2014 yılının mart ayına Türkiye’de yaşanan önemli gelişmeler temelinde giriyoruz. AKP ve Cemaat’in iktidar çatışmasının gittikçe bir sistem krizine dönüştüğü, Türkiye’nin yeni seçenekler ve sınavla karşı karşıya bulunduğu bu süreç önemli gelişmelere gebe olacak gibi görünüyor. Bu hem krizin niteliği bakımından böyle, hem de etkilediği dinamikler ve gelişmeler bakımından böyle oldu. Zaten uluslararası sistemin arkasında olduğu bu krizin sonuçları bu temelde hesaplandı. Ve haliyle ortaya çıkacak sonuçların uluslararası boyutu ön görüldü. Uluslararası güçler Türkiye de böylesi bir krize ihtiyaç duyarken gelişen kriz de yeni uluslararası dengelerin ortaya çıkmasına vesile yapıldı. Bu bakımdan aslında Türkiye’nin kaderinin bölgesel politikalara bağlandığını ya da bu gelişmelere paralele ilerleyeceğini belirtmek gerekiyor. Bölgesel gelişmeler yeni bir düzleme kavuşmayana, yeni bir denklem ortaya çıkmayana kadar Türkiye bölgesel aktörlerin de etkisiyle bu krize mahkum yaşayacak ve aslında bir bakıma hastalıklı ve sakat tutulacak.
İşte böyle bir ortamda hareketimizin Rojava’da elde ettiği büyük kazanımlara Türkiye’de gittikçe can alıcı hale gelen siyasal gelişmelerle daha büyük kazanımlar katmak mümkün hale geldi. Türkiye’de hareketimizin tavrına endekslenen yeni denklemler ortaya çıkıyor ve çıkmaya devam edecek. Herkes bu tavrı bekliyor herkes bu tavrı etkilemeye çalışıyor. Bu amaçla hareketimizi etkilemeye kendi çizgisine çekmeye ya da kendi çizgisinde yürütmeye çalışan eğilimler, yönlendirici eleştiriler ve tartışmalar var. Bunlar bir baskı yaratmak istiyorlar. Elbette ki bu çabalar boşuna çabalar oluyor. Hareketimiz Önder APO’nun ortaya koyduğu çizgi temelinde stratejik bir tavırla bu süreçte yürüdü. Önder APO’nun 2013 Newrozun da ortaya koyduğu tavır stratejikti ve hareketimizin Önder APO’nun bu çağrısına doğru yürüyüşü de stratejik oldu. Bu yürüyüşte her türlü politik imkanlar orta yerde durmasına rağmen ilkesel olmaktan bir adım bile geri atmadı. Öyle ki dostu da düşmanı da hem Önder APO’nun hem de hareketimizin bu ilkesel tavrını alkışladığını, takdir ettiğini gördük. Önder APO’nun büyüklüğü pratik olarak bir kez daha böylelikle ortaya çıktı. Tüm bunlar karşısında AKP hükümetinin her türlü saldırısına, geri çekilmeyi suistimal eden her türlü provakasyonuna, ateşkesi ihlal eden her türlü fırsatçılığına rağmen kazanan Önder APO kazanan hareketimiz oldu.
Önder APO’nun da hareketimizin de tavrı açık ve netti. Önderlik hükümete ve devlete kazanmanın, Türkiye’nin kazanmasının, demokrasinin kazanabilmesinin yolunu gösterdi. Tavrının bu temelde seçimlerden sonra netleşeceğini ve netleşen tavrının ne olacağını dillendirerek Türkiye’nin ‘demokrasi’ seçeneğinde karar kılmaması halinde hareketimize bir bakıma ‘gösterilecek tavrı sen göster’ dedi. Bu takvim işte şimdi sadece Türkiye’yi yeni bir eşiğe getirecek bir takvim olmuyor. Bu tutum temelinde ortaya çıkacak gelişmeler bölgeyi yeni gelişmelerin eşiğine getirme potansiyeli taşıyor. Bu bakımdan aslında Türkiye’ye tek yol kalıyor. Kazanmanın tek yolu olan bu yol onurlu bir müzakere temelinde Kürt sorunun demokratik çözümü ve bu temelde yükselecek demokratik Türkiye oluyor.
Böyle bir randevuya büyük bir hazırlık temelinde hareket olarak, HPG olarak ilerliyoruz. Kış süreci yeniden yapılanma çalışmalarımızda belli bir derinleşme ortaya çıkardı ve bir hazırlık düzeyi şimdiden oluştu. Şimdi de önümüzde bir bahar süreci var. Ve bahar tüm yıllardan farklı olarak mücadeleye ivme kazandıracak ve gelişmelere belirleyici etkide bulunacak. Herkes bunu bekliyor ve herkes bunu görecek.
Mart ayı hareketimizin ortaya çıkışından bu yana gerçek anlamına yakışır bir şekilde bir mücadele ayı oldu. Komplo ardından 1999 yılıyla beraber 15 Şubatla birlikte başlayan direniş ve mücadele hamlesi tüm Kürdistanı içine alacak şekilde halkımızı ayaklandırdı. 15 Şubatla yükselen mücadeleyi halkımız mart sürecine kadar taşıdı. Bu süreçten bu yana mart ayına böyle bir hamle ve öfkeyle giren halkımız kadının öncülüğünde 8 Martla her zaman özgürlük için direnileceği mesajını verdi. Kürdistan halkı Halepçe, Kamışlo katliamları ile tarihsel gerçekliğinin bir parçası olan katliamları hep hatırladı, bu tarihleri hep lanetledi ve böyle bir kaderin tekerrür etmemesi adına katliamcılara karşı her yerde ayakta oldu, dik durdu. Newrozla mücadelesini Kürt halkının olduğu her yerde, günlerce, direniş bayramı olmanın anlamına uygun bir şekilde, Newroz’da demirci kawaların yaptığı gibi, zulüm sahibi zalimlerden hesap sorarak ve yeni yaşamı yaratmak amacıyla başkaldırdı. Newrozlaşan halkla tarih kazanıldı. Mazlum Doğan yoldaşın Newroza kattığı yeni anlamla halkımız 21 Mart günü Newroza öylesine büyük bir başkaldırıyı sığdırdı ki o gün yükselen o büyük mücadele ateşi tüm yılı sardı sarmaladı. Newroz’daki o görkemli tabloyla sadece 21 mart değil bir dönem kazanıldı.
Mart ayı aynı zamanda kahramanlık haftasını içinde barındırıyor. Bu temelde halkımız kahramanlarını anıyor, yürüttüğü mücadeleye. direnişe onların adıyla bir kez daha yükleniyor. Bulunduğu tüm alanlarda bu çizginin yani kahramanlık çizgisinin sürdürücüsü oluyor. Halkımız kendini bu kahramanlarıyla tanımlarken tabi ki onları yaşıyor yaşatıyor. Mücadeleye tıpkı onlar gibi yürüneceğini bilerek bu kahramanlarımızı kendi yoluna ışık yapıyor.
Düşmanlarımızın da Newroz’a bir yaklaşımı hep oldu. Newrozu bir okuma biçimi ve anlama tarzları ve durumları gelişti. Gerçekten Newroz’da ortaya çıkan tabloyla halkımız Kürdistan’ı sömürü altında tutan soykırımcı güçlere mesaj verdi. Bu güçler bu mesaja göre hesap yaptı. Aslında Newroz hemen her yıl hareketimizin geldiği düzeyin referansı oldu. Mart ayı boyunca meydanlarda direnen ayaklanan halk PKK’nin gücünün göstergesi ve ölçütü olarak görüldü. Burada verilen mesajlar halkımızın kırmızı çizgileri olarak düşmanlarımızın aklına ve yüreğine çizildi. Gittikçe büyüyen ve Newrozlaşan meydanlardan hareketimizin gittikçe büyüdüğü, geliştiği sonucunu çıkardılar ve böyle gördüler. Bu yüzden bu mücadele ayını bastıran, bu mücadele dönemine yönelen, bu mücadele ruhunu sindirmeye çalışan çabalar, provokasyonlar, hatta katliam düzeyinde saldırılar gelişti. Elbette ki bunlar Newroz ruhunu geriletmedi aksine bu ruhu daha da çelikleştirdi ve bu ruha yeni anlamlar kattı.
Tüm bunlar temelinde her gününü, her saatini, hatta her saniyesini bir mücadele emrine dönüştüren, takviminin her yaprağında bir direniş hikayesini dillendiren Mart ayı aslında bir ruh yaratıyor. Mart ayını en çok önemli kılanda bu oluyor aslında. Kürdistan dağlarının her mevzisinde direnen, her türlü şarta ve zorluğa aldırış etmeden düşmanını bulduğu her fırsatta yenmeyi hedefleyen, kendini buna kilitleyen ve buna yürüyen o fedai ve gerillacı ruhu da yine bu mart ayı canlandırıyor adeta diriltiyor. Evrene can veren bu ay gerillanın yüreğine bu ruhu bir kez daha üflüyor.
Şimdi işte eşik denilebilecek o zaman dilimine az kala hareketimizin ve halkımızın yolu bir mart ayından geçecek. Bu mart ayıyla bu sürece yürüyecek ve kazanmak için tüm imkanlarımızı ortaya koyacağız. Mart ayıyla yenilmezliğimizi bir kez daha ortaya koyacak biz buradayız biz halkız diyeceğiz. Bu ruh halkımızı seçimde de zafere götürecek. Kendini yönetmekte ısrar eden halkımız Kürdistan’a statü mücadelesinde 2014 seçim zaferiyle koca bir adım atmış olacak.
Gerilla açısından da bunun böyle olması gerekiyor. Bu bakımdan gerillanın bu mart sürecini ve sonrasını iyi takip etmesi, iyi anlaması Önderliğin talimatını, sokaklarda meydanlarda olan halkın mesajını doğru anlaması gerekiyor
Gerilla bu eşiğe bu randevusunda mart ayından geçerek yürüyecek. Bu mücadele ayından güç alacak ruh kazanacak. Bu mücadele ayında HPG’nin yoluna şehitlerimiz kahramanlarımız ışık tutacak. Halkımız nasıl ki Kürdistan’a statüye doğru koca bir adım atacak ise gerilla da Önder APO’nun özgürlüğünü elde edecek, Önderliği kucaklayacak. Çünkü Mart ayı, bu kutsal direniş ayı, bu ruh bize bunu emrediyor.
Harun DOĞAN
- Ayrıntılar
Bu günde dünyaya gelen bütün dünya çocuklarına atfen yazılan bir yazıdır. Bir hikâye değil, yaşanmış bir tarihin özetidir. Sadece bu yazıda yarım kalacak olan şey duygu boyutu olacaktır. Herkes kendisince bir duygu katsın istiyorum. Çünkü bizde felsefenin adı ‘’hikâyenin adını değiştir seni anlatır’’ anlayışıdır. Yazının temel amacı da zaten budur. Her insanın duygu selinde birleşen bir okyanus yaratmaktır. Kürdistan’lı çocukların okyanusunda yüzmeye hazır mısınız?
Hem yıl hem de ay ve gün olarak yanlış günde dünyaya gelen bir kızın hikâyesi… Sonradan bu hikâye onun temel yaşam ve savaş gerekçesi olacaktır. 15 02 1988… Yıl olarak Halepçe katliamından bir ay önce dünyaya gelen bu kız 11 yaşına gelince aslında kendi tarihinin asıl yüzü ile de tanışıp yüzleşmek zorunda kalacaktır. Tarih öyle bir şeydir ki anlamının tadına vardıktan sonra hiçbir varlık kendi yerinde duramaz ve sessiz kalamaz… Ama tarihin gerçek anlamını bulan için bu böyledir. Yoksa tarihe inanıp da kendi kökünü unutan çok insan vardır.
Küçük kızın ilk çelişkisi bir Halepçe katliam kınaması yıldönümünde olacaktır. TV'de gördüğü manzara her insanda olduğu gibi onda da şok etkisi yaratmıştır. Çünkü TV de gördüğü bir çocuk cesedi olacaktır. Çocuk annesinden kopuk bir biçimde kapının eşiğinde göbeği açık bir biçimde şehit düşmüş, son kez annesini kucaklayamadan, belki de ne olduğunu bile bilmeden yığılmıştı oraya. Yürek burkan o manzara küçük kızı çok etkilemiş, annesine bir daha kopmayacağım senden sözünü defalarca verecektir. Artık hiçbir Kürdistan’lı çocuk kapının eşiğinde ve yapayalnız kapamayacak gözlerini, daha tanımadığı dünyaya…
Küçük kız yaşamına binlerce renk sığdırmak isteyecek sadece bazı kalıplar onu sınırlayamayacak… Bazı renk ve yaşam kalıplarında sınırlı kalmayacak. Onu aşacak bir özgürlük savaşçısı olarak ölümsüzleşmek ancak onun arayışlarına tek cevabı verecektir. Özgürlük arayışlarına cevabını uçmakta ve yüzmekte bulacaktır. Hislerini öyle bir güçlendirecektir ki, uçmak hayalden ziyade binlerce ufukta bulacaktır kendisini…Tarihin bütün dehlizlerinde yüzecek ve öğreneceği en önemli dersi ise kökünün yerini öğrenmek ve paylaşmak! Hakikat arayışı öyle bir ateştir ki öğrendiği gerçekleri hiçbir zaman içinde bir yerlerde tutamaz ya da görmezden gelemez. Kesinlikle paylaşmak ve uyandırmak yegâne hedef olur. Aslında varlığın içinde yoksullaştığını öğrenecek ve yetmeyecek, görmezden de gelemeyecek… Çünkü tekrardan yanmaya başlayan bir ateşin alevini söndürmek zor olacaktır. İki yol kalır, ya o ateşin bütün yanıklarına göğüs gerecek yâda yine üç maymun rolünü geri alarak süngüleyecek bütün hücrelerini… Bizde ateşe su dökülmez, kutsaldır. Fakat ihanetin tadına varan kurt, kemirir içteki bütün hücreleri… Fark edilmesi zor olur ve sonunda köklerinde geriye kalan ateşe su döker ve ilk yapacağı da kendi kökünü koparmak olacaktır. Gözler öyle bir mil ile millenmiştir ki, kendi farkına varamayacak kadar kördürler artık, gözüne soksan fark etmez…
Zamanla büyür, tarihinden koparılmak istenecek… Küçük kız da yavaş yavaş refleksler gelişir. Ama ona tarihi daha anlatılmamıştır. Kim olduğu ve nerden geldiği, nereye gideceği daha söylenmemiştir. Kendi seçimi ona bırakılacaktır ama öğrenmesine de çok izin verilmeyecek. Öğrenmek öyle bir ateş ki yakar. Yinede o küçük yüreğe sessiz durmak ihanetlerin en büyüğü ve yıkıcı olan olacak. Onun için öğretilmez tüm gerçekler…
Renk olarak en çok kırmızı ve maviyi sever küçük kız. Fırfırlı eteği vardır, dönerken bütün dünyayı sanki kendi eteğinin ucunda döndürüyormuş gibi hisseder. Bir gün yengesi o eteği yırtar. Etek kızın içinde kalır. Rengi sevdiği kırmızı olduğundandır belki. Birde annesinin el emeği göz nurudur ona kalan o etek. Annesi o eteği tamamlamak için aynı renk ip olmadığından kaynaklı 5 yıl o ipi arar… 5 yıllık emek ve annesinin bütün arayışları, gelecek ütopyaları gizlidir o etekte. Bir anne geleceğe kızının gözünden bakar, geçmiş ve gelecek odur, yapmak isteyip de yapamadığı her şeyi kızında gerçekleştirmek ister. Kız ise bu geçmiş ve gelecek kaygılarından bir haber içine girdiği bu Dünya’yı anlamaya ve yaşamaya çalışmaktadır. Her insan varlığı gibi oda bir anne ve babaya muhtaç bırakılmıştır. Onlarla büyümek zorundadır. Onlardan kopunca sanki dünya başına yıkılacak gibi bakar. Kendi dünyası henüz dar ve ütopiktir. Ütopik dünyasında mutlu olmaya çalışmaktadır. Mutluluk bir çocuk için bazen sadece bir şeker de gizlidir. Ya da bir küçük tebessümde… Saklıdır gamzelerinde binlerce gelecek umudu, gözlerinin derinliğinde ise karartamazsınız güneşimizi diyen iki çift göz bebeği. Hangi vicdansız çelikleşmiş kalp o göz bebeklerine karşı koyabilir…
11 yaşına gelince aslında erken büyümesi gerektiğinin farkına varır, bu defada daha tadını çıkaramadığı çocukluk yıllarının erken bitmesini isteyecektir. Çünkü ‘GÜNEŞİ’ karanlık güçler tarafından komplo ile haince tutsak alınmaya çalışılacak. Belki yıllar sonra karanlık güçler, pişman da olacaklar ama bunu bilemezler, şimdi pişman olsalar bile itirafı tarihsel bir hata olacaktır. YAPAMAZLAR…
15 Şubat 1999 tarihinde küçük kız en yeni elbiselerini giyinerek doğum günü hazırlıklarını yapmaktadır. Kutlama için ailesinden geri kalanlarını ve arkadaşlarını beklemektedir. Öğlen 12 saatinden sonra gördükleri bütün yaşamına bir biçim ve yol belirleyecektir. O büyük bir heyecanla babasının çarşıdan gelmesini beklerken babası ağlamış gözlerle gelmiş, kızından çok saklamaya çalışsa da becerememiştir. Kız fark eder sorar ama cevap alamaz. Babası ona git üzerindeki şu renkli elbiseleri çıkar der. Anlam veremez ama babası dediği için hemen çıkarır. Sonra tekrardan sebebini sormak için babasının yanına gider ama gördüğü manzara onu hayretler içinde bırakır ve zoruna gider. Çünkü baba ve anne gözlerini saklar bir biçimde ağlarlar. Gözyaşları kızın içine bir hançer saplar. Çünkü kız gözyaşlarının zayıflıklardan kaynaklı olduğunun bilincine varmıştır. Her ağladığında ilk sığınak anne ve babadır ama bu defa farklıdır. Anne baba bir otoritedir, güçtür. Onların ağlamaları için çok güçlü bir sebep olmalı ki bu haldeler. Kız için tek otoritesi olan anne ve baba artık ağlayandır, yani zayıf ve kaybedendir. Bu sarsar kızı ve arkasına bile bakmadan arkasına döner odadan hızla çıkar, gider. Sonra TV de bebek katili yakalandı gibi haberleri görünce yavaş yavaş anlayacaktır ama birileri ona açıklama yapmak zorundadır da… Meraklı gözlerle etrafına bakınarak bir şeylerin söylenmesini bekler. Tek söylenen; ‘Serokeme hate gırtın.’ Kırılma gözlerde çok derin bir yara bırakacaktı. Aslında görünen yara yeni değildi, kabuk tutmaya çalışan bir yaranın yeniden açılmasıydı. Pişmanlık, korku, endişe sanki o ara ne istenirse istensin gözlerdeki derinlikte sezilebiliyordu. Küçük kız ilk sorduğu ve artık peşinden gideceği bir soru ile girişti yaşama… Kimdi? neden böyle oldu? Vs…
Arayışlarını derinleştirerek girdi bu yola… Peşini bırakmayacaktı. İçindeki kurt gittikçe büyümüştü. Önünü alamayacağını biliyordu. Gireceği her tartışma da, girişeceği ilk tartışma konusu da; "neden böyle bir yakalanma? Dünyada ki bütün karanlık güçler neden peşinden gidiyor?" Anlam verememiştir. Anladığı tek şey vardı ki bütün dünyanın tepkisini toplamışsa peşinden gidilmeliydi. Artık sözler etkileyecektir. Amcakızı ona; "önderliğin bütün korumaları kadındır" sözünü söyleyecektir. Kadını zayıf gören, narin bir çiçek gibi gören sistem artık kadını kandıramayacak. Sistemin telaşlı halini gören kız doğru yolda olduğunu anlayacaktır. Kadın olarak ‘xwebun’ yolunda cesaretle yürümekten çekinmeyecektir. Önce yaşamla bağını çözmeye annesine bir gelecek olmaya girişecekti. Sonra bütün annelerin sessiz çığlıklarının eylem sesi olacaktır.
Küçük kız bir gece rüyasında bir çardak dolusu yılan görür bu yılanlar ufacık ama binleri aşan sayıdadırlar. Ertesi sabah büyük bir korku ile annesi ile paylaşır. Annesinin ilk sözü; "ne zaman PKK ye katılacaksın?" olur. Yılan rüyada düşmanı temsil edermiş, ama küçük kızın o kadar düşman edinecek kadar zamanı yoktu. Daha 12 yaşındaydı… Annesi bilgece bir biçimde kızının rüyasında onun kendine biçtiği bu yolun farkına varır.
Bin yıllar önce Edulê'de dile gelen çığlıklar küçük kızın şahsında yeniden kendi kahramanı için dile gelecektir. Önderlik Edulê'nın çığlığını, Derwêş'in attan düşüşü ve yaralanması, aslında bir tarihin ve toplumsallığın düşüşü ve yaralanışıydı. Yaralı Derwêş!in yavaş yavaş ölüşü Edulê'nin dilinde öyle bir söyleme dönüşmüştü ki, on bin yıllık bir tarihi ve en eski bir halk geleneğini rahatlıkla ifade etmeye yeterliydir. Perspektiflerini belki yıllar sonra okuyacak ama bir defa daha ne kadar tarihsel ve toplumsal bilinçten yoksul olduğunun farkına varacaktır. 1999 yılından sonra artık tek renk siyah olacaktır. Çığlıklarının rengini ve tepkisini bu biçimi ile dile getirecek ve yas tutacaktır. Kadına siyah yakışmıyor ama biçilen anlam farklıdır. Tarihin; güncel çığlıklarının ifadesi ve eylem gücü olarak, günümüz kadın saflığı ve tanrıçalığı olarak PAJK militanlarında ifadesini bulacaktır…
15 Şubat 1999
Buz tutan yürekler ve beyinler;
Siyaha bürünen jın u jiyan,
Binlerce Edule’nın
Ve
Derwiş’lerin,
Destansı direnişiyle
Yeniden kendilerini
Küllerinden yaratarak,
Güneşi göklere ulaştırmanın
Heyecanıyla mücadele edip
Bedenlerini ateşe verip
Güneş etrafındaki ateşten
Çembere çember kattılar…
DEVRİM BERİTAN
- Ayrıntılar
İnsanlık tarihinde her zaman halklara karşı geliştirilen mezalimlere karşı, dünyanın bir yerinde kalkıp bu mezalime karşı duran yürek dolu insanlar olmuştur.
Bu yürek dolu insanlardan bir tanesi hiç tartışmasız bir şekilde Che Guevara’ydı. Che gibi insanlar, insanlığın vicdanı olmasını kendi pratikleriyle göstermişlerdir. Dünyanın her hangi bir yerinde yaşanan bir haksızlığa karşı sessiz durma, yerinde oturma, bir şeyler yapmama gibi bir yaşam duruşunu Che asla benimsemediği gibi, böyle olanları hem eleştirmiş hem de karşı durmuştur. Bu durumun tam tersine çocuklarına bıraktığı son mektubunda bile niçin sessiz kalamayacağını, çocuklarının neden sessiz kalmaması gerektiğini de son sözlerinde ifadeye kavuşturuyor. “Her şeyden önce de dünyanın herhangi bir yerinde herhangi bir kişiye karşı yapılan herhangi bir haksızlığı daima yüreğinizin en derin yerinde hissedebilin. Bu, bir devrimcinin en güzel niteliğidir” diyerek, çocuklarını insanlığa karşı duyarlı olmalarını, duyarlı yaşamalarını salık vermiştir.
Che’nin Vietnam için söyledikleri sözler ise daha çarpıcıdır: “Bugün dünyanın tüm ilerici güçlerinin Vietnam halkıyla dayanışması, Roma arenalarındaki gladyatörleri alkışlayan pleblerin acı ironisine benzemektedir. Sorun, saldırının kurbanına başarı dilemek değil, onun kaderini paylaşmaktır; kişi, zaferde ya da ölümde onunla olmalıdır. Vietnam halkının yalnızlığını tahlil ederken, insanlığın bu mantık dışı anında zangır zangır titriyoruz” diyerek, Vietnam’da yaşananları kendi kaderi görmeyen, yapılanları kendisine yapıldığını düşünmeden yaşayan tüm insanlığı eleştirmiştir.
Şimdi hemen yanı başımızda Kürdistan'da Kürt Halkı kendi kaderini kendisi tayin etmek için sokaklara barikat örerek dökülmüşken, Erdoğan Faşizmi ise tüm gerici DAİŞ kültürlü yapılarla en öldürücü silahlarla Kürt halkına saldırmışken, insani duyguları olanlar yerinde durmaları ne kadar doğru ve yerindedir? Ya da hangi vicdan bu kadar saldırılar karşısında sessiz kalabilir, evinde ya da köşesinde oturabilir?
Ya da bugün Kürdistan'da Kürt halkının yanında yer alınmayacak, ne zaman alınacaktır? Faşizme karşı bugün durulmayacak, ne zaman durulacaktır? Enternasyonalist görevler bugün yerine getirilmeyecek, ne zaman yerine getirilecektir?
Evet, Che’nin dile getirdiği gibi: “Sorun, saldırının kurbanına başarı dilemek değil, onun kaderini paylaşmaktır; kişi, zaferde ya da ölümde onunla olmalıdır” sözlerine, sadece sözlerle mi destek sunulacaktır? Bir iki açıklamayla mı yetinilecektir? Bir iki gösteriyle mi dayanışmamızı sunmuş olacağız?
Elbette ki bu durumlara vereceğimiz cevaplar hayırdır. Bunlar yetmez. Yetmediğini günlük olarak görüyoruz. Tüm tank ve toplarıyla Kürdistan şehirlerini yakıp-yıkarken, cenazelerini gömmeye bile izin vermezken, sivilleri günlük olarak katlederken, sıradan eylemliliklerle bu faşizme karşı durmak mümkün mü? Mümkün olmadığını herkes, hepimiz görüyoruz.
O zaman yapılması gerekli başka görevler vardır. Hele hele kendine devrimciyim diyen, bu iddiada olan, faşizme karşı bir şeyler yapmak isteyenlerin cümle cemaat Kürdistan’a akarak faşizme karşı devrimci görevlerini yapmaları gerekmez mi? Doğru enternasyonal duruş bu değil midir?
Evet, sözü uzatmadan ifade edelim ki, gün Kürdistan’a yüzünü dönüp Kürt halkının ve gençliğinin yanında faşizme karşı durma ve mücadele etme zamanıdır.
HAYRİ ENGİN
- Ayrıntılar
TDK Sözlüğü sömürgeciliği: “Genel olarak bir devletin başka ulusları, devletleri, toplulukları, siyasal ve ekonomik egemenliği altına alarak yayılması veya yayılmayı istemesi, müstemlekecilik kolonyalizm” olarak tanımlıyor.
Biz de biliyoruz ki, sözlükte yapılan tanım sömürgeciliği içerik olarak veriyor olsa bile, sömürgeciliğin ruhunu vermekten çok uzaktır. Bunun için sömürgeciliği daha derin ele alma gereği vardır. Çünkü sömürgeciliğin sömürge altına aldığı halkların ve toplumların üzerinde bıraktığı iz ve ruhsal sakatlıklar çok fazladır.
Halbuki “Kendi türünden, hatta başka türlerden varlıklar üzerinde hâkimiyet kurma ve sömürgeleştirme sistemleri yoktur. İlk defa insan türünde hâkimiyet ve sömürge sistemleri geliştirilmiştir. Bunda sömürü olanaklarına yol açan insan türünün zihniyet gelişmesi ve buna bağlı olarak artık-ürün elde edilmesi rol oynar. Bu durum varlığını korumayla birlikte emek değerlerini savunmayı, yani sosyal savaşları da beraberinde getirir.” Bunun içindir ki, “Emperyalizm ve sömürgecilik hep savunmasız toplum ve bireyler oluşturma peşindedir. Tüm gücüyle bunu gerçekleştirmeye çalışır. Kürtlerin durumu söz konusu olduğunda durum daha da vahim bir hal alır. Kürtler sadece toplumsal varlığını, vatanını ve özgürlüğünü savunamaz durumda bırakılmamışlar, aynı zamanda kendilerinden korkan, kaçan ve utanan bir konuma düşürülmüşlerdir.”
Jean Paul Sartre bu durumu “Türümüzün bir üyesini ehlileştirdiğiniz zaman onun üretkenliğini azaltırsınız ve ona ne kadar az verirseniz verin bu ahıra yaraşır varlık değerinden fazlaya mal olur” diye ifadeye kavuşturmaktadır.
Unutulmasın ki sömürgeciliğin özünde ezmenin yanı sıra nihayetinde başkalaştırma vardır. Beyinsiz ve yüreksiz, varsa bile yüreği teneke gibi ses çıkaran ya da ses vermeyen bir insan yaratma amacı vardır. Sömürgeciliğin en büyük hedefleri arasında sömürgeleri altında tuttukları toplumları, başkalarının yani sömürgecilerin kafalarıyla yürümelerini sağlamak var.
Bu bağlamda Frantz Fanon’un dile getirdiği “başkalarının kafasını iki omuzu arasında taşıma” gerçekliği, özü itibariyle sömürgeciliğin en derin hali olmaktadır. Bu durum sömürülenlerin, sömürgeci zihniyeti kendi kişiliğine yedirme gerçekliğidir ki, bunun ne kadar büyük bir tehlike arz ettiği anlaşılırdır.
“Sömürgecilik halkı ağına düşürmekle ya da sömürge halkın beyninden her tür biçim ve özü boşaltmakla tatmin olmaz. Bir tür sapkın mantıkla sömürge halkın geçmişine yönelir, bu geçmişi bozar, biçimsizleştirir ve yok eder. Sömürgecilik öncesi tarihin değersizleştirilmesi girişimi bugün diyalektik bir önem taşır.”
Jean Paul Sartre, Frantz Fanon’un Yeryüzünün Lanetleri kitabına yazdığı önsözünde “Sömürgeci şiddeti bu köleleştirilmiş insanları saygılı bir uzaklıkta tutmayı amaçlamakla kalmaz, onları insanlıktan çıkarmaya da çalışır. Onların geleneklerini yok etmek, onların dilleri yerine kendi dilimizi yerleştirmek ve kendi kültürümüzü bile vermeden onların kültürünü yerle bir etmek için her şey yapılacaktır. Aşırı yorgunluk onları aptallaştıracaktır. Açlıktan nefesleri kokmuş ve hasta durumda karşı koyacak güçleri kalmışsa, gerisini korku halleder: Silahlar köylülere çevrilir; siviller gelip onların topraklarına yerleşir ve onları kırbaç korkusuyla kendileri için çalışmaya zorlar. Köylü direnirse askerler savaş açar, o zaman ölü insandır; boyun eğer ve kendini küçültürse bu kez de artık insan değildir. Utanç ve korku karakterlerini parçalar ve kişiliklerini bozar” demektedir.
Gerçekten de sömürgecilik, kendi yönetimi altına aldıkları insanların posasını çıkarmadan bırakmayan, onları tüketene kadar rahat vermeyen, ezen, kanlarını emen bir sistem olarak esasta sömürge altına aldıkları insanların, bireylerin ve de toplumların duygularına da tam hakimiyeti ister. Öyle ki duygusu sömürgecilerin duygularıyla uyumlu değilse, orada sömürgecilerin yaptıkları ve yapacakları daha ileri düzeyde bir baskı ve zulümle bu uyumlu olmayan duyguları uyumlu hale getirmek için saldırı olacaktır.
Evet, sömürgeciler önce duygularda sömürge durumunu yaratmak için uğraşırlar. Bir kere duygular çalınmış ise, duygular ile oynanmış ise orada dibe kadar yayılacak olan bir kölelik peşi sıra gelecektir. “Sömürge halkı hapsedilmiş bir insandır” gerçekliği bu gerçekliktir. Böyle oluşan bir köleliği söküp atmak çok zordur. Çünkü böylesine bir kölelik çok korkunç bağımlılıklar ve alışkanlıklar yaratır.
Sömürgeciler ne yaptıklarını, ne için böyle bir sistem ve düzen inşa ettiklerini iyi bilirler. Bu bağlamda inşa ettikleri köleliğin sonuçlarını, ortaya çıkarttıkları tahribatları da iyi bilirler. İyi bildikleri için bu durumun hep yaşanmasını da, her türlü yol ve yöntemle devrede kalması için de ısrarla uğraşırlar.
Bugün Kürdistan'da Kürt halkının en meşru olan kendi kendini yönetme hakkına bu düzeyde faşizanca saldırmaların en temel nedenlerin başında bu gerçeklik gelmektedir.
Bunun da amacı nettir: “Onları insanlıktan çıkarma” amacıyla, esir alınmış olan o insanların köle statüsünde tutulmalarına devam ettirilmeleridir.
İnsanlıktan çıkmak istemiyorsak, birilerinin köleliğini ve de esaretini ret ediyorsak, o zaman kesintisiz direnişe hem de sonuna kadar devam etmek tek insani seçenektir.
KASIM ENGİN
- Ayrıntılar
Son zamanlarda birçok çevre AKP’nin özelde de Erdoğan’ın İpi çekilmiştir mealinde tespitlerde bulunmaktadır. Ve öyle görülüyor ki bu tespitler giderek daha fazla taraftar bulacaktır.
Neden mi?
“Washington ve Ankara arasındaki uçurumun kapatılma imkânı artık geçti.” Bu cümleyi sarf edenler sıradan insanlar değil. Bu cümleyi sarf edenler Amerikan’ın etkili Think Thank kuruluşlarından olan Bipartisan Policy Center’in üyeleri. Bu raporu hazırlayanlar arasında geçmişte Türkiye’de büyükelçilik yapanlardan tutalım da, birçok yazar, politikacı, asker derken analizci de var. Bunun için yukarıda sarf edilen sözleri dikkatle değerlendirmek bu bağlamda önemli, hem de çok önemlidir.
“Türkiye: Güvensizliği Büyüyen Bir Müttefik” adıyla hazırlanan belgede sadece yukarıda ifade edilenler dile getirilmiyor. Çok daha geniş analizleri de içeriyor.
Örneğin: “25 yıldır Türkiye ABD’nin Orta doğu’ da en yakın müttefiki olarak sayılıyor. Bu statüsünü 1991 Körfez savaşında bölgede demokrasi ve istikrar açısından örnek konumunda olması ile kazanmıştı. Bugün ise Türkiye bu gerçeklikten uzaktır. Türkiye artık güvenli bir müttefik değildir ve ABD’nin acilen tavrını değiştirmesi gerekmektedir” denilerek, bundan böyle Türkiye’nin uluslararası güçler için eski öneminin kalmadığı, eskisi gibi her şart ve koşul altında destek görmeyeceğini ifade eden bu cümlelerin elbette pratikte yansımaları olacaktır.
Erdoğanlı bir Türkiye, sadece Erdoğan’ın ipinin çekilmesine yol açmayacaktır. Erdoğan’ın ipi çekilmiştir, bu kesindir. Ancak ipi çekilen Erdoğan aynı zamanda böyle devam ederse, hızla Erdoğan ve Erdoğan’ın faşist partisinin siyasetlerinden hızla vazgeçilmezse, bu politikalara karşı güçlü çıkışlar aynen Gezi Park’ındaki gibi gösterilmezse, gerçekten de ipi çekilmiş bir Erdoğan aynı zamanda ipi çekilmiş bir Türkiye olacaktır.
Erdoğan’ın ipinin çekilmesi, Erdoğan’ın giderek faşizanlaşan, diktatöryel emellerine bağladıkları gibi, Erdoğan ve faşist yeşil partisinin adım adım Türkiye’yi onarılmayacak düzeylere taşırdıklarını da şu sözleriyle dile getiriyorlar: “Sonunda 2013’ten bu yana Washington ve Ankara arasında makas gittikçe açıldı. Bir gün bu ilişkinin yeniden düzelmesi, Araştırma Grubunun büyük umududur ama bunun yakın zamanda olacağından emin değiliz. Artık hitabette bir değişiklik ya da bir dönem boyunca “dikkate almamak’’ ilişkileri düzeltecek bir sonuç için yetmeyebilir. Türkiye’nin liderleri ABD’nin tersine düşen bir çizgi sürdürüyorlar. Gücü kendilerinde merkezileştirmek ve böylece ne anayasal sınırlama, ne de kurumsal bir gözlem ve denge tanıyan bir İslamcı güçlü adam otoritesine doğru yürüyorlar. Bölgedeki barış ve istikrarı kurban ederek Radikal Sünni Dinci grupları destekleyen bir çizgi sürdürülmekte” denilerek, analiz ve eleştirilerini daha da derinleştirmektedirler.
Radikal Sünni Dinci Gruplar derken söz edilenlerin DAİŞ ve El Kaide ya da diğer ismi ile El Nusra olduğu açıktır. Erdoğanlı Türkiye her geçen gün dünyada nerede faşist bir yapı varsa onların yanında yer alarak, tamamen halkların karşısında faşizanca yer almaktadır. Bu kadar tekçilik, bu kadar tek renklilik, bu kadar tahammülsüzlük, bu kadar kadın düşmanlığı, bu kadar inançlara karşı hakaret hep bu faşizan emellerle bağlantılı olduğu için, Erdoğan tüm dünya için giderek serseri bir mayın haline gelmiştir.
Belirttiğimiz gibi Erdoğan böyle olmasına böyledir, ancak Erdoğan ile birlikte en çok zarar görenler Türkiye halklarıdır. Türkiye halkları hiç bir zaman bu kadar birbirine düşman hale getirilememişlerdi. Bu kadar kutuplaşma hiç bir zaman yaratılamamıştı. Bu kadar çelişkili ve çatışmalı bir durum hiç bir zaman bu düzeye taşırılamamıştı. Ve bu Türkiye için büyük bir tehlike anlamına geldiğini ifade etmemize gerek bile yoktur.
Bu tehlikenin kadınlar ve toplum için ne anlama geldiğini: “Özelikle cinsiyetçi duruşlarda, kadını koruyan mekanizmaların parçalanması ile birlikte evdeki şiddet patlama yaşadı. Gerçekten de AKP’nin yaptıkları, artık politik kutuplaşmadan sosyal patlamalara doğru ilerliyor. Her karşı duruş ve özgür ifade suç olarak yargılanıyor” diye tespit ediyorlar. Özcesi, Türkiye hızla karanlığa doğru, Erdoğan ve AKP’nin eliyle dipsiz bir kuyuya doğru yuvarlatılıyor.
AKP kurmayları ve Erdoğan’ın ifade ettikleri gibi uluslararası güçler artık Türkiye’nin yanında yer almıyorlar. Birçok anlaşma yapıldığını hepimiz görüyoruz. Ancak bizde biliyoruz ki TC devleti ile yapılan anlaşmalara uluslararası güçler bir şey için yaparlarken, TC ya da Erdoğan kendince köylü kurnazlığıyla başka anladığını ifade ederek başka bir amaç için kullanıyor.
Örneğin; en son ABD’nin DAİŞ’e karşı mücadele için güya ikna edilmiş gibi görünen Türkiye ile terörizme karşı anlaştığını dile getirmişti. Bunun için İncirlik Üssü’nü kullanacağı söylenmişti. ABD DAİŞ derken TC, kimsenin beklemediği bir şekilde 24 Temmuz 2015 gecesi yüzlerce uçakla Medya Savunma Alanlarını bombaladı. Bunu yaparken güya aynı gün DAİŞ mevzilerini de vurmuştu. Ancak açığa çıktı ki vurulan TC Subayını katleden DAİŞ adına bizatihi TC devleti idi. Yine açığa çıktı ki sözde bombaladığı DAİŞ mevzileri, boş mevzilerdi. Bu oyunlar yetmedi, ardından da YPG ve Burkan El Fırat mevziilerini vurdu.
Özcesi, kısa sürede anlaşıldı ki, Erdoğan DAİŞ ile olan stratejik ilişkilerini askıya almamış, tam tersine bu ilişkiyi daha da geliştirmek için DAİŞ’e karşı Ortadoğu’da en etkili savaşan PKK mevziilerini bombalamıştır. Hem de yüzlerce uçakla…
Bir deyim vardır, mızrak çuvala sığmadı diye. TC’nin bu kez yaptığı saklanabilecek gibi olmadığı için ABD hızla TC devletine daha doğrusu Erdoğan’a müdahale ederek, anlaşmamız DAİŞ’e dönüktü dedi. “Önceliğimiz PKK değil, önceliğimiz DAİŞ’tir.” Ve “Türkiye DAİŞ’e yoğunlaşmalı” dedi.
Sözü uzatmadan yine belirtelim ki, artık gerçekten de Erdoğan’ı dünya kaldıracak düzeyde değildir. Yüzlerce yılda oluşturan demokratik değerlere bu denli saldıran, bu denli dibine dinamit koyan bir kişilik gerçekten de artık kaldırılamaz. Kaldırılmaya kaldıramayacak bir Erdoğan söz konusu olsa da, bu gidişte en çok zararı ise muhtemelen Türkiye görecektir. Çünkü Erdoğan ve AKP’si her geçen gün Türkiye’yi dünyada, bölgede yalnızlaştırıyor. İzole ettiriyor. Türkiye’nin sadece bir iki dostu kalıyor. DAİŞ gibi El Nusra gibi… Ve bunun da en çok Türkiye ve Türkiye halklarına zarar vereceği ve verdiği gözler önündedir.
O zaman yapılması gerekli olan ilk iş, hızla Erdoğan ve onun oluşturmak istediği faşizan zihniyet yapısına karşı hep birlikte aynen bugün Kürdistan dağlarında gerillaların yaptığı eylemler gibi, Kürdistan şehirlerinde gençlerin yaptığı öz savunma ve de Kürdistan halklarının yaptıkları kendi öz yönetimlerini oluşturdukları gibi tüm Türkiye halkları da bir an evvel kendi öz yönetimlerini demokratik özerk yapılarını oluşturma temelinde harekete geçmeli ki, Erdoğan’ın İpi Çekilirken Türkiye ve Türkiye halkları zarar görmesin…
KASIM ENGİN
- Ayrıntılar
Sömürgecilik öyle görülüyor ki hep sömürgecilik kalacaktır.
Sömürgecilik bir kültürdür hem de dünyanın en ahlaksız kültürü. Bir kere kişiler sömürgeciliğe bulaşsın kurtulmaları çok mu ama çok zor oluyor. Bir de sömürgeciliğe bulaşanlar, sömürgecilik kurum ve sistemini yürütenler ise bunların bu kültürden kopmaları, terk etmeleri öyle görülüyor ki çok büyük ve köklü zihniyet dönüşümleri gerektirir ya da sömürge altına alınanlar tarafından çok köklü direnişlerle kopuşları sağlayarak bu kültürden kurtula bilinir.
TC devleti bir sömürgeci devlettir. Kürdistan ise sömürge bile olamayan, sömürge durumu bile kabul edilmeyen bir ülke. TC devletinin yöneticileri ve egemen elit kesimleri Türkiye toplumuna da sömürgecilik kurumları köklü bir şekilde dayatarak Türk halkını da kendi kirli emellerine alet ederek, bu sömürgeci kültürü onlara da bulaştırmışlardır. Ve nitekim bundandır ki birçok Türk ve Türkiyeli insan Kürdistan’ın sömürge bir ülke olduğunu anlayamamakta ve ısrarla TC sömürgeci devletinin Kürtlere dayattıklarını bilmeden sürdürmektedirler.
En son 30 ağustos günü TC devleti zafer bayramını kutladı. Böyle bir bayramın var olup olmadığını birçok tarihçi halen konuşurken, Kürdistan sokaklarında: “Vatan, canım sana feda olsun” sözleri korkunç düzeyde sömürgecilik kokuyor. Daha yeni tedavülde kaldırılan o meşhur, “Andımız” vardı, orada da, “Varlığım Türk varlığına armağan olsun” sözleriyle her gün başta Kürt çocukları olmak üzere diğer halkların çocukları şahsında tüm halklara hakaretler yağdırılıyordu. Bir Kürt olarak neden benim, bizim “varlığımız Türk varlığına armağan olsun” ki? Ya da bu topraklarda yaşayan başka halkların neden varlıkları Türk halkına armağan olsun ki? Böyle bir şey gerçek manada ancak ve ancak sömürgecilerin zihniyetinde yerini koruyabilir ki, halen bu zihniyet köklü bir şekilde varlığı koruyor.
Kürdistan, Kürt halkı her gün yeni bir yerde Öz Yönetimlerini, Demokratik Özerklik temelinde ilan ederken, günlük olarak Kürt gençleri sokaklarda katledilirken, Kürtlerin evleri ve barkları tarumar edilirken, neden Kürdistan’da, “Vatan, canım sana feda olsun” sloganları Kürdistan sokaklarında inletilir? Hem de taa Türkiye’de getirilen fakir ve fukara çocukları tarafından!
Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, bu ve buna benzer durumlar ancak yedirilmiş, içerilmiş sömürgeci zihniyetle izah edilebilir. Sömürgecilik bir megaloman kültürdür. Kendini büyük görme, üstün görme, ayrıksı görme kültürüdür. Bu kültür toplumlara da yedirilemese sömürgecilik her yere nüfus edemez. Bunun için tüm Türk ve Türkiye halklarına da bu kirli kültür yedirilmekte ve önemli oranda gerçek manada yedirilmiştir de.
Dikkat edelim, Kürdistan’da görev yapan hiçbir polis, hiçbir asker ya da devlet memuru Kürdistan’da olduğunu aklına getirmez. Bunun için Kürt toplumuna ve Kürdistan’da yaşayan diğer halklara pervasızca yaklaşır. Onların kültürlerini, örf ve adetlerini çiğnerken, suç işlediğini anlamaz. Farkında bile olmaz. Çünkü ona göre o egemendir, çoğu zaman bu egemenlik kokan kültürün kendisine nasıl sirayet ettiğini bile anlamaz. Bunun içindir ki pervasızdır, frensizdir. Bunun için, ulu orta meydanlarda, TÜRK GÜCÜ’nü göreceksiniz deyip Kürtleri hem de Kürdistan’da sanki normal bir şeymiş gibi yere dizmekte ve ana avrat küfretmektedir.
Evet, sömürgecilik böyle bir kültürdür. Pervasızdır. Acımasızdır. Ölçüsüdür. Frensizdir. Faşizandır. İnsanlık dışıdır. Ahlak dışıdır ve de tabii ki lümpencedir.
Dikkat edelim, Kürdistan’da görev yapan devlet memurlarının çoğu lümpencedir. Bu lümpenlik, bu kişiler lümpen oldukları için sergilenmiyor. Sömürgeci kültür lümpencedir. Yani değer tanımaz, emek tanımaz. İnsan tanımaz. Böyle olduğu için onun adına sömürge ülkede hareket edenler aynen bu karakter hatlarını gösterirler. Göstermezlerse zaten böyleleri hızla memurluklarda atılı verilirler. Dıştalanırlar. Bunun içindir ki Kürdistan’a gelen asker, polis, memurlar ağırlıklı olarak gönüllülerden oluşturulur. Asker derken düz askerden söz etmiyoruz. Uzman çavuşlardan, subaylardan, özel hareket elemanları derken böyle para için çalışanlardan söz ediyoruz. Gerçekten de böyleleri gönüllüdürler. Düşmanca Kürt halkına saldırmaları da zaten bundan ileri gelir.
Evet, sömürgecilik bir hastalıktır. Ve bu hastalığını yedirdiği herkese metastaz gibi yani “Organizmanın herhangi bir noktasında bulunan bir hastalık olayının organizmanın başka bir yerine sıçraması, göçüm” gibi her yere, herkese nüfus etmeden rahat bırakmaz. Bu iyi bilinmelidir.
Başka da: “Artık bütün dünya Türklerin diğer milletlere gerektiğinde süngü ve kılıcın keskin kenarıyla uygarlık ve özgürlük getireceğini biliyor” sözlerin toplumlara nasıl yedirildiği anlaşılamaz.
Çok çok önceleri Türk Dış İşleri Bakanlığı yapmış olan Tevfik Rüştü Aras yine kendisine büyük bir güvenle: “Geri Kürtler yaşam kavgasında kendisinden daha üstün olan Türklerin altında kalmıştır. Bu nedenle de ya ülkeyi terk etmeleri ya da yaşam kavgasında işe yaramaz unsur olarak yok edilmeleri gerekir” dememiştir.
Unutulmasın ki, “Vatan canım sana feda olsun” diyen gençler, böylesine bir kültürle günlük olarak hastalıklı kılınıyorlar.
Öncelikli olarak Kürdistan’a zoraki gönderilen böylesine devlet memurlarına kendileri gözden geçirmeleri gerektiğini belirtiyoruz. Ve tabii esas olan ise Kürdistan topraklarında böylesine pervasızca cirit atan, bağıran, haykıran, faşizan sloganlarla topraklarımızı kirletenlere karşı Kürt halkı ve Kürdistan’da yaşayan halklar artık bu duruma dur diyerek, kendi Demokratik Özerk yapılarını oluşturarak, bu tür faşizan söylemlere son vermeleri, olmazsa olmaz bir insanlık görevi olduğu da tartışmasızdır.
ŞIHO DİRLİK
- Ayrıntılar
Türkiye tarihinin her zaman kritik süreçleri olmuştur. Ancak biz de biliyoruz ki Türkiye tarihinin en kritik ve tehlikeli zaman dilimi, birinci dünya paylaşım savaşı ardından geliştirilen devletlerarası konferanslar süreçleridir.
30 Ekim 1918’de Mondros Ateşkesi imzalanmış ve ardından ise adım adım Türkiye teslim alınmaya çalışılmıştır. Bu teslim alma girişiminin en belirgin adımı 10 Ağustos 1920’de gerçekleştirilen Sevr konferansı olmuştur. Sevr’i emperyalist güçler Türkiye’yi teslim almak için özenle büyük bir komplo temelinde hazırlarken, Ermeni ve Kürt halkları başta olmak üzere birçok farklı toplum ve halkı ise komplonun yürütüldüğü süreç boyunca kontrolde tuttuklarını ise bizler yine yaşananlardan biliyoruz.
Sonraki süreç iyi biliniyor. Sevr’den kurtulmak için Misak-i Milli sınırları içerisinde bulunan Kerkük ve Musul’u İngiltere’ye bırakarak ama bu kez Kürtler başta olmak üzere birçok farklı renge yönelerek kendince Sevr’i aştığını sanmıştır. Halbuki bizde biliyoruz ki bu politikalarla bağlantılı olarak Kürtler büyük acılar yaşarken, Türkiye Cumhuriyeti devleti hep zor durumda kalmıştır ve bu zorlanmaların ne derece derin yaşandığını en çok bugünlerde herkes görmektedir.
Öyle görülüyor ki, Türkiye yeniden çok kritik tarihi bir parçalanma sürecinden geçmektedir. Türkiye gerçek manada yeni yeni tarihi yaralarını tartışırken, aşmaya dönük görüşler ortaya çıkmaya başlamışken, Türkiye halkları ise gerçekten de kardeşleşme temelinde ilk kez Türkiye parlamentosuna her renkten insanı göndermişken, Türkiye’yi yeniden bir savaşın eşiğine getirmek, savaşa sürüklemek gerçek manada tam da bir felakete işaret etmektedir.
Unutulmasın ki, konjonktür çok önemlidir. Türkiye Devleti ilk kez uzun yıllardan sonra dünyada tek başına kalmıştır. Batı güçleri Erdoğanlı bir Türkiye’ye sıcak bakmadıkları gibi tüm Ortadoğu için tehlikeleri görmektedirler. Yine Türkiye’nin Ortadoğu’da ilişkisi sağlıklı olan tek bir devlet ve halk yoktur. Herhalde Erdoğan’a yakın duran sadece iki kişi vardır. Birisi Katar meliğidir. Bir diğeri ise Kürdistan’ın Güneyinde başkanlık mevkiini bırakmak istemeyen Mesut Barzani’dir. Başka da Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı olduğu Türkiye Cumhuriyetine yakın duranı yoktur.
Ve yine unutulmasın ki, Erdoğan’ı 2002 yılında iktidara Ecevit ve Erbakan’a karşı getirenler batılı güçlerdi. Bunun içindir ki, uzun yıllardır birlikte çalıştıkları Kemalist kadroların giderek batılı güçler için tehlike oluşturduklarından dolayı, bu kez kendi devletlerarası özelde de kapitalist ekonomik politikalarını uygulatmak için Erdoğan’ı iktidara taşımışlardı. Ve yine bunun için de ABD her dönemeçte AKP ve Erdoğan’ın yanında yerini alarak, Kemalist devleti kendilerine daha uygun hale getirerek dizayn ettiler.
Ancak görülen o ki, Erdoğanlı Türkiye artık kontrolden çıkmıştır. Tümden kendi diktatöryel hırslarını geliştirmek için Ortadoğu için bile tehlike oluşturmaktadır. Ruhen çok ileri düzeyde bir megalomanlığı yaşayan bir kişilik, aslında tüm insanlık için bir tehlikeyi oluştururken, en çokta Türkiye ve Türkiye toplumu için bir tehlikeyi oluşturmaktadır.
Dikkat edelim, Erdoğan ismindeki kişi artık tüm insanlık için bir tehlikeyi oluşturuyor. Kendi bireysel hırsı için gözü karaca insanlığın kanını içmeye hazır olan bir kişi, gerçekten de tüm insanlık için bir tehlikedir. Yukarıda ifade edildiği gibi en çokta Türkiye ve Türkiye halkları için bu tip bir kişilik bir tehlikedir.
Türkiye için ne kadar tehlike olduğunu, 24 Temmuz günü yüzlerce uçakla yapılan hava saldırılarıyla görülmüştür. Yüzlerce uçakla yapılan hava saldırılarına karşı gerillaların misli ile misilleme eylemiyle cevap vereceği açık iken, böyle bir saldırıyı gerçekleştirmek, tam bir çılgınlık olduğu, şimdi Kuzey Kürdistan ve Türkiye’de yaşananlardan görülmektedir.
Barış barış diye haykıran Kürtlere, “Kürt sorunu yoktur, Dolmabahçe yoktur, Newroz yoktur” ve bunların karşısında var olanın sadece ve sadece, faşist teklerin olması ile yoğun bombardımanlı hava saldırısı olunca, olacaklar açıktı; Kürtlerin kendi hakları olan Demokratik Özerkliklerini ilan etmeleri.
Bir kez daha belirtelim, Kürt sorunu ya devletin duyarlı demokratik yaklaşımıyla demokratik siyaset temelinde çözülecekti ya da devlet demokratik siyasete kendini kapattığında –bugün ki gibi-Kürtlerin kendi yollarını çizmesiyle olacaktı. Ve olan da bu olmuştur.
Kürtler Demokratik Özerkliklerini tek taraflı ilan etmeye başlamışken, dünya ekonomik olarak krizi yaşarken, Türkiye giderek ekonomik olarak bir dar boğaza girmişken, batılı güçler Ortadoğu’yu yeniden dizayn etmeye girişmişlerken, bölge devletlerinin TC ile olan çelişki ve tepkileri de göz önüne getirildiğinde Türkiye cumhuriyeti devletinin ne düzeyde büyük bir tehlikeyle yüz yüze getirildiği açıktır.
Türkiye’yi bu düzeyde büyük tehlikenin içine atan politikalar nelerdir diye sorulabilir. Yine Türkiye’yi bu düzeyde büyük bir tehlikeyle yüz yüze bırakan ideolojik yaklaşımlar neler diye de sorulabilir. Hatta buna yol açan kişi ve kişilikler kimler diye de sorulabilir.
Sorular ne olursa olsun ancak verilecek tek bir cevap vardır, o da; diktatöryel politikalar, tekçi faşist yapılar ve de Erdoğan olacaktır.
Haklı olarak, Silvan’da Kürtlerin kendi Demokratik Özerk yapılarını ilan ederken, orada görev yürüten üst düzeyi TSK komutanının söyledikleri anlamlıdır. “Ben askerimi Erdoğan için çatışmalara sürmem” mealindeki sözler gerçekten de anlamlıdır. Bu sözler aynı zamanda; “Ben Türkiye’yi tehlikeye atmam, ben Türkiye’yi parçalatmam“ da demek olduğuna göre, o zaman yapılması gerekli olan ilk iş, gerçekten de Türkiye Cumhuriyeti Devletini kurtarmak isteyen insanların ilk elden Türkiye’nin büyük risklerle karşı karşıya gelmeden, Erdoğan’dan kurtulmanın yollarını bulmalarıdır.
Türkiye, yeniden bir Sevr ile karşı karşıya bırakılmak istenmiyorsa, bunun için yapılması ilk iş gerçekten de önce Erdoğan’dan kurtulunmalı ve ardından da tüm Türkiye çapında halkların daha özgürce ve ortakça yaşayabilmelerinin yolunu açacak olan Demokratik Özerkliklerini anayasaya girecek şekilde garanti altına almaktır.
Aksi taktirde gerçekten de Türkiye Cumhuriyeti Devletinin büyük tehlikelerle karşı karşıya geleceği, hatta parçalanmaya kadar gideceği bir sürecin yaşanacak olacağı iyi bilinmelidir. Bunun da tüm Türkiye halkları için büyük acı, keder demek olduğunu dile getirmeye gerek bile yoktur.
KASIM ENGİN
- Ayrıntılar
Hatırlayanlar bilir, çok önceleri demiştik ki, Polisler Kürdistan’ı terk etsin. Terk etsinler, çünkü polisler sömürgeci bir güçtür. Hem de sömürgeci devlet yapısını Kürdistan’da en ileri düzeyde savunan ve ayakta tutan bir güç.
Bugün Kürdistan’da Kürt halkı Demokratik Özerklik’ini ilan etmiştir. Ve bu Öz Yönetimlerini tüm Kürdistan’a da yayacaklardır. Kürtler ve Kürdistanlılar Öz Yönetimlerini ilan ederlerken, Kürt ve Kürdistan halklarına en çok saldıran güçlerin başında kesinlikle POLİS’ler gelmektedir. Polis sözün tam manasıyla halkımıza ve halklarımıza faşizan yöntemlerle kan kusturmaktadırlar. Öyle ki, bazı devlet güçleri olup bitene göz yumabilirlerken, POLİS güçleri, onlardan devletin istediklerinden daha fazlasını -hem de gönüllüce uygulayarak,- bir sömürgeci gücün tüm karakterini sergilemektedirler.
Bu faşizan duruşun nedenleri vardır. Nedeni POLİS’lik mesleği ile ilgilidir. Polis kesinlikle tam bir devlet gücüdür. Hem de devleti ayakta tutan temel bir güç.
Daha önce birçok kez sıkça dile getirdiğimiz Japon Atasözünü yeniden buraya alarak, Polislerin neden Kürdistan’da hemen çekilmeleri gerektiğini izah edeceğiz:
“Hırsızlık yapanı bağışlayabilirim,
ırza geçeni bağışlayabilirim,
adam öldüreni bağışlayabilirim,
imparatoruma kılıç çekeni bile bağışlayabilirim,
ama polisime el kaldıranı asla!”
Dikkat edersek, her şey yapıla bilinir, Japon devleti için kutsal olan İmparatorluk kurumuna bile el atılabilir ancak POLİS’e el atılamaz, dil uzatılamaz, karşı çıkılamaz. Çünkü devletlerin harcını sağlayan güçlerin başında kesinlikle POLİS’ler gelmektedir. Polisler devletlerin halklara karşı yaptıkları hırsızlıkları kapatmanın, savunmanın en etkili gücüdürler.
Dikkat edersek, devletlerin sınırlarını koruyan esas güç askeri güçlerdir. Askeri güçlerin temel görevi dışarıda gelebilecek bir güce karşı kendi devlet sınırlarını koruma iken, POLİS’in temel görevi içyapıya yani halklardan gelen tehlikelere karşı devleti korumalarıdır.
Halk neden devletlere ya da devleti yönetenlere karşı çıkar?
Devlet doğası gereği baskıcıdır. Anti demokratiktir. Çalandır. Ama yine de devlet yapıları, bu karakterlerine rağmen az da olsa demokratik özellikler gösterirlerse, halklar sağduyularını koruyabilmektedirler. Ancak eğer devleti yönetenler bu durumu aşıp hırsızlıklarından pervasızlaşırlarsa, halkın demokratik haklarına ve ahlaki değerlerine el atarak saldırırlarsa, orada halklar direnişe geçerler.
İşte tam da bu noktada halkların direnişine karşı çıkan, sömürgecileri kollayan, hırsızlara arka çıkan, devletlerin en vurucu ve paralı gücü kesinlikle polisler olmaktadır. Kürdistan’da gençlere hangi faşizan yöntemlerle saldırdığını bu arada herkes görmektedir.
Söz konusu, sömürge ülkeler oldu mu, POLİS güçleri tamamen faşist yapılara bürünüyorlar. Halklara zulüm eden, baskılayan, aşağılayan, hakaret edenler yine POLİS’ler olmaktadır.
Bu faşizan yapı içerisinde yer alanlar-ister Türk isterse Kürt olsun-yaptıkları tamamen halk düşmanlığıdır. Sömürgeciliği sonuna kadar kollama görevidir. Sömürgeciliğin cisimleşmiş hali Kürdistan’da kesinlikle polis güçleridir. O zaman yapılması gerekli ilk iş bu POLİS güçlerini Kürdistan’da def etmedir. Kürdistan’da çıkartılmasıdır.
Yeniden belirtelim ki, sorun şu kişi ya da bu kişi değildir. Birey olarak iyi ya da kötü olması da değildir, mesele o dur ki, bu kurumda yer alan tüm bireyler objektif ve sübjektif olarak kirlenmeye, halka ve halklara karşı düşman olmaya hazır bir yapı olmasıdır. Kuruluş amacı halk düşmanlığı temelinde oluşan bir yapının ıslah edilmesi bu bağlamda çok mu ama çok zordur.
Sözü uzatmadan ve geç olmadan çağrımızı yeniden yapalım:
POLİSLER, ÜLKEMİZİ HEMEN TERK EDİN!
POLİSLER, ÜLKEMİZDE POLİS OLARAK KALMAYIN!
POLİSLER, ÜLKEMİZDE POLİS OLARAK DURMAYIN!
KASIM ENGİN
- Ayrıntılar
İşbirlikçilik kavramı çokça ve sıkça kullanılmaktadır. Ve öyle görülüyor ki sömürge sistemleri var oldukça da bu kavram artarak da kullanılacaktır. Sömürgeci yapılar; sömürge altına almak istedikleri ve aldıkları ülkeleri sadece kendi güçlerine dayanarak yürütmüyorlar. Sömürgecilerin sömürgelerini kontrol altına alırken kullandıkları en etkili silahları işbirlikçiktir ya da işbirlikçi yapılardır. Yani sömürgecilerle birlikte hareket eden işbirlikçiler-ki bu işbirlikçilikler, sömürge ülkenin insanlarıdır-olmadan, sömürgecilerin sömürge ülkeyi askeri zor ile yürütebilmesi zordur.
İkinci Dünya Paylaşım Savaşı’na kadar emperyalist ve koloniyalist yapılar, sömürgeleri tam tekmil askeri zorla yürütüyorlardı. Bunu sömürge altına almak istedikleri ülkeyi tam askeri zor ile zapt ederek yapıyorlardı. Siyasi literatürde buna “çıplak zor” diyorlardı.
Ancak İkinci Dünya Paylaşım Savaşı ardından ise, birçok sömürge altına alınmış olan ülke devrimci ve yurtseverlerinin yürüttükleri başarılı Ulusal Kurtuluş Savaşlarından dolayı emperyalistler ve sömürgeciler yöntem değişikliğine gitmek zorunda kalmışlardır. Çıplak zor görülen bir zordur. Böylesine bir zora karşı halkların ulusal duygularına hitap ederek, karşı harekete geçirmek nispeten daha rahattır. Bunun için emperyalistler yeni bir yöntem geliştiriliyorlar. Bu yeni yönteme Ulusal Kurtuluş Savaşı verenler daha sonra “Yeni Sömürgecilik” diye isimlendiriyorlar.
Nedir ya da neydi Yeni Sömürgecilik?
Yeni Sömürgecilik iflas eden klasik yani çıplak askeri zora dayalı sömürgeciliğin yerine geliştirilen bir yöntemdir. Sömürgecilerin ve emperyalistlerin direk bir ülkeyi işgal ettiklerinin görülmediği bir yöntemdir. Sömürgeciler ya da emperyalistler sömürge yapılar oluşturmaktan vazgeçmemişlerdir. Ancak tarz değişikliğine gitmişlerdir. Askeri zorla işgal etme yerine, bu kez siyasi zorla işgal etmeyi esas alıyorlar. Hükümete istediklerini yerleştiriyorlar, yargıya, yasamaya, polise, orduya derken bir ülkeyi yine tam işgal ediyorlar ancak belirtildiği gibi kaleyi içten fethederek yapmayı esas alıyorlar.
Bu kaleyi içten fethetme yönteminin başoyuncuları işte İşbirlikçilerdir. İşbirlikçiler bir nevi “Tampon Funksiyonu” rolü oynuyorlar. Tampon Funksiyonu, daha önce askeri zorun yerine konulan işbirlikçi yapının kendisidir. Yani sömürgecilerin eli, kolu, ayağı derken gözüdürler. Bunlar olmadan sömürgeciler sömürge altına alınmak istenen ülkenin içine ve üstüne nüfus edemezler. Sömürgecileri ayakta tutanlar işte bu işbirlikçilerdir.
Şimdi sözü Kürdistan’a getirecek olursak, Kürdistan’da yürürlükte olan sömürgeciliği hem ayakta tutan, hem Kürtlerin sömürgecilere karşı tepkisini azaltan, sanki sömürgecilik gibi kirli bir kültürel kıyım kültürü yokmuş gibi hissini yaratan yine bu yapıdır. Bu yapılardır.
Örneğin Kürdistan’da AKP denilen sözün tam manasıyla Kürtlere karşı faşizan duygular besleyen bir partinin ayakta kalmasının temel nedeni Kürt işbirlikçileridir. AKP’nin başındaki kişi-kendisini şimdi cumhurbaşkanı olarak lanse etse de-birçok kez açıktan Kürtlerin katledilmesinin talimatını vermiştir. “Kadında olsa, çocukta olsa” diyerek herkesin vurulmasının talimatını verdiğini herkes biliyor. Yine “sevmiyorlarsa terk etsinler” sözleri de Kürtler için sarf edilen sözlerdi. Ve tabii tek devlet, tek millet, tek vatan, tek bayrak denilen teklerin tümü faşizanlıktır.
AKP’nin faşizan tutumu net iken bu net olan faşizan tutumun üstünü örten, perdeleyen işte yine bu işbirlikçileridir. AKP’de milletvekili olmuş ya da olmak için sıraya girmiş olan bu işbirlikçilerdir. Bu işbirlikçilerin temel görevi, AKP’nin böyle olmadığını, TC devletinin Kürtlerin bildiği gibi olmadığını halka götürmektir. Ve nitekim bu işbirlikçilerin yaptıkları sömürgecileri ve sömürgeciliği Kürdistan’da meşrulaştırmaktır. Dolayısıyla düşmanlıktır. İhanettir.
Örneğin, hiçbir Filistinli gidip Likud partisine üye olmaz ya da Likud’un milletvekili olmaz. Likud Filistinlerin değerlerini tanımayan faşizan-aynen AKP gibi-bir partidir. Ve bir Filistinli Likud’a kaydolsun, muhtemelen kuyruğuna teneke takarak tüm Filistinlilerin içerisinde dolaştırırlar. Yani teşhir ederler.
Filistin’de durum böyle iken, Kürdistan’da bu tür işbirlikçilerin kuyruğuna ya da kuyruklarına teneke takıp Kürtlerin içerisinde dolaştırmak gerekmez mi? Teşhir etmek gerekmez mi?
Yapılması gerekli olan bu iken, işbirlikçiler bir de utanmadan Kürt toplumunun içerisine çıkıyor ve yer yer Kürt halkının engin hoşgörüsünden de yararlanarak, Kürt halkının değerlerini savunan yapılara utanmadan saldırabiliyorlar. Hakaret edebiliyorlar. Bir de yine utanmadan, Kürt olduklarını söyleyerek Kürt halkının içerisinde de yürüyorlar.
Halbuki yapılması gerekli olan ilk iş tüm bu işbirlikçilerin kuyruğuna teneke takmaktır. İşbirlikçileri Kürdistan’da def etmektir. Kürt toplumunun içerisine çıkmalarına izin vermemektir.
Ve tabi bir de en önemlisi de Kürt halkının böyle işbirlikçileri gördüğü her yerde hak ettikleri tavrı göstermesidir. Kendi içlerine almamalarıdır. Ve gerektiğinde yukarıda da ifade ettiğimiz gibi aynen Filistin halkı gibi kendi içlerinde çıkarıp dışarıya atmaktır.
Unutulmasın ki; işbirlikçilik Kürdistan’da def edilmeden, bertaraf edilmeden sömürgeciliğin Kürdistan’da def edilmesi oldukça zordur.
KASIM ENGİN
- Ayrıntılar
Korkunun ecele faydası olmadığı söylenir. Söylenmeye söylenir ancak yine de korku birçok toplumsal kesimin ve kişinin ortak özelliği olarak karşımıza çıkar.
Bir yönüyle korkuya anlam vermek belki de anlaşılırdır. Çünkü her beşerinin doğuştan olmasa bile korkuları yaşanmışlıklardan dolayı vardır. Hatta insanoğlundan daha duyarlı olan varlıklar doğarken daha önce yaşanmışlıkları genlerinde kodlayarak taşıdıkları için neredeyse güdüsel olarak bu korkuları taşırlar. Lakin söz konusu insan oldu mu korkuların yukarıda ifade edildiği gibi inşa edilmişliğini bilerek yaklaşmak daha anlamlı olabilir.
Psikoloji de: “Gerçek veya beklenen bir tehlike ile yoğun bir acı karşısında uyanan ve coşku, beniz sararması, ağız kuruması, kalp ve solunum hızlanması gibi belirtileri olan veya daha karmaşık fizyolojik değişmelerle kendini gösteren duygu” olarak tarif edilen korku, “bir tehlike veya bir tehlike düşüncesi karşısında uyanmaktadır.” İnşa edilmişlik dediğimiz gerçeklik böyle olan korkudur.
Psikolojik olan korku duygusunun çözmenin en iyi yolu, var olan o duyguyla yüzleşmektir. Yüzleşe yüzleşe yaşanan ya da var olan o korku duygusu aşılabilmektedir.
İnşa edilmiş olan korkunun da aşılmasının yolu yüzleşmektir. Ancak psikolojik olandan ya da biyolojik olarak kodlanarak gelenden daha zordur. Çünkü birisi normal yani doğal insani ya da varlıksal bir refleks iken birisi ise çok derin, özenle hazırlanmış olan inşalardır. Böyle inşaları gidermenin muazzam zorlukları vardır.
İnşa edilmiş olan korkular bir de başka halkların doğuştan gelen haklarına karşı kimi çevrelerin çıkarlarını koruma ve devam ettirmeleri üzerine kurulu ise, orada o korkular, sadece korku değil aslında neredeyse -eğer tedavi edilemese- giderilmesi imkansız gibidir. İmkansızlığı bu korkuların, çirkinlikler içermesidir. Bunun için, birilerinin temel haklarına karşı inşa edilmiş olan korkular özü itibariyle çirkinliklerle doludur.
Güzel olan doğal olandır. Asıl olandır. Kendisiyle uyum ve ahenk içerisinde olan olduğu için doğası gereği herkeste hayranlık uyandırır. Böyle bir duruma çoğumuz iyilik atfederiz. Çünkü gerçekten de böyle bir durum insanın duygularını okşar hatta insana güven verir. Bu sıfat bir insan için kullanıldığında da böyledir, başka bir gerçeklik için kullanıldığından da aynen böyledir.
Lakin çirkin yani asıl olmayan, hileler üzerine kurulmuş, yalana, sahtekarlığa hatta çalıp çırpmaya, yakıp yıkmaya dayalı olan ise insana itici gelir. İnsana sevimsiz gelir. İnsanın içini ısıtmaz. İnsana ruh vermez. Tam tersine var olan pozitifliği negatifler, gerer. Göze veya kulağa hoş gelmeyen, güzelin yani uyumun ve ahengin karşıtı, yakışık almayan, toplumun öz değerleriyle çelişen bu bağlamda insana ve insanlıkla bağdaşmayan, karanlık, dalavereli durumların ise insana dediğimiz gibi çekici gelmez.
Gelmeye gelmez ama böylesine hastalıkları yani korkuları aşmak, aştırmak gerçekten de deveye hendek attırmaktan daha zordur. Nedeni açıktır, bu tür hastalıklar inşa edilmişlerdir. Hem de yüz yıllarca. Özelde de son birkaç yüz yıldır halklara ve tüm renklere karşı bir zehir olarak geliştirilen ulusçuluk yani milliyetçilik hatta ikisinin bir nevi karışımı olan ancak kapitalist modernist kültürün ise kusmuğu olan bu Ulus Devletçilik, tam bir korku üretimidir. Bunun için diyoruz ki Çirkin insan korkak insandır.
Bir kere birilerinin eline bu çirkin alet yani ulus devlet verilmiş ise diğer renkleri bastırmak, hükmetmek için korkunç kullanılmıştır. Halbuki biz de biliyoruz ki bu yöntem ile insanlık birbirine karşı düşman haline getirilerek zayıf düşürülmüş, zayıf düşürmeler üzerinden ise yönlendirilmiş ve halen de yönlendirilerek yürütülmektedir.
Ve o bastırılanlar, hükmedilenler, sesi kısılanlar, köşeye atılanlar, suyun diğer yakasında bırakılanlar, itilmişler, kakılmışlar, emekleri çalınmışlar, onurları ayakaltına alınmışlar derken ne kadar böyle dıştalanmışlar ve dıştalanmışlıklar var ise, bunların az biraz ayaklanması, kendilerine gelmesi, haklarını talep etmesi, söz istemesi derken kendi olma istem ve mücadeleleri yaşanmış ise burada, bu ayaklanışı, kendine gelişi, haykırışı bastırmak için en etkili olarak kullandıkları araçları, Ulus Devletçiliğlin en etkili silahı olan milliyetçilik KORKU’sunu ateşleyerek harekete geçmeleri olmaktadır. Böyle KORKU’ların çok çirkin olduğunu söyledik. Çünkü böyle korkular doğal değildir. Böyle korkular çok çirkin milliyetçilik zehirleriyle inşa edilmişlerdir. Ve gerçekten de böyle çirkin korkuları aşmak zordur. Ama yine de aşılmaz değildirler. Böyle çirkin korkuları aşmanın yolları mutlaka vardır. Yoksa bile bulmak, kendilerine güzel diyen insanların ve de korkusuz olduklarını söyleyipte haykıranların görevidir. Ve tabi bir de unutulmasın ki böyle korku yayanlar çirkin insanlardır. Güzel olduğumuzu söylüyorsak ki öyleyiz. Güzel olduğumuz renkliliğimizden, haklılığımızdan, doğal oluşumuzdan yani köktenci ve halkların kök kültürünü temsil edişimizdendir.
O zaman hepimiz hep birlikte KORKU yayanlara karşı:
“Korkmayın; bu ülkede barış için adım atanlar, çözüm için fedakârlık edenler, kırmızıçizgilerini genişletebilenler kazanacak, barış ve çözüme direnenler kaybedecek” diyerek, çirkinliklerden uzak güzel günlere doğru yürümesini daha büyük bir coşkuyla yürümesini bilelim.
KASIM ENGİN
- Ayrıntılar