Milliyetçilik ulus devletle gelişen toplumsal hatta ruhsal bir hastalıktır. Doğuşu ise kapitalizmin kendisini ulus devlet biçiminde örgütlendirilmesi zamanına götürülebilir. Bu bağlamda milliyetçilik-insanlık tarihi göz önüne getirildiğinde-yeni bir hastalıktır. Yeni ve taze bir hastalık olmasına rağmen, suni olarak doğuşundan bugüne kadar belki de insanlığın başına bela olmuş en büyük hastalıkların da başında gelir.
Bu öyle bir hastalıktır ki, bir devletin sınırları içerisinde yaşayan insanlara, ulus devleti gerçekten de kendi devleti bilir hale getirir. Kendisini ulus devletin sahibi olarak görür. Halbuki: “Ulus kavramından türetilen milliyetçilikle tüm bir ulus iktidarın kendisine ait olduğuna inandırılmıştır. Özünde hiçbir zaman iktidar ulusun olamaz. Her yerde ve her zamanda etnik grupların, hanedanların, ulusların azınlık kesimi iktidarın gerçek sahibidir. Fakat öyle bir sistem yaratılır ki, en alttaki ezilene kadar her birey bir anlamda kendini iktidar sahibi kılmak durumundadır. En alttaki bir ailede en yoksul bir koca karısı karşısında kendini ‘küçük imparator’ rolünde rahatlıkla görebilir. Karı da zincirleme tarzda çocuklarına karşı bu rolü oynar. Ya çocuklar? Onlar büyürlerse aynı sistemi oynamaktan başka ne yapabilirler? İktidarlaşma zincirinin böyle kurulması sistemin bir özelliğidir.”
Daha da açacak olursak: “Kapitalizmin gelişim aşamasında ortak dil ve geleneklerle çevrili bir sınır, ideal birikim için tercih edilen coğrafi büyüklüklerdir. Kutsal vatan anlayışı değil, elverişli kâr, birikim alanı kavramı esastır. Dış rakiplerine kapatılan bu alan sermaye birikimini güvene almak, iktidarını güçlendirmek için idealdir. Milliyetçiliğin doğuşu bu maddi gelişmenin sonucudur. Laiklikle -dünyalaşma- dini zihniyetin gerilemesi yeni bir ideolojik örtüye ihtiyaç gösterir. Milliyetçi ideoloji ulus olgusu ile bağlantısı nedeniyle hızlı gelişme gösterir. Özünde eskinin etnik -aşiret- duygusunun daha geliştirilmiş bir biçimi olarak düşünülmesi gereken milliyetçilik, ortak etnik duygu ve dinin yerini tutan bir inanç hizmeti gösterir.”
Yukarıda dile getirilenlerden yola çıkarsak o zaman bizler: “Milliyetçiliği kapitalist devletin ideolojik silahı olarak anlamak, yayıldığı dönemleri doğru kavramak açısından önemlidir” tespitini esas almamız gerekecektir. Çünkü biz biliyoruz ki: “Milliyetçilik aynı zamanda devletteki merkeziyetçiliği güçlendirir. Daha demokratik federal yapılara karşı devlet milliyetçiliği, merkezi-üniter yapılara kayar. Buradan faşist ve totaliter devlet anlayışına geçilir. Toplumsal hastalığın histeriye dönüşmesi, kapitalist sistemin faşist ve totaliter devlet biçimine yönelmesiyle at başı gider. Sonuç, kapitalizmin intiharıdır. Birinci ve ikinci dünya savaşları bu anlamda milliyetçilik dozajının aşırı kullanılmasından doğan sistemin intihar eylemleri olarak da düşünülebilir. Kendisi uygarlık krizi olan kapitalizmin en genel ve derinlikli krize, kaosa girme sürecidir.”
Söylenen ve yazılanların özü itibariyle birer ruh hastalığı yansımaları olduğu da açıktır. Tekleştirme adına neredeyse dünyanın tamamını ateşe vermek, gerçek manada akıl kârı olamaz. Milliyetçilik hastalığıyla insanlık ateşe verilmiştir. Sadece birinci ve ikinci dünya savaşlarını ele alacak olursak; milyonlarca insanın yaşamını yitirdiği, milyonlarcasının sakat kaldığı ve de milyonlarcasının ise halen akıbetlerinin belli olmadığını dile getirdiğimizde, yaşanmış olan ruh hastalığının ne kadar derin olduğu daha çıplak biçimde kendiliğinden anlaşılır.
Bu hastalığın bir şekilde üstünün örtülmesi gerekir. Çıplak bir hastalık olarak görülmesi yerine tam tersine sanki milliyetçilik din gibi kutsalmışçasına öyle bir propaganda yapılır ki, milliyetçiliğin büyük tehlikelerine karşı toplumun-büyük bölümü-korunmasız ve savunmasız bırakılır. “Ulusçuluk ya da milliyetçilik zayıflayan dini bağların yerini tutmaktadır. Bir nevi seküler-dünyevi- dindir. Devletin en temel meşruiyet aracıdır. Dine ve milliyetçiliğe dayanmadan devleti yürütmek zordur. Din zaten devletin genidir. Milliyetçilik de onun modern biçimidir” tespitleri dile getirdiklerimizi ifade etmektedir.
Başka bir şekilde ifadeye kavuşturacak olursak: “Ortaçağlarda din adına yürütülen savaşlar, kapitalizm çağında milliyetçilik adına daha kapsamlı ve acımasız sürdürüldü.” Nedenleri elbette vardır. Bir nedeninin iktidarla bağı olduğu kesindir. “Ne kadar süslü kelimelerle ifade edilse de, milliyetçilik aşiret şovenizminin gelişmiş bir biçimidir; onun daha da büyütülmüş ve siyasallaştırılmış ifadesidir. Bu da dar görüşlülük ve kendinden başkasını görmemektir” kendisini beğenmektir, başka halklara ve renklere karşı düşmanlıktır, tanımamaktır yani kendini dünyanın merkezine koymaktır. Bunun için: “Milliyetçiliği kapitalist devletin ideolojik silahı olarak anlamak, yayıldığı dönemleri doğru kavramak açısından önemlidir.” Bu silahın nasıl kullanıldığını ise bizler son iki yüz yıllık pratikte gayet iyi biliyoruz. En çokta biz Kürtler, Ermeniler, Asüriler, Çerkezler, Aleviler olup bitenleri iyi biliyoruz. Çünkü son iki yüz yıldır ve özelde de son yüzyılda kaç yüz bin Kürt insanının bu hastalıklı ruhsal bakıştan dolayı katledildiği verileriyle ortadadır.
Halbuki Başkan Apo: “Egemenlerin sahte milliyetçilikleri uğruna değil, halkların ortak vatanı uğruna özgürlüğü ve hak eşitliğini esas alan, her düzeyde ortak birliktelik ve eylemlilik yöntemiyle mücadele etmek, gerçek yurtseverlik anlamına gelmektedir” demektedir.
Halkların ortak vatanı uğruna özgürlüğü ve hak eşitliğini esas almak, sözünü sıkça ettiğimiz Demokratik Ulus kavramlarıyla yakinen ilgilidir. Demokratik Ulus kavramı halkları ulus devlet temelinde zehirleyen kapitalist modernist çağa karşı -gerçek manada- bir mücadele stratejisidir. Öyle ki tekçiliğe karşı ortaklığı ve komünal olmayı savunur. Kendini beğenmenin yerine insanlığı sevmeyi savunur. Renksizliklere karşı çok ama çok renkli olmayı ilke edinir. Birçok farklı rengin bir arada, hem de çok güçlü bir şekilde ortak yaşayabileceğine inanır. Yani tekçiliğin bir milliyetçilik zirveleşmesi olarak halklara sadece acı getirdiğini bilerek, bu tekçiliklere ve tekleşmelere karşı en ileri düzeyde karşı koymasını da bilir.
Özcesi bizler bugün dünyada insanlığın başına bela olmuş milliyetçiliklere karşı durmak istiyorsak önce demokrat olacağız. Ancak bu demokratlığı tüm farklı toplumsal yapılarla birleştirerek sağlam kurumsal yapılar haline getirirsek orada gelişen ve gelişecek olan Demokratik Ulusçuluktur. Anti Milliyetçilik olarak Demokratik Ulusçuluk ise gerçek manada halkların renkli bir şekilde açan gül bahçesidir.
Halkların Gül Bahçesi’nde tüm renklerin bir arada, aynı anda açması ve yaşaması dileğiyle…
ŞIHO DİRLİK
- Ayrıntılar
Birileri ısrarla topluma ideolojik duruştan uzak durmaya, politikayı ve tabi doğası gereği kendilerini takip etmeye çağrı yapıyor. Bunu yaparken de kendi dünya görüşü, içerisinde yerini aldığı topluluk ya da toplumun ve hatta devletin bakışını temsil ettiğini de sinsice yaptığını da unutuyor.
Peki; İdeoloji nedir, ideolojik olmak ne demektir?
“İnsan gelişmesinin, tasarım gücüyle yakından bağlantısı vardır. İnsansal gelişmenin tasarım veya diğer bir deyişle düşünce ve onun iradesi, ruhsal durumu üzerindeki etkileşimi olmadan pratik yaşam gelişemez. İnsan söz konusu olduğunda öncellikle böyle bir tasarıma, düşünsel gelişmeye ihtiyaç vardır.”
Hiç şüphe yoktur ki: “İnsan, toplumsallaşmaya başladığında kesinlikle düşünce yönü ağır basan bir var olma olayıdır.” Başka bir deyişle: “Düşünce, tasarlama, hayal etme olmadan yaşam olmaz.”
Yani: “Düşünce; genel tasarımlar, genel fikirlerdir.” Ancak: “İdeoloji ise; bir toplumun maddi koşullarına uyarlanmış, o toplumun çıkarı olarak düşünülmüş ve hatta formüle edilmiş düşüncelerdir. Yani bir toplumun gerçekliğini ister ilerleme, ister geriletme veya muhafazakarlık yönündeki bir yaklaşımı, onun düşüncesini ifade ediyor.” Başka bir formülasyonla belirtecek olursak: “İdeolojiler somut toplumsal düzeyle ilintilidir.”
Bu olmazsa, yani insan ideolojiden kopuk olursa, ideolojiden kopuk yaşarsa orada yaşanacak olan özü itibariyle toplumsallıktan yani insanlıktan ve insan olmaktan kopmaktır, insan olmaktan çıkmaktır. Hatta: “Bilmek gerekir ki, ideolojiyle bağlantınızı koparırsanız hayvanlaşırsınız.” Hayvanlaşmayı, düşünceden kopuk olma, düşünceden kopuk yaşamak olarak ifade ettiğimiz doğası gereğidir.
İnsanların bir araya gelişini, ortak yaşamasını sağlayanın da özü itibariyle ideoloji ve ideolojiler olduğu açıktır. Farklı farklı çevreleri, gurupları, kesimleri, halkları başka bir araya getirmek olanaksızlaşır. “İdeoloji irade haline gelmiş ortak fikirler paketi olarak da tanımlanabilir” tespitinin özü de zaten budur.
Yukarıda ifade ettiğimiz gibi bu olmazsa orada yaşanacak olan gerçek manada insanlıktan kopuştur. Ve dikkat edelim, insanlığa ve değerlerine karşı nerede bir kayış yaşanmış ise orada yaşanmış olan kesinlikle, faşizm türü yapılardır. Faşizmin: ”Çok erken çözülmüş bir burjuva ideolojisi” olduğu bilinmektedir. İnsanlık varoluşsal olarak komünal iken, ortakçı iken liberalizm özü itibariyle bireycidir, bireyi esas alır, bireyi ne kadar toplumdan uzaklaştırabilirse o kadar etkili olacağına inanır. Ve bu durumun moralle yani toplumsal değer yargılarla birebir bağlantısının olduğu tartışmasızdır.
“İnsan doğası gerektiği kadar hayale, dogmaya, kutsal değerler diye tabir edilen dini konulara, hatta ahlaka, morale kesin yer vermek zorundadır.” Dinler de "insan tümüyle moralle yaşar, kutsal ilkeye göre yaşar" derler. “İnsanı alabildiğine maddiyatla doyurmaya çalıştın mı, doymaz” bunun ise insanı sadece güdülerini yaşayan bir varlık haline götüreceği açıktır. Yani moralden kopmak demek, insanlıktan kopmak olduğu bir daha görülmektedir.
Bu olmazsa insanlar bir araya gelerek toplum olamazlar, toplumsallığı kuramazlar. Yani: “Moral diye tabir ettiğimiz kavram gerçekleşmeden insanın sağlıklı gelişmesi ve hatta yaşaması oldukça sorunlu olacaktır.” Ve unutmayalım ki nerede insanlar moral değerlerinden kopmuşlarsa orada, tam bir baş aşağıya gidiş yaşanmıştır. İnsanlık tarihi bunun bolca deneyiyle doludur. Belirttiğimiz gibi bu baş aşağıya gidişin altında bireycilik vardır. İktidar odaklı yaşamak, devlet odaklı yaşamak hep bir şekilde biriktirmeyle ilgili olduğunu düşündüğümüzde bu bireyciliği insanlığın ilk çatallaşmasına kadar götürebiliriz. Çatallaşma derken, insanın doğasında kopartılarak; bireycileşmesi, bencilleşmesi, ata erk yapılara everilmesi, iktidara yürümesi ve sonuçta da iktidarın ve bireyciliğin en muntazam örgütlülüğü olan devlete kadar bunu götürebiliriz.
Ve bunu daha da ileriye götürseniz, ileriye taşırsanız; bir topluluğun, bir toplumun, bir ulusun, bir devletin tekleşmesine kadar götürebiliriz ki, yeryüzünde çıkmış olan bütün faşizan pratiklerin altında da bu bireycilik yani liberalizm gerçekliği vardır. Liberalizm elbette kapitalist çağın bir ideolojisidir. Ama her çağın kendine has bir kapitalistliği yani tekelciliği, tek eldenciliği olduğunu unutmayalım. Bu gerçekliği o çağın bireyciliği dolasıyla liberalciliği ve sonuç itibariyle faşizmi olarak nitelemek yanlış olmaz.
Liberalizme ve kapitalist hegemonyaya karşı çıkışlara bunun için boşuna: “Anti-liberalizm olarak sosyalizm, özgürlüğü kolektif eylemde ve ahlâkta yaşamanın ideolojisidir” denilmemiştir.
Ve: “PKK nedir? PKK, ideolojisi ve morali yıkılan halk gerçekliğinin öncelikle ideolojiyi ve morali bulma hareketidir” denilmiştir.
Rêber Apo: “Dikkat edilirse aslında ben kaba silahla iş yapmadım. Yine parayla da iş yapmadım. Benim iş yapma tarzım ideolojiyledir. Benim büyük ve oldukça maddi gerçekliğimize uygun düşünce gücü olmam, düşünce üretmem ve onu uygulama gücüne kendimi vardırmam beni büyük bir patlamaya dönüştürdü” demiştir. Yine başka bir yerde ise: “Birileri çıkar, tam da bu süreçte ideolojiden, moralden kopanların ideolojik, moral öncülüğüne soyunur ve o tek veya birkaç kişi de olsa, kısa bir sürede büyük bir toplumsal patlamaya dönüşür” derken dile getirdiği bu gerçekliktir.
Şimdi burada yazımızın başına geri dönersek, birilerinin neden “ideolojiktirler” dedikleri daha iyi anlaşılmaktadır.
Kendileri bir devletin tüm imkanlarını halkları alt etmek için kullanırken, ezilen ve horlanmışların ellerinde tek silah olarak duran ideolojik duruşa saldırış bundan kaynaklıdır. Bunun için gittikleri her yerde, “bunlar ideolojiktir, bunları dinlemeyin” demektedirler. Çok tuhaftır ancak ideolojiktir derken de sadece kendilerini düşünen, dar ve çıkarcı insanları kast ettikleri de açıktır.
İfade ettiğimiz gibi, “bunlar ideolojiktir” derken kendileri ve kendisi Türk İslam Sentezciliğini günlük olarak herkese-hem de kimsenin rızasını almadan-dayattığını unutuyorlar.
Erdoğan ismindeki kişiliğin tüm hareketlerinin baştan sonuna kadar tamamen baskın, hakaret edici, küçümseyici, alay edici, hor görücü, tekçi olduğunu herkes görüyor ve biliyor. Bunların altında tekçi, milliyetçi, burjuva ve tüccar sınıfının buyurgan ideolojisinin yattığı ortadayken, her gittiği yerde “bunlar ideolojiktir” sözlerinin altında; bir, toplumları yanıltma vardır. İki; kendi çıkarlarını örgütleme vardır. Üçüncü olarak ise; tüm halkları beyin gücü, yürek gücü, moral değerleri, insanlıktan kopmaya davetiye olduğu açıktır. Yani Erdoğan ve ekibi Türkiye ve Kürdistan’da çok rahat bir şekilde güdülecek bir yapı istedikleri bu sözleriyle açıkça beyan ederlerken, topluma kendi ideolojik bakışlarının ne olduğunu da göstermiş oluyorlar.
Başka da neden ısrarla: “İdeolojiyle bağlantınızı koparırsanız hayvanlaşırsınız” gerçekliği dururken, bunu toplumlarımıza, halklarımıza dayattıklarını anlamlandırmak gerçekten de çok zordur.
KASIM ENGİN
- Ayrıntılar
Dün ekranları izlerken Arjîn Amed yoldaşımızın ağır hastalığı sonucu şehitler kervanına katıldığını öğreniyoruz.
Arjîn yoldaş sözün tam manasıyla Sönmeyen bir Yaşam Ateşi genç PKK kadın militanı olarak tanıdık. Yaşam coşkusu ile yaşam duruşu ile olgunluğu ile kıvrak zekasıyla, mütevaziliği ve insana ruh veren yoldaşlık sevgisi ve saygısıyla hep yüreklerimizde taht kurmuş bir Kürdistan Özgürlük Savaşçısı olarak bizimle, içimizde, ruhumuzda, yüreğimizde ve tüm benliğimizde yaşadı.
Arjîn yoldaşı yıllar öncesinde tanımıştım. Fiziki olarak oldukça zayıf ancak kişilik olarak ise sıcaklığı ve direngenliği ile çok güçlü bir insan olarak o yıllarda gözüme çarpmıştı. Ardından ise yıllarca birlikte aynı mekanda aynı çalışmalar içerisinde kaldık. HPG BİM bünyesinde birçok çalışmayı en güzel bir şekilde yürüten biri olarak herkesin beğenisini kazanan Arjîn yoldaş, mesleki yetkinliğinin yanı sıra yoldaşlar içerisinde de özel ve özgün bir yeri her zaman oldu.
Kişilik olarak hem çok olgun ama ayna zamanda da çok espri yüklü bir yoldaş olarak, nerede neyi söyleyeceğini, eleştirecekse eleştirisini en doğru ve en etkili bir şekilde ifadeye kavuşturan bir yoldaş olarakta, yoldaşlar ortamında her zaman en çok değer gören yoldaşlardan olmuştu.
Özgürlük saflarına birçok yoldaşı gibi erken gelen biri değildi. Sivilde iktisat okumuş, yine sivil yaşamda birçok pratik işi yapan biri olarak yoğun tecrübelerle dağlara akan Arjîn yoldaş, bulunduğu ortamlara bu yaşam tecrübesini en iyi bir şekilde yoldaşlarına sunarak yoldaşlarına destek olmasını da hep en iyi bir şekilde bilmiştir.
Kendim Arjîn yoldaştan çok etkilenen bir militan olarak, onun güçlü yaşam duruşu, yoğun düşünce gücü ve yaşama pozitif yansımasını imrenme düzeyinde hayranlıkla izlemişimdir. Bir insanın iddialı ve direngen yönlerinin yanı sıra, nezaketi ile insanları bu kadar etkileyebileceğini, insanları incitmeden söyleyecekleriyle yön verebileni en çok Arjîn yoldaş şahsında görmüştüm. Bunun için bulunduğumuz ortamlarda onun söylediklerini, eleştirdiklerini, görüşlerini dikkate almak her zaman en doğru sonuçlara götürdüğünü edindiklerimizle öğrenmiştik.
Belirttiğim gibi uzun yıllar aynı çalışmayı aynı mekanda birlikte yürüttük. Çalışma disiplini, çalışmanın temizliği, sonuç alıcılığı derken akla ilk gelen isimlerden biri her zaman Arjîn yoldaş gelmiştir. 25 Mart 2012 yılında Garzan Eyaletinde 15 kadın gerillamızla birlikte şehitler kervanına katılan Berfin Roza-Selma Avcı ile birlikte Arjîn yoldaş bu özellikleriyle tam muhteşem bir ikiliyi oluşturuyorlardı. Öyle ki yoldaşlıkları, çalışma disiplin ve azimleri, girişkenlikleri, yaratıcıkları, mütevazilikleri, cana yakınlıkları, incelikleri birbirine çok yakındı. Her ikisi de çok seçkin militan özelikleriyle göze batıyorlardı.
Arjîn yoldaş bu özellikleriyle doğalında kabul gören ve hep aranan bir militandı. 2011 yılında PKK Ocağına eğitim amaçlı gitmişti. Çalışmalarda özgün bir yeri olduğu için yeniden çalışmalarımıza gelmesini önermiştik. Parti de, Arjîn arkadaşı yeniden çalışmalarımıza yönetim düzeyinde görevlendirmişti. Ancak Arjîn yoldaşın gözü ve yüreği kuzey sahalarında aktif savaş pratiğinde idi. Bunun için bir müddet birlikte çalışmış olsakta o esasta kuzeye kendisini hazırlıyordu. Fiziken –dış görünümüyle- zayıf olduğu için arkadaşlar kuzeyde zorlanacağını düşünerek göndermek istemeseler de o ısrarla ve dayatarak eni sonunda kuzey güçlerine Botan’a geçmek için vizesini çıkartmış ve ardından da Botan eyaletine geçmişti. Arjîn yoldaş Botan eyaletinde çalışmalarda yer alırken birkaç kez cihaz üzerinden sohbet etme ve konuşma imkanını bulmuştuk. Selamlaşmalarımızı da hep sürdü. Başarılı bir çalışma yürüttüğünü gelen giden yoldaşlardan duyuyorduk. Onun başarıları bizim sevincimizdi ve tabi ki gurur kaynağımızdı.
2014 yılının yaz sonbahar aylarında tesadüfen Arjîn yoldaşın Botan alanından yeniden Medya Savunma Alanlarına geldiğini duymuştum. Duymam ile kısa bir süre zarfından görüşmemiz bir olmuştu. Kuzeyde doktorlarımız kanser teşhisi koymuşlardı. Ancak Arjîn yoldaş oldukça canlı ve zindeydi. Coşkusundan –her zaman olduğu gibi- bir milim bile bir eksilme yoktu. Tam tersine kuzey pratiklerini konuşurken oldukça coşkulu ve moral düzeyi yüksekti. Onun kanser hastlalığına yakalanmış olabileceğini inanmak çok zordu. Hele onun coşku seli dolu sıcaklığını yeniden gördükten sonra inanmak kesinlikle imkansızdı. Ne var ki güneyde de doktorlara gittiğinde koyulan teşhis yeniden kanser olmuştu.
Arjîn yoldaşla kanser teşhisi yeniden konulduğunda görüşmüş ve uzun bir sohbet ardından ayrılmıştık. Ve ta ki dün ekranlarda HPG BİM’in yaptığı resmi açıklamada şahadetini öğrenene kadar. Akıl tutulması ile kelimelerin söze dil arayıcılığıyla dökülemediği an misali, aklımız tutulmuş ve sözlerimiz dillimizde asılı kaldı. Gözlerimiz donup kaldı.
Evet, böyle duygularla ile hiç beklemediğimiz bir an’da Sönmeyen Yaşam Ateşi’miz olan Arjîn yoldaşımızı kahrolası bir ölümcül hastalıkla şehitler kervanına uğurluyoruz.
Dopdolu yaşam coşkusu ile sıcaklığı, tebessümü, insana ruh katan akışkan kişiliği ile direngen kadın militan heyecanı ve iradesiyle, iddiası ve inancıyla ve de sonsuz yaşam heyecanıyla bize ruh ve moral olan Sönmeyen Yaşam Ateşi yani Arjîn yoldaş seni asla ama asla unutmayacağız, seni her zaman seven ve sayan yoldaşların olarak uğruna mücadele ettiğin davanın en iyi takipçileri olacağımıza dair sana söz veriyoruz.
KASIM ENGİN
- Ayrıntılar
Ortadoğu’da uzun yıllardır krizli bir durumun yaşandığını herkes görüyor ve biliyor. Neredeyse günlük olarak Ortadoğu’nun herhangi bir ülkesinde çatışma sesleri yükseliyor. Hatta çatışmalar çoğu zaman savaşa dönüşüyor. Durum bu iken birileri, ağzına ne geliyorsa halen söyleme lüksünde bir türlü vazgeçmeyi bilmiyor.
Suriye ve Irak’ta kıyamet kopuyor. DAİŞ denilen faşizan yapı insanlığın vicdanını yaralamaya devam ediyor. Bunlar yaşanırken İran Ortadoğu’nun birçok farklı sahasında operasyonlar yürüterek etkinliğini artıyor. TC devleti ise Ortadoğu’nun birçok yerine silahlar göndererek kendince Ortadoğu’da etkili olmak istiyor. ABD Ortadoğu’da tutmayan projesine yeniden hayat kazandırmak için meydana çıkmış, ramboluk yapmak için hazırlık yapıyor. Bu ramboluk girişimlerinde elbette Fransa geri durmak istemiyor. İngiltere ve Almanya’da Ortadoğu’yu poligon sahasına çevirmekten geri durmuyor. Ve tabii Katar, Suudi derken Mısır, İsrail’de işin içerisinde belki de tam ortasında.
Özcesi; Ortadoğu tam bir krizi yaşıyor. Kaosu tam yaşarken, bu kez Araplar birleşerek Yemen’de iktidara ele geçiren ve İran’a yakın duran Husilere büyük bir savaşın başlangıcı olabilecek hava saldırıları gerçekleştiriyor. Ve hemen peşinde Arapların ortak ordusunu oluşturacaklarını herkese ilan ediyorlar. Sözü uzatmayalım ve belirtelim ki Ortadoğu gerçek manada kan revan.
Ortadoğu’da bunlar yaşanırken TC devletinin başı, ortası, altı olan kişiliklerden çok acayip sesler yükseliyor. Sesler farklı renk ve dozajdan çıkarken, Kürdistan’ın birçok yerine TC askeri güçleri operasyonlar başlatıyor. Bunların yanı sıra birde TC devletini tam bir polis devleti haline getiren Güvenlik Paketi adı altındaki faşizan yasaları da resmi olarak kanun haline getirmişlerdir. Böylelikle yeni bir sürecin başladığının startını vermiş oluyorlar.
Tuhaf gelebilir, daha 28 Şubat günü Önder Apo’nun yazılı açıklamasına tarihi bir açıklama demiş ve Önder Apo’nun 21 Mart Newroz açıklamasının da yanında olduklarını tam söylemişken, Erdoğan hem Dolmabahçe’ye karşı çıkmış hem de İzleme Heyeti’ne çatmıştır. Olan olmuş önce Erdoğan’a karşı açıklamalar yapanlar olmuş ardından ise Erdoğan’ın söylediklerini daha güçlü bir tonla dile getirmeye başlayarak, savunmaya başlamışlar. Kimisi ise bunları da aşarak, sözün tam manasıyla çok konuşup boş konuşan duruma gelmeyi de göze alarak, bolca boş laf etmiş.
Ortadoğu kan revan iken, kimin ne yapacağı belli değil iken, PKK’yi paralel yapı olarak itham etmek, HDP parlamentoya girmezse kıyamet kopmaz diyerek havanda su dövmek, PKK süreci zehirliyor diyerek Erdoğan’ın içi boş sözlerini aklamaya güya Barış Süreci’ne halen taraf olduğunu iddia etmeye çalışarak yeni süreçte çatışmaya hazırlığın üstünü örtmek, tek kelimeyle ateş ile oynamaktır.
Öyle görülüyor ki AKP ve tüm yandaşları ilk kez bir seçime giderlerken istedikleri gibi Önder Apo’nun iyi niyetinden yararlanamayacakları bir pozisyona geldikleri için masa dedikleri, görüşmelere bir tekme vuruyorlar. Ancak daha önce sıkça dile getirilen; “kim masada kalkarsa, zararlı çıkar” kendi sözlerini unutmadıkları için, oraya buraya çamur atmaktan geri durmuyorlar.
Güya PKK ortamı zehirlemiş. Halbuki PKK Önder Apo’nun hem Dolmabahçe açıklamasını hem de Newroz açıklamasını kayıtsız desteklediğini açıklamıştır. Yine güya HDP ve Demirtaş oyun içerisindeymiş. Ama herkes şunu da biliyor ki ne HDP ne de Demirtaş Önder Apo’nun belirttiklerine karşı çıkmışlar tam tersine desteklediklerini söylemişlerdir.
Durum bu iken neden bu kadar mizansen? Bir kere HDP adım adım halkların ortak cephesine doğru giderek, büyük bir demokrasi bloğu açığa çıkarıyor. İkinci durum ise: yukarıda ifade edildiği gibi AKP, kurmayları en çokta Saray’a gönderdikleri zat öyle görüyor ki çok sıkışıklar. Ve bu sıkışıklıkta bir çıkış yapmak istiyorlar. Yapılan görüşmelerde kendilerince zararlı bir pozisyonda olduklarını düşündükleri için masayı devirmenin bir yolunu arıyorlar. Ancak masayı bu aşamadan sonra devirmek çok akıllıca değil, o zaman masada olanların masayı devirdiklerini iddia etmek ya da masanın diğer tarafında oturanları masada kaçırtmak iyi bir seçenek olabilir. Bir hamleyle birkaç kuşu vurma misali; hem milliyetçi oylara yine talep olunacak hem de arada kalan Kürtlere “bakın biz sorunu çözmek istiyoruz ama birileri bozuyor” mesajını vererek güya oylarına oynayacaklar. Yoksa; “Kürt Sorunu Yoktur” sözlerini nereye koyacağız.
Strateji budur. Strateji bu olduğu için de Kürtlerin demokratik siyaset yapan güçlerinin parlamentoda olup olmamaları onlar için çokta önemli olmamaktadır ve olmayacağını düşünmektedirler. Yoksa, “olmazlarsa kıyamet kopmaz” sözlerini başka nasıl ele almak gerekir?
Onu bunu bilmeye biliriz. Yine kapalı kapılar ardından AKP, kurmayları ve de Erdoğan’ın ne düşündüklerini de tam bilmeyebiliriz. Ama bildiğimiz, bilebildiğimiz bir şey vardır o da: Ortadoğu’da kıyamet koparken, Kürt demokratik siyasetinin TC parlamentosuna girmemesi durumunda kıyamet kopar mı, kopmaz mı, bunu en çok AKP, kurmayları ve de Erdoğan giderek daha çok karışan Ortadoğu’da herkesten önce göreceklerdir.
ŞIHO DİRLİK
- Ayrıntılar
Hiyerarşik-devletçi sistemin kendisini bir zihniyet olarak topluma kabul ettirip, düşüncelere ve yüreklere işlemesinden sonra insan evladı da kendi beninden, özünden ve gerçekliğinden uzaklaşmaya başlamıştır. Gittikçe gerçekliğe, hakikate yabancılaşan, sistemin oluşturduğu sahte yaşayışa bağlanan insan aç gözlü, doyumsuz, bir türlü tatmin olamayan bir hal almıştır. Kendi gerçekliğinden uzaklaştıkça merhametsizleşen insan, kendi türüne olduğu kadar diğer tüm doğal olgulara, canlılara da zalimlikleriyle illallah ettirmiştir. Oluşturmaktan, üretmekten çok; tüketen, bitiren duruşuyla her geçen gün kendi kendini, kendisiyle beraber tüm evreni tüketmeye başlamıştır.
Egemen sistemin içine girdiği her türden faaliyetin temelinde toplumu evrenin gerçek doğasından uzaklaştırma vardır. Geliştirdiği her aracı bu amaçla kullanmış, insanın daha fazla kendisiyle yüzleşmesini ve gerçekleri görmesini engellemek için çaba ve pratiğin içerisine girmiştir. Sadece görünüşle yetinen bir insan-toplum vardı artık. Görünenin arkasında duran ve özü barındıran gerçekliği görmekten uzak, amaçsız, anlamsız bir bakış açısıyla yaşamı analiz, teşhis edemez hale gelmiştir. Hazıra alıştırılan insan-toplum, öyle bir hal almıştır ki kendi kendine düşünemez bir konuma gelmiş, birilerinin-egemenlerin yönlendirmelerine sonuna kadar açık olmuştur. Rahat olan ne varsa ona sığınmış, sığ sularda yüzmekle yetinmiştir.
Evrenin amaçsız ve anlamsız olduğuna inandırılan toplum, sığındığı egemenleri; olmazsa olmaz düzen oluşturucu güç olarak görür olmuştur. Tanrı önce yeryüzünde, sonra da gökyüzünde insanları yönetir olmuştur. İkisi de birdi ve bu tanrı; hiyerarşik-devletçi zihniyetten başkası değildi. Bundan kaynaklı insanın bir şeyler yapmasına gerek yoktu! Onun yerine her şeyi yapabilecek bir merkez vardı ne de olsa. ‘Mücadele, çaba, yaşamı oluşturma gerekiyorsa bunu ancak ben yaparım. Yeter ki sen bana itaat et ve bana inan’ düzeyine gelmiştir. Bunu çok iyi bir şekilde uygulatan sistem, insanı-toplumu istediği gibi evirip çevirmiş ve şekillendirmiştir. Kendi gücünden bihaber, sürekli elleri açık bekler olmuştur.
Özgürce yaşadığını sanan insan, düşüncesinin yanı sıra, el ve ayaklarından zincirlendiğinin farkında değildi. Yer yer tutsak olduğunun farkına varan ve kendisini bu zincirlerden kurtarmaya çalışan olduysa da tam olarak toplumsal ihtiyaçlara cevap olamadığından ve gereken düzeyde tüm toplumu kapsayacak bir mücadeleyi geliştirememesinden kaynaklı daha kötü bir şekilde, bu sefer karanlıklara gömülmüştür. Çünkü gerçeklikleri çözümleyebilecek kabiliyetten yoksundular. Neden bu durumda olduğunun sebeplerinin özüne inmeden, yüzeysel bir şekilde, tarihsel kökenlerinden bağımsız ele alınmasından kaynaklı sadece bir kesimle sınırlı kalmış ve evrenselleşememiştir.
Ancak bu zincirlerden kurtulunabilirdi ve özgür soluklu yarınlarda nefes alınabilirdi. Bu da ne herhangi bir tanrının ne de birilerinin lütfuyla olacaktı. Bu ancak ve ancak insanın-toplumun kendi potansiyelinin farkına varmasıyla mümkün olacaktı. Ne kadar güç olsa da içinde büyük zorluklar barındırsa da var olan zincirlerin kırılması ancak ve ancak kendi doğal, düşünsel gücünün farkına vararak, bunu tüm topluma mal ederek oluşabilir. İnsanın-toplumun tam dibinde bulunduğu karanlık, dar kuyudan kurtulması ve güzel-aydınlık yarınlara ulaşması kendi benine vararak ve evrenin oluşturucu gücüne inanarak olacaktı. Bir tanrıya, dine, egemene ya da herhangi bir hiyerarşik-devletçi zihniyet ürünü anlayışa teslim olmaktan öte, kendi özgür beninin farkına vararak olacaktı.
Egemen zihniyet insanlarda öyle bir düşünce yaratmıştır ki; kendisinden başka kimseyi düşünmeyen, etrafında olup bitenlere kayıtsız kalan ve her türlü sistem uygulamasına koşulsuz, şartsız boyun eğen bir insan yapılanması açığa çıkmıştır. Bunun temelinde ise; bir hastalık olarak insanların hücrelerine kadar işleyen iktidar yatmaktadır. ‘Elinde güç varsa insan olursun, yoksa sen yoksun, yok olursun’ anlayışını geliştirerek insanları yoğun ‘güç istemi’ne yöneltmektedir. İktidar en tehlikeli ve ölümcül hastalıktır. İktidar olgusu nedeniyle tarihte gelişen nice özgürlük hareketi eninde sonunda sistemin açmış olduğu yola girmekten kendisini kurtaramamıştır. İktidar, özgür yaşam önündeki en büyük engeldir. İktidarın olduğu yerde eşitlikten, demokrasiden, özgürlükten ve ahlaki-politik bir yaşamdan bahsedilemez.
Egemen sistem insanı-toplumu aldatmaktadır. İnsanın-toplumun içinde tutulduğu karanlık-dar kuyudan farklı bir mekanın olmadığını her seferinde inandırmaya çalışmaktadır. Bunun için de, zincirlerden bir kurtuluş olsa da, bu karanlık-dar kuyudan kurtulma çabasının beyhude ve anlamsız olduğunu kendisine kabul ettirmiştir. İşte tam da burada görülmesi ve üzerine gidilmesi gereken; yaratılan bu kadar anlamsızlığa rağmen bir an olsun tereddüt etmeden yürüyebilmektir. Bu da anlamın özüne ulaşarak, hakikat yolunda yürüme gücüne ulaşan insanla olacaktır.
Bir evrim süreci sonucunda bugün evrenin özgürlük amacı temelinde yaşamı daha da zenginleştirmeye çalışan insanın, toplumu doğru bir temelde yönetme, kendi beniyle buluşturma çabasında olan birileri elbette ki bu uğurda mücadeleye baş koyacaktır. Her ne kadar hiyerarşik-devletçi zihniyetin yarattığı köle düşünüşler böylesine acınacak durumda olsa da, acımasız ve zalimane bir konuma gelmişse de varoluş gerçekliğini en ince ayrıntılarına kadar bilerek, bunu doğru temellere oturtup, zamanın tüm bilinmezliklerini açığa çıkararak, anlamsızlıkları anlama kavuşturan ve insanın bulunduğu karanlık-dar kuyunun dibinden kurtarabilecek, onlara o gücü verebilecek önderler de çıkacaktır, çıkmaktadır. Bu insanlar, kendileri güçlü olduğu kadar, tutkularının, zaaflarının esiri olmayıp, tüm zayıflıklarıyla mücadele kararlılığı gösteren insanlardır. Her türden köle yaşayışa başkaldırma cesareti göstererek, kendisine dayatılan hastalıklı yaşayışları bertaraf eden insanlardır. Amaçları büyük, bu amaçlar doğrultusunda doğru araçlar geliştiren insanlardır. Bu insanlar, hiyerarşik-devletçi sistemin oluşturduğu köle yaşayışları doğru analiz eden, bu temelde kendisini oluşturan, kendisini oluşturduğu derece toplumu oluşturan insanlardır.
Yaşamın temel nedeni özgürleşmedir. Yani sadece kendisini korumak ve beslemek yeterli değildir. Evrenin temel amacı olarak da açığa çıkan bu gerçeklik hiyerarşik-devletçi zihniyetin çıkışıyla tersine dönmüştür. İnsanlara yetinmeleri, şükretmeleri, daha fazla aramamaları gerektiğini her defasında, farklı şekillerde dillendirmiştir. Tadımlık olarak insanların ağzına sürdüğü balla bir yere kadar insanları götürebilmiş ve kendi denetiminde tutabilmiştir. Her an daha da güçlenmek ve egemenliğini insanların hücrelerine kadar işlemeye çalışan egemen sistemin doyumsuzluğu zirveye ulaşmış durumdadır. Kapitalist sistemle bu daha da derinleşirken, buna karşı çıkan, kabullenmeyip, bir şekilde mücadele içerisine giren insanlara karşı, sistem acımasızlık zırhını giymekte ve ne kadar kötülük varsa uygulamaktadır.
Ancak bu insanların en temel özelliği olan ve sistemin her türlü saldırısına gereken yer ve zamanda, doğru araçlarla cevap verdiren yaratıcılık özelliği sayesinde, sistemin tüm saldırıları bir yerden sonra işlemez hale gelmekte ve sistemi işlemez hale getirmektedir. Çünkü bu insanlar olumsuzluk ekini kendi lügatlarından çıkarmışlardır. Onlarda olmayacak bir şey yoktur. İnsan istedi mi yapamayacağı şey yoktur çünkü. Yeter ki, kendisine inansın, kendi gücüne güvensin, amaçlarına bağlı olsun ve fedakarlıktan kaçınmasın. Geriye kalan sadece bir oluşum sürecidir. Bu oluşum süreci de yaratıcılık özelliği sayesinde olumluya evirilecektir.
Önder kişiliklerin bir başka temel özelliği de; kendisini aşabilmedir. Kendisini aştıkça oluşturan, kendisini oluşturdukça çevresini yenileyen bu insanlar, anlamın özüne ulaşmış ve zamanda oluşuma inanan, bu çerçevede kendisini gerçekleştiren insanlardır. Aslında bu insanlara ‘sanatçı’ demek yerinde olacaktır. Çünkü onlar bir sanat inşa etmektedirler. ‘İnsanı-toplumu hakim sistemin egemenliğinden kurtarma ve özgür yarınlarla buluşturma sanatı.’
Kısaca birkaç özelliğini belirttiğimiz bu insanlar, sistemin en çok korktuğu ve her an bitirme, yok etme ya da kendi sistemi çerçevesinde entegre etme, eritme politika ve saldırılarını yürüttüğü insanlardır. Çünkü bu insanlar bir geleneği yıkma çabasındadır. Bu gelenek ki, bin yıllardır insanlığı büyük bir baskı altına almış, zorba ve vahşiyane yöntemlerle susturmaya çalışan bir gelenek. Bu insanlar cesur insanlardır, cesaretlerini ise kendi gerçekliklerinin farkına varmaktan alırlar. Çünkü bu insanlar bilmektedir ki; ‘Kendi beninin farkına varmamış birey-toplum her türden gerçeklikten uzaktır. Bundan kaynaklı da içine girilecek her türden arayış da yetersiz olacağı gibi, egemen sisteme hizmet etmekten öteye gidemeyecektir.’ Bu bilinç doğrultusunda mücadele ortamını hazırlayıp, uygun yer ve zamanda, doğru araçlarla mücadeleye girişmektedirler.
Bugün sistemin ulaşmış olduğu canavarlık boyutunu her yönüyle açığa çıkarıp, deşifre eden, bunun yerine olması gereken doğru ve özgür yaşamı sunan önder kişiliklerden biri de Önder Apo’dur. Kürt halkının gasp edilen, yok sayılan haklarının yanı sıra; bedeni paramparça edilmiş, zenginlikleri tarumar edilmiş topraklarının bitişle yüz yüze olduğu bir dönemde çıkan ve tarihin gidişatını tersine çeviren duruşuyla egemen güçlerin korkulu rüyası olmuştur. Sadece Kürt halkı için değil, daha güzel bir dünya için olması gerekenleri en ince ayrıntısına kadar analiz edip, kıt koşullara rağmen insanlığa sunmuştur. Kürt uyanışı ve sorasında gelişen dirilişle beraber, bugün tüm insanlık için hakim sisteme karşı bir uyanış geliştirmiştir. Bundan kaynaklıdır ki; sistem Önder Apo’ya öfkelidir. Öfkesinin temelinde de bin yıllardır köle olarak egemenliği altında tutmuş olduğu insanlığın uyanışını sağlıyordu. Daha öncesinde çıkmış olan nice hareketin aksine, sisteme entegre olmamakta, özgür yaşamda ve iradeli yaşamda ısrar etmektedir. Her türlü baskı, işkence ve zulme karşı, direnişi yükseltmekte, teslimiyeti lanetlemektedir.
Bugün eğer Önder Apo tecrit içinde tecrit, hücre içinde hücre, zulüm içinde zulüm uygulamalarına maruz kalıyorsa sebebi tamamıyla teslimiyeti reddeden kararlı duruşundan kaynaklanmaktadır. Önder Apo bir devletle değil, bir bütünen hiyerarşik-devletçi sistemle mücadele yürütmektedir. Bu gün Önder Apo Türk devletinin elinde olabilir. Ancak biz çok iyi biliyoruz ki; Önder Apo’yu oraya koyan ve böylesine insanlık dışı uygulamaları farz kılan, kapitalist sistemin ta kendisidir. Sistem Önder Apo’dan korkmaktadır. Önder Apo’nun düşüncelerinden, projelerinden ürkmektedir. Çünkü Önder Apo özgür yaşamı sunmaktadır. Özgür yaşamın koşullarını oluşturmaktadır. Bunun çabasını yürütmektedir. Ancak sistemin köle insanlara, toplumlara ihtiyacı olduğu için Önder Apo’nun bu çabaları çıkarlarını baltalamaktadır. Bundan kaynaklı Önder Apo’yu susturmak için her türlü yol ve yöntemi denemektedirler.
Sistem şunun farkında değildir: Önder Apo sadece bir kişi değildir. Baskıyla yıldırılacak bir beden hiç değildir. Önder Apo artık bir düşüncedir, bir fikirdir, özgür insanın ta kendisidir. Düşüncelere, fikirlere de baskı işlemez, zulüm sökmez, işkence kâr etmez. Önder Apo düşünceleriyle insanlığı aydınlatmakta, özgür gülüşlü yarınlara ulaştırmaktadır. Bundan kaynaklı da Önder Apo dört duvar arasına sıkıştırılamaz. Sıkıştırdığını zannedenler aslında kendi korkularında boğulmaktadırlar. Ama ne yazık ki atalar çok önceleri ‘korkunun ecele faydasının olmadığını’ söylemişlerdir. Şimdi sistem can çekişmekte. Önder Apo’nun özgür yaşam perspektiflerini engellemek ve toplumlara ulaşmaması için elinden gelen her şeyi yapmaktadır. Ancak Önder Apo’nun özgür yaşam felsefesi yediden yetmişe insanların genlerine işlemektedir. Kürt halkının bugün özgür yaşamda böylesine ısrarcı olmasının temelinde de bu yatmaktadır. Hiç kimse özgür yaşamda ısrarın önünü alamayacaktır. Çünkü özgürlük önü alınamaz bir su gibi önüne gelen her şeyi ısrarlı ve kararlı duruşuyla süpürüp, yatağını oluşturmaktadır. Önder Apo özgür yaşamda ısrarın adıdır.
Gerillanın kaleminden
- Ayrıntılar
Önderlik, çözümlemelerinde sürekli “anlama”nın önemine dikkat çekmektedir. En son geliştirdiği savunmalarda “anlamak adalettir” demektedir. Daha önceki çözümlemelerinde de sürekli “yapılan değerlendirmeleri anlıyor musunuz “sorusunu sorar ve kendisinin doğru anlaşılmasının önemine vurgu yapardı. Ve kullandığı her kavramın, yaptığı her değerlendirmenin tarihsel, toplumsal bir değeri olduğu, felsefi bir derinliği olduğu gerçeğinden hareketle, bunların doğru anlaşılmasının önemine dikkat çekerdi hep.
Birçok noktada Önderliği doğru ve layıkıyla anladığımızı söyleyemiyoruz. Önderliği anlamaya çalışırken, onu çoğunlukla sistemden getirdiğimiz bakış açıları, algılama biçimleri ve mantık silsilesi içine hapsederek, tabir yerindeyse işimize geldiği gibi, anlamaya ve pratikleştirmeye yönelik bir duruş sergiliyoruz. Önderliği en çok anlamamız gereken günlerden birisi de hiç şüphesiz 4 Nisan’dır.
4 Nisan son birkaç yıldır, Önderliğin “doğum günü” olarak dünyanın her tarafında farklı biçimlerde kutlanıyor. Önderlik, “doğuş” kavramına çok büyük önem veriyor. Savunmalarında en çok kullandığı kavramlarından birisi de doğuş gerçeğidir. Özellikle büyük toplumsal değişim-dönüşüm süreçleri ve ortaya çıkan yeni düşünce akımlarını ve toplumsal hareketleri, “doğuş” olarak ifade etmekte ve büyük doğuşların insanlık için ne anlama geldiği, bu doğuşların sonuçlarının toplumsal gelişmede nasıl bir etkiye sahip olduğu üzerinde durmaktadır.
Özellikle büyük tarihsel kişiliklerin doğuşları ve yaşamlarının toplum tarafından doğru anlaşılabilmesi açısından sürekli anılması gerektiği, anlaşılması gerektiği noktalarına dikkat çekmektedir. Bu çerçevede de neredeyse tarihteki her kişiliği dönüp dönüp tekrar ele almakta, tekrar anlamlandırmakta ve yarattığı gerçeklikleri hem düşünsel hem pratik boyutta yeniden anlamlandırmaktadır. Büyük tarihsel doğuşların doğru anlaşılması toplumsal gelişmenin sağlıklı gelişebilmesi için hayati öneme sahiptir. Zira neredeyse tarihteki bütün sapmalar, toplum adına insanlık adına büyük düşünceler ileri süren insanların ya anlaşılamaması ya da daha sonradan çarpıtılmaları sonucunda gelişen sapmalardır.
Bu açıdan da, büyük tarihsel kişiliklerin doğru anlaşılması, yaşamlarına ve düşüncelerine doğru anlam verilmesi, toplumsallığın kendi diyalektiği içerisinde ileriye doğru gidebilmesi açısından büyük öneme sahip bir gerçeklik olarak değerlendiriliyor. Bunların yaşamlarının incelenmesi, kişiliklerini belirleyen toplumsal koşulların çözümlenmesi ve bu kişiliklerin kendi yaşam duruşlarında ortaya çıkardıkları toplumsal etkilerin incelenmesi, aslında o dönem toplumsallığının çözümlenmesi ve anlaşılması anlamına gelmektedir.
Doğuş gerçeği bazen bir kişiden başlayıp büyük toplumsal ve tarihsel sonuçları yaratan bir gerçeklik olarak karşımıza çıkmaktadır. Nitekim tarihteki bütün büyük toplumsal alt-üst oluşlar belirli kişiliklerin şahsında ifadeye kavuşturulmakta ve onların şahsında anlaşılmaya çalışılmaktadır. Masallardan destanlara, mitolojiden modern tarihin sanat edebiyat ürünlerine kadar, toplumu imge ve simgelerle ifadeye kavuşturan bütün ürünlerde bu kişiliklerin temel motif olarak ele alınması bu gerçeklikle bağlantılıdır.
Büyük peygamberliksel doğuşların halk dilinde söylenceye dönüşmüş hikâyeleri çoğunlukla birbirine benzemektedir. Peygamberlerin ya da büyük halk önderlerinin doğum günleri, daha sonraki süreçlerde efsaneye dönüşmekte, yaşamları, ilk adımından başlayarak halkın acılarını, umutlarını, arayışlarını ve mücadelelerini kendi kişiliklerinde somutlaştırmaktadırlar. Daha doğrusu, halklar, kendilerini bu kişiliklerin şahsında ifade etmektedir.
Bunun en ilginç örneklerinden birisi Hammurabi’nin hikâyesidir. Hammurabi’nin kendi doğum sürecini ve çocukluğunu anlattığı, kendini tanıttığı Hammurabi’nin Kanunları yazıtlarında anlatılan bir hikaye vardır. Hammurabi’nin babasız dünyaya geldiği, daha sonra bir sepette suya bırakıldığı ve birileri tarafından bulunup büyütüldüğü efsanesidir bu. Onun ardından, Hammurabi’nin kendisini “Marduk’un oğlu” olarak tanımlaması ve o dönemde gelişen toplumsal hareketin başına geçerek, toplumsal harekete yön vermesi tarzında gelişen bir hikayedir bu.
Bu hikaye daha sonra gerçekleşen peygamberliksel hareketlerden tutalım, günümüzdeki birçok kişiliğin hayat hikayelerinin efsaneleştirilmesinin, tabiri yerindeyse bir modeli haline gelmiştir. Hz. Musa’nın doğumu, Tevrat’ta benzer biçimde anlatılmaktadır. Aslında bir yerde onun başka bir versiyonudur. Daha sonraki süreçlerde İsa’nın doğumundan tutalım, Muhammed’in hayat hikayesine kadar, hepsi benzerlikler arz etmektedir. Hatta günümüzde Türk masal ve destan gerçeğinde de Türklerin büyük kişilikleri, kahramanlıkları bu hikayenin benzeri bir tarzda ifadeye kavuşturulmaktadır.
Buradan şunu anlatmak istiyoruz: Her büyük tarihsel toplumsal kişilik, kendi doğuş gerçeği ile anlaşılmaya ve ifadeye kavuşturulmaya çalışılıyor. Bu doğuşların doğru anlamlandırılması, temsil ettiği zamanın ve toplumun doğru anlaşılması anlamına gelecektir. Yine bu tarihsel kişiliklerin doğuşları kendi toplumları açısından, yeni bir yaşamın başlangıcı olarak kabul edilmekte ve yeni yaşamların başlangıçları çoğunlukla halklar tarafından bayrama dönüştürülüp kutlanmaktadır.
Bu doğuşların bayram haline getirilmesi, halkların sürekli kendi doğuş kaynaklarına dönüp, yeni doğuşlar yapabileceklerinin umudunun orada muhafaza edilmesiyle ilgili bir gerçekliktir. Yine bu doğuşların ardından gelen yaşam tarzının, kendileri için sürekli yol gösterici bir karakter taşıması anlamında büyük öneme sahiptir. Ölümün eşiğinde, yok oluşun eşiğinde, ya da büyük acıların ve zorlukların içinde yaşayan halkların bu zorlukları aşabilecekleri ve yeni doğuşlar yapabilecekleri umudu, bu tür günlerde sürekli canlı tutularak hakların direnme iradeleri diri tutulmaya çalışılır.
Belirttiğimiz gibi bunlar sembolik anlamlandırma ve ifadelendirmelerdir. Benzer anlamlandırma ve ifadelendirmeler toplumlar için kendini üretme varlığını devam ettirme anlamında önemli olan bütün faaliyetlere uyarlanmaktadır. Örneğin zor zamanlarda açlık ve kıtlık içinde yaşayan halkların, ilk ürünlerini elde etmelerini mahsul bayramları, ürün kaldırma bayramlarına dönüştürmeleri yine bununla bağlantılıdır. Büyük savaşlardan ve zorluklardan sonra elde edilen zaferler ya da refaha çıkılan günlerin “bayram olarak ele alınıp kutlanması, belirtilen anlamları içerisinde barındırmaktadır.
Bütün bunlar toplumun kendisini yeniden üretebilme yeteneğini canlı tutmasının bellek ve hafıza tazelemeleridir. Tabii bu tür bayramlar ve etkinlikler hiçbir zaman oldukları gibi kalmazlar. Toplumun kendisini üretebilme umudu ve iradesini sembolik bir tarzda içinde ifade ettiği bayramlar ve kutlamalar, sürekli yeniden yeniden üretilip geliştirilirler.
Doğuş gerçeği, sadece bu boyutuyla değil, tek tek insanların yaşama başladıkları günleri ve zamanları da kapsayan sembolik ve daha dar kutlamalarla da yeniden üretilir. Burada ele alacağımız “doğum günü” olgusu, belirttiğimiz bu kültürün bir parçası ve daha sonra toplum tarafından geliştirilip toplumsallaştırılmış halinin ilk biçimidir.
Bu konuda araştırma yapan özellikle folklor bilimcileri, doğum günü gerçeğinin tarihin başlangıcında “Hiyeros Gamos” denilen kutsal evlilik törenlerinin ardından doğan kutsal çocukların doğuşlarının toplum tarafından bir umut olarak değerlendirilip, bugünlerin her yıl kutlanması gerçeği ile bağlantılı olduğunu belirtmektedirler.
O dönemin ana tanrıçaları, toplum içerisinden seçilen ve çoğu zaman da maske ile yüzü kapatılmış, aslında toplum içerisindeki genel erkeği ifade eden bir erkekle kutsal evlilik adı altında bir birleşme gerçekleştirirler. Bu birleşmeden doğan çocuklar, tanrıçanın yeryüzündeki tezahürü olan ana kadın ile toplumun temsilcisi olan erkeğin birleşmesinin bir sonucu ve bir ürünü olarak değerlendirilip kutsanır.
Bu evlilikte gerçekleşen, toplumsallık ile kutsallığın birleştirilip yeniden üretilmesidir. Bunun ürünü olan çocuklar ise toplumun temel değer yargılarını temsil ederler. Dolayısıyla bu değer yargılarının yeniden üretilmesinin ifadesi olan doğuşlar, toplumlar açısından umudun sürdürülmesi ve diri tutulması anlamına gelmektedir. Dolayısıyla doğum günleri bu umudun tazelenmesi anlamında kutlanmaktadır.
Giderek bu tarz evlilikler yerine daha daraltılmış özel evliliklerin gelişmesiyle beraber, bu geleneğin bir izdüşümü olarak, doğan çocukların doğum günleri kaydedilir ve bu doğum günleri her yıl tekrarlanarak kutlanır. Daha sonraki dönemlerde bu doğum günleri, çocuklar açısından aslında her yıl kendi gelişmelerini ve büyümelerini görmenin, bu anlamda kendilerine anlam vermenin, yine toplum tarafından çocuğa verilen değerin çocuğa gösterilerek, çocuğa güven verilmesi, çocuğun toplum tarafından sahiplenilmesi anlamında güçlendirici psikolojik etkiler yaratan olumlu bir gelenek olarak devam etmiştir.
Bu geleneğin esas kökenleri belirttiğimiz gibi, daha çok Mezopotamya mitolojilerinde görülmektedir. İlk biçimleri bu mitolojide farklı biçimlerde dile gelmektedir. Doğum günleri bu kültürde genelde toplumsallığı devam ettirmenin bir aracı olarak da kullanılmıştır. Zira bugünlerde topluluğun bireyleri bir araya gelir, yaşamın yeniden doğuşundan duydukları sevinçlerini, coşkularını birbirleriyle paylaşıp, dayanışmalarını verdikleri hediyelerle birbirlerine gösterirlerdi.
Bu tür etkinlikler, sevinç ve coşkuyu çocuğa mal ederek, çocuğun, toplumun coşku ve sevincini kendisinde hissedebilmesini sağlayan bir özelliğe de sahiptir. Bu duygu ile yetişen çocuk, kendi toplumsallığına daha güçlü bağlanır ve toplumsallık karşısındaki sorumlulukları da bu tür günlerde kendisine hatırlatıldığından dolayı, toplum karşısında sorumluluk sahibi olarak büyümeye devam eder. Bu tür etkinliler sadece bununla da sınırlı değildir; sadece doğum günü değil, çocuğun büyümesi sürecinde geçirdiği her evre, belirli törenler ve kutlamalarla toplumsallaştırılıp, çocuğun kişiliği bunların içerisinde sürekli eğitime tabi tutulur.
Örneğin çocuğun ilk yürüme süreci, Kürt geleneğinde “Kostek” olarak adlandırılan bir törenle kutlanır. Yine İlk Saç kesme törenleri, Sünnet törenleri, Evlilik törenleri var. Bu törenlerin hepsi aslında birey ve toplum arasındaki ilişkilerin yeniden kurulması ve üretilmesi anlamına gelmektedir. Bireyin toplum tarafından sahiplenilip eğitilmesi ve yüceltilip değer kazanması anlamında bir etkinlik olarak gerçekleştirilir.
Tabii bunlar, toplumsal geleneğin oluşum diyalektiğini ifade etmektedir. Ancak bunun daha genelleşmiş, topluma mal olmuş biçimleri var. Eğer bu birey sıradan bir bireyse, normal bir toplumun bir üyesiyse, bu etkinlikler kendi topluluğu ile ilişkileri bağlamında ve kendi yaşam süresiyle sınırlı gerçekleşen bir etkinlikler olur. Bu birey topluma mal oldukça, toplum kendisini onda ifade etmeye başladıkça, bireyin bütün bu süreçleri, aslında toplumsal gelişmenin süreçleri ile bütünleştirilerek simgesel anlam kazanmaya başlarlar. Ve bireyde somut bir biçimde gerçekleşen bu tür etkinlikler, kişi topluma mal olup genelleştikçe daha sembolik bir tarzda üretilmeye başlarlar.
Dolayısıyla toplum kendisini bireyde üretirken, kendisini bu tür etkinliklerle bireye yedirirken, diğer taraftan da birey, toplumu yaratmaya başladığı andan itibaren, bireyin bu tür süreçleri toplum tarafından kendini üretme sembol ve simgelerine dönüştürülüp, toplum kendini bu bireylerde üretmeye başlar. Toplum ve birey arasında bu karşılıklı birbirini üretme diyalektiği, bu tür günlerin önemli özelliklerinden birisidir.
Bireyin toplumu anlaması, toplumun bireyi anlaması, bağlamında da bu tür etkinlikler, sembolik kutlama ve kutsallaştırma ritüelleri, sadece tarihsel değil, sosyolojik, psikolojik etkilere de sahiptirler. Doğuşun en önemli özelliklerinden birisi, yenilenmedir. Eskinin varolan kalıp ve ölçülerinin aşılması, aslında bir yerde ana ve atanın aşılarak daha bir üst boyutta kendisini üretmesi anlamına geliyor.
Nitekim doğuşların yaşam ifade eden bir anlamı vardır. Doğuş, yaşamın kendisini üretme kabiliyetinin ifadeye kavuşması anlamına geliyor. Kaldı ki yaşam kavramının kendisi de “herhangi bir maddenin kendisini sürekli ve bir üst boyutta üretebilme kabiliyeti” olarak tanımlanmaktadır. Yani herhangi bir maddi olgu, maddi gerçeklik -ki bu manevi değerler için de böyledir- kendisini sürekli ve bir üst boyutta üretebiliyorsa, yani yenileyebiliyorsa orada yaşam vardır.
Yaşam bu tarzda kavranıldığı için de, yaşamın kendisini üretebilmesi, devam ettirebilmesinin sembol ve simgeleri kutsanmaktadır. Zira hem insan varlığının kendisi hem de toplumsal gerçeklik bütünüyle kendisini var edebilme, devam ettirebilme, yani yaşamını sürdürebilme ilkesine göre şartlanmıştır. Bu, her canlı için geçerlidir. Her canlı, kendisin devam ettirebilme dürtüsü ile varlığını gerçekleştirir. Bu dürtü bütün canlılarda olduğu gibi, insan ve toplumda da en temel dürtüdür. İnsandaki temel dürtüler olan üreme, savunma ve beslenme dürtüleri yaşamsal dürtüler olarak tanımlanıyor. Bunlar insanın en derin dürtüleri olarak da tanımlandığına göre, insanın derinliğinde yaşama kilitlenmişlik ve yaşamı üretme, devam ettirme duygusu en güçlü duygudur. Bu duygunun sürekli üretilip güçlendirilmesi, belirttiğimiz bu tarz sembolik etkinliklerle canlı tutulmaktadır.
Bu tür etkinliklerin bir kültür ve gelenek haline getirilmesi ve toplumda anlamının da sürekli üretilmesi, sadece birey toplum arası ilişkilerin sürekli bir üst boyuta kurulup üretilmesi anlamında değil, toplumun kendisini yeniden ve sürekli bir üst boyuta üretebilme kabiliyetinin canlı tutmasının ifadesi olmaktadır. Bu tür etkinlik ve yaklaşımlar sadece insanların biyolojik doğumları ya da ürün hasat törenleri ile değil, bireylerin yaşamlarının farklı dönemlerinde gerçekleştirdikleri büyük eylem ve çıkışlarda da ifadeye kavuşturulmaktadır. Büyük kahramanların, büyük kişiliklerin verdikleri ilk sınavlar, ergenlik sınavları var.
Bu sınavlar ya da daha sonraki süreçlerde büyük kişiliklerin büyük çıkışlarını ifade eden eylemleri de bu tür kutlama etkinliklerine konu olmaktadır. Örneğin Muhammed’in doğumu, hicreti, tanrıya buluşması olan Miracı, çeşitli savaşları İslam âleminde kendisini yeniden üretmenin ve bu çıkış eylemlerinin canlı tutulmasının sembolleri olarak kutlanmakta ya da anılmaktadır. Yine İsa’nın doğuşu, çarmıha gerilişi, halkla ilk buluşmaları, vaftiz dönemleri gibi yaşamının dönüm noktaları farklı etkinliklerde dile getirilip ifadeye kavuşturulmaktadır.
Benzer etkinlikler hemen hemen bütün kültürlerde rahatlıkla görülebilmektedir. Bunların ayrı ayrı çözümleme ve değerlendirmesini yapmak yerine, doğum günü olgusunu burada ele almak yeterli olacaktır.
Hatırlayabildiğimiz kadarıyla, doğum günü kavramı ya da kültürü bundan birkaç yıl öncesine kadar Kürt kültüründe çok fazla yeri olmayan bir etkinlikti. Hatta Ortadoğu kültüründe de çok fazla canlı olan bir kültür ve gelenek değildi. Daha çok topluma mal olmuş, özellikle peygamberliksel çıkışların doğum günleri ya da bazı temel etkinlikleri kutlansa da, tek tek bireylerin doğumları, doğum günleri çok fazla kutlanmamaktadır. Bu günümüzde de böyledir.
Tek tek bireylerin doğum günlerinin kutlandığı kültür, daha çok Batı kültürüdür. Bunun da sosyolojik bir tahlilini yapmak gerekiyor tabii. Ortadoğu’da toplumsallık o kadar çok boğuntuya getirilmiştir ki, bireylerin toplumsallık açısından çok ciddi bir değeri yoktur. Yani bir bireyin doğumu, gelişimi kutlanması gereken, sürekli hatırda tutulması gereken bir olay değildir. Kaldı ki, nüfusu biyolojik üretme anlamında çok ciddi bir etkinlik ya da üretim olarak değerlendirmek, bu kültürde çeşitli nedenlerden dolayı ayıpsanan bir gerçekliktir.
Bu, biyolojik yaşamın anlamsızlaştırılması ile ilgili bir olaydır. Maddi yaşamın anlamsızlaştırılması, insanın tanrılar karşısında anlamsızlaştırılması, hatta maddi yaşam gerçeğinin bir günah olarak algılanması, bütün biyolojik etkinliklerin ayıp ve günah kavramları ile ifadelendirilmesi, insanın maddi yaşam içerisinde değersizleştirilmesi, dolayısıyla iradesinin kırılmasının kültürünü yaratma amacıyla gerçekleştirilmiştir.
Önderlik, savunmalarda Sümer mitolojisindeki ilk yaratılış efsanesinde insanın tanrıların pisliğinden yaratıldığı gerçeğinin çözümlemesini yaparken, bunu çok iyi ortaya koymaktadır. Yani insan, tanrılar karşısında aslında kendisini pislik gibi hissetmelidir. Kendisinin varoluş tarzı, doğumu günaha bir doğumdur. Dolayısıyla bunun çok fazla kutlanacak bir şeyi de yoktur.
Bu tarz bir yaklaşım erkek egemenlikli kültürün gelişim süreciyle bağlantılıdır. Bu yaklaşımlar, toplumda bireyin anlamsızlaştırılması ve iradesizleştirilmesi amacıyla yapılan değersizleştirici ideolojik yaklaşımın yaşama, pratiğe yansıyan boyutlarıdır. Eğer birilerinin doğumu kutsanacaksa, bu sadece soylu kişiliklerin, peygambersel kişiliklerin, tanrıya yakın olan, yani iktidara yakın olan kişiliklerin doğum günleri olabilir. Sıradan bireyin, sıradan kulun doğumu ise, günaha doğumdur.
Dolayısıyla bu kul, bütün yaşamını kendini bu günahlardan arındırmak amacıyla tanrıya ve onun yeryüzündeki temsilcileri olan egemenlere hizmetle geçmek zorundadır. Kendisini günahkâr gören, bu duyguyla yaşayan insan ise, sürekli suçluluk psikolojisi ile kendisini affettirmenin yarışı içinde olur. Dolayısıyla onun doğumu onun için bir sevinç vesilesi değil, bir azap ve acı vesilesidir ve bunun da kutlanacak bir şeyi yoktur.
Bu ideolojik bir yaklaşımdır. Bu ideolojik yaklaşım aslında toplumda oturtulup bir kültür haline getirilmiştir. Dolayısıyla insanın doğumunu, doğuşunu yaşamını devam ettirmesini büyük bir sevinçle karşılayan toplumsal ahlak ve gelenek yerine, egemen kültür ile birlikte insanın değersizleştirildiği ve yaşamın anlamsızlaştırıldığı bir kültür ve gelenek yaratılmıştır.
Bu Ortadoğu’da çok köklü bir biçimde oturtulmuş bir kültürdür. Batıda ise, bu kültürün bazı yansımaları olmakla birlikte, bireyin sürekli daha fazla ön planda olması, değer görmesi gerçekliği belirttiğimiz kültürün bu yansımalarına da etkide bulunmuştur. Kaldı ki, sembolik olması açısından, örneğin İsa’nın doğum gününün kutlanması ve bir Milat olarak ele alınması, batı kültürü bir ürünü değil, Ortadoğu’dan gitme bir kültürüdür. Ama Ortadoğu’da toplumsallığın gelişip, bu tür etkinlikleri yok etmesi karşısında, batıda bireyin varlığını devam ettirebilmesinin bir yansıması olarak, bu kültür oralarda canlı tutulmuş ve geliştirilmiştir.
Belki daha sonraki süreçlerde etkileri kırılmıştır. Yine Hıristiyanlık kültüründe her ne kadar insanlar, yine bu kültürün bir yansıması olarak günahkâr doğuyorlar ve vaftiz edildikten sonra yaşama adım atarak bir kutsallık kazanabiliyorlarsa da, bireyin tamamıyla yok edilmemiş olması, bu geleneğin canlı tutulmasını beraberinde getirmiştir.
Bu geleneğin batıda sürekli devam eden bir kültür olduğunu söylemek de çok fazla gerçekçi değildir. Özelikle kapitalizmin belli bir aşamasından sonra, bu kültür yeniden canlandırılmış ve çarpıtılarak topluma mal edilmiştir. Doğum günleri, Kapitalist bireyciliğin körüklenmesi ve bu bireyciliğin bir tüketim kültürüne dönüştürülmesi anlamında canlı tutulan bir gelenektir. Nitekim günümüzde de batıdaki doğum günleri, neredeyse tüketim çılgınlığını sürekli tahrik eden bir işlev görmektedir. Kaldı ki bütün bayram ve kutlamalar gerçek anlamından boşaltılarak, kapitalist sistemin hizmetine sokulmuştur.
Bütün bayramlar, insanların çılgınlık derecesinde tüketime yöneltildiği birer etkinliğe dönüştürülmektedir. Yılbaşı kutlamalarından tutalım, son yıllarda icat edilen birçok bayrama kadar, bunlar kendi özlerine uygun bir tarzda kutlanmak yerine, sistemi üreten, sürdüren birer etkinliğe dönüştürülmüştür. Örneğin İsa’nın doğum günü olan ve Milat olarak kabul edilen yılbaşı günleri, tam birer tüketim çılgınlığına dönüştürülmüştür. Bu yetmiyormuş gibi, icat edilen bayramlar var. Örneğin sevgililer gününden tutalım, analar günü, babalar gününe kadar birçok yapay bayram da icat edilerek, bu günlerin anlamı ve içeriği boşaltılmıştır.
Ortadoğu’da ise bu tür etkinlikler farklı biçimde kutlanmaktadır. En etkili kültür olan İslam kültüründe, Hz. Muhammed’in doğumu ya da miracı, genelde mevlitlerle, tanrı karşısında günahlarını affettirmenin ibadetleri, ritüel ve törenleri ile kutlanıp karşılanmaktadır. Bu anlamda kapitalizmin etkileri bu kültür içerisinde bu noktada kırılmaktadır. Hatta buna karşı tepki bile gelişmektedir. Örneğin İslam kültüründe yılbaşları ya da doğum günleri etkinliklerinin kınanması, ayıpsanması, ya da gelenek dışı görülmesi, belirttiğimiz bu toplumsal gerçeklikle bağlantılıdır.
Açık söylemek gerekirse son yıllarda Önderliğin doğum gününün kutlanmasına ilişkin halkın ve hareketin böyle içeriğine ve anlamına uygun kutlamalar yapmasının yanı sıra, yanlış yaklaşımlar da ortaya çıkmaktadır. Dolayısıyla Önderliği anlamsızlaştıran, içini boşaltan, hele hele sistem tarzında ifadelerle, bu tarz etkinlilerin içeriğini boşaltarak ele alan yaklaşımlar kabul edilemeyecek yaklaşımlardır.
Önderlik militanı olan her kadronun bu tür yaklaşımları devrimci bir tavırla ret ve mahkûm etmesi gerekmektedir. Önderliğin doğum günü kutlamalarını vesile ederek, aslında bir yerde kapitalist tüketim ve eğlence kültürünü içimizde üretme yaklaşımları da giderek gelişmektedir. Son yıllarda bir hastalık biçiminde gelişen bireylerin kendi doğum günleri için “partiler” düzenlemeleri, birbirlerine “hediyeler” verme yaklaşımları da belirttiğimiz bu yozlaşmanın göstergeleridir. Böyle ele alınmak durumundadır. Birçok konuda olduğu gibi bizim kutsal değerlerimiz ve geleneklerimiz kapitalizmin ölçülerinde ele alınıp yozlaştırılmaktadır.
Eğer Önderliğin doğuşu, doğum günü anlamına uygun kutlanacaksa bu, Önderliğe kilitlenme, Önderliği sahiplenme ve onun doğuşuna cevap olabilecek bir duruşla gerçekleştirilebilir. Yoksa Önderliğin kendi doğuşunu “sistem karşısında bir varoluş” olarak anlamlandırmasının içi boşaltılmış olacaktır. Nitekim Önderlik üç doğuşunu da bu biçimde anlamlandırmaktadır. Geleneksel ana ya da aile ilişkilerinin reddi, geleneksel ve resmi toplumun reddi, yine en son olarak da bütün uygarlık sisteminin reddi tarzındaki gelişim aşamalarını doğuş olarak nitelendirmektedir.
Önderliği bu anlamda bir doğuş olarak ele almak gerekiyor. Kendi biyolojik doğumlarını, geleneksel aile ya da uygarlık gerçeği tarzında birer kutlamaya dönüştürmek, bu geleneğin içini boşaltan yaklaşımlardır. Hele hele, Önderliğin, onun karşısında direniş sergilemesini kendi doğuşu olarak adlandırdığı kapitalizmin kalıp ve biçimleri ile kendini ifadelendirerek; çoğu da sonradan icat edilen(çünkü Kürt ana ve babaları çocuklarının doğumlarını gün olarak kaydetmezler bu yüzden de çoğumuzun nüfus cüzdanında doğum tarihi 01/01!’dir) “doğum günlerini” “doğum günü partileri” ile kutlamak ve bunu da, Önderliğin başlatmış olduğu doğum günü geleneği ile meşrulaştırmaya çalışmak saptırıcı bir yaklaşımdır. Bu doğru bir yaklaşım değildir. Doğum günü kavramının ve etkinliğinin içini boşaltmak anlamına gelmektedir.
Dolayısıyla bu tür etkinlikleri ele alırken, bu tür günlerin anlamını tarihsel toplumsal gerçekliği içerisinde ele alıp, anlamlandırmak gerekiyor. Bunun dışındaki herhangi bir yaklaşım, ya bireyin kendi duygularını tatmin etmesinin birer yansıması ya da mevcut kapitalist tüketim ve eğlence kültürünün yeniden üretilmesi anlamına gelecektir.
Önderliğin 4 Nisan doğum gününü de bu anlam içerisinde ele alıp değerlendirmek gerekmektedir. Nitekim Önderlik, kendi doğumunun değerlendirmesini, bütünüyle kendi toplumsal doğuşu ve var oluşuyla bağlantılı bir biçimde ele almaktadır. Doğuşu, basit bir biyolojik doğuş olarak ele almak yerine, kendisinin şahsında gerçekleşen toplumsal büyüme ve yenilenme süreçleri ile bağlantı içerisinde ele almaktadır. Kendisinin anadan doğuşunu çok fazla değerli bulmadığını söylemektedir. Zaten kendisi ile anası arasında olan çelişkileri de, bu noktada çözümlemektedir.
Biyolojik doğuma çok fazla değer vermediğini kendi hayat hikâyesini anlatırken, çok çarpıcı örneklerle ifade etmektedir. Örneğin anasının kendisi üzerinde hak iddia etmesi karşısında “tavuklar da civciv yapıyorlar” diyerek, bu anlamda ananın kendisi üzerinde biyolojik doğumdan kaynaklı hak iddia etme yaklaşımlarını reddettiğini söylemektedir. Kendisinin gerçek doğuşunu ise bu biyolojik doğuşu gerçekleştiren anaya karşı vermiş olduğu mücadelede ifade etmektedir. Nitekim ilk isyanını anaya karşı giriştiği kavgada dile getirmektedir.
Daha sonraki süreçlerde, kendisinin gerçek doğuşunu devrimci doğuşla birlikte tanımlamaktadır. Özellikle PKK’nin kurulması ve örgütlendirilmesini kendi doğuşu olarak adlandırmaktadır. Daha sonraki süreçler için de benzer tanımlamalar yapmaktadır. Örneğin komplo sürecinde imha ile karşı karşıya geldikten sonra, kendisini paradigmal olarak yenileme ve toplumsal mücadelede yeni bir sürece girmesini de üçüncü doğuş olarak değerlendirmektedir. Önderliğin kendisinin doğuşunu anlamlandırması, bu anlamda tamamıyla toplumsal-sosyolojik bir kavramlaştırma ve anlamlandırmadır. Bu anlamlandırma hareketimiz içerisinde de anlamına uygun bir biçimde karşılanmaktadır. Örgütsel olarak büyük atılımlarımızı, büyük hamlelerimizi önderliğin doğum gününe denk getirmemiz bu gerçeklikle bağlantılıdır
İlk dönüşüm hamlemiz olan PKK’nin VIII. Kongre sürecini, 4 Nisan’a denk getirmiştik. Yine birçok konferans ve kongremiz de 4 Nisan’a denk getirilmiştir. En son da PKK’nin yeniden inşa kongresinin 4 Nisan gününe getirerek Önderliğin doğum gününe anlam biçmeye çalışmıştık. Yine Önderlik kendi doğum gününün hangi etkinliklerle kutlanabileceğine ilişkin de, insanların birbiriyle buluşması, ağaç ekilmesi, özellikle de mücadelenin geliştirilmesi tarzında ele alınmasını istemektedir.
En son doğum gününü analara ve kadınlara hediye ettiğini ifade etmişti. Bunun da ideolojik bir yaklaşım olduğunu görmek gerekiyor. Bugün özgürlük mücadelesinde anaların ve kadınların öncü bir rolü var ve mücadelenin pratik boyutunda da en ön saflarda yürüyen toplumsal kesimi ifade etmektedir. Dolayısıyla doğum günü, kendi toplumsallığını en çok temsil eden ve bunu da en çok Önderliği sahiplenerek yapanlara armağan edilmiştir.
Belirttiğimiz gibi, halklar bu tür günleri kendi gelenekleri içerisinde üretebilme noktasında köklü bir bilince ve kültüre sahiptirler. Bu konuda doğru refleksi gösteren halklardan bir tanesi de, Kürt halk gerçekliğidir. Bunu çok farklı boyutları ile açmak yerine, sadece en son gerçekleşen Newroz ve 4 Nisan kutlamaları sürecinde görebiliriz.
Kürt halkı imha ile karşı karşıya bırakılan, tecrit çemberi içerisinde imha tehdidi ile karşı karşıya olan Önderliğini büyük bir ayaklanma ve isyanla karşılamıştır. Newroz alanlarından tutalım, bütün direniş alanlarına, atılan tek sloganın “Biji Serok Apo” sloganı olması, aslında bunu göstermektedir.
Yine kendisini 4 Nisan’da yeniden inşa eden PKK’nin, kendisinin varlık nedeni ve yaşam gerekçesi olarak Önderliği görmesi, bütün her şeyi ile önderlik çizgisini yeniden üretme arzında örgütlendirilmesi bu yaklaşımın ideolojik alana yansımasıdır. Eğer Önder APO’nun 4 Nisan doğum günü bir etkinlik tarzında kutlanacak ve anlam verilecekse doğru yaklaşım halkın ortaya koyduğu bu tavır olarak görülmelidir. Bunun dışındaki basitleştirici yaklaşımlar, asla Önderlik gerçeğini ifade etmemektedir.
Özellikle Önderliğin doğum gününü, kapitalizmin basit tüketim kültürü ya da eğlence tarzında ele almak, böyle bir günün anlamını ve içeriğini boşaltmak anlamına gelecektir. 4 Nisan eğer gerçekten anlamına uygun kutlanacaksa, Önderliği anlamanın, yaşamsallaştırmanın ve bunun mücadelesini yükseltmenin günü olarak ele alınıp değerlendirilmek durumundadır.
Dolayısıyla 4 Nisanlar Önderliğin doğuşunun mutluluğu ve sevinci kadar, bunun karşısında kadro ve militan olarak duruşumuzun muhasebesini yaptığımız günler olarak da ele alınmak durumundadır.
Önderlik, her adımını, toplum ve halk adına bir doğuşa dönüştürerek kendisini var etmektedir. Bizler de Önderliğin doğum günü vesilesiyle Önderlik karşısında, halk karşısında, şehitler karşısında görevlerimizi ne kadar yerine getirebildik, ne kadar onlara layık olabildik ve ona layık olabilmek için önümüzde duran görevler nelerdir muhasebesiyle, 4 Nisan’ı karşılayarak anlam verebiliriz.
Böyle günlerde bu muhasebe çok daha güçlü yapılabilir. Zira her 4 Nisan, büyük doğuşların gerçekleştirilebileceğinin umudunu da içerisinde barındırmaktadır. Muhasebe yapıp, zorluklarımızı gördüğümüzde böyle günlerde yeni doğuşlar ve büyük çıkışlar yapabileceğimizi Önderlik gerçeğinde görerek, umudu, iradeyi ve çabayı büyüten bir ruhla karşılanırsa, bu Önderliğe, onun doğum gününe doğru cevap verme anlamına gelecektir.
Gerillanın kaleminden
- Ayrıntılar
DAİŞ Ortadoğu’da halklara karşı kullanılmaya devam ediliyor. Öyle ki tam bir yıkım gücü olarak nerede ortaya çıkmışsa orada, tam felaketle sonuçlanan neticelere yola açıyor. Yine insanlık değerlerinin hiç birini dikkate almayan, ezip geçen, çiğneyen bir vurucu güç olarakta da ileri düzeyde rol aldığı da her geçen gün daha iyi görülüyor.
Çok önceleri yazılarımızda Kemik Kırma Hareketi olarak DAİŞ’i nitelemiş olmamız doğrulanıyor. Ortadoğu’da emperyal blokun gerçekleştirmek istediği planlar yürümeyince, devreye herkesi hizaya getirecek bir gücü suni bir şekilde oluşturma ihtiyacı doğmuştu. Ve bu gücü oluşturdular.
Dikkat edelim; bu güçle Irak’ı dizayn ettiler, İran’ı dizayn ettiler, KDP’yi dizayn ettiler, Suriye’yi dizayn ettiler, Türkiye’yi daha doğrusu AKP’yi dizayn ettiler. Ve tabii bunları yaparken Kürdistan Özgürlük hareketini es geçmek istemezlerdi. Ve Kürdistan Özgürlük Hareketini dizayn etmek için de kaç zamandır, dört yandan DAİŞ çetelerini özgürlük hareketine ve özgürlüğü için ölümüne mücadele eden Kürt ve Kürdistanlı halkların üstüne saldırtıyorlar.
Ortadoğu’nun bu puslu havasında en çok yararlanan, ya da yarar sağlayan gücü hangi güçtür diye soracak olursak, vereceğimiz cevap kesinlikle emperyal güçler olacaktır.
Dikkat edelim; Irak kaybediyor, İran kaybediyor, KDP kaybediyor, Suriye kaybediyor, Türkiye kaybediyor, özgürlükçü Kürtler ise binlerce gencini kaybediyor.
Ya kim kazanıyor? Emperyal güçlerin neredeyse tümü ama en çokta İsrail devleti ya da Siyonizm demek daha yerinde olabilir.
Siyonizm özü itibariyle, kendisine karşı yürütülen savaşı başkalarının topraklarında, başkalarının eliyle yürütme ideolojisi ve siyasetidir. Başka meşhur bir deyişle; İsrail’in savaş tarzı tam bir Vekalet Savaşıdır. Kendi savaşını başkalarına havale ederek, kendi topraklarında yürütülen savaşı ötelemektir. Siyonizm bunun için oldukça kirli bir ideolojidir. Son tahlilde Siyonizm’in Yahudilikle de alakası yoktur, olamaz da.
Siyonizm’in diğer bir marifeti ise Ortadoğu’da herkesin herkesle savaştırılmasıdır. Aynen bugünlerde gündemde olan savaşlar gibi, herkesin herkese karşı savaştırılması gibi.
Ortadoğu tam bir kan deryası. Bu kan deryasında kim kazançlıdır. Silahlarının satımı için öncelikli olarak silah satan İsrail ve de Batı Devletlerinin silah satan Bekoyu Avanları. Almanya gibi, Fransa gibi, Çekoslovakya gibi derken ne kadar böyle ülke varsa, bunların tümü gibi.
Yine dikkat edersek, Ortadoğu’da halklara yaşatılan kan deryasında halklar kırdırtılırken, emperyal güçler kazanmaktadır. Denilecek ki ama bakın günlük olarak DAİŞ’e bombalar yağdırılıyor?
DAİŞ’e bombaların yağdırıldığı doğrudur. Peki, bu insanlık dışı güce silahlar nereden geliyor? Deniliyor ki bir ara Musul’a saldırmışlardı orada almışlar. Yine Suriye’nin-örneğin Rakka gibi-bazı kentlerini ele geçirdiklerinde edinmişlerdir.
Söylenenler doğru olmasına doğrudur da, nasıl oluyor ki Kobanê’de 12 bine yakın ölü bırakan bir DAİŞ, yeniden Cizre Kantonu’na saldırabiliyor? Tikrit’te darbe yiyor, Şengal’de darbe yiyor? Kobanê’de darbe yiyor? Darbelerken binlerce ölü bırakıyor. Yaralı veriyor.
Peki, nasıl oluyor da buna rağmen Rojava’da cephe üzerine cephe açabiliyor?
Bir de; bu güce katılanlar nerede kimlerin eliyle gelmektedir? Terörist olarak görülen bir güce yurt dışında gelişler o kadar kolay mı olur? Tamam, Araplar içerisinde katılanlar var. Suriye ve Irak, hatta Türkiye’de de katılanlar var. Bunlar doğru. Ancak Batı Kapitalist devletlerinin kimi istihbarat örgütlerinin eliyle DAİŞ’e nasıl teslim edildiklerini ise her geçen gün, daha iyi görüyor dünya.
İşte bunun cevabı Provokasyon ve Yıkım Örgütü olarak oluşturulmuş olan DAİŞ çete örgütüyle bağlantılıdır. DAİŞ’e diyorlar ki Kürtleri vurun, Kürtlere diyorlar ki DAİŞ’i karşı direnin. Ve hatta Kürtlere DAİŞ faşizmine karşı büyük direndiklerini de özenle dile getirerek, tahrik ediyorlar.
Burada da dikkat edersek kazanan kesinlikle İsrail’dir. DAİŞ ölse de İsrail kazanıyor, DAİŞ kazansa da kazanan yine İsrail’dir. Sistem ya da oyun öyle tasarlanmış ki, her hâlükârda İsrail kazanıyor.
Tuhaf gelebilir ama DAİŞ Ortadoğu halklarının başına musallat olarak piyasaya sürülürken, halklar kaybediyor. Direnenlerde kan kaybediyor, direnmeyenler zaten teslim alınıyor.
Provokasyon gücü dememizin nedeni bu ikilemdir. Ortadoğu’daki çelişkileri kendi lehlerine çevirmek için gerçekten de halkların başına büyük bir bela olan bir yıkım gücüne ihtiyaç vardı. Ve bu büyük yıkım gücü bugün –belirttiğimiz gibi-Ortadoğu’da rolünü oynuyor.
Unutmayalım; işte bu büyük yıkım ve provokasyon gücü DAİŞ ve onları maşa gibi kullanan İsrail -başta olmak üzere -emperyal güçler durdurulamaz ise tarihte bugüne süzülüp gelen insanlık değerleri ayakaltına alınmaya devam edeceği gibi, birileri de bu yıkıma uğrayacak olan kültürün yerine kendi kültürünü ekmeye çalışacağını bilmekten yarar vardır.
Kendi öz kültürümüzü çiğnetmemek için, kendi toplumsal varlığımızı savunmaya almak için erkenden pratik tedbirler almak her yurtseverin, devrimcinin temel görevi olmalıdır.
ŞIHO DİRLİK
- Ayrıntılar
Enternasyonal kişi kendi ulusal sınırlarını aşan yani uluslararasılaşan ya da ulusları kendi bağrına alarak ulusüstüleşen kişi demek oluyor.
İnsanlık tarihinde enternasyonal kişiliklere çok rastlarız. En çok bilinen bir olay Spartakistlerin direnişine çok sayıda farklı halktan direnişçinin katılmasıdır. Hiç şüphe yok ki; enternasyonal duruşu Spartakistlerin direnişi öncesine de götürebiliriz.
Ve tabi geçen yüz yılda da enternasyonal kişiliklerin ileri düzeyde katıldıkları direnişler olmuştur. En bileni İspanya İç Savaşı’ydı. Bu direnişe dünyanın dört bir yanında solcular, sosyalistler, anarşistler akarak Franco faşizmine karşı durmuşlardır. Ve tabi yine Yunanistan’da da Alman faşizmine karşı verilen direniş mücadelesinde de benzer sahnelere rastlıyoruz.
Daha yakın tarihte ise insanlığın yüreğine taht kurmuş olan Che Guavera’yı biliyoruz. Bir Arjantinli olarak yola koyulan Che, Venezüella’da sosyalist öğretiyi öğrenir, 1953 yılında Küba Devrimi’ne katılır, ardından ise önce Kongo ve Afrika ve 1967 yılında ise Bolivya’ya doğru yola koyularak, şahadetine kadar bu enternasyonal duruşunu sergiler.
Che’nin: “Ölüm nereden ve nasıl gelirse gelsin... Savaş sloganlarımız kulaktan kulağa yayılacaksa ve silahlarımız elden ele geçecekse ve başkaları mitralyöz sesleriyle, savaş ve zafer naralarıyla cenazelerimize ağıt yakacaksa, ölüm hoş geldi, safa geldi!” sözleri halan kulaklarımızda yankılanmasının bir nedeni, Che’nin enternasyonal duruşu olduğu açıktır. Ve tabi aynı zamanda Vietnam için sarf ettiği şu sözlerdir: “Bugün dünyanın tüm ilerici güçlerinin Vietnam halkıyla dayanışması, Roma arenalarındaki gladyatörleri alkışlayan pleblerin acı ironisine benzemektedir. Sorun, saldırının kurbanına başarı dilemek değil, onun kaderini paylaşmaktır; kişi, zaferde ya da ölümde onunla olmalıdır. Vietnam halkının yalnızlığını tahlil ederken, insanlığın bu mantık dışı anında zangır zangır titriyoruz.”
Bu sözleriyle Che tüm insanlığın sadece “Vietnam haklıdır, desteklemeliyiz, yardım etmeliyiz” dememiştir. Daha da ileriye götürerek, Vietnam’da olup bitenleri kendisine yapıldığını yaşayarak, hissederek, Vietnamlıların yanında mücadele etmeye davet etmiştir.
Che’nin çocuklarına bir nevi vasiyet olarak bıraktığı mektubunda ise: “Her şeyden önce de dünyanın herhangi bir yerinde herhangi bir kişiye karşı yapılan herhangi bir haksızlığı daima yüreğinizin en derin yerinde hissedebilin. Bu, bir devrimcinin en güzel niteliğidir” sözleri onun enternasyonal olmanın derin duygularını bizlere daha iyi göstermektedir.
Evet, enternasyonal kişi her şeyden önce: “Dünyanın herhangi bir yerinde herhangi bir kişiye karşı yapılan herhangi bir haksızlığı daima yüreğinin en derin yerinde hissedebilin” kişidir.
Ve bugün 21. Yüz yılının başında uluslararası faşizan güçlerin Ortadoğu’yu kavurdukları bir tarihi an’da, Rojava Kürdistan’ında yeniden bir enternasyonal direniş kültürü yeşeriyor. Ve bu direniş kültürüne Ortadoğu’da halkların kıyımını hedefleyen faşizan DAİŞ güçlerine karşı Kürtlerin direniş cephesine ilk elden katılan büyük enternasyonalistler Türkiye ve Arap halklarının genç evlatları olmuşlardır. Ve tabi kendi topraklarını savunan Asuriler, Ermeniler, Çeçenler derken birçok farklı halktaki genç insanlar olmuşlardır.
Rojava Devrimi’ni dünyanın dört bir yanına taşıyan Kobanê direnişiyle ise bu enternasyonal akış birçok farklı halktan insanın akmasıyla daha da büyük bir anlam kazanmıştır.
Örneğin; Kobanê direnişine Amerikalı gençler başta olmak üzere, Almanlar, İngilizler, Fransızlar derken böyle birçok halkın evladı, aynen İspanya İç Savaşı’nda oluşturulan Uluslararası Tugaylar misali enternasyonal katılımlar akmıştır. Kobanê direnişi derken tüm Rojava Devrimi’ne akış her geçen gün de artmaktadır.
Evet, Rojava Devrimi adım adım Uluslararası Tugaylara doğru gitmektedir. Enternasyonal ruh Kobanê başta olmak üzere tüm Rojava Devrimi’ne yayılırken, hem katılımları hem de faşizme karşı gösterdikleri direniş ruhlarıyla da Kurdistan toprağına düşen çok sayıda Enternasyonal Ruh, dünyada yeni bir enternasyonlizm dalgasına yol açacakları kesindir.
İngiliz olan; Kemal yani Erık Konstandıno Scurfıeld, Avustralyalı Bagok Serhet-Ash Johnston; Alman-Afrikalı olan Avaşin Tekoşin Güneş-İvana Hoffman, Türkiyeli devrimciler Sarya Eylem Deniz-Sibel Bulut, Paramaz Kızılbaş- Süphi Necat Ağırnaslı, Serkan Tosun ve böyle toprağa tüm halkların özlemleri için düşen nice genç enternasyonalistler…
Başka diyarlarda Kürdistan’a gelip mücadele eden onlarca enternasyonal devrimcinin yanı sıra, bizatihi bu topraklarının farklı halklarında olan insanlar…
Ve de Kürdistan dağlarında yönlerini Rojava Devrimi’ne döndüren nice gerilla savaşçılar…
Evet, bugün Rojava’da yeni bir dalga gelişiyor ve bu dalga -aynen zamanının Franco faşizmine karşı direnen ve karşı koyan Uluslararası Tugaylar gibi-gün gün gelişiyor ve genişliyor. Bu gelişmenin altında yatan temel neden her devrimcinin yüreğinde taşıdığı insanlık sevgisi, adaleti olduğu kesindir. Bu sevgiyi en derinden yaşayan Türkiye Devrimci örgütlerinden olan MLKP başta olmak üzere birçok devrimci örgüt bu ruhu daha da gürbüzleştiriyor. Bu sevginin ve özlemin Che’nin ta yıllar önce söylediği gibi: “Dünyanın herhangi bir yerinde herhangi bir kişiye karşı yapılan herhangi bir haksızlığı daima yüreğinizin en derin yerinde hissedebilin” duygular ve bilinçten kaynaklandığı da kesindir. Ve bunun ise çok büyük ve derin bir enternasyonalist ruh olduğu kesindir.
Evet, yeniden yeşeren Enternasyonal Ruh’a denk bir şekilde yönümüzü yüz yılımızın enternasyonal mabedi olan Rojava Devrimi’ne çevirirken, Ortadoğu’da halkların gelecek özgür yarınları için canlarını Kürdistan toprağına akıtan tüm devrimcilerin önünde saygılıyla eğiliyor ve onların takipçileri olmaya çağırıyoruz.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Söyledikleri kadar varsın. Bu Sırat değil, seni onlara, onları sana bağlayan söz köprüsüdür. Senin için seni söyledikleri yüzüne en az iki yürekten kan dolmuyorsa yıllar cam ayazlarına konuşur. Kendi çizgileriyle oynarken uçarıdır, sert gece ayazının yalnızın ölümüne güzellemesi kadar hazin. Başladığı yere dönen delişmen dere, her akış biraz da aklın zorudur. İnadın bir nedeni var; sabırsız yara kabuğu gibi kıyısını aşındırırken tanımamak aksini. Aynasına küskündür acı su. Aç gönlünü artık gece bilgisine, çürümeden önce olgunluk gelir.
Ellerine dokunur gibi yap. Sevgiyle öptüğün yüreği yıkar gibi. Bir eşyasını al birinden ve kullanırken kendini oyna. Tuzdan deniz süz, kendini senin olmayanı yitirme korkusundan. Sormadan bulamazsan yalanı, gül aldanışlarını unut. Zar ağlasın, erisin arı kanatların. Zakkum düşlerine konuk altıgen uçuşlara deli bal erisin. Gizli hatıralara gülümseme beyazı jestler çiz, yeşil göllerde yel dokunuşları silsin yanlışları. Al, kar harfleri damıtılmış yalnızlığın, emzirdiğin çoğunluğun zehirli tadından bir damla. Evleriyle hüznü de boşalmış yasak mıntıkalar dışında bulamayacağın tasvirler. Birbirinden unutkan renklerde geçirgen gövdenin bize uzak ışığı sorgusunu bul.
Ve su, bir tek şimdi varız, sen bizden önce ve bizden sonra. Seni tanrı gönderdi, kovduğu bizim gibi, cennetinden kovduklarının yanına. İhtimalin sonu kapıdaki yüzler, bir aşiret deneyi, suskunluğunun demlendiği izbe bataklık. İçeri girmek için birer bahane unutman gereken. En güzel bahane kapı önlerinde bulunur, çitte savurgan, kirpiğin sıkı naz geceleri. Kaç yıkamada aklanacak eski giysilerin yaması, kaç Elvan gül solunca belleğinde, can özgesi yansıdıkça paslı kılıçlarda sen temiz türbelere mi akacaksın? Toprağa gömük uğultu katliam, içe dönük her söz sesini aramaktır, figan buluşamadığınız pişmanlık, pişmanlıkla başlayan bir başka buluşma. Yalnız kendini ağlatmaksa yine de marifet. Kalıntı sözcüklerdir bizi, seni yürüten, başkasının kolları gibi düğümlü ağaçlar arasında, arasında sanki gerçeğin iki hayalinin, her birimizi ayrı yöne çeken gölgelerin bıraktığı buluşmaya istekli tek sıra sözcükler, sıra bozan sevimli, birkaç adım ötede ilerleyen söz demek buluşma;
Bitince solgun günler, dudaklarımızdaki başkasının sessizliği, ayıp, zulüm, suç gibi eksiksiz bu düşüş ve üç dört gün daha…
Kıyıda bir gölge sana bakacak, geçip giden bulutlardan kalan sözcüklerle
SÖZ KIZILDERE SÖZÜ!
“Ölmesen yenileri doğmazdı. Annem abimin kulağına küpe fısıldamazdı adını.” Bu, bundan on iki yıl önce bir duvar gazetesine Mahir Çayan’a ilişkin yazdığım yazıdan bir tümceydi. Yazıdan hatırımda kalan bir başka ayrıntı Mahir Çayan’ı bir otobüste Samsun’dan Ankara’ya doğru üniversite okumaya giden bir gencin uzak aklına ulaşarak betimlemeye çalışmamdır. İmgelemim onun kafasını bir otobüs camında tersine akan ağaçlıklar içinde bırakmadığı kendi yansımasıyla bir arada buluvermişti. Onun hayaline doğru utana sıkıla yol alırken şöyle demiş olabilirim: “Yansımada ne bulmuştu? Merak daha dayanılır bir işkence yolu muydu düş söktüren bilmenin gölgesinin yanında? Bir kez bildikten sonra düşüncesiz durmaya hangi yürek dayanırdı?”
Şimdi yansımanın gözündeki Mahir Çayan’ı görmeye çalışıyorum. Üç görüntü ediyor hesaplarıma göre…
Anımsayabildiğim en eski zamandan birkaç yıl sonrası seksenlerin başına denk düşerken ben bir ilkokul öğrencisiydim. Tipik cennet bir köy yerinde en ayırt edici olay köyümüzü ortasından ayıran dereydi. Derenin özel bir adı yoktu; adı Dere idi. Dere denmesi en çok da kaynağın olduğu yere yakışıyordu. Ovada adını yadsıyan dere, aşağıdan yukarıya doğru dağ uçurumuna yaslı ve şaşılası ada dayalı Dere’ye dönüşüyordu. En az dere olduğu yerde. Bu ad sıra dışı bir yanının olmamasından da ileri gelebilirdi. Munzur dağlarından doğan tüm dereler gibi yeni silinmiş akvaryum camı görünümü ve eşsiz alabalıklar. Adı gibi katışıksız, soğuk suyunun ona armağanıydı. Başka herhangi bir takı, sıfat bulandırır endişesi. Yatağında özgür akmak böyle mi olurdu? Onu oluşturan bölümlerin birer adı vardı, ola ki bu adların toplamına eşitlenmekti Dere. Köy yerinde bir yatakta akan bir şeyi toplamak için kaynağa inilirdi. Buna yağmur duası da denebilirdi.
Dere dağdan kopardığı çağıltısı, köpükler oluşturan minik çavlanlarıyla aşağıya ilerlediğinde sola doğru bir rota izler ve Fırat’a karışırdı. Benim solum iyimser. Doğaya bağımlı köy halkının, solcu diye bilinen oluşumlara yakın durmasında o derenin de payı olduğu yönündeki kuşkularımda gram deseniz gerileme yoktur. Düşünceme göre Mahir Çayan otobüste başını sola devirmiştir, sonra yansımasının sağa yattığını görünce gözlerini kapamıştır.
Anneme dönmek istiyorum. Annem kendisinin başka bir ad verdiği abime üç veya dört kez kesintisiz olarak Mahir derdi. Belki abimi biraz erken doğurmuş olmasının açığını böyle kapatıyordu. Abim, Çayan’ın ölümünden sonra doğsa bir şey değişir miydi? Bence güzel gelen aynı adı vermek değil, onu ara sıra hatırlamaktı, oğul söz konusuysa bu bir anne için her an demekti. Ardı ardına aynı tonda, bir sonrakini gücendirmeden çıkan “Mahir, Mahir, Mahir!” dizisi küçük camlara vuran yağmur sesi gibiydi. Ya “Mahir Çayaaan!” diye noktalanan sevgi seline ne demeli... Ben gücendim mi camdan sessiz akan damla gibi? Mahir adının kutsandığını o günlerde anlamıştım bizim evde, abimde cisimleştiğini, kanımca buna itirazım olmadı. Bu adın abimde anımsanmasının fonetik bir karşılığının olduğunun da bilincindeydim, başka nedenlerin de. Abimle yarışmak gibi bir derdim yoktu. Tek sorun benim adımın fonetik olarak karşılık bulduğu bir kahraman adının hazırda bulunmayışıydı. Sadece o olsa hadi neyse… Besbelli bu kahramanlar nasıl yapmışlarsa, söylemin hangi inceliğini, sivri ucunu bulmuşlarsa bu uzak köye ulaşmışlardı. Ve ben onların adlarına bile uzaktım. Bunun üzerine bu kahramanları kendimle özdeşleştirdim. Eski bir solcunun öğüdünde bulduğum yeni kimlik sayesinde.
“Anlatılanlar sonra gelir, düzensiz, telaşlı yazgıdan da sonra. Anlatılmak izdüşümü olmaktır unutma; tarife uğrayan gölgelerdir. Çokça bulunurlar, çabuk da kaybolurlar. Gerçeği en iyi yansımalar bildirir ama bunun kendilerine yararı olmaz. Sende bugüne sürgün yılların kokusu sinmiş uzaklık, sırtını döndüğün her şeyde senden ayrı bir varoluş, bu ikisinin öyküsüdür. Gel bugün öyküyü dinle, sonra ayaklanırsın. Ayaklanmasan bileklerini kesen zinciri başka türlü anlatamam.” Bunu ciddiyetle düşündüm. Ne olduğunu o günlerde anlamaya başladığım geleceğin ağır baskısı altında. Ondan kaçarken ona sürükleyen etkili bir baskıydı. Araya yıllar girdi, ne değişti bilmiyorum, annemin abime art arda Mahir deyişi ise kulaklarımda capcanlı.
Onlar bizdendi. Artık üç devrimcinin (Mahir Çayan, Deniz Gezmiş, İbrahim Kaypakkaya) bizde neden o kadar tutuldukları, “gençler” denerek bağırlara basıldığı anlaşılıyordu: Ölümün üç değişik biçimini altın tepside sunmuşlardı gözden düşmüş, her anı eli kolu bağlı ölümü kıskandıracak bitirilmelerle yüz yüze insanlara. Tek başına işkence acısı, üç kişilik darağacı, kurşunlarla delik deşik olmuş on beden. Ancak bu yolla aralanabilmiş yaşam umutları.
Kızıldere de böyle bir yerdi. Tokat ili Niksar ilçesine bağlı bir köy. Diyelim bir deresi vardı, tan kızıllığından almıştı adını. İnsanları hep yoksul ve suskundu, bitkin yüz çizgilerinden hemen silinebilecek kuşkudan bile çekiniyorlardı. Köy Türkmen köyüydü. Alevilerdi. Bir zaman yenilmiş Baba İshakların torunlarıydı kim bilir. Kapıları zorba düzene karşı durmuş herkese açıktı. Bu nedenle kapılar hemen açıldı, aynı dramatik nedenle de ihbar yapıldı.
Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan idam edileceklerdi. Onlar THKO (Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu) önderleriydi, Mahir Çayan ise THKP-C’nin (Türkiye Halk Kurtuluş Partisi-Cephesi). Mahir Çayan ve yoldaşları 27 Mart 1972 günü Ordu Ünye’deki NATO üssünde görevli üç İngiliz teknisyeni yanlarına alarak Kızıldere’ye getirdiler. Amaçları pazarlık yoluyla idamları engellemekti. Eğer bunu başaramazlarsa kanlarının son damlasına kadar savaşacaklardı.
68 kuşağının ruhu dipdiriydi. Ayrışmalar henüz bir ağacın küçük dalları kadar uzaklığı anlatıyordu. Öyle olmasa ne olur? Türkiye şimdilik yarı sömürge ya da tam sömürge değildi. Dikta mıdır, oligarşi midir sorunsalından çıkışta Milli Demokratik Devrim ve Sosyalist Devrim anlayışlı günlerindeydiler. Kırdan kente mi, kentten kıra mı devrim tartışmaları bir hafta soluklansa kıyamet kopmazdı. Kıyamet Ankara Merkez cezaevinde koptu kopacaktı. Ya da daha yakında Kızıldere’de. Örgüt dedikleri şu durumda ilkelerini başka türlü yorumlamaya ve diğeri için yapılacak her girişime göz yummaya saygılıydı. Söz konusu olay suyun içinde eriyen şekerin durumuna benziyordu. Kimlikler birbirine karışarak yeni biçimler alır ama asla kendi varoluş gerçeğini yok sayamaz; su bir şekilde sudur, şeker de nasıl olmuşsa o suyun içine girmiş şeker; ıslak şeker, tatlı su. Öncü savaşı vererek kendini feda eden devrimciler devrimin önkoşuluydu. Bu o gün devrimcilerin ayrım gözetilmeksizin devrimci olmasıyla çelişmiyordu, kendini kanıtlamak için de bulunmaz fırsattı bir eylem. Zaten biri ölürse diğerinin yaptığına yaşamak denmezdi, devrimcilik hiç denmezdi. En önemlisi onları bir araya getirenin düşman bilinci kadar dost, yoldaş, halk sevgisi olmasıydı. Buna siper kardeşliği-yoldaşlığı diyorlardı.
Muhtarın evindeki bekleyişin ardından çevrelerini faşist 12 Mart 1971 cuntasının silahlı güçleri tarafından sarılmış halde buldular. Operasyonun başında, Ankara Merkez Komutanlığı görevinde bulunan Tümgeneral Tevfik Türün vardı. Rehineleri umursamayan faşist kelle avcıları belli ki aldıkları kesin bir emri uyguluyor ve teslim olmak dışında bir seçeneğe şans tanımıyorlardı.
30 Mart 1972 gününün şafağından öğlene kadar süren bekleyişin ardından düşman saldırısı başladı. Donanımlı gelmişlerdi. Helikopterler, bir evde kuşatılan on bir kişilik bir grubun ateş gücünü kat be kat aşan silahlarıyla çok sayıda asker, köylülere göre NATO unsurları bile. Yani biraz sonra “mübalağa cenk olundu” dedirtecek her şey.
Devrimcilerin kararlılığı tamdı. Bunu evin damına konuşma yapmak üzere çıkan Mahir Çayan kuşku götürmez biçimde vurguluyordu: "Biz buraya dönmeye değil ölmeye geldik!" Ezilen, sömürülen insanların çocuklarıyla bir sorunları olmadığını, hatta onların hakları için mücadele edildiğini şu sözlerden daha iyi ne anlatabilirdi; "Sıradan askerleri çekin üst düzeyler gelsin!"
Grubun tartışılmaz önderi henüz yirmi altı yaşındaki Mahir Çayan’dı. Başka kimler yoktu ki. Dev-Genç Genel Başkanı Ertuğrul Kürkçü, Dev-Genç ileri kadroları Hüdai Arıkan, Sinan Kazım Özüdoğru, Nihat Yılmaz, Ertan Saruhan, Ahmet Atasoy, Sabahattin Kurt, Saffet Alp. Ayrıca THKO öncülerinden Cihan Alptekin ve Ömer Ayna da oradaydı.
İlk vurulan damın başında bulunan Mahir Çayan oldu. Ardından diğerleri. Evde bulunanlar gerektiğinde kendilerini havaya uçurmak üzere bombalarını çıkardılar. Yoğun makineli ateşi sürüyordu ve faşist sürü hiçbir kural tanımayacağını göstermek istercesine köy evini roketatar ateşine tutmuştu. Bir roketin eve isabet etmesi sonucu ellerindeki bombaların da patlamasıyla kalan devrimciler ve rehineler can verdiler. Yaralı durumdaki Saffet Alp ise gelen askerlerin kafasına sıktığı kurşunla yaşamını yitirdi. Oradan yalnızca Ertuğrul Kürkçü yaralı olarak kurtuldu.
Evet, Kızıldere böyle bir yerdi. Onlar gitmeyene kadar fazla kimsenin adını tesadüfler dışında duymayacağı, duysa unutacağı bir yer. Niksar, Tokat neyi değiştirir. Zaten sonra adını değiştirdiler, Ataköy yaptılar. Niksar’dan alıp Almus’a bağladılar. Belediye de olmuş. Hepsi bir anlam ifade etse de gerçek söz konusu olduğunda Kızıldere son mermi kafaya sıkıldığında haritaların çizdiği çizgileri kanla silmiş, çoktan başka derelere karışmıştır. Sağa akan Karadeniz ırmaklarının Karadeniz tarafından tersine, sola çevrilmesi gibi, kaynağa. Hiçbir düş kırıklığının yok edemeyeceği kesinlikte.
- Ayrıntılar
Örgütlü toplum kendini sağlama almış toplumdur. Kendini sağlama almış toplum ise bir bütünen kendini, kendi özüne denk bir şekilde yeniden oluşturmuş toplum demektir. Bu ise özüne daha güçlü bir şekilde dönmüş toplum demektir.
Unutmayalım ki savaşçı iktidar güçleri kendilerini yaşatabilmek için, var kılabilmek için toplumu var eden, toplumu oluşturan tüm değerlere inanılmaz ölçüde saldırmışlardır.
Toplumu en çok var eden temel değeri nedir? Toplumun ahlaki örgüsüdür. Yani bir toplumu bir nevi tutkal gibi bir arada tutan değerleridir. Bunlara hangi ad takılırsa takılsın, ama biz biliyoruz ki tarihsel oluşumuna baktığımızda, toplumu en çok bir arada tutan değerlerinin başında kimseye boyun eğmeme değeridir. Yani özgür duruş arayışıdır. Diğer önemli büyük bir değeri ise ortakça yaşama değeri yani arayışıdır.
Tarihsel şartlar gereği de olsa, zorunlukta olsa sonuç itibariyle toplum var olabilmek için, yaşamını sürdürebilmek için bir arada yaşamak zorunda olduğunu iyi bilince çıkararak, bir arada yaşamanın değerlerini ya da normlarını geliştirmeye çalışmıştır.
Hem özgürce yaşamayı hem de bir arada, ortakça, eşitçe, hakça kalmayı ve öyle kendileri korumayı neyle başarmışlardır diye bir soru sorsak vereceğimiz cevap kesinlikle örgütlü duruşlarıyla olacaktır. Yani bir toplum ayakta hem de özgürce kalmak istemiş ise önce kendisini örgütlemiştir. Hem de a’dan z’ye kadar kendisini örgütlemiştir.
Bu örgütlü duruşa birçok bilim insanı öz savunma demiş. Kimisi buna politik ve ahlaki toplum demiş. Kimisi özgürlüğe aşık olma demiş. Her halukarda bu duruşa her bilim insanı ya da tarihçi saygı göstermiş.
Ne var ki bu tarihsel gerçeklik savaşçı iktidar güçlerince ayakaltına alınarak, ters yüz edilmeye çalışılmıştır. Ve çoğu zaman da bu başarılmıştır. Öyle ki toplumların özgürce yaşama istemlerine ket vurulmuştur. Gemlenmiştir. Hem de oluşum halleri olan ortakça yaşam gelenekleri dinamitlenerek. Örgütlü halleri param parça edilerek. Yani bireycileştirilerek. Bu sağlandıktan sonra o bireyleri esir almak, teslim almak, yaptırmak istediklerini ona ya da onlara yaptırmak hiçte artık zor olmamıştır.
Dikkat edelim çağımızın son icadı olan kapitalist modernite diye tabir ettiğimiz toplumu parçalama motoru olan bir sistemin yaptığı ilk iş nedir? Toplumu toplum olarak tutan tüm örgülerine saldırmasıdır. İnsanların tutunacakları hiçbir değer bırakmamasıdır. Yukarıda ifade edildiği gibi sadece tek başına insanları bırakmasıdır. Meşhur deyimle; her koyun kendi bacağında asılır misali, toplumun tüm fertlerini tek tek yakalayarak, düşürerek, peşine takarak bacağında asmasıdır.
Bir kere toplum ya da insan bu hale gelmiş ise orada artık özgürlük kalmamıştır. Orada toplumsal değerler yani yaşam –özgür yaşam ahlakı- kalmamıştır. Orada güzel işler yapma kalmamıştır. Orada doludizgin köleleşmeye doğru bir gidiş oluşmuştur. Orada kapitalist modernist çağın halkları köleleştirici, tutsak alıcı, sömürge altına alıcı politikalarına kayış artık başlamıştır.
Dikkat edelim, ülkemizde yaşanmış olan gerçeklik böyle ortaya çıkarılmadı mı? Ülkemiz böyle cendere altına alınmadı mı? Toplumu parça parça edilerek, birbirine düşman haline getirilerek, düşürülerek, kendileri için kullanarak derken, tahrik edilerek, provoke edilerek, ezilerek, katledilerek bu hale getirilmedi mi? Bu yöntemlerle bu hale getirildiği açıktır.
Peki, bunun tersine dönüştürülmesi, yeniden kendi eski formuna yani orijinal haline gelmesi nasıl gerçekleşecektir? Özgürce ve ortakça yaşanmışlıklara geri dönüş nasıl sağlanacaktır?
Açık ki yeniden ahlaki ve politik değerlerine tümden kavuşarak, yani toplum yaşamının tüm alanlarında örgütlü hale gelerek, siyasetimizi kendimiz oluşturarak, ekonomimize sahip çıkarak, toplumsal alanımızı yeniden ortaklaştırarak- dayanışmacı kılarak, toprağımıza, suyumuza, havamıza, enerjimize yani doğamıza sahip çıkarak. Kendi kültürel değerlerimize sahip çıkıp yeniden yaşatarak, neolitik çağlardaki gibi bu toprakların en güzel rengi olan kadınların özgürlük istemlerine hem saygı duyarak hem de bu özgürce çıkışın yanında durarak, kendi güvenliğimizi kendimiz sağlayarak, komşu halklarla demokratik ve barışçıl bir tarzda kendimiz ilişkilenerek, zihniyetimizi geçmişin o kir pasından arındırırken bunu kendimiz yaparak ve böyle daha nicesini ve nicesini yaparsak, kendimiz oluruz, kendimizin oluruz.
Aksi taktirde hep birilerinin oluruz ki, birilerinin ise bize sunacakları en iyi lütfunda kölelik zincirlerini daha fazla takmaları olacağını en iyi bize son yüz yıllık tarihimiz bize göstermiştir.
Evet, bu zincirleri kırmak ve param parça edebilmek için daha fazla örgütlü olmaya -hem de a’dan z’ye kadar –örgütlü olmaya su ve hava kadar ihtiyacımız olduğu kesindir.
HAYRİ ENGİN
- Ayrıntılar