egemen ve devletçi sistem zihniyetini çözümlemeye ve aşmaya çalışıyoruz. Toplumsal alanda kadın meclisleri, özgür kadın akademileri, kadın parkları vb. kurumsal çalışmaları geliştirerek toplumsal cinsiyetçi zihniyete karşı mücadelemizi geliştiriyoruz. Yine ‘Özgür kadın kimdir ve nasıl yaşar’ Konusunu gündemimizin ana ekseni yaparak ideolojik partimiz PAJK bünyesinde yoğunlaşarak, ideolojik ve örgütsel kimliğimizde derinleşmeyi esas alıyoruz. Viyan yoldaş, sen yaşamında ve duruşunda egemenlikli, geleneksel, geri anlayış ve yaklaşımlara karşı tavizsiz, istikrarlı, radikal tavırlarınla çizgi karşısında doğru eylem anlayışını ve özgür yaşam esaslarını kendinde yaşamsallaştırarak anın ve zamanın akışına yön verdin. Gerçek aşkın ve sevginin nasıl olması gerektiğini yaşam ve tutku düzeyinle gösterdin. Mektuplarında Önderliğe hitaben yazmış olduğun satırların arasında ‘Başkanım bazıları vardır el ele verip kaçar, ihanete giderler, buna da aşk ve sevgi derler. Ben ise, sana gelerek bir ışık olmak ve aşkımı ilan etmek istiyorum” diyerek gerçek aşkın ve hakikatin yürüyüşçüsü oldun. Senin aşkında sadelik, cesaretlilik, güzellik ve yaratıcılık var. Senin aşkın bireysel hesapları, ikirciklikli duruşları, bencil yaklaşımları, özgür yaşamın ilke ve ölçülerini dejenere eden sahte aşk ve sevgileri reddeder. Viyan yoldaş, sana ve sizin gibi manevi komutanlara aşık olmamak en büyük ihanettir. “PKK felsefesi aşkın ve sevginin kendisidir” sözünü bize kavrattınız. Ancak bu yola katılmayanlar da oldu. Özgürlük onurundan vazgeçip, ihanet yolundan giderek onursuzluğu tercih ettiler. Senin eyleminden, özgürlük aşkından etkilenerek özgürlük savaşına katılan yüzlerce kadın ve erkek savaşçı oldu. Senin savaşçıların senin adını alarak senin amacına bağlılığın sözünü verdiler. Eski arkadaşlar olarak senin eylemin karşısında sarsılarak, kendimiz de var olan sıradanlığı, pasifliği aşmanın mücadelesini vererek, militanlık çizgisinde sorgulamalarımızı derinleştirerek netleşmekteyiz. Kadına kader olarak görülen köleliği, ancak egemen sistemle mücadele ederek aşabiliriz. Önderliğin “İlk sömürülen ulus kadındır” ve yine “Beni sevenler fikirlerimi yaşamsallaştırsınlar” belirlemesini kendimize esas alarak Önderliği, tarihimizi ve kendimizi anlamaya ve tanımaya çalışıyoruz.
Gerçekleştirdiğimiz kadro konferanslarımızda, senin bize bıraktığın mektuplarını esas alarak kadro olmanın ölçülerini, özgürlük ölçülerini, kadın kurtuluş çizgisinin ilkelerini tartışmalarımızın temel merkezine koyduk. Pratiklerimizden de anlaşıldığı gibi henüz yetersizliklerimizin tümünü aşamadığımız bilinmektedir. Ama bu yetersizliklerimizi aşmanın mücadelesinde önemli düzeyde bir kararlaşmayı yaşamaktayız.
Haftanin’i çok sevmiştin. Doğası ve arkadaş yapısıyla bütünleşmiştin. Haftanin seninle daha da güzelleşti. Doğa ana daha da güzelleşti ve bizi bağrına bastı. Haftanin senin ve Erdalların diyarı oldu. Haftanin seninle sevildi ve bu yüzden saygınlığı daha da arttı. Viyan yoldaş, sen kendi şahsında bizim geriliklerimizi de kutsal ateşinle temizlemek istedin. Kuzey Kürdistan halkına, Güney Kürdistan halkına ilettiğin mesajlar yerine ulaştı. Onurlu ve kahraman halkımız, düşmanın yönelimleri karşısında büyüklüklerine denk serhildanlar ve eylemler gerçekleştirdiler.
Ateşin kızı seni anlatmak, seni doğru tanımlamak bir bilinç ve militan özelliklerine sahip olmayı gerektirir. Ben de bu hareketin bir üyesi ve savaşçısı olarak, tam rolümü oynayamadım tarih karşısında, benim de vermem gereken hesaplar var. Hep senin yoldaşın ve arkadaşın olmak istedim. Pratiğime baktım ki istemi fazla aşmış değilim. Bunun katılımı, yaşam duruşunu sergilemede eksikliklerim oldu. Bu anlamda böylesi tarihi bir süreçte sana layık olmaktan başka bir yaşam arayışım olmayacaktır. Sana yakın olmak seninle yürümektir. Seni sevmek senin düşünce ve eylem kararlığına katılmaktır. Seni hep sevdim ve sevmeye devam edeceğim. Özlemine ulaşmanın bu uğurda mücadeleyi gerektirir “Hedefinde net olan amacına ulaşır” şiarı şiarım olacaktır. Eyleme giderken ki moral gücün örgütlülüğünü ve kararlılığını hiçbir zaman unutmadım ve unutmayacağım. Kadın olmanın gurur ve onuruyla söz veriyoruz ki seni ve sizleri hiç unutamadık ve unutmayacağız. Özgür doğa anaya daha çok sarılıp, bilinçlenip, örgütlenip kadın sistemini ve yaşamını geliştireceğiz. Özgür insan etrafında ateşi ve mumları hiç söndürmeyeceğiz. Hareketimizin Şiarı olan “Önderliğin özgürlüğü özgürlüğümüzdür” anlayışı dışında başka bir yaşam anlayışımız ve arayışımız olmayacaktır.
Sizin gibi büyük manevi komutanlarımızın amacında yürüyerek, sizleri sahiplenmek ve amacınızı göklere çıkarmak ve sizleri zirveleştirmek bizlerin de temel amacı olacaktır. Bedeninle yaktığın ateş hiç sönmeyecek, her zaman daha da gürleşecektir. Yani kendimizi her gün yaktığın ateşin külleriyle arındırmaya çalışacağız. Viyan yoldaş, sana yazarken çok zorlandım. Çünkü şehitleri anlatmak, onları doğru tanımlamak oldukça zordur. Bizlerin sizlerin karşısında girdiği eksiklik ve yetmezliklerimizden dolayı sizlerin adaletli affına sığınıyoruz. Kadın olmanın bilinci ve iradesiyle bir kez daha senin şahsında tüm şehitlere söz veriyoruz ki, sizlerin eylemlerinizle daha da büyüyecek ve sizleri eylemlerimizde, yaşamlarımızda yaşatacağız. 2009 Yılının Önderliğimizin özgürlük yılı olması için bu mücadeleye tüm gücümüz ve kararlılığımızla katılacağız. Geçen süreç bunu gösterdi ki PKK ve PAJK militan ölçülerinde doğru partileşirsek kesin kazanacağız. Kadın olmanın sorumluluğu ve bilinciyle sözümüzü yeniliyor ve soylu şehitlerimizin onurlu eylemleri karşısında bir kez daha söz veriyoruz.
Ayten Dersim
- Ayrıntılar
Ulus devlet batının geliştirdiği bir modeldir. Bu ise özü itibariyle tek ulusun hükümranlığına dayanan bir sistemdir. Ancak biliniyor ki dünya tek renkli olmadığı gibi, birçok farklı etnik yapı aynı coğrafyayı da paylaşıyor. Bu durumda oluşturulmak istenen ulus devlet yapıları doğası gereği tüm diğer renkleri ezip geçmişlerdir. Tüm renkleri öldürmüşlerdir. Hepsini bir potada eritebilmek için adeta silindir gibi üzerlerinde geçmişlerdir.
Peki, sonucu ne olmuştur? Sonucu bastırılmış, ötekileştirilmiş, dıştalanmış, hatta horlanmış muazzam bir insan kitlesi ortaya çıkmıştır.
Unutmayalım ki; bastırılmışlık, ötekileşmişlik, dıştalanmışlık insanın ruhsallığını bozduğu gibi hasta da kılar. Hasta hale getirilenlerin, tepkileştirilenlerin, asabileştirilenlerin ise nerede, kime, ne zaman hangi yöntemlerle vuracakları her zaman kestirilemez. Baskı ne kadar ağır olursa olsun, köle haline getirilme hangi düzeyde olursa olsun, insan varlığı ve oluşumu doğası gereği buna karşı tepki gösterir, ret eder ve karşı durur.
Boşuna yüz yıllar önce Jean Jacques Rousseau; “Yalnızca gücü ve güçten doğan etkiyi dikkate alacak olsaydım, derdim ki bir halk eğer boyun eğmek zorundaysa ve boyun eğiyorsa iyi ediyordur. Fakat boyunduruğunu silip atabilecek duruma gelir gelmez silip atarsa daha iyi eder. Çünkü özgürlüğü elinden alınanın, bu hangi hakka dayandırılarak yapılmışsa aynı hakka dayanarak onu geri alma hakkı vardır. İnsanın özgürlüğünden vazgeçmek demek insan olma niteliğinden, insan haklarından hatta ödevlerinden vazgeçmesi demektir. Böyle bir vazgeçiş insan doğasıyla bağdaşmaz. Çünkü özgürlük elde edilebilir, ama kaybedildi mi bir daha ele geçmez” dememiş. Yine boşuna: “İnsan dünyaya hür doğar” diye de eklememiştir. Dünyaya hür doğanların hangi türden bir baskı olursa olsun kafa tutacakları muhakkaktır.
Gerçeklik böyle olmasına rağmen, onlarca farklı rengi adeta silindir gibi üzerinde geçmek demek dinamit lokumlarını kendi elleriyle yerleştirmek demektir. Nitekim böyle olduğu da bugün daha iyi görülmektedir. Yine önemli başka bir husus ise ulus devletin temel ideolojik argümanı liberalizmdir. Ancak devlet yapısına hakim kılınan ise milliyetçiliktir. Milliyetçiliğin varacağı yer ise militarizmdir. Birisi sahte özgürlük hayalleri kuruyor, birisi halkları birbirine düşman kılıyor, bir diğeri ise halkları baskılamanın yolunu sağlama alıyor.
Dikkat edelim; ulus devlet modeli kendi içerisinde düşmanlığı taşıyor. Çünkü önce yok sayıyor, sonrada yok sayılmak ve öyle görülmek istenmeyenlerin direnişi gelişince de üzerlerine giderek eziyor. Yetmeyince her türlü kıyımı gerçekleştiriyor.
Böyle bir sistem dünyanın neresinde olursa olsun ortaya çıkaracağı sonuç budur. Bu gerçekliktir. Yani Paris’te olanlardır. Ruanda’da olanlardır. Nijerya’da olanlardır. Irak’ta, Suriye’de ve Rojava’da olanlardır.
Ulus devlet yapısı tekçi olan bir sistemdir dedik. Bu sadece siyasal yapı için geçerli olan bir durum değildir. Tekçilik dini inançlara da yansır. Yani tek ulustan tek dini yapıya uzanır. Çünkü zihniyet böyle bir kere oluştu mu gideceği yer de bu olur.
Devlet ulus modeli kimin ya da kimlerin siyasal çözüm modelidir? Kapitalistlerin ve onların modernite projelerinin. Kapitalistler zamanında eğer kendilerince tek ulusa dayalı devletler oluşturmasaydılar, tek para birimi, tek ağırlık birimi, tek konuşma dili, tek dini inanç derken ne kadar bu kadar teklik oluşturmasalardı, doğası gereği tekçi olan pazarlarının da oluşturamazlardı ve halkların çok doğal yürüyen, insana, yüreğe ve ahlaka dayalı halkların ekonomik modelini ezip geçemezlerdi. Ve tabii ki bunun için de kar edemezlerdi, ceplerini dolduramazlardı. Hiç yatırıp milyarlar vuramazlardı. Uluslar da sahte duygular ve hisler uyandırarak kendi yanına çekmesini bilen kapitalist modernite bunu yapmasaydı, halkların varlıklarına el atamayacak ve soyamayacaktı.
Evet, ulus devlet modeli ile kapitalistler kendi yollarını düzlemişlerdir. Meşhur bir deyimle stabilize etmişlerdir.
Şimdi soralım kendi dar çıkarları için Ortadoğu’ya insanın ruhsal sağlığını bozan bu hastalığı kim bulaştırdı? Kim bu hastalığı Ortadoğu’ya taşıdı? Hangi yöntemlerle bu hastalığı getirdiler? Ve şimdi bu hastalığı nasıl ve hangi yöntemlerle idare ediyorlar?
Böyle yüzlerce soruyu sormak mümkündür. Ama biz biliyoruz ki verilecek en sade cevaplardan bir tanesi şudur; Ortadoğu’ya kapitalistler yani batı dünyasının emperyal devletleri bu insanlık düşmanı hastalığı getirdiler. Bu hastalıkla halkları birbirine bıraktılar. Kıyımlar gerçekleştirdiler. Ermeni kıyımı, Asuri kıyımı, Kürt kıyımı, Çerkez kıyımı, Arap kıyımı, Yunan kıyımı derken Êzîdî kıyımı, Alevi kıyımı, Kakai kıyımı ve tabii daha ne kadar çok böyle kıyım…
Söylenecek çok şey vardır ama kısa keserek belirtelim ki, bu model Ortadoğu’ya sadece kıyım getirdi. Teklik gerçekten de sadece kıyım getirdi, getiriyor ve gelecekte de getirecektir. Emperyalistlerin hem bu hastalığı bu coğrafyaya bulaştırdıkları hem de halen bugün bile karıştırmaya devam ettikleri de göz önüne getirildiğinde, buralarda ortaya çıkacak ve yaşanacak olanların dünyanın başka yerlerine de yansıyacağını görmek çok mu zordur? Zor olmadığını biz bugün Paris’te görüyoruz. Yarın ise başka yerlerde göreceğiz.
Özü itibariyle; hastalık siyasal çözüm modelindedir. Önce bu modeli aşmalı ki bugünden başlayarak yarın olacakların önü alınsın. Ulus devlet insanlığa sadece kıyım getirdiği için hemen terk edilmelidir. Bunun yerine bugün Rojava’da uygulanmaya konulan ve bunun için büyük mücadelesi verilen demokratik ulus modelinin geliştirilmesine yol açılmalıdır.
Şimdiden birçok farklı rengin bir arada aynı çatı altında bir araya geldiğini görüyoruz. Halbuki demokratik ulus modelinin yürümemesi için ne kadar da çok engel ve saldıran vardır. Halen büyük batı dünyası bu kadar büyük çabaya rağmen tanımış değildir. Tam tersine bu modele saldıranlara destek bile çıkılmaktadır. Yine TC Devleti gibi açıktan tasfiye etmeye çalışan bir tekçi devlete ses bile çıkartılmıyor.
Halbuki belirtiğimiz gibi eğer Parisler engellenmek isteniyorsa önce demokratik ulus modelinin önü açılmalı. Yani Rojava tanınmalı. Ve Rojava modeli tüm Ortadoğu’ya mal edilmeli. Aksi taktirde belirttiğimiz gibi Parisler sürekli yaşanmaya devam edecektir. Çünkü ulus devlet modeli sürekli olarak kendi kendine Parisler üreten bir modeldir.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
21.yüzyılın ilk çeyreğinde yaşanan şiddetli savaşlar tüm insanlığın şimdiye kadarki tüm siyasal, felsefi ve ideolojik algılamalarında depremler yarattı. Her siyasal, askeri, felsefi, sanatsal-kültürel yapılanmalar olanlara anlam vermeye çalışıyor. Hemen hemen bütün dünya devletleri kendi yapısal ve anlamsal kurumlarını gözden geçirme ihtiyacı içindedir. Tarihi-toplumsal akışın seyri, tahlilleri yeniden hız kazandı. Nerede hatalar yapıldı? Neden her şey düz ilerlerken nereden karmaşıklaştı? Ve neden verili olan sistemin tüm kurumları niçin çaresiz kaldı? Görünen, çözüm analizlerinin gerginleştiğidir, kırılganlığı barındırdığıdır.
Dünyanın hemen her kıtasında, bölgesinde sıcak ve kanlı savaşlar günlük yaşamın bir parçası olmuştur. Her birinin ayrı mekanda olması veya farklı argümanlar taşıması da özünde var olan dünyadaki Ulus-Devlet sisteminin, toplum karşıtı iktidarların kaos halini yansıttığıdır, sürdürülemezliğidir.
Bu yaşanan savaşların en kanlısı ve en dengesizi, insanlığın hiçbir erdeminin, kutsallıklarının kalmadığı alan Ortadoğu’da yaşandığı inkâra gelmez. Bu coğrafya hiç bu kadar değerlerini yitirir duruma gelmemişti. Ne firavunlar çağında, ne Nemrutlar, ne İskenderler, Sezarlar çağında, kutsal din savaşları bu gün yaşanan savaşlar kadar onursuz olmamıştır. Ancak en son Osmanlı parçalanmasından sonra ortaya çıkan TC Ulus-Devleti, kanlı, vahşi yöntemlerle soykırım savaşlarını halklara yaşatmıştır. Ermeni katliamı ve Kürdistan’daki “28 Kürt isyanı” faşist TC Ulus Devletinin uygulamış olduğu başlıca katliamlardır. Bu katliamlarda da talan, yağma, tecavüz, yerinden yurdundan etme, kelle kesme, anaların karnını deşip bebeklerin çıkarılması, zorla din değiştirmelere zorlama, zorla evlenme vs yaşandı. Şimdi adı İŞİD olan ama İtaat-Terakki’nin devamı olan TC özel harp dairesinin JİTEM kolu aynı uygulamaları Ortadoğu’nun kalan insanlık değerlerine saldırı halindedir. Özel Harp Dairesi’nin Ortadoğu’da NATO adına çalıştığını rahmetli Ecevit birkaç kez deklare etmişti. Şimdi bu kurum dağılan Ortadoğu Ulus-Devletlerinin yerine halkların demokratik özgürlük seçeneğini öldürmenin peşindedirler. Bundan dolayı “Arap baharı” ile esen halkların özgürlük ve demokrasi rüzgârını İŞİD’ le terörize etme çabasına girmişlerdir. Bu bir ara bilinmezlikleri yaratma stratejisidir: “suyu kirlet bulanıklaşsın bilinmezliklerde kendi projeni dayat”, yani ölümü mubah kıl kendini, kurtarıcı sun. Bu stratejinin en önemli itirafı Ahmed Davutoğlu’nun “Kürtlerin hamisi biziz” demesi gibi. Kobane ’ye dünyanın gözünün içine baka baka saldırtıyor ve diğer taraftan kendini kurtarıcı sunuyor. Aslında doğru söylüyor; Kürt halkının öldürme katliamlardan geçirmenin en iyi uzmanlarıdırlar, yani soykırım patenti kendilerine aittir.
Bölgesel güçler, İran ve Araplar devletleri Türkiye’nin ne yaptığını bilecek birikim ve güce sahipler. Bunun üzerinden tek başına TC’ye Ortadoğu’yu dizayn etme, NATO’nun gölgesinde yeni Osmanlıcılığa müdahale ettiler. Suriye’deki çatışmaları Esad Rejimi adına yürütenin İran olduğu aşikâr, Suni Arapların da TC’nin asıl niyetini anladıktan sonra geri adım atıkları veya kendilerine yakın hatları geliştirmeye çalıştıkları bir gerçektir. Ama haklarını teslim edelim; bu güçler Kürtler konusundaki stratejileri ortaktır. O stratejileri de “Kürtleri statüsüz tutmaya devam” dır. Kobane Direnişi gösterdi ki Kürtler halen Arap, Türk ve Fars egemenlerinin ortak düşmanlarıdır.
Ama ne yazık ki dünyamızın zamanı, mekânı ve aktörleri 1915- 1930’dünyası değildir. O dönemlerde yapılan her katliamın üstü örtülebilir, zalim mazlum kertesine konabilir, soğuk savaşların karanlık odalarında ki gri masalarında üzerleri kapanır, saptırılırdı. Dünya kamuoyu manipüle edilebilinirdi, yanlış bilgilendirilebilinirdi. Bölge halkları örgütsüz, hazırlıksızdı. Ama şimdi bölge halkları örgütlü, hazırlıklı, dünya halkları bilgiyi resmi devletten alma yerine doğrudan alma olanağına sahip, bilgi anında tün canlılığıyla aynı dakikalarda herkesin evinde ve cebindedir. Yani artık sol blok Rusya KP’nin, liberaller, tarafsızlar, sıradan halklar, insanlarda NATO patentli yayınları dinlemiyor. 20. Yüzyıl başlarından ve 1950’lere kadar, Sovyetler Birliği Komünist Partisi Kürtlere, Ermenilere ve diğer azınlıklara, T.C ve Bölge Ulus-Devletleri tarafından yapılan tüm katliam, kırım, sürgün politikalarına “gericiler, aşiretler, modernizme karşılar” adına sol- sosyalist dünyadan devrimci mücadeleleri koparttı ve terörize etti. NATO ,İngiltere,ABD cephesi ise doğal olan kendi sömürücü politikaları gereği, çıkarları neyi gerektirdiyse onu yaptı. Tersini niye yapmadı demek eşyanın tabiatına aykırıdır. Ama sol adına yapılan sosyal şovenizm, bölge halklarını adeta yok olma ve erimeyle yüz yüze getirdi. Ancak bugünkü koşullar uluslararası ilişkilerde çok farklı seçenekler sunuyor, halklar arası ilişkileri devletlere mahkûm olmadan halklar arası yürütür duruma getirdi. Toplumsal sivil kurumların, kamuoyunun etkinliği verili devletlerden az değildir. Kaldı ki uluslararası devletler de hiçbir gücü eskisi gibi ele alamıyor, kamuoyunu dikkate almadan adım atamıyorlar. Kuşkusuz hiçbir şey pirüpak değildir; devletlerin de ilişkileri çıkarları üzerine kuruludur. 20.yüzyılın başındaki gibi Kürt halkını kendi çıkarlarına kurban etmek isteyecek güçler vardır. Bu birazda kimin daha avantajlı ve karlı gelir getireceğine bağlıdır. Ama Kürt hareketi ve Kürt halkı 20. yy başlarındaki halk olmadıklarını Kobane’de bütün yakıcılığı ile ispatladılar. Yine Kürt halkı ve örgütlü gücü isterse 24 saate birçok gücün ekonomik ve siyasi hesaplarını bozacak güçtedir. Tabi ki bunların yanında kimse de kendi toplumuna rağmen istediğini yapamaz durumdadır.
Bölge halkları da artık tamamen egemenlerin kontrolünde değildir. “Arap baharı” olarak gelişen süreç Ortadoğu halklarının hiç de verili sistemlerden memnun olmadıklarını gösterdi. 20. yüzyılda inşa edilmiş suni sınırlar, yapay, köksüz, halktan kopuk iktidar odaklarının hiç de gerçek olmadıkları, kutsal, yenilmez ve değişmezler olmadıkları anlaşıldı. Gerek bölge gerici kurum, birey-aile, ulus-devletler ve uluslararası Kapitalizmin tüm ayakta tutma, restore etme çabaları sonuç vermedi. Bölge halkları, kökeni beş bin yıla dayanan ve özellikle son yüz yılda katmerleşen, resmileşen halktan kopuk, kendilerini “yeryüzünün tanrıları” iktidar odaklarını kendi tarihsel özüne uymadığını, yapay, çirkin durduğunu görüyor. “Ne, nereye kadar kutsaldır, ne, ne kadar kendisini temsil ediyordu sorguluyor. Burada unutulmaması gereken ise din olgusunun Ortadoğu toplumlarının kimliği olduğu gerçekliğidir. Kimlik; ahlak, adalet, eşitlik ve hakça paylaşımın ölçüsüdür. Halkların sorguladığı ise, sistemlerin bu ölçülere uymadıklarıdır. Arayış tam da bu noktadadır. Bu görme ve arayış belki çok ideolojik, politik, örgütsel güce dönüşmemiştir ama bu yola girmek çok önemlidir. Ortadoğu halklarının, verili olanın dışında arayışa yönelmesi, çelişkileri sistemsel ele alışları, var olanı sorgulaması tarihin en önemli kazanımıdır. Gerisi mücadele edeceklerin, toplumun bu sistemsel çelişkilerini görerek ideolojik, politik ve örgütsel kurumsal, anlamsal çalışmalarının yapılmasıdır.
Kürt halkının durumuna gelince, 20. yüzyılda da oluşturulan sınırlar resmi olarak kalkmamış olsa da fiiliyatta sınırların hiçbir anlamı, geçerliliği kalmamıştır. Bunu hem gelişen teknik hem de hiçbir askeri, tel örgülü güvenlik çemberi engelleyemez konumdadır. Diğer taraftan ise Kobane Devrimi ile Kürtler var olan sınır tellerini dişleri, tırnaklarıyla param parça etmiştir. Kobane‘nin gösterdiği diğer önemli bir sonuç ise Kürt halkının 6-8 Eylül direnişinin Kürt düşmanlarının sınırları kendi elleriyle açmak zorunda bırakmış ve bunun sonucunda Güneyli kardeşlerinin askeri güçlerini Kobane’ye ulaşarak YPG ve YPJ’ye yardımda bulunarak tarihi direnişe katkı sağlamıştır. Rojhılat Kürdistan’ın da başta Sine eyaleti olmak üzere tüm kitlelerin Kobane’ye sahiplenmesi, şehir sokaklarında çocukların Kobane’ye yardım kampanyalarına küçük elleri ve büyük yürekleriyle katılmaları demokratik ulus olmanın ortak ruhunu en iyi şekilde yansıtmaktadır.
Kürtler Kobane ile farklılıklarını koruyarak birlikte mücadele etmeyi yaşadılar. İlk kez Peşmerge ve Gerilla yan yana savaşmayı denediler ve başarılı da oldular. Êzidi, Alevi, Yarsani Zerdeişti ve Müslümanın Şia’sı ile Sunisi, Kurmanc, Soran, Dımılıki ve Kelhor ile Kakai’si hep birlikle aynı mevzilerde savaşmaktadırlar. Bu savaşta şahadetleri birlikte omuzladılar, cenaze namazlarını herkes kendi inancı temelinde kıldı. Êzidi güneşe yüzünü döndü Xweda dedi, Müslümanı Kıbleye döndü Xweda dedi, Zerdeşti yüzünü gökyüzüne döndü ey Xwedaye ehriman dedi ve Alevisi semaha durdu, rıya heq- hak yoluna xweda tu me azad bıke dedi. Tüm bunları Kobane’de, Şengal’de, Kerkuk ,Ceza’da, Maxmur’da ve Cewlawa’da yaşadık. Bunlar tarihi notlardı ve geleceğin birliktelik taşlarının temelini atmıştır.
20. yüzyıl başlarında Osmanlının İtaat-Terakki ve devamı TC Kemalistleri Ermeni katliamlarında, Ezidi katliamlarında ve Alevi katliamlarında kullandıkları “bunlar kafirdir bir kafir öldürenin yeri cennetliktir” yalanına kanan Müslüman kitleler kendi kardeşinin, komşusunun katili olmuştur. Şex Sait direnişine Müslüman olmayanlar kayıtsız kaldılar, Müslümanlar da Dersim direnişine kayıtsız kaldılar, hatta kısmen de TC’nin yanında yer aldılar. Oysa Kobene ve Şengal bize şunu gösterdi; Dersimdeki bir gencin tereddütsüz Şengal’de, Ezidinin yanında, Kobane de Müslüman Kürdün yanında savaşa katıldı, Dersim sokaklarında da dayanışma gösterileri yapıldı. Gerek Güney Kürdistan’da Müslüman gençler ve Kürdistan’ın tüm parçalarından Müslüman, Yarsan, Ehli Hak, Şiia gençler Şengal’e giderek Ezidiliğin kutsal mabetlerini korudular, Ezidi analarının elinden ekmek yediler. Dedelerinin “bir Ezidiyi öldüren cennete gidecek” denen zihniyetinden şimdiki gençler “Ezidi halkının onuru benim onurumdur,” diyip göğsünü İŞİD faşizmine Ezidi halkı için siper ediyor. Bu algı Kürt halkı açısından en önemli devrimdir.
Diğer bir nokta 20. yüzyıl başlarındaki direnme savaşında Kürt kadınının durumuydu. Kürt kadını, Bese, Zarife ve Rındexanım gibi oldular ve binlerce Kürt kızı, elini dağlara, mavzere verdi, binlercesi düşmanın eline geçmemek için kendini uçurumlardan attı. Direnişlerin kırılması ile kadının özgürlük alanı daha da daraldı. Düşmana karşı çaresizliği, güçsüzlüğü erkekte yarattığı kırılma, ev içine kadını baskı altına alma, kendince elinde kalan aile kalesini koruma adına kadını baskı altında tutmak olmuştur. Bundan dolayı kadının kendini ifade alanı evinin sınırlarını geçememiştir. Ama Kürdistan Özgürlük hareketinin gelişmesi ile Kürdistan kadınını dünya insanlığını kendisine hayran bırakır duruma gelmiştir. Musul’da, Şengal’de on binlerce silahlı Iraklı güçler (hem de bıyıklı adamlar) İŞİD saldırılarından kaçarken Şengal ovasında elinde sadece ferdi silahla İŞİD’e karşı savaşan Kürt kadını, gerillası yüz binleri ölümden kurtardı. Kadın gerillalar, mevziisinden kaçan Peşmergenin önüne geçip, yakasına yapışarak “kaçma, onursuzluk yapma” deyip cesaretlendirmiştir. Arap bölgelerinde İŞİD’in tecavüzcü güçlerine karşı çaresiz sadece “bana dokunma” diye yalvaran çaresiz kadına karşın Kobane’de silah kuşanan 15 yaşından 60 yaşına kadının, İŞİD’e karşı “yiğitsen gel” diyip tecavüzcü İŞİD elemanlarını karnından deşen kadın olmuştur. Kobane’deki Kadın direniş savaşı tüm dünya kadınlarına beş bin yılık tecavüz sistemine nasıl karşı durulacağının perspektifi oldu. Asıl devrimde budur, çünkü bu kadın devriminin Kürdistan’dan çıkıp tüm dünya kadınlarının çekim merkezi, ideolojik gıdaları oldu.
Bunlar Kürt siyasal hareketlerine de görüldü. PKK,PDK, YNK,PARTİ SOSYALİST, PARTİ KOMNİST, İSLAMİ HAREKET, ZEHMETKEŞ HAREKETİ ve Rojhılat partileri PJAK, PDKİ, KOMA vb Rojava daki PYD ve YPG ile birlikte diğer siyasi oluşumlar bu süreçte tüm eksik ve yetmezlikler rağmen herkes bir şeyler yapmanın gayreti içine girmişlerdir. Daha bu süreç başlarken İŞİD’in Şengal saldırısından hemen sonra Murat Karayılan arkadaşın “hata yetmezlikleri öne çıkarmanın zamanı değil, bunları ulusal platformlarda dile getiririz, ama şimdi gün onur ve var olma savaşıdır, hepimizin birlikte hareket etmesi gerekir” tespiti şimdi tarihi en doğru yöntem olduğunu ispatladı. Bu süreçte tüm Kürt siyasal hareketlerinin aralarındaki düşünce ve uygulama farklılıklarına rağmen birlikte çalışabilme tecrübesi edindiler. Bu sürecin en önemli kazanımı kuşkusuz partiler, örgütler arası kazanımdan çok Kürt toplumsallaşmasında gelişti, bu gelişme ortak duygudaşlık, ortak kader birliği, ortak mücadele, ortak özgürlük ve demokrasi bilincidir.
Şimdi bütün olanlar Konbane’de bize gösterdi ki, orta doğuda ve Kürdistan da hiçbir askeri, politik, diplomatik ve tüm toplumsal alan çalışmaları Kobane öncesi gibi yürütülemez, yaklaşılamaz. Reber APO’nun en son olarak dile getirdiği “ halkımız yaşamını savaşa göre örgütlemelidir” şu anlama gelmektedir. Kürdistan ve Ortadoğu’da yaşam olacaksa ve yaşamın devamlılığı sağlanacaksa, hayatın tüm alanlarını kendini koruma mevzilerini yaratarak olacaktır. Bu, birilerine saldırı anlamında değildir, öz savunma temelinde olmalıdır. Yine Reber Apo’nun “dünyayı yenecek gücümüz olsa da saldırmayacağız ama dünyada üzerimize gelse kendimizi savunacağız” ilkesi esasında olacaktır.
O zaman biz devrimciler, toplumsal sorunlarla uğraşanlar eskisi gibi sadece dağ gerillacılığı ile sınırlı savaşabilir miyiz? Biz, eskisi gibi diplomasiyi sadece belirli kesim, eğilimlerle, kurumlarla sürdürebilir miyiz? Biz, eskisi gibi politik alanda sadece legal bazı kurumlarla sınırlı ve sadece Kürt halkıyla sınırlı kalabilir miyiz? Biz sadece sosyal alanda kültürel çalışmaları sadece Kürt halkına hitap eden kurumlarla yürütebilir miyiz? Kadın Özgürlük hareketi tüm çalışma alanlarını( askeri, ideolojik, politik) sadece Kürdistan’la sınırlı tutabilir mi? En önemli soru; biz eski algılama olan “sadece biz önceliğiz” dayatmasında bulunabilir miyiz? Kobane savaşımı birde bu açıdan bizim kendimizi yeniden her alanda inşa etme fırsatı veriyor. Reber APO 1993’ten bu yana gündemimize koyduğu değişim dönüşüm stratejisini Kobane direniş savaşında doğruluğu hem bize hem de dosta ve düşmana ispatladı.
Birincisi, gerillacılığı sadece dağla sınırlı tutan ve bu konuda tam 11 yıldır tüm planlama ve kararlara rağmen bizdeki alışkanlıklar, tutuculuklar şehir gerillacılığını istenen düzeyde geliştiremedik. Ama Kobane ve Pencewin, Şengal ve tüm Rojava’yı içine alan savaşım bize gösterdi ki şehir savaşımına hazırlanmadan Kürdistan toplumunu ve devrim değerlerini koruyamayız. Kuşkusuz dağ gerillacılığı stratejik konumunu koruyor, bu hazırlıklar tümden dağa dayalı yürütüldü. Dağ konumlanması olmasaydı Musul da Şengal’de yenilenlerin yüzünü tekrar direnme mevzilenmelerine çeviremezdik. Gerillanın Qandil’den gece saat 12’lerde çıkıp Hewler sokaklarında sevinç gösterileri ile karşılanması, Hewler önünde İŞİD faşizmini durdurması Dağın hazırlanması ile oldu. Burada dağ gerillacılığına karşı bir yanılgı olmamalıdır. Ama bilmemiz gereken Dağa Dayalı Şehir Gerillacılığının şehrin şatafatlı rehavetine kapılmadan daha da geliştirmek gerekir. Güneyli kardeşlerimizin 22 yıldır Şehirler de ne kadar hazırlıksız, rehavet içinde yaşadığını gördük. Bütün köy, kasaba ve şehirlerin her çıktısını yer altı mevzilerine çevirmeliyiz. Bu mevzilenmeler her an savaşa hazır, ama olası yüz yıl sonrasının savaşına da hazır olmalıdır. Buna göre kadro eğitimi, buna göre halkın eğitimi hep gündemde olmalı; yoksa Irak’ta olduğu gibi halkın güvenliğini birilerine emanet etmenin vebalini kimse kaldıramaz. Bir örnek; Şengal’deki İŞİD katliamlarının önleyen bu alana son anda yetişen yedi HPG gerillası arkadaştı. Burada eğer bin civarında yerel Êzidi genç Kızı- Erkeği eğitip öz savunma temelinde örgütlü kılınsaydı belki de bu trajediler yaşanmazdı. Yani eskisi gibi gerillacılık yapamayız sorusunun cevabı; biz kendimizle birlikte binleri eğitmeliyiz, donatmalıyız. Bu süreklilik az etmektedir.
İdeolojik çalışmalar, kırk yıllık Önderlik çalışmasıdır. Önderliğin önce Kürdistan’ı daha sonra Ortadoğu ve İmralı sürecinde geliştirdiği ideolojik paradigması ile evrensel düzlemde toplumsal sorunlara çözüm perspektifini geliştirdi. Ama buna rağmen bizim birçok ideolojik alan çalışmalarını bırakalım evrensele, açılımı tüm Kürdistan’daki kitlelere dahi ulaştırmada zayıf kaldığımız inkâra gelmez bir gerçekliktir. Kobene devrimi bu alanda da mükemmel zemin açtı, tüm dünya Kobane’de direnen kadın şahsında Önderlik paradigmasını araştırır oldu. Rojava’daki Kanton deneyleri ile Ortadoğu’daki tekçi ulus-devlet, dinciliğin tekçiliğine karşın demokratik ulus ekseninde farklılıkların eşitliğine, farklılıkların birlikteliğine, karşılıklı bağımlılık ilkeleri ekseninde tün dini, etnisitelere yer verildi ve somutta da iki yıldır yaşanıyor. Bu gerçeklik Önderlik paradigmasını sadece Avrupa’da stantlar açarak, yürüyerek, slogan atarak evrenselleşemez. Kuşkusuz şimdiye kadar yapılanlar değerliydi ve süreçlere yetiyordu ve yine de o tür çalışmalar yapılabilinir. Ancak önemli olan kalıcı, toplusallaşan çalışmalar yapabilmemizdir, yani var olan tarz, tempo yetmiyor, gelişmelere denk değildir. Önderliğin temel Kitaplarından başlayarak niye birçok yabancı dillere çevirisini yapmıyoruz, İngilizceye, Almancaya vs yanında neden Afganca, Afrika dillerinde, Latin Amerika dillerinde, Asya dillerinde hata Kürtçe’nin tün lehçelerinde basım ve dağıtımını geliştirmiyoruz. İdeolojik çalışmalarımız dernek çalışmalarını aşmamıştır. Oysa şimdi olması gereken toplumun tüm alanlarını ideolojik çalışma alanlarına çeviremezsek modern kapitalizmin liberal ideolojisinin saldırılarına karşın yaratılan değerlerin kalıcılaşması gerçekleşemez. Somut Kobane’deki kadın duruşunu, savaşımını, sanatımıza yansıması nedir? Basınımıza yansıması ve bu yansıma ne kadar topluma aktarıldı, Toplumda ne kadar örgütsel güce dönüştü? Sorular çoğaltılabilinir ama görünen eski araçlarla, eski yaklaşımlarla eski algılamalarla Önder APO’nun geliştirmek istediği toplumsal sitemi geliştirmede atıl kaldığımızdır.
Politik alanda kuşkusuz son yıllarda önemli kazanımlar elde edildi. Ancak Kobane bu alanda da bize yeni kapılar araladı ve yetmezliklerimizi de bize gösterdi. Reber APO “politik ilkesi olmayan, işletilmeyen veya ortadan kaldırılan bir toplum bir kadavradır; en iyi hali ise sömürge toplum olarak ifade edilebilir.” Belirlemesi ışığında bizim politik çalışmalarda kitleleri irade sahibi yapmadan, kitlelerin kendi adlarına politika yapacak alanlar yaratmadan sadece bazı kesimlerle sınırlı kalmamız bizi marjinal leştirir. Bir süre önce Heval Cuma’nın (Cemil BAYIK) HDP için söylediği “Beyoğlu marjinal çevreler kendilerini uzak tutup kitlelere açılmalılar” belirlemesi tamda bu noktada çok önemlidir. Yani devrimin geldiği aşama sadece bazı dernek çevreleri ile sınırlı kalmayı kaldıramaz, bu o çevrelerin yadsıması anlamında değildir, tersine tüm topluma açılmanın olmazsa olmazıdır. Yani 1990’larda İnsan Hakları Derneğinin, Savaş Karşıtları derneğinin kapısını açmak dahi ölümü göze almaktı, üye olmak dahi hapishanelere girmeye yeterli delildi. Şimdi de bu ve benzeri çevrelerin çalışmaları önemlidir, gereken katkıyı da sunmak gerekir. Ama iyi bilmek gerekir ki 1991’lerde yaşamıyoruz, Ortadoğu ve Kürdistan’ın her tarafı ateş, kan, barut, talan ve insanlığın tüm değerleri tehdit altında ve dünyanın tümünü ilgilendirir durumdadır. Bundan dolayı politik ufuk tüm toplumları içine alacak çalışmaları gerektirir. Bu, kimlik farklılıklarından, politik farklılaşmalara, dini farklılıklara, etnik farklılıklara, sınıf ve cins farklılıklara kadar geniş toplumsal kesimlere ulaşma ve her kesimin kendini ifade etme, kendi hakkın da karar alma ve pratikleşme sahalarını açmanın mücadelesidir.
Buradan örgüt ve örgütleneme olgusu önem kazanıyor. Önder APO “örgüt ve mücadele söz konusu olduğunda, kadro sorunu öne çıkmaktadır. Modern toplumda önderler ve kadrolar önemini yitirmezler” der. Şimdi gelişen toplumsal taleplere cevap verecek öncü kadrolar zamanıdır. Yani biz eskisi gibi “anlamadın, göremedim, kendime göre yorumladım, politik olamadım, ideolojide derinleşemedim” deme lüksüne sahip değiliz. Kobane öncesi belki her gerekçenin bir kabulü olurdu ama Kobane gerçeği hiçbir gerekçeyi kaldıramaz durumdadır. Tarih “yürü ve başar” hükmünü vermiştir. Ya yürünüp başarılacaktır ya da tarihin lanetine ortak olunacaktır. Unutmayalım kaos aralıklarında nitel değişimi mücadele eden güçlerin çabaları belirler, yani düz yaklaşımla “biz doğruyuz, haklıyız” yada “devletten hesap soracağız” deyip hesap soracak örgütü o örgütün kadrolarını geliştirip harekete geçirmeden yerinde beklemek, yada rehavete girmek kaybetmenin asıl nedeni olur. Bundan dolayı kaos dönemlerinde ateş gücü güçlü olan başarır, dönem örgütlenmek, örgütleşmek dönemidir.
Medet Serhad
- Ayrıntılar
Biyoloji de Antikor diye bir kavram vardır: “Çok hücreli hayvansal organizmaların bağışıklık sistemi tarafından; kendi organizmalarına ait olmayan organik yapılara karşı geliştirilen glikoproteinin yapısındaki moleküllerdir. Bu moleküller organizmayı yabancı moleküllerin yol açması muhtemel zarar verici etkilere karşı erkenden uyararak koruyuculuk sağlarlar” demektedir sözlükler. Tanımı nettir. Antikor: Vücuda yabancı olan, vücudun kabul etmediği bakterilere karşı savunma mekanizmasıdır. Özcesi vücuda zarar verecek, verebilecek her türlü yabancı moleküllere karşı çok sert bir şekilde direnişe geçerek, kendi varlığını sağlama alan bir direnç mekanizması.
Biz Kürtler hatta Kürdistanlılar günlük olarak büyük saldırılarla karşı karşıya olduğumuz bir gerçektir. Saldırılar bizim öz kimliğimize, öz benliğimize yöneltilmiş saldırılardır.
Dikkat edelim: Sağlıklı olmak ne demektir? Öncelikli olarak kendin olmak demek değil midir? Bir kimlik sahibi, kişilik sahibi olmak demek değil midir?
Aydınlanmanın ve modern demokratik ulus olgusunun öncü filozoflarından olan Jean Jacques Rousseau (1712–1778) Toplumsal Sözleşme isimli kitabında yıllar önce: “Yalnızca gücü ve güçten doğan etkiyi dikkate alacak olsaydım, derdim ki bir halk eğer boyun eğmek zorundaysa ve boyun eğiyorsa iyi ediyordur. Fakat boyunduruğunu silip atabilecek duruma gelir gelmez silip atarsa daha iyi eder. Çünkü özgürlüğü elinden alınanın, bu hangi hakka dayandırılarak yapılmışsa aynı hakka dayanarak onu geri alma hakkı vardır. İnsanın özgürlüğünden vazgeçmek demek insan olma niteliğinden, insan haklarından hatta ödevlerinden vazgeçmesi demektir. Böyle bir vazgeçiş insan doğasıyla bağdaşmaz. Çünkü özgürlük elde edilebilir, ama kaybedildi mi bir daha ele geçmez” demiş.
Peki, özgürlüğümüz günlük olarak ne kadar ayakaltına alınıyor acaba? Günlük olarak ne kadar insanlığımızdan, insan olma ödevlerimizden uzaklaştırılıyoruz?
Çok fazla insan olma vasıflarımızdan uzaklaştırıldığımızı söylememiz herhalde yanlış olmayacaktır.
Dilimize müdahale var, kültürümüze müdahale var, siyasal yaşamımıza müdahale var, kendimiz olmamıza müdahale var, toprağımıza, suyumuza, enerjimize müdahale var, halk olmamıza ve bundan kaynaklı haklarımıza müdahale var. Müdahale var da var! Hem de yıllarca…
Dikkat edelim ve tarihe bakalım. Sadece son yüz yılı ele aldığımızda bizlere ve bizim topraklara ne kadar müdahale hatta tecavüz edilmiştir. Küçük bir dökümü yapılsa belki de insanlığın en trajedik gerçeği ortaya çıkacaktır. İnsanlığın belki de en biricik katliamı, soykırımı ortaya çıkacak. İnsanlığın başına hiç gelmemiş olan en büyük felaketi ortaya çıkacak. Ve bir de düşünelim ki bu müdahale ve tecavüz günlük olarak yapılmış ve yapılıyor. Bunlar az görülüyor ki; yok sayarsan olmaz diyerek, tüm varlığımıza kast ediliyor.
Böylesi bir gerçekliğe karşı yapılması gerekli olan nedir, ne olmalıdır diye sorulacak soruya verilecek cevap: Müthiş bir Direniş, karşı koyuş, Direnç, kendin olma mücadelesi. Yani: “özgürlüğü elinden alınanın, bu hangi hakka dayandırılarak yapılmışsa aynı hakka dayanarak onu geri alma hakkı vardır” diyerek bizden alınanları geri almak.
Bunu yapabilmemiz için önce bir kere bize ait olmayanları kabul etmeyecek bir karakteri kendimize edinmemiz gerekiyor. Yani bize yabancı olana karşı refleksimiz olacak. Karşı duruşumuz olacak. Dışarıdan dayatılan karşı tepkimiz olacak. Öyle ki bize ait olmayan o düşürücü, bitirici kültüre kendimizi kapatarak, gerçekten de bu coğrafyanın en öz kültürü olan halkların ortaklaşma, paylaşma ve hoşgörü kültürünü kendimize ekeceğiz. Başka bir deyimle demokratik ulus kültürünü kendimize ekeceğiz. Diğer tüm kültürlere karşı kendimizi kapatarak bir nevi bunlara karşı kendimizi savunmaya alacağız. Bunun için savunma mekanizmamızı güçlendireceğiz. Yani Antikor oluşturacağız.
Hani biyoloji de, Doğal Bağışıklık denilen sisteme benzer bir şekilde :“Organizmaların enfeksiyonlarına karşı spesifik olmayan yolla koruma yapan ev sahibinin savunmasındaki hücreleri ve mekanizmaları kapsayan” bir bağışıklık sistemi geliştirerek.
Bu öz savunma sistemi birileri söylediği ve söyleyeceği için değil; varlığımıza, ruhumuza, duygularımıza, kültürümüze, benliğimize dönük nerede ve ne zaman bir yönelim olursa, bunlara karşı tüm hücrelerimizi ayaklandırarak aynen Antikor üretmek gibi karşı koymalıyız.
Örneğin Polis bize mi yöneliyor, bizim de yapacaklarımız olabilmeli. Devlet mi yöneliyor yapacaklarımız olabilmeli. Hükümet mi yöneliyor bunlara karşı da yapacaklarız olabilmeli.
Özcesi; her yerde her cephede ve her zaman öyle bir kendimizi yapmalıyız ki, bizim varlığımıza yönelmiş en inceltilmiş yönelimlere karşı bile savunmamız olmalı. Doğuştan Bağışıklık sistemi gibi, Antikor üretmek gibi.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Önderlik, Sosyalizm konularında ciddi eleştiriler geliştirdi
Tabii o daha çok kitaplardan örnekler veriyordu. Lenin’den, klasiklerden, dergilerden pasajlar okuyordu. O dönemde yeni sömürge olarak değerlendiriliyordu Kürdistan. Tabii o tahlilin içine oturtulmaya çalışılıyordu Kürdistan. Önderlik ikinci kez değerlendirme yapmıştı. Hem o değerlendirmeleri de değerlendirerek, hem de biraz daha bazı konulara yeniden açıklık getirerek. Sakin, çok yapıcı, çok etkileyici bir biçimde değerlendiriyordu. Herkes dikkatle dinliyordu. Gece geç saatlere kadar bu toplantı sürmüştü. Kapsamlı bir değerlendirme ortaya çıkmıştı. Eleştiriler de vardı tabii. Kürt sorununu inkar, Kürdistan’a yaklaşımındaki yanlış tahliller, yanlış değerlendirmeler, çağa yönelik değerlendirmeler, Türkiye’deki rejim ve siteme yönelik değerlendirmeler, genel olarak devlet- sosyalizm konularında ciddi eleştiriler geliştirdi Önderlik. Onlara açıklık getirdi. Çok olumlu bir havada toplantı bitirildi. Arkadaşlar fazla yansıtmasa da toplantının sonlarında bir gerginlik yaşandı. Toplantı da epey uzamıştı. Güvenlik açısından erken bitirilmesi gerekiyordu.
Elazığ’da Önderliği koruyacağımız çok sağlam bir evimiz yoktu
Tekrar Elazığ’a döndük. Elazığ’a döndük ama bizim Önderliği koruyacağımız öyle çok sağlam bir evimiz yoktu. Kaldığımız komün evleri fazla elverişli değildi. O açıdan rahat değildik. Daha önce ayarlanmış bir ev vardı. Birvan köyünden Ali Dursun diye biri vardı. O sonradan bıraktı, eşi öğretmendi. Ailece bir evde kalıyorlardı. İki katlı bir evdi. Alt katta kendileri, üst katta ailesi kalıyordu. Biraz uygundu, böyle basıktı, yol üstüydü. Tabii o dönemde bize göre en uygun yerdi. Başka bir tercih ve alternatifimiz yoktu. Önderlik alt katta, diğer herkes üstteydi.
Bir tabanca vardı, çıkardık. Önderliğin yanına indirdik. ‘Biz gidip, geleceğiz’ dedik
Bizim, Rıza ve Aytekin Tuğluk arkadaşların kaldığı bir eve gitmemiz gerekiyordu. Ben ve Sağır Metin ki sonradan ayrıldı, hem tedirginiz Önderliği nasıl yalnız bırakacağız diye hem de gitmek zorundaydık. Bir tabanca vardı, çıkardık. Önderliğin yanına indirdik. “Biz gidip, geleceğiz” dedik. İki kapısı vardı evin. Biri arka tarafta bahçeye açılıyor. Güvenlik açısından uygundur diyoruz. Kendimizi rahatlatıyorduk aslında. Bir de caddeye açılan bir kapı var. Çıktık gittik ama biraz da oyalandık. Çok çabuk gelmedik. Rıza ve diğer arkadaşlarla konuşuyorduk. Oyalandık yani. Biz çıktıktan sonra polis evi basıyor. Üst kata çıkıyor. Ayak seslerinde Önderlik polisinin olduğunu düşünüyor ve ışığı kapatıyor. Tabancayı alıyor eline ve bekliyor. Polisler içeriye giriyor üst kattan.
Biz geldiğimizde polisler ayrılmıştı evden. Başkan güldü ama eleştirdi bizi.
Ali Dursun’nun eşi ki tip olarak çekici bir kadındı, rahattı ve durumun farkındaydı. Polislere, ‘Buyurun, içeri gelin’ dedi. Polisler, Önderliğin orda olduğuna dair kesin bilgi alıyor. Ayakkabılara bakıyor. Ayakkabılar fazla ama içeriye girdiğinde ev halkıyla karşılaşıyor. ‘Alta kim oturuyor’ diyor Polis. ‘Biz oturuyoruz. Burası kayınımgilin evi, altta da biz oturuyoruz. Buyurun gidelim’ diyor Ali Dursun’un eşi. Öyle deyince Polisler, ‘Kusura bakmayın’ deyip gidiyor. Ancak polis rahat değil. ‘Kesin ordadır’ diyor. Biz geldiğimizde tabi ki polisler ayrılmıştı evden. Başkan güldü ama eleştirdi. ‘Siz böyle mi çabuk gelecektiniz... Böyle mi güvenliğimi sağlıyorsunuz. Polisler geldi’ dedi. O anda kaynar sular tepemden dökülmüş gibi olmuştum. Çıkmak gerekiyordu.
Önderliği korumak önemliydi ama Önderlik bizi koruyordu
O durumda Önderliği orda tutmak doğru değildi. Telaşlı ve panik içindeydik, Önderliği hangi eve götürelim diye. O mahallenin hizasında Keban köylülerinden Mişelili bir aile vardı. Onların kızlarıyla ilişkilerimiz vardı. O eve gittik, rica ettik, bizim önemli bir misafirimiz var dedik. Arkadaş olduğunu biliyorlardı. Ama kim olduğunu tahmin etmiyorlardı. Evde yaşlı bir neneleri vardı, genç kızlar vardı, anneleri ve babaları yoktu. O eve götürdük Önderliği. Önderlik bazen böyle arada hatırlatıyordu bize ‘Burası da iyi midir? Buraya da gelmesinler mi’ diyordu. Önemliydi tabi ki. Önderlik o zaman alana gelmişti ve duyulmuştu. Önderliği korumak önemliydi ama Önderlik bizi koruyordu. Önderliği korumasını bilmiyorduk. Farklı olanaklar yaratamıyorduk.
Önderliğe yaklaşımlarımız farklıydı Önderliğin yarattığı etki tabi ki farklıydı
Haki Karer ve Kemal Pir arkadaşların Türkiyeli olduğunu bildiğimiz için yaklaşımlarımız çok farklıydı. Büyük bir saygı ve sempati duyuyorduk. Böyle bir harekete baştan beri katılmaları, öncülük etmeleri, Önderliğin en üst düzeyde yoldaşları olmaları hepimizi çok etkilemişti. Bizim Önderliğe yaklaşımlarımız farklıydı. Önderliğin yarattığı etki ve güç tabiki farklıydı. Ama bu arkadaşların da çok özgün bir yeri vardı bizim yanımızda. Tartışmalarda hep örnek veriyorduk. Bu arkadaşların hareket içerisinde olmaları, öncü kadro olmalarını her konuşmamızda belirtiyorduk.
İlkel-milliyetçilikle mücadele eden bizdik. O temelde aslında geliştik
Bize farklı yaklaşan gruplar vardı. Sosyal şoven ve inkarcı gruplar bizi herşeyle suçluyorlardı. Milliyetçilikle de suçluyorlardı. En çok ilkel-milliyetçilikle mücadele eden bizdik. O temel üzerinde aslında geliştik. Bu kadar net bir ideoloji yaklaşımımız vardı ama belli suçlamalar hep oldu. Bu açıdan arkadaşları hep örnek veriyorduk. Haki arkadaşın şahadeti zor oldu. Sterka Sor adlı bir ajan-provokatör örgütü tarafından gerçekleştirilmesi bize çok daha ağır gelmişti. Bütün arkadaşlarda etki yaratmıştı. Ve ben kendim de ilk afişlerini gördüğümde ağlamıştım. Afişlerin sözleri çok önemliydi tabi ki. Sloganlar vardı, çok çarpıcıydı. Gelip Kampüs’te o afişler gören herkesi etkiliyordu, düşündürüyordu. Tabii biz o zaman İzmir’deydik ama genel olarak bütün arkadaşlarda devrimci intikam alma, bunu karşılıksız bırakmama, bu konuda bu katliamı ve şahadeti geliştiren ajan- provokatör güçlere karşı mücadelede kararlılık var. Önderliğin yaklaşımı çok farklıydı. Örgüt yaratmayı esas alıyor.
Haki arkadaş hem Kürt halkıiçin hem de Türk halkı için önemliydi
Ama düşmanın bu yönelimini göz ardı etmeden, bunu çözerek ve değerlendirerek, bunun ne anlama geldiğini ortaya koyarak, kavratmaya çalışarak yapıyordu. Daha sabırlı, soğukkanlı, bilimsel ve uzun vadeli bir yaklaşım var. Bizdeki yaklaşım ise daha duygusal ve doğal bir tepkiydi. Haki arkadaşın seçilmesi çok önemliydi. Haki arkadaş hem Kürt halkı için hem de Türk halkı için önemliydi. İki halkın mücadelesini birleştiren, istemlerini, özlemlerini birleştiren bir temsil gücü vardı. Bu açıdan o temsile yönelme, Önderliğin en yakın yoldaşlığına yönelme bir tehlike olarak algılanıyordu. Ve buna karşı daha ciddi mücadele etmeyi getirdi. Önderliğin yaklaşımı belirleyici oldu ve Kürdistan’da örgüt yaratıldı.
İdeolojik mücadele veriyorduk, farklı bir mücadele yoktu
Hareketimiz kısa bir sürede politik bir güç haline geldi. 75, 76, 77’ye doğru gençlik hareketini aştı. İlk dönemde daha çok öğrenci gençlik üzerinde etki yapmıştı. Girdiğimiz bütün alanlarda, okullarda nitelikli ve militan gençlik etkilenmişti. Okulların çehresi ve anlamı değişti. Bahsettiğim öğretmen okulu vardı. Öğretmen okulunda daha önce hem faşistler vardı hem de Türk solunun etkin olduğu bir okuldu. Fakat kısa sürede faşistler terk etti, bir mücadele gelişti. Bu tür odaklar engelliyordu. Onun dışında sosyal şoven gruplar vardı. Yani inkarcı yaklaşıyorlardı. Her adımda karşımızda onlar vardı. Engelleniyorduk. Propaganda, ajitasyondu, düşünceleri yayma mücadelesiydi. İdeolojik mücadele veriyorduk, farklı bir mücadele yoktu. Ama bunun karşısında bir engel vardı. Sürekli inkarcılık dayatılıyordu.
KUK’un yoğun saldırıları vardı, bizimle ilişkide olan yurtsever kesimlere yöneldiler
Bizim kendimizi ifade etmemiz, yansıtmamız engelleniyordu. Bu engelleme doğal olarak ideolojik bir çatışmayı yaratıyordu. Aydın Gül arkadaşın vurulmasında sonra şiddet gündeme geldi. Bunu biz yaratmadık, bu bize dayatıldı aslında. Biz buna karşın ideolojik-politik mücadele ve devrimci şiddeti esas alıyorduk. Kendimizi korumak amacıyla... Aslında meşru savunma bu hareketin baştan beri esas aldığı bir mücadele yönetimiydi. Hemen hemen sol grupların birçoğu da bizimle bu yönlü, ideolojik çatışmaya, giderek şiddeti içeren çatışmalara, saldırılara girdi. Kürt ilkel-milliyetçi gruplar vardı. Bunların da yaklaşımıydı. Bunlar içinde en belirgin olarak KUK öne çıktı. Daha çok Mardin yöresinde KUK’un yoğun saldırıları oldu. Bizimle ilişkide olan yurtsever kesimlere yöneldiler. İlk kurşunu bize sıktılar aslında. Bunlar belgelidir.
Mücadelemiz kitleyi bilinçlendiriyordu her kesimi sarstı aslında
Diğer tarafta Hilvan-Siverek ve Batman’da Bucaklar, Süleymancılar ve Raman aşiretleri vardı. Kürdistan’daki gerici feodal- aşiretçi yapının saldırıları vardı. Çünkü mücadelemiz kitleyi bilinçlendiriyordu. Her kesimi sarstı aslında. Her kesimin çıkarına dokundu. Bizim bir bütün olarak sistemi eleştiren bir ideolojimiz vardı. Sistemin oluşturduğu bütün yapıya yönelik bir eleştiriyle çıktık hareket olarak. O açıdan hepsi de karşımızdaydı aslında. Elazığ ve Bingöl’de faşist odaklar vardı. Kürt ilkel milliyetçi gruplar dışında onların saldırıları vardı. Ona karşı bizim mücadelemiz vardı.
Sosyal şoven, ilkel-milliyetçiliğe karşı mücadelemiz gündeme geldi
Sterka Sor, ajan- provokatör bir örgüt olarak Partimiz tarafında deşifre olunca Tekoşin adı altında örgütlendiler. Bazı yönlendirici kadroları Dersim’dendi. Tekoşinin de kısa sürede Kürtlükle bir ilgisi olmadığını, Kürdistan halkının davasıyla bir ilgisi olmadığını, tamamen bize karşı örgütlendirilmiş bir saldırı grubu olduğu açığa çıktı. Çünkü saldırıyla başladılar. Hem ideolojik hem de fiziki olarak saldırıyla başladılar. Arkalarında devletin kurumları vardı. Bu çok netti. Çoğu zaman polisle birlikte bize saldırılıyordu. Bunlar böyle açık yönelimlerdi. Tabii bu konuda bizim hem feodal-aşiretçi yapıya karşı, hem sosyal şoven ilkel-milliyetçiliğe karşı mücadelemiz gündeme geldi. Her yerde bu konuda bizim de etkin bir mücadelemiz vardı. Topyekun saldırıya karşı bizim hareket olarak kendi varlığımızı koruma gibi bir sorunumuz vardı. Bunun yöntemlerini de yoğun olarak tartışıyorduk. Önderlik bu konuda kitleyi ve halkı esas alan bir mücadele tarzını hep önümüze koydu.
Türk solundan katılanlar oldu bize bir de KUK’tan bir grup gelmişti
Elazığ’da faşist odaklara karşı mücadele, faşistler içindeki kesimleri de etkilemişti. Bunlar MHP’nin örgütlediği Kürtlerdi. Bizim mücadelemizle birlikte bunlar da etkilenmişti. Yani bunların içinde de bir kopuş oldu. 70’in üzerinde bir grup kopmuştu. Hatta Türkeş’in katıldığı bir Kongre vardı. O Kongre içinde de bir tavır ve tutum takınılıyordu. Bu her kesimi etkiliyordu. Türk solundan katılanlar oldu bize. Bir de KUK’tan bir grup gelmişti. Merkez düzeyinde de kopuşlar olmuştu. Çözülüşler vardı. Önceki yapılar çözülüyordu. Bu çözülüş bizim mücadelemizle birlikte oluyordu. Bu konuda bunun sonuçlarını değerlendirmek önemliydi.
Yoğunlaşmamızı Elazığ’da bir grup arkadaş ile yaptık. Sonra Kongre’ye gidildi
78’de Program taslağı dağıtıldı. O zaman biz Elazığ’daydık. Program taslağını okuyup, yoğunlaşmamız gerekiyordu, o belirtildi. Bunun farklı bir çalışmaya bizi götüreceğini tahmin ediyorduk. Çok geniş bir arkadaş yapısına yansıtılmadı. Belli bir grup arkadaş taslağı okuyordu. Tabii bunun yanında diğer ülkelerdeki Partilerin ve devrimlerin tarihi inceleniyordu. Rusya’daki Ekim Devrimi, Bolşevik Parti Tarihi, Rusya Sosyal Demokrat işçi Partisi Tarihi, Vietnam işçi Partisi Tarihi ve Afrika’da devrimlerini gerçekleştirmiş ülkelerin tarihleriyle ilgili kitaplar da ek olarak okunuyor ve inceleniyordu. Nasıl bir Parti? Oradaki Partiler nasıl kurulmuş? Bunların tartışması ve yoğunlaşması vardı. Biz bu yoğunlaşmayı Elazığ’da bir grup arkadaş ile yapabildik. Onun sonrasında Kongre’ye gidildi.
Hilvan-Siverek’te kitlesel bir potansiyelimiz gelişiyordu
78’e gelindiğinde Dersim’de önemli bir potansiyel ortaya çıkmıştı. Hareket genişlemişti, kitleselleşmişti. Hemen hemen bütün okullarla, gençliğin bulunduğu alanlarla, halkla ve esnafla ilişkiler geliştirilmişti. Daha önce diğer sol grupların belli ilişki alan ve merkezleri vardı. Hatta Alevi kesimlerini kapsayan çalışmalar vardı. Her kesime ulaşıldı. Antep’te önemli bir potansiyel vardı. Yine Hilvan-Siverek’te kitlesel bir potansiyelimiz gelişiyordu. Bingöl’de önemli bir kadro potansiyeli vardı. Denile bilinir ki 77’yle birlikte bir kabarış oldu. 78’de de kitlesellik daha çok gelişmişti. Sorun daha çok güvenlik sorunuydu. Ben o tartışmaları bilemiyorum ama delege seçimi ve sayısı arkadaşlar tarafından belirlenmişti.
Hareket neyi emrediyorsa onu yapma istemi vardı
Aslında eğer güvenlik sorunu olmasaydı çok sayıda arkadaş katılabilirdi. O açıdan bölgeleri temsil eden bazı arkadaşlar gelmişti. 23 veya 24 kişilik bir gruptuk. Elazığ’dan Cuma arkadaş, Hüseyin Topgider ve ben delege olarak gittik. Tabii büyük bir heyecan vardı. Hareket neyi emrediyorsa onu yapma istemi vardı. Kadro şekillenmesi ve göreve yaklaşması böyleydi. Ne dense o yapılıyordu. Ona ruhen hazırlık vardı. Kürdistan devrimciliğinde, devrimcilerinde işe hazır olmama yoktu. Belki kişilikler ayrıldı, kopanlar ve göğüslemeyenler oldu, bunlar ayrı ama bu işe karar vermiş yürüyen arkadaşlarda gerçekten genel bir karakterdi. Önderliğin yarattığı bir karakterdi. Hiç kimse ben hazır değilim, acaba nereye gidiyorum, yapabilecek miyim böyle çok değişik kaygılara gidilmiyordu…
Dılzar Dilok
- Ayrıntılar
Büyük bir direniş ve devrim yılı olan 2014’ün sonuna geliyoruz. Hiç kuşku yok ki, 2014 yılının en önemli olayı IŞİD adlı faşist çetenin saldırıları ve buna karşı Kürt halkının ve gerillasının başta Şengal ve Kobani olmak üzere Batı ve Güney Kürdistan’da geliştirdiği kahramanca direniştir. Bu direnişin yüzkarası olan soykırım suçundan insanlığı kurtardığı ve insanlık onurunu koruduğu tartışmasızdır. Bu da Kürt halkını ve özgürlük direnişini tüm insanlık tarafından tanınır hale getirmiştir. Bu temelde 2014 yılı herkesten çok bir Kürt yılı olmuştur.
2014 Yılını önemli kılanın 2013 yılının devrettikleri olduğu bilinmektedir. Bunların başlıcaları da Bağdat’ta yönetim değişikliği yapamama, Hewlêr’de hükümet kuramama, Cenevre-2’nin iflası temelinde Suriye’de yaşanan tıkanma, Irak Şam İslam Devleti-IŞİD adlı faşist çetenin Rojava Özgürlük Devrimine saldırısı ve Türkiye’de başlayan AKP-Fetullahçı çatışması gibi hususlardır. 2014 yılı bu hususlar temelinde yaşanan mücadelelerle geçmiştir.
Yılın bu karakteri Kürtler tarafından daha yılbaşından itibaren görülmüş ve değerlendirilmiştir. Bu çerçevede 2014 yılının büyük devrim ve savaş yılı olacağı tespiti yapılmıştır. Buna göre hazırlanılmış ve yıl çalışmaları planlanmaya çalışılmıştır. Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın 2013 Newrozundan itibaren sabırla ve ısrarla yürüttüğü sürecin ortaya çıkardığı imkan ve fırsatlar bu temelde değerlendirilmek istenmiştir.
Doğrusunu söylemek gerekirse, yılbaşından itibaren böyle bir tespit ve planlama ile hareket edilmek istenmişse de, 2014 yılının ilk yarısı Kürtler açısından hiç de rahat ve başarılı geçmemiştir. Bunda özeleştiri ile düzeltilmesi gereken bazı hata ve eksiklikler rol oynamıştır. Bunları da planlamada geç kalma, darlık ve tek yanlılık ve planlanmış olan görevleri zamanında hayata geçirememe olarak ifade etmek mümkündür. Yani dört parçada birden savaş yapmayı göze alamama ve buna güç yetirememedir.
Türkiye açısından 2014 yılının önemli bir olayının da 30 Mart yerel yönetim seçimleri ile cumhurbaşkanlığı seçimi olduğu bilinmektedir. Yerel seçimlerin Kürt Özgürlük Hareketi açısından başarılı geçtiği, ama ders çıkarılması gereken eksikliklerin de yaşandığı açıktır. Nitekim seçimde yaşanan hata ve eksikliklerin tespiti için demokratik siyaset tarafından genel bir soruşturma yürütülmüş ve önemli derslere ulaşılmıştır. Bazı eksikliklere rağmen cumhurbaşkanlığı seçiminde elde edilen sonuç HDP açısından güven verici olmuştur.
Kuşkusuz Ortadoğu bölgesi çapında 2014’ün ilk yarısındaki kısmi durgunluk 12 Haziran günü IŞİD’in başlattığı Musul saldırısıyla aşılmış ve çok hareketli bir siyasal ve askeri sürecin içine girilmiştir. 2014’ün ikinci yarısı bu temelde bölge çapında çok hareketli geçmiş, Kürtler açısından büyük bir direniş süreci yaşanmıştır. Öyle ki, Şengal ve Kobani direnişleri Kürtler açısından hayati önem taşırken, küresel düzeyde de tüm insanlığın dikkatini ve desteğini üzerine çekmiştir.
Burada elbette IŞİD’in kim olduğu ve böyle etkili bir saldırıyı neye dayanarak gerçekleştirdiği üzerinde durmak gerekiyor. IŞİD’in kimliği üzerine şimdiye kadar yoğun bir tartışma yürütülmüş bulunuyor. Bazılarının iddiasına rağmen, IŞİD’in tarihsel toplum ve İslam Dini ile pek bir ilişkisinin olmadığı biliniyor. Onun Ortadoğu’da yaşanan derin kaos ve çıkmazın bir ürünü olarak ve kapitalist modernitenin bir provokasyon gücü ve tetikçisi biçiminde ortaya çıkıp rol oynadığı net bir tarzda görülüyor.
IŞİD’in hangi ortamda ve kimlere dayanarak bu saldırıları geliştirdiği konusuna gelince, kapitalist modernite güçlerinin yürü ya kulum dediği ve IŞİD’in de bu temelde yürüdüğü ortadadır. Bunu IŞİD saldırılarının ortaya çıkardığı siyasal sonuçların kimlere hizmet ettiğine bakarak da anlayabiliriz. Bağdat ve Hewlêr’de hükümet sorunlarının çözümünden Suriye’deki kilitlenmenin aşılmasına kadar bir dizi sonucun ABD ve İsrail’in politikalarına hizmet ettiğini rahatlıkla görebiliriz.
IŞİD saldırılarının bu kadar etkili olması ve hızlı değişime yol açmasının da 2014 yaz başındaki boşluğu değerlendirmesine bağlı olduğu açıktır. Böyle bir boşluğun oluşmasında devrimci güçlerin gereken hamleyi yapamamasının da rol oynadığı ortadadır. Yani 2014’ün ilk yarısında devrim hamle yapıp inisiyatifi ele geçiremeyince, Haziran ortasından itibaren karşıdevrimci hamle IŞİD eliyle geliştirilmiş ve inisiyatif bu biçimde karşıdevrimci güçlerin eline geçmiştir. Bu da devrim cephesinde ciddi bir sıkışma ve zorlanma ortaya çıkarmıştır.
Kuzey’de demokratik özerklik hamlesi yapamayan ve Güney’de ise IŞİD saldırılarına karşı müdahale zemini bulamayan devrimci güçler ciddi zorlanmayı yaşamışlardır. Bu durum IŞİD’in 2 Ağustos günü başlattığı Şengal saldırısı ile aşılmıştır. Êzidi Kürtlüğüne karşı herkesin sorumluluk duyması ve özellikle de KDP’nin pêşmerge güçlerinin saldırılar karşısında Şengal’i savunamayarak kaçması hem HPG ve YJA-Star gerillalarını tarihi bir görevle yüz yüze getirmiş, hem de bu duruma müdahale edebilmenin önünü açmıştır. 3 Ağustos’tan itibaren gerillanın Şengal’e müdahalesi ve IŞİD faşizmine karşı direnme gücü göstermesi daha sonraki siyasi ve askeri gelişmelerin belirleyicisi olmuştur.
Faşist IŞİD çetelerinin Şengal saldırısından sonra Maxmur üzerinden Hewlêr’i tehdit etmesi durumu daha da ciddi hale getirmiş, HPG ve YJA-Star gerillalarının bu alana da müdahale etmesi Hewlêr’in savunulmasında belirleyici rol oynamıştır. Böylece IŞİD saldırıları Rojava ardından Güney Kürdistan’a da yönelmiş ve iki Kürdistan parçasında IŞİD çeteleri ile yoğun bir savaş süreci ortaya çıkmıştır. Maliki, Esat ve Barzani güçlerinin karşı duramadığı IŞİD faşizmine karşı direnen ve IŞİD saldırganlığını durduran tek güç Kürdistan Özgürlük Gerillası olmuştur.
IŞİD faşizmiyle Kürtler arasındaki savaş, 15 Eylül’den itibaren IŞİD çetelerinin Kobani’ye saldırısıyla yeni bir aşamaya ulaşmıştır. IŞİD’in Kobani saldırısının arkasında küresel kapitalizm ile bölgenin ulus-devlet gericiliği birlikte yer almıştır. Bu konuda özellikle Rojava devrimini yıkmak ve Rojava Kürtlerinin statü elde etmesini engellemek isteyen AKP Hükümeti başat rol oynamıştır. IŞİD’i Kobani’ye saldırtan gücün AKP olduğunu söylemek bile mümkündür. Bununla birlikte ABD ve KDP’nin de Rojava’da etkinlik geliştirebilmek için YPG-YPJ güçlerinin zorlanmasını istediği tartışmasızdır.
Bütün zorluklarına ve ağır bedel istemesine rağmen Kürt gerillasının ve halkının Kobani’yi kahramanca savunması ve kısa sürede Kobani’nin IŞİD’in eline geçeceği planını boşa çıkarması, yılın son üç buçuk ayının belirleyici olayı olmuştur. Öyle ki, “1 Kasım Dünya Kobani Günü” ilan edilerek, IŞİD’e karşı Kobani direnişi tüm dünya tarafından desteklenen bir konuma gelmiştir. Bu da Kürt Özgürlük Hareketinin ve Kürt direnişinin küresel bir güç haline gelmesi ve tüm insanlığa ulaşmasını ifade etmektedir.
Yılın ilk yarısında devrim hamlesini geliştiremeyerek inisiyatifi ele geçiremeyen Kürt Özgürlük Hareketi, ikinci yarısında Rojava ve Başur’da IŞİD’e karşı geliştirdiği kahramanca direnişle ve özellikle de Kobani direnişiyle yeniden inisiyatifi ele geçirmeyi başarmıştır. Böylece devrimci hamle yapabilecek koşulları yeniden yaratmıştır. 2014 Yılından 2015’e devredilen işte bu gerçeklik olmaktadır.
Besbelli ki 2015 yılında 2014’ün yarım bıraktığı olaylar sonuca götürülecek ve yeni devrimsel hamleler ortaya çıkarılacaktır. Böylece 2015 yılı daha büyük direnişler ve devrimler yılı olacaktır. Bunun koşulları uygun, imkan ve fırsatları güçlü bir biçimde vardır. Belli ki IŞİD karşısında Kobani ve Şengal direnişleri zafere götürülecek, Rojava Devrimi demokratik Suriye devrimi haline getirilecektir. Güney Kürdistan’da ise yeni ve gerçek bir demokratikleşme süreci geliştirilecektir.
Rojava ve Başur yanında Bakur’da da 2015 yılının en büyük gelişmelerin yaratılmasına açık olduğu ortadadır. Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın son müzakere girişimiyle ya Haziran genel seçimine kadar demokratikleşme ve Kürt sorununun çözümünde kalıcı politik adımlar atılacak, ya da AKP söz konusu seçimi kazanamayacaktır. Seçimden sonraki siyasal gelişmeler seçim sonuçlarına göre şekillenecektir. Demokratik siyasetin seçim başarısı Türkiye’nin geleceğini belirleyecektir.
Bu temelde 2015 yılının Kürtler ve bölge halkları için daha çok özgürlük ve demokrasi getirmesini diliyor, herkesin yeni yılını kutluyoruz!
SELAHATTİN ERDEM
Kaynak: Yeni Özgür Politika Gazetesi
- Ayrıntılar
Kürdistan ülkesi tarihi boyunca çok sayıda işgalci gücün saldırısına ve hükmetme girişimine tanıklık etmiştir. Bu işgal ve hükmetme girişimleri her zaman Kürdistan ülkesine ve Kürt halkına büyük zararlar vermişlerdir. Yer yer toplu sürülmeler ve toplu kıyımlar da yaşanmıştır. Bu bağlamda Kürdistan ülkesinin ve Kürt halkının tarihi bir anlamda da trajediler tarihidir. Elbette her zaman bu işgal ve kıyımlara karşı Kürdistan ülkesi ve Kürdistan halkı büyük direnmiştir. Bunun içinde Kürdistan tarihi aynı zamanda büyük direnişlerin de tarihi olmuştur. Ancak Kürdistan ülkesinin belki de karşılaştığı en büyük yıkım, kıyım ve sürülme LOZAN diye bilinen uluslararası güçlerin ortaklaşa gerçekleştirdikleri bir konferansla başlamış ve halen de sürmektedir.
Lozan konferansı 24 temmuz 1923 yılında İsviçre’nin kenti olan Lozan’da gerçekleşmiş ve bu konferansta alınan kararlarla Kürtler ilk kez var oldukları halde yok sayılmış, bununla yetinilmemiş birde Kürtlerin Türkiye cumhuriyeti devleti tarafından bu tarihten itibaren de katledilmelerine hem ses çıkarılmamış hem de teşvik edilmişlerdir. Lozan’ın ortaya çıkardığı bir gerçeklik bu olmuştur.
Ancak daha da önemli olan bir husus ise-çok fark edilmese de, dile getirilmese de-Ortadoğu’da halklar birbirine düşman haline getirilmişlerdir. Örneğin Türkler ve Kürtler, Araplar Kürtlerle, İran ve Kürtler neredeyse bir araya gelemeyecek düzeye getirilmişlerdir.
Ve belki bunun kadar önemli başka bir durum ise kurulan sözde çok sayıda Arap devletiyle de Araplar onarılmaz bir biçimde birbirinin karşısına dikilmiş ve de dış güçlerin müdahalesine açık hale getirilmişlerdir.
Yukarıda ifade edilenler kadar önemli olan başka bir durum ise özü itibariyle kökleştirilen ulus devlet modeliyle de bu coğrafyanın onlarca zengin, kadim halkı, inancı, etnisitesi baskılanarak düşmanlık tohumları sürekli olmak üzere ekilmiştir.
Lozan Konferansı özü itibariyle Ortadoğu toprakları için bir parçalanmayı, dağılmayı, dış güçlerin saldırı ve oyunlarına açık hale gelmeyi getirdiği gibi, sömürülmelerinin de yolunu açmıştır. Bunu böyle olduğunu Ortadoğu’da olup bitenlere bakıp görmemiz zor değildir. Son yüz yıllık tarihe baktığımızda neredeyse bu topraklarda savaşsız bir günün geçtiğini görmemiz mümkün değildir. Bu savaşsız geçen günlere birde içeride yaşanan, yaşatılan onca suni kıyımı da eklersek gerçek manada Ortadoğu’nun halkların bir mezbahı haline getirildiğini görebiliriz.
Bu durumu emperyal güçler Lozan Konferansıyla ortaya çıkarmışlardır. Bu durum aşılmadan Ortadoğu’nun rahatlayacağı düşünülmemelidir. O zaman yapılması gerekli olan batılıların oluşturduğu Lozan’ı aşacak olan bir Doğu Lozan’ını ya da II. Lozan’ı oluşturmaktan geçer.
II. Lozan’ı ya da Doğu Lozan’ını oluşturmanın yolu öncelikli olarak farklı bir zihniyet yapısına sahip olmaktan geçer. Bir kere zihin yapımızı ulus devlet yapılarından temizleyerek, demokratik ulus modelini edinmekten ve benimsemekten gerekiyor.
Demokratik ulus anlayışını edinmek demek ise her halkın doğuştan gelen haklarını, her inancın kendisini özgürce ifade etme özgürlüğünü, en küçük yapıların da kendilerini özgürce ifade etme ve yaşama hakkına saygıdan geçer. Belirtildiği bunu yapabilmek için önce ulus devlet modelinden uzaklaşmak gerekiyor. Bu ama aynı zamanda kapitalist modernist kültür ve zihniyetinden uzaklaşmak demek olacağı için, kendi zihniyet yapımızı başka bir deyimle bu coğrafyaya özü itibariyle ait olan ortaklaşma kültürünü benimsemekten geçer.
Ortadoğu toplumsallığın coğrafyası olduğunu bize tüm kutsal kitaplar söyler. Kutsal kitapların ortak özü kesinlikle komünalizmdir. Ortakçılıktır. Paylaşımcılıktır. Birbirini düşünmektir. Herkesi kendisi gibi görmektir. Herkesin en yüce “varlık” önünde eşit olduğuna inanmaktır. Bu toprakların mayası böyle örülmüştür. O zaman yapmamız gerekli ilk iş bu mayaya ters düşen, ters duran, dini bir kavramla ifade edecek olursak; “fıtrata ters olan”ı düzeltmektir. Ortadoğu’da bunun düzeltilmenin yolu kendi Lozan’ımızı, Doğu Lozan’ını, II. Lozan’ı oluşturmaktan geçer.
Doğu Lozan’ını nasıl oluşturacağız?
Doğu Lozan’ını oluşturmanın yolu öncelikli olarak var olan sorunları kendi aramızda, belirttiğimiz gibi demokratik ulus anlayışıyla ele almamız gerekiyor. Devlet ulusla peydahlanmış olan milliyetçilikleri, ırkçılıkları, tekçilikleri bir köşeye bırakarak, çoğulculuğu, kültürel zenginlikleri esas alınması gerekiyor. Her renge ve kültürel farklılığı sahiplenme temelinde, saygı gösterilmesinden geçer.
Unutmayalım, emperyalizm doğası gereği talancı ve vurguncudur. Böyle olmasa kendisini nasıl ayakta tutabilir ki? Halkları soymayan, sömürmeyen, kanlarını emmeye, yer altı ve yer üstü zenginliklerine el koymadan götürmeyen bir emperyalizmin yaşaması mümkün mü? Mümkün olmadığını bilen emperyalist güçler bu çıkarlarına yani emellerine ulaşmak için kullandıkları en etkili yöntemleri; halkları birbirine bırakarak, düşman kılarak zayıflatma yöntemidir. “Böl, parçalama ve yönet” dedikleri yürütme taktiği bu yöntemdir.
Ortadoğu -özelde de 24 temmuz 1923 yılında imzalanmış olan Lozan konferansıyla- halkların birbirine düşman haline getirilmesiyle kuşatılmıştır. Bu kuşatılmayla halklar birbirine düşman haline getirilmiştir. Ancak belirtelim ki ilk kez bu birbirine kırdırılma durumunun aşılma fırsatının imkanları doğmuştur.
Demokratik ulus anlayışı ve modeliyle Ortadoğu’da ilk kez halkların emperyal güçlerinin oyunlarına gelmeden, tuzaklarına düşmeden kendi yollarını çizerek, kendi çıkarları temelinde her halk, her renk, her inanç için oluşturacakları Demokratik Özerklik modeliyle –bugün Rojava’da pratikleştirildiği gibi-hayata geçirilme şansı doğmuştur.
Bunun yolu ise ilk iş olarak; demokratik ulus anlayışıyla hızla, hemen II. Lozan’ı ya da Doğu Lozan’ınımızı gerçekleştirmemizden geçiyor.
Xeyri Engin
- Ayrıntılar
Bilinir insan doğası gereği baskıya gelmez. İnsan gibi toplumlar da baskılara karşı refleks göstermeye meyillidir. Dünyanın her yerinde devletçi ve iktidarcı güç odakları ezmek, sömürmek, baskı altında tutmak istedikleri insan ve toplumları karşı bunun için çeşitli zengin yöntemler geliştirmeye çalışmışlardır.
Bu gerçeklik böyle olmasına böyledir lakin TC devleti gibi sömürmek için zengin yöntemler geliştirme konusunda mahir olan, devlet ve güç odaklarını bulmak zordur. TC devleti ilk kuruluşundan başlayarak, bugüne kadar, bu zengin yöntem geliştirme yeteneğini korumuştur.
Hatırlayalım; TC devleti daha 1924 yıllarında kendi tekçi düşünce ve siyasi yapısını oturtmak için birçok farklı dini inanç gurubuna yasaklar getirmiş ve giderek buralara ait gelenek ve değerleri yasaklamıştır. Buna en iyi örnek ise hiç şüphe yoktur ki 25 eylül 1925 yılında geliştirilen Şark Islahat Planı olmuştu. Bir halkı tümden tasfiye etme planı olan bu planda neler var, neler yok ki! Dil yasaklarından kültürel yasaklara, göçertmelerden sürgünlere, eritmelerden yok etmelere kadar, abuk sabuk ama halklar ya da baskı altına alınlar için ölümcül olan bu tür karar ve yasaları her zaman çıkartmışlardır.
Peşi sıra “İsyan” dedikleri ancak özü itibariyle saldırılara karşı kendini savunan Kürtlerin direnişlerine karşı geliştirdikleri ve aldıkları insan aklının ve ahlakının almayacakları karar ve yasalar…
Daha sonraki yıllarda ise bu kez Celal Bayarlar sürecinde 49’lar ve 400’ler meseleleri…
Cuntalar geleneği güçlü olan bu devlet, her bir cuntada ise akıl almaz uygulama ve yasalar çıkartmıştır. Öyle ki dünyanın hiçbir yerinde olmayan dil yasakları, dile kelepçe vurmaları…
Özcesi bu devletin tarihi böyle akıl almaz, vicdan kaldırmaz, ahlak götürmez çok uygulamaları, kararları ve yasalarla hep dolu olmuştur.
Şimdi de ismi ak ancak yüreği, zihni ve beyni kara olan AKP yeni bir yasa çıkarmıştır. İnsanların doğal ve meşru olan protesto haklarını hep yasaklıyor, yasaklamayla kalmıyor, -protestocular maske takarlarsa- terörist bilerek, her türlü muameleyi yapmaya kendini hak gören uygulamalara kapı aralıyor. Maske demişken, birileri faşizan uygulamalara takılmamak için yüzünü kapatırken, yüreği zift tutanlar toplum içinde sadece ve sadece maskeyle-hem de on yüzlü maskelerle-dolaştıklarını ve yaşadıklarını unutuyorlar.
Ayrıca Molotof denilen protesto aracını silah kategorisine çıkararak, polise Molotof kullananlara karşı silah kullanma suretiyle vurma yetkisi, hatta talimatı veriyorlar.
Özcesi; Molotof artık bir silahtır, hem de vurucu ve öldürücü bir silah. Ve bu silaha karşı her türlü yaptırım uygulanacağa göre, o zaman bizim de yapmamız gerekenler var demektir…
TC faşizmi kara ve zift gibi yüreğiyle faşizmini artırarak sürdürüyor ve sürdüreceğinin mesajlarını ve pratiklerini günlük olarak büyük bir kararlılıkla vermeye devam da ediyor. Bu demektir ki mücadelemiz sürdürülmek durumundadır. Bu demektir ki; karşı koyuş sürdürülmeye devam edecektir. Bu ise günlük olarak Kürdistan’da faşizme ve ak ve kara yüreklere karşı direniş demek olacaktır. Faşizm ise bizim kullandığımız savunma aletlerine belirttiğimiz gibi katletme ile cevap vereceğinin kararını almıştır.
O zaman yapmamız gereken nedir? Sessiz kalamayacağımıza göre kendimizi savunacağız. Bu bir. Madem Molotof öldürücü bir silah olarak görülüyor ve öyle de karşılık görecektir, o zaman bizler de onların anlayacağı dilde cevap vermemiz gerekmez mi? Silah ise, o zaman size alın silah diyerek, vereceğimiz cevapları vermemiz en doğru yol ve yöntem olmaz mı? Denilecek ki ama bu ateşli bir silahtır. Tamam, ama bu devlet ateşli olmayan bir savunma aracını ateşli silah kategorisine almıştır. Sadece bu kategoriye almamıştır, aynı zamanda Molotof’u kullananlara karşı katletme hedefli silahta kullanacaklardır. İşte bunun için yüreği, beyni, zihni, ruhu, yedi ceddi kara ve DAİŞ olanlara karşı alın size silah diyerek, hem de ateşli silah diyerek kendimizi savunmamız en meşru hakkımız olduğu açık değil midir?
Şıho Dirlik
- Ayrıntılar
İnsanlar iletişimi sesle sağlıyor. Sesin şifre haline getirilmesi dil olurken, dil ise bu bağlamda insanın en önemli iletişim aracı oluyor.
Dil insanların birbirlerini anlamaları, ilişki geliştirmeleri, anlaşmaları için değerlendirdiğinde bu var olan ve ortaya çıkmış olan sorunlara çözüm gücü olurken, tersi biçiminde kullanılırsa yani başkalarını kırmaya, hakaret etmeye, küçük düşürmeye dönük kullanıldığında ise yaşamı zehir haline getirdiği gibi, insanların ve toplumların birbirine girmesine hatta boğazlaşmasına kadar götürebilir.
Özcesi dil, dilin kullanılması biçimine göre olumlu ve olumsuz bir rol oynayabiliyor. Bu gerçekliğinden dolayı dilin kullanımı, sözün sarf edilmesi üzerine birçok ata ya da ana sözü sarf edilmiştir. Örneğin Hz. Ali’nin: “Söz ağzınızdayken söz sizin köleniz, ağzınızdan söz çıkmış ise artık siz o söz ya da sözlerin kölesisiniz” dediği gibi.
Malum içinizde her şeyi düşünebilir ya da tasarlaya bilirsiniz. Ve bu düşündükleriniz eğer söze ve eyleme dökülmemiş ise size kimse bir şey diyemez, suçlayamaz, karşı yaptırımlarda bulunamaz. Lakin düşündüklerinizi söze döktüğünüz ya da eyleme döktükten sonra sözler ve eylemler artık size ait olduğu için, sizi bağlar. Hz. Ali’nin söylediği gibi söz içinizdeyse söz sizin köleniz, söz ağzınızdan çıkmış ise siz o sözleri kölesisiniz.
Türkiye siyasetinde uzun yıllardır söz değerini yitirmiştir. Çünkü söz ve sözler ulu orta her yerde, peş peşe, her yere çekilebilecek bir biçimde kullanılmaya başlandığı için sözler yozlaşmıştır. Yozlaştırılmıştır. Söz anlamını yitirmiştir.
Ama unutmayalım ki bir yerde söz anlamını yitirmiş ise, söz değer kaybetmiş ise orada değer kaybeden ve yitirilen insanlıktır. Çünkü bu sözleri sarf edenler insanlardır. İnsanların sarf ederek onları kölesi haline gelen insanlardır.
Söz anlam yitimine uğramış ise, orada artık sözden bahsetmek yerine sadece sesten söz etmek daha yerinde olur. Ve gerçek manada Türkiye’de AKP denilen parti başta olmak üzere CHP gibi dikta geleneğinden gelen parti de sözü ayak altına almışlardır. Sözü ayak altına alan bu partiler özü itibariyle kendileri ayak altına alınmışlardır. Bunun için diyoruz ki ağızlarında çıkanlar sözler değildir, ağızlarından çıkanlar seslerdir. Ancak unutmayalım ki çıkardıkları sesler gerçekten de kirleticidir.
Nedeni açıktır; sesleri hep hakaretleri dile getiriyor. Didişme üzerine kuruludur. Küfürlerin dışında neredeyse ses düzenekleri işlemiyor. Bu özü itibariyle bir kirlenmedir, kirletmedir. Ses kirlenmesi ve kirletmesidir.
Sadece şu bir iki ay’ı alıp değerlendirelim. İktidarda bulunan AKP bakanlarının, başbakanlarının ve de cumhurbaşkanlarının sarf ettiklerine bir bakalım. Hep vurma ve kırma üzerinedir. Zaten cumhurbaşkanı olan kişinin dil sorunu dışında bir de terbiye sorunu olduğu için, sarf ettikleri argo, tehdit, ahlak dışı ve toplum dışı sözlerine herkes aldırış etmeyebilir. Ancak bu dil ya da ses kirliliği genel bir hal almış ise orada durmak gerekir. AKP denilen partinin neredeyse tüm önde isimleri aynı dili kullanır olmuşlardır. Ve bu dil belirttiğimiz gibi halklara tek bir faydası yoktur.
Türkçe de bir deyim vardır; “tencere dibin kara senin ki benden kara” diye, AKP ve siyasetinin böyle olduğu kesin ancak onlar kadar belki de onlardan daha da kirli bir dil kullanan başka bir parti ise CHP adındaki sosyal faşist hatta modern sağcı faşist partinin kullandığı dildir. Küfür, hakaret, boş, içeriksiz, anlamsız, çözüm üretmekten uzak.
Sözü uzatmayalım; Türkiye siyasetinde söz ya da dil anlaşmak ya da anlam yüklemek için değil, ses çıkarmak, karışıklık yaratmak, var olan çelişkileri daha da derinleştirmek, sorunları kördüğüm haline getirmek için inadına kullanılıyor.
Denilecek ki herkes sarf ettiği sözün kölesidir. Elbette herkes sarf ettiği sözlerin kölesidir. Ancak sözleri sarf edenler birde iktidar aygıtlarını ellerinde bulunduruyorlarsa orada sözün kölesi olanlar, kendi gerilikleri ve ahlaki dibe vurmuşluklarıyla sizleri de kirletebilir, sizlere ellerinde bulundurdukları güç imkanlarıyla yönelebilir, ezebilirler de.
Daha da ötesi, sizin onca cabanızı kendi dar, ırkçı ve milliyetçi çapsız söz ve ses kirliliklerine kurban edebilirler.
Kasım Engin
- Ayrıntılar