Kürdistan Halkının Ulusal Onur Günü 14 Temmuz’un yaratıcıları Büyük Ölüm Orucunun ölümsüz kahramanları, M. Hayri Durmuş, Kemal Pir, Akif Yılmaz ve Ali Çiçek yoldaşları büyük bir minnet ve saygıyla anıyor, anılarına her zamankinden daha çok bağlı kalarak mücadelelerini zaferle taçlandırma sözünü yineliyoruz.
Sömürgeci, soykırımcı ve faşist Türk devletinin Diyarbakır valisi DTK ve BDP’nin 14 Temmuzda gerçekleştireceğini açıkladığı “Özgürlük için Demokratik Direniş” mitingini yasakladığını bir bildiri ile açıklamıştır. Bu yasak kararı Diyarbakır valisinin kararı değil bizzat AKP hükümetinin dolayısıyla Başbakanın kararıdır. Vali rejimin uşağı olarak bunu büyük bir istek ve coşku ile açıklamıştır.
Miting kamuoyuna açıklandığı gibi Kürdistan Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın özgürlüğü temelinde yapılacağı kararlaştırılmıştır. Faşist AKP hükümeti ve onun faşist başbakanı T. Erdoğan tarafından yasaklanmasının anlamı halklaşan ve serhıldana dönüşen 14 Temmuz ruhunun belkide ilk kez bu kitlesellikte karşılanacak olmasıdır. Hem de Önder Apo’nun özgürlüğüne kilitlenmiş bir temelde büyük bir kitlesellikte karşılanıyor olmasıdır. Bu aynı zamanda sömürgeci zulme ve uluslar arası komploya da verilmiş güçlü bir cevap olmaktadır.
14 Temmuz büyük Ölüm Orucu 1982 yılında PKK’nin kurucu önder kadrolarından M. Hayri Durmuş, Kemal Pir ve PKK militanlığının en güzide temsili olan Akif Yılmaz ve Ali Çiçek tarafından başlatılmıştır. Bu tarihsel çıkış, başkaldırı ve isyanla Hayri ve Kemalce Türk sömürgeciliğine, onun faşist soykırımcı uygulamalarına ve vahşete dönüşen işkencesine “EDİ BESE” denilmiştir.
Bilindiği gibi askeri faşist cunta PKK önder kadro, militan, sempatizan ve taraftarları şahsında yeşermeye başlayan özgürlük umutlarını kırmak için dünyada eşine ender rastlanan bir vahşet uygulamışlardır. Yaşamın her anı bir işkenceye ve zulme dönüştürülmüştür. Kürdistan Halkı ve Özgürlük Hareketi karşısında Türk devletinin soykırımcı gerçekliğinin tüm çıplaklığıyla ortaya çıktığı bir tablo gözler önüne serilmiştir. Yapılan işkencelerin amacı PKK militanlarının, Önder Apo’yu, PKK’yi, Kürdistan ve Kürt halkını reddetmeye yöneltmeyi hedeflemekteydi. Yani varlıklarını, Kürtlüklerini ve onurlarını ayaklar altına alarak Türkleşmeyi seçerek Türk devletine teslim olmak dayatılıyordu.
Amed Zindanında böyle bir uygulama sürdürülürken, Kuzey Kürdistan tam bir sömürgeci zulüm altında inim inim inletiliyordu. Savaş son derece eşitsiz koşullara sahip iki güç arasında yaşanıyordu. Bir tarafta arkasına ABD ve Avrupa Emperyalizmini almış, tepeden tırnağa faşizme bürünmüş bir rejim, öte tarafta henüz Kürdistan’da özgürlük umutlarını yeşertmeye çalışan bir avuç esaret altına alınmış genç devrimci militan. Bir tarafta devrimci irade ve umudu kırmak üzere örgütlenmiş bir zindan öte yandan yalnız ve yalnız Kürdistan halkının özgürlüğüne, Kürt ve Türk halklarının eşit ve özgür yaşamasına, Önder APO’ya, PKK’ye ve Kürdistan’ın özgür geleceğine olan yüce bir bağlılık ve bükülmez bir irade.
En amansız koşullarda mezar yeri darlığındaki hücrelerde tam bir fedai ruhla başlatılan 14 Temmuz Büyük Ölüm Orucu bugün Kürdistan ve Kürt Ulusu adına tüm kazanımların temelini teşkil etmekte ve belirlemeye devam etmektedir. 14 Temmuz Büyük Ölüm Orucu Direnişi o en amansız koşullarda başlatılmış ve zulmün kalesinde düşmana diz çöktürülmüştür. Zafer kazanmanın ruhu ve zihniyetini ortaya koyarak bir direniş ve zafer manifestosunu ortaya koymuşlardır. Bununla Kürt Ulusunun varlığına ve özgürlüğüne yönelik tüm saldırılar karşısında aşılmaz bir onur barikatı örmüşlerdir. Bu nedenledir ki 14 Temmuz Kürdistan halkı için bir Ulusal Onur günüdür. Kürdün onuru sömürgecilerin kanlı potinleri altında hakaret ve küfürleri karşınında çiğnetilmemiş, Amed burçlarında zaferin nişanesi olarak bayraklaştırılmış ve bu bayrak halen ülkemizin yüceliklerinde dalgalanmaktadır.
Bu ruh artık halklaşmıştır. Kürdistan halkı 14 Temmuz Ölüm Orucu Eylemcilerinin kazandırdığı bilinç ve ruhla kendisini donatmış ve yapılandırmıştır.
Ve artık Kürdistan halkı onurlu bir halk olarak Kürdistan topraklarında 14 Temmuz ruhu ve bilinci ile kendi özgür geleceğini kurma kararlılığına ulaşmıştır. Kürdistan halkı, artık Türk sömürgeciliğinin ve sisteminin olmadığı bir Kürdistan düşünmeye ve inşa etmeye başlamıştır. Bununla birlikte özgür yaşamın yolunun Önder APO’nun özgürlüğünden geçtiğinin bilinci ile belkide onüç yıldan beri ilk kez bu kapsam, içerik ve kitlesellikte bir demokratik direniş ortaya koyacaktır. Kürdistan halkı Önder Apo’nun üzerinde uygulanan ağırlaştırılmış tecrit ve işkenceye karşı öfkelidir. Onun için de, Önder Apo’nun özgürlüğünden başka hiçbir şeyi ne tartışmak, ne duymak, ne de anlamak istiyor. Çünkü Kürdistan halkı öndersiz yaşamın ne demek olduğunu gayet bilmektedir. Türk sömürgecilerini korkutan halkımızın bu bilinç, örgütlülük ve kararlılığıdır. Yasak getirmeleri bundandır.
Fakat herkes bilirki, korkunun ecele faydası yoktur. Kürdistan halkı Önder APO üzerinde bir yıldan beri sürdürülen tecrit, yoğun siyasi baskı, katliam, diplomatik kuşatma ve askeri operasyonlara rağmen son yılların en örgütlü, yoğunluklu ve bütünlüklü çalışmasını büyük bir coşkuyla başlatmıştır. Önder APO’nun özgürlüğü, güvenliği ve sağlığı söz konusu olduğunda her şeyi bir kenara bırakıp serhıldana kalkacağı açığa çıkmıştır. Sekiz bine yakın tutuklama, tam bir psikolojik savaş eşliğinde yaratılmaya çalışılan esir alma korkusuna rağmen Kürdistan halkı siyasetçisi, sanatçısı, emekçisi, kadını ve gençliği yanında Özgürlük gerillası ile tamamen Önder APO’nun özgürlüğüne kenetlenmiştir. Halkımız artık, “Özgür Önderlik, Özgür Kürdistan” demektedir. Bunun için de her türlü sömürgeciliğe, zulme, hakarete,soykırıma “Edî Bese” demektedir.
14 Temmuz Ölüm Orucu eylemcilerinin yazdığı manifestonun özeti ve ana fikri şudur. Koşullar ne olursa olsun, haklılık, birlik, kararlılık, inanç ve iradenin yenemeyeceği hiçbir düşman yoktur. Mezar yeri kadar yerde kanıtlanan bu gerçeklik neden bugün Kürdistan şehir, kasaba ve köylerinde kanıtlanmasın? Nasıl ki Ulusal Diriliş günü olan Newroz‘da Amed halkı AKP hükümetinin Newroz Bayramını yasaklamasına rağmen tarihin en görkemli Newroz’unu Amed cadde ve sokaklarında sömürgeci polis sürülerine karşı dişe diş bir direniş ruhu ile çatışarak Newroz alanını doldurduysa, aynı ruh ve kararlılıkla ve Newroz’un güçlü tecrübesiyle tüm engelleri aşarak İstasyon alanına girebilecek güç ve kararlılıktadır.
14 Temmuz Ulusal Onur ve Direniş Günüdür.
14 Temmuz Demokratik Özerk Kürdistan’ın İlan Günüdür.
2012 yılının 14 Temmuz’u, yani direnişin 30. yıldönümünde de Önder APO’nun özgürlüğünün kesinleştirildiği bir gün olmalıdır.
Kemal’lerin, Hayri’lerin, Akif’lerin ve Ali’lerin direniş ruhu ile serhıldanlaşan Kürdistan halkının İmralı ve Kürdistan’daki sömürgeci sistemi parçalamasının önünde hiçbir güç ama hiçbir güç engel olamayacaktır. 14 Temmuz 1982 tarihsel çıkışı nasıl 12 Eylül askeri faşizmi için sonun başlangıcı olmuşsa, 2012 yılının 14 Temmuz günü de Fethullah ve AKP faşizmi için sonun başlangıcı olacaktır. Başta Amed halkı olmak üzere bütün Kürdistan halkı bunu başaracağını şimdiden ortaya koymuştur. Halkımız katılımının tarihsel olduğunun farkındadır.
Yine 13 Temmuz 2012 tarihinde soykırımcı, sömürgeci sistemin faşist başbakanı T.Erdoğan herhalde başta Van Belediye Başkanı olmak üzere diğer belediye başkanları ve Kürt siyasetçilerinin esaret altına alınmasını kutlamak ve bunu gerçekleştirenleri tebrik etmek için Van’a gelecektir. Onurlu ve yurtsever Van halkımız her zaman olduğu gibi Roboski katili T. Erdoğan’a en iyi karşılamayı hazırlayacaktır. 14 Temmuz Ulusal Onur günü yıldönümünde onuruna yaraşır bir serhıldanla topraklarında T. Erdoğan olmak üzere soykırımı sistemin hiçbir yöneticisini artık istemediğini ilan edecektir.
14 Temmuz Ölüm Orucunun kahraman eylemcileri gibi yani Hayrice, Kemalce, Akifçe ve Alice “ Edi Bese” diyelim. Sömürgeci Türk devletinin mitingimizi yasaklamasına, biz de onların ülkemizdeki varlıklarını ve hiçbir yasa ve kurallarını tanımayarak cevap verelim! Ve Türk sömürgecilerinin büyük suçlar işledikleri bu kutsal toprakları daha fazla kirletmelerine izin vermeyelim!
14 Temmuz Büyük Ölüm Orucu Eyleminin 30. Yıldönümüne verilecek doğru karşılık budur!
Herdem Serhıldan
- Ayrıntılar
Kışın AKP ve psikolojik savaş medyası öyle bir özel savaş yayını yaptı ki, onlara göre gerillanın bahara çıkmaması gerekiyordu.
Bahar gelip çatınca ve gerilla eylemliği artış gösterince, bu defa farklı bir özel ve psikolojik savaşı tırmandırdılar.
Çağımızın inkarı münkarı Fetul-Münafıkın fıraldakçı partisi AKP’ye bakın.
Bakın hele nasıl bir psikolojik savaş yürütüyorlar.
Bir tekerleme ezberlemişler habire habire ötüyorlar.
Neymiş, gerilla silah bırakacakmış.
Çağımızın inkarı münkarı CIA ile FBI’nın Şeyhül İslamı Fetul-Münafık fetvasını vermiş ya.
AKP öter de, liboşları, Türklüğe devşirdiği hani o kökü Kürt olanlar pardon Kürt kökenliler, pardon pardon üstü ve meyve ile sebzesi Türk olanlar var ya onlar da ötmez mi.
Öterler öyle öterler ki, Erdoxan bir öttüğünde onlar milyon kere öterler.
Öyle öterler ki, kargaların gak gak gak diye ötmesi onların yanında ne kalır ki.
Hele bakın şunlara, ne tür edebi ve romantik cümlerler klavyelerinden çıkıyor.
“Silahın çağı geçmişmiş, gerillaya gerek yokmuşmuş”.
“Zaten AKP, Kürt sorununu çözmüş, sorun olan tek şey kalmış, o da PKK ile HPG gerillaları imişmiş”.
“Kürdün her şeyi gereksizmiş ama T.C ‘nin çok çok önemli şeylere gereği varmış”.
Ee neye gerek varmış?!!!!!
“Kürdistan’ı işgalinde tutan milyonluk Türk ordusuna gerek varmış”.
O da yetmez.
“Paralı katiller sürüsü profesyonel ordu elzemmiş”.
Hem de en mobilinden.
“O da yetmezmiş, yüzbin kişilik özel tim ordusuna ihtiyaç varmış”.
“O da yetmezmiş, Fetullahçı istihbarat örgütü de bunlara eklenmeliymiş”.
“O da yetmezmiş, halkın hepsi Türk ajanı yapılmalıymış”.
“O da yetmezmiş, ABD’den silahlı predetörler alınmalıymış”.
“Heronlar ve varolan predetörler yeterli değilmiş”.
“Onlarca yeni helikopter ve uçakta alınmalıymış”.
“Bunlarda yetmezmiş, Kürdistan’daki her nehrin üzerinde onlarca baraj yaparak, Kürdistan’ı boşaltma kafi gelmiyor”.
“Her büyük dereye iki baraj, küçük dereye de bir baraj yapılmalıymış ki”.....
“Böylece bir kaç yıl sonra Kürtlükten eser kalmasın”.
Kürt diye bir halk kalmasın.
Böylece AKP tarafındanTürkleştirilmesi planlanan Kürt halkını, AKP, özgürleştirecekmiş.
Buna herkes inanabilir ama ve lakin gerillanın ayaklandırdığı Kürt halkı inanmaz.
PKK’nin soylu direnişinden birazcık ilham alan hiçbir Kürt, buna inanmaz.
Tek ve tek özgürlük alternatifinin Özgür Kürdistan Dağları olduğunu ilkin en iyi bilen PKK gerillalarıdır, ondan sonra Kürt halkıdır. Ve bunu çok iyi bildiğinden dolayıdır ki, AKP ve tırşıkçıları gerillayı anlamsızlaştırmaya çalışıyorlar.
Türk ordusununda, itinin mitinin de, AKPliler, CHPliler, MHPliler, Fetul-Münafıkçılar ile bil cümle Kürt düşmanlarının hepsinin de korkulu rüyasıdır HPG gerillaları.
Kürt halkının ise umudur, geleceğidir Özgürlük Savaşçıları.
Kürdistan’da tek gereksiz olan bir şey varsa Türk sömürgeciliğin her türlü kurumudur.
En başta her türlü silahlı unsurlarıdır, katil sürüleridir.
Daha HPG gerillaları yok ken bundan altı yüz, dört yüz yıl önce atalarımız bunu söylediler ve şimdi de aynısını biz söylüyoruz.
Sadece atalarımızdan ikisinin şu sözleri bile bize yeter.
15.yüzyılda Türk Akkoyunlu Devletinin Kürdistan’daki işgal, istila, soykırımı ve talan hareketlerine karşı direnen Hakkari Miri İzzeddin Beg şunları söyler.
“ Gurgil, Amediye, Bay ve Suy Kalesi bizim elimizde bulunduğu sürece, biz-Kürtler- , sizden hiç korkmuyoruz, sizin çadırlarınız ise Kürtlerin gözünde manda b…. başka bir şey değil”.
17.yüzyılda da Kürdistan, Anadolu, Trakya ve Ortadoğu’yu halklar mezarlığını çeviren Osmanlı İmparatorluğu’nun padişahına bir Kürt Önderi şöyle haykırır.
“Ben Osmanlı padişahı değilim, ben, bu toprakların sahibiyim.O, belki benden daha güçlü olabilir, ama ben daha asilim”
Atalarımızın dedeği gibi Kürdistan bizim kadim ülkemiz. Biz bu toprakların asıl sahipleriyiz.
Her dağımız, orta çağın kalelerinden de öte doğal olarak özgürlük kalesi olarak dururken, bu dağlara akın akın Kürt Gençleri gelmesini bilecektir.
Katolar böyle, Govende böyle, Gabar böyle, Gorse böyle, Bagok böyle, Şevdin böyle, Terdürek böyle, Helkıs böyle, Amanoslar ve Nurhaklar da böyle.
Nasıl ki, dünyanın her ülkesinde işgal orduları gayri meşru ise Kürdistan’da ki tüm düşman Türk silahlı unsurları ile onların işbirlikçileri de gayri meşrudur.
Tek meşru güç ise Kürdistan’ın Fedaileri, HPG gerillalarıdır.
Özgür Bilge
- Ayrıntılar
Kürtler 14 Temmuz’da yeni bir özgürlük yürüyüşü başlatıyor. Başta gençler ve kadınlar olmak üzere tüm halk 14 Temmuz’a hazırlanıyor. Hummalı bir çalışma ile hazırlığı yapılan yürüyüşün adı “Öcalan’a Özgürlük”! 14 Temmuz Kürt Halk Önderi’nin özgürlük sürecinin başlangıç tarihi olacağa benziyor. Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde yaşayan ve yurtsever olan tüm Kürtlerin bu işte sonderece kararlı oldukları görülüyor.
Gerçekten de 14 Temmuz böyle bir özgürlük günü olmayı fazlasıyla hak ediyor. Büyük Ölüm Orucu Direnişinin başlangıç günü olan 14 Temmuz, otuz yıldır Kürtler tarafından “Ulusal Onur Günü” olarak anılıyor. Büyük direnişin otuzuncu yıldönümünde Kürtler “Öcalan’a Özgürlük” şiarıyla ulusal onuru ve mücadeleyi zirveye çıkarıyor. Mehmet Hayri Durmuş’un, Kemal Pir’in, Akif Yılmaz’ın ve Ali Çiçek’in ruhları meydanlara iniyor.
Herkes çok iyi biliyor ki, PKK’nin otuz yıllık yenilmez direnişinin temelinde Diyarbakır zindan direnişi ve 14 Temmuz Ölüm Orucu eylemi bulunuyor. Bu öyle bir eylem ki, etkisi hiç azalmıyor, anısı taptaze ve etkisi her geçen gün artıyor. Kenan Evren örneğinde görüldüğü gibi büyüklüğünü düşmanına bile kabul ettirmeyi bilen bu eylemin etkisi her gün capcanlı bir biçimde yaşıyor. Otuz yıldır üzerinde yükselen fedai özgürlük mücadelesi ile Kürt halkı yeniden dirilmiş ve bir demokratik ulus haline gelmiş bulunuyor.
Hiç kuşkusuz böyle eşi bulunmaz bir eyleme yönelirken eylemciler ne yaptıklarının bilincindeydiler. “Ölüm orucuna başlıyorum, mezar taşıma borçlu yazılsın” derken M. Hayri Durmuş ne söylediğinin derin idrakı içindeydi. Doğru yer ve zamanda son sözü doğru söylemenin gururu ve huzuru içinde eyleme yürüdü. Onlar bugünü otuz yıl öncesinden görebilecek kadar öngörülü ve derin bilinç sahibi idiler.
Kabul etmek gerekir ki, insan soyunun yapabileceği en zor eylem açlık grevi ve ölüm orucudur. En zor fedai eyleminde bile bir anda ölünürken, bir ölüm orucunda belki de yüzbin kez ölünür. Baştan sona bir nefs, irade ve bilinç savaşıdır. Bunun içindirki bütün büyük ideolojiler ve dinler en güçlü eğitim ve bilinçlenme yeri olarak oruç tutmayı öngörmüşler. Mensuplarını oruç tutturarak, inzivaya çekerek terbiye etmişlerdir.
O nedenle, eğer çok derin bir bilinç, sağlam bir irade, yüksek bir inanç ve nefs hakimiyeti olmazsa açlık grevi ve ölüm orucu yapılamaz. Böyle bir eylemde sonuna kadar gidilemez. 14 Temmuz Büyük Ölüm Orucu Direnişinin sonucu gösteriyor ki, Hayri, Kemal, Akif ve Ali’de dile gelen PKK militanlığının bilinci, iradesi, inancı ve nefs hakimiyeti tamdır. Yeni Kürt insanı ve toplumu işte bu temelde şekillenmiştir.
14 Temmuz eylemcilerinin direniş ruhu ve bilinci otuz yıllık mücadele içinde yeni bir toplum yaratmıştır. Gün gelmiş bu ruh ve bilinç gerilla olmuş, gün gelmiş serhildana dönüşmüştür. Gün gelmiş gençliği etkilemiş, gün gelmiş kadını harekete geçirmiştir. Bir toplumun yediden yetmişe içinde yer aldığı tarihin en büyük özgürlük hareketini ortaya çıkartmıştır.
Ölüm orucu çizgisinde fedaileşen bu hareket ve halk, şimdi 14 Temmuz Büyük Ölüm Orucu Direnişinin otuzuncu yıldönümünde yeni bir özgürlük yürüyüşü başlatıyor. Daha doğrusu otuz yıl önce başlatılmış olan bu yürüyüşü yeni bir aşamaya taşıyor. “Öcalan’a Özgürlük” şiarıyla Önder Abdullah Öcalan’ın ve Kürdistan’ın özgürleştirilmesi adımını atıyor. Bu biçimde M. Hayri Durmuş’un, Kemal Pir’in, Akif Yılmaz’ın, Ali Çiçek’in çağrısına cevap vermek istiyor. Bu biçimde 14 Temmuz direnişçilerinin amaçlarını gerçekleştirmek istiyor.
1982 yılında Diyarbakır zindanında yapılandan otuz yıl sonra 2012 yılının 14 Temmuzunda da yeni bir onurlu özgürlük çıkışının yapılacağı anlaşılıyor. Otuz yıl önce bir avuç savaş esirinde dile gelen özgürlük bilinci ve iradesi, şimdi yüzbinleri kucaklar hale gelmiş bulunuyor. Nasılki otuz yıl önce Diyarbakır zindanındaki tutsaklar ölüm orucu direnişine koştularsa, onuru ve yaşamı bu direnişte gördülerse, şimdi de tüm Kürt halkı Kürdistan’ın dörtbir yanından Amed’e koşacağa, onuru ve özgür yaşamı Amed meydanında kazanmak isteyeceğe benziyor. Günlerdir Kürdistan’ın dörtbir yanında yürütülen hummalı çalışma bunu açıkça gösteriyor.
Çünkü Kürt halkının onuru ve özgürlüğü kazanmak için başka çaresi kalmadı. Bu halk otuz yıldır her yönteme ve çareye başvurdu. 1982 Temmuz ve Ağustos sıcağında yüzlerce evladını Diyarbakır cezaevinde dört duvar arasında ölüm orucuna yatırdı. 1984’ten itibaren en eşitsiz koşullarda özgürlük için direnmek üzere binlerce evladını dağlara gönderdi. 1990’dan beri tam yirmi iki yıldır yaşlı-genç ve kadın-erkek demeden tüm halk olarak meydanları dolduruyor. Yemeden içmeden, durup dinlenmeden özgürlük ve onur için yürüyor. Her türlü faşist baskı ve teröre göğüs geriyor. Binlerce şehit vererek onurlu ve özgür yaşama ulaşmaktan asla vazgeçmiyor.
Kürtlerin onur ve özgürlük için harcadıkları çaba bunlarla da sınırlı değil. Tam yirmi yıldır onurlu bir barış ve demokratik çözüm için çaba harcıyor. Bu yolda onlarca barış ve çözüm projesi sunmuş, her türlü zorluğa göğüs germiş bulunuyor. Ondört yıldır Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın İmralı işkence sistemi içinde tutulmasının ifade ettiği hakarete ve baskıya dayanıyor.
Bu konuda TC Hükümetlerinden gelen gideni aratıyor. En son AKP hükümeti, on yıldır iktidarda olmasına rağmen demagoji ve oyundan başka bir şey geliştirmiyor. Kürt Halk Önderi’nin, Özgülük Hareketinin ve halkın onurlu barış ve demokratik çözüm için harcadığı bütün çabalara daha inceltilmiş bir inkâr ve imha sistemiyle, daha tehlikeli bir kültürel soykırım rejimiyle karşılık veriyor.
Kürt halkı bütün bu olup bitenleri anlayabilecek ve tüm bunlara karşı mücadele edebilecek durumdadır. Artık Kürt halkının mevcut durumun devam etmesine sabrı kalmamıştır. Özgürlüksüz, statüsüz, Önderliksiz yaşamak istemiyor. Bu tutumunu 14 Temmuz günü Amed meydanında dost-düşman herkese gösterecek. Kürdistan’ın dörtbir yanından Amed’e akarak ve Amed özgürlük meydanını milyonluk kitleyle doldurarak “Öcalan’a Özgürlük ve Kürdistan’a Statü” talebini ortaya koyacak.
Şurası çok açık ki, 14 Temmuz günü Kürt halkının nabzı Amed meydanında atacak. Kürt halk iradesi “Öcalan’a Özgürlük” şiarıyla Amed meydanını dolduracak. 14 Temmuz 2012 günü Amed meydanını dolduracak olan Kürt halkı, otuz yıl önceki gibi yeni bir özgürlük yürüyüşü başlatacak!..
Bu temelde genç-ihtiyar, kadın-erkek tüm Kürt halkını Amed meydanına akarak tarihi onur ve özgürlük yürüyüşüne katılmaya çağırıyor, otuz yıl öncenin kahraman zindan direnişçilerini, Mazlum’ları, Dörtleri, Hayri’leri, Kemal’leri, Akif ve Ali’leri saygı ve minnetle anıyoruz! Ölümsüz anılarını otuzuncu yıldönümünde yeni bir özgürlük yürüyüşü başlatarak yaşatıyoruz!..
Selahattin ERDEM
YENİ ÖZGÜR POLİTİKA
- Ayrıntılar
Dönmek. İnsan nereye döner? Neye döner? Nedense bir şeylere, bir yerlere ağız dolusu küfür ederek ayrılanların sevmediği bir lafı kullanmak sinmiyor içime. Döndüm. İşin en çıplak söze dökülmüş hali bu olabilir diyordum. Dağa döndüm. Gören herkes ‘tekrar hoş geldin’ diyor. İçine tükürmek dışında bana çok az şey hissettiren uzak diyarlardan dağlara yaptığım yolculuk ne kadar sürdü? Mesafeleri hangi ölçüyle ifade edeceğime şaşırıyorum. Zamanı ölçülebilir zamanların hangi takviminde ölçüye vuracağımı bilemiyorum. Hem dönmek nedir? Dönmek ayrıldığın yere geri gelmektir. Mecburi ayrılıklar mutlu dönüşlere gebedir. Bazen dönmek yeniden doğmaktır. Tercih edilmiş gidişlerden geri dönmek ise acılara gebedir. Bunun için de tercih edilmiş ayrılıklardan dönmek çoğunlukla acılı bir ölümdür.
İnsan yaşadığı zamanı ve mekanı aklının ve yüreğinin hangi mekanizmasında anlama dönüştürür? Hayatı acılara boğulmuş bir toplumun evladı olmak güzellikleri rüya düzleminde algılamaya mahkum eder insanı. Bu bir algı yanılsamasıdır. Yine viran edilmiş toprakların çocuğu olmak her kötülüğü ve çirkinliği kabus olarak algılamaya zorlar insanı. Yitirilmiş güzellikler ve dayanılmaz acılar insan aklının anlam üretme mekanizmalarını param parça eder. Bu yüzden bu halkların algısı rüya-kâbus denkleminde çalışır. Güzel rüyadan uyanmak korkusu kâbustan uyanma sevinciyle at başı gider çoğu zaman. O yüzden hayatın hakikatlerini yitirmiş olmanın çaresizliğinde debelenip dururlar bu halklar. Kendi gitmelerimi ve dönmelerimi sevinç-özlem denkleminde tarttığımda uyanık kalamadığımı hissediyorum. Nerden geldim? Nereye gittim? Ne yaşadım? Şimdi neredeyim? Ne yapıyorum? Sorularına cevap ararken bütün zaman ve mekan ölçülerini neden bu kadar karıştırdığımı anlamaya çalışıyorum.
Döndüm. İnsan nereye döner? Elbette ayrıldığı yere. Peki ben ayrıldım mı? Ayrılmadığın bir yere nasıl dönersin? Ayrılmadıysam o hasret, o özlem, o yürek burkan, akıl donduran acıları bana yaşatan neydi? Bir kabus mu gördüm? Şimdi bir rüyada mıyım? Uyandım mı? Döndüm mü? Gözlerini açtığında etrafında güzellikler görüyorsan uyanmak güzeldir. Koparıldığın bir yere dönmek de güzeldir. Huzur verir insana. Döndüm lafını sevmiyorum. O yüzden uyandım diyorum kendi kendime. Hoş geldin diyenlere size de rojbaş diyesim geliyor. Oysa çoğunlukla onları benden önce uyanmış ve rojbaş zamanını geçmiş olarak buluyorum. Bunu hissetmiş olacaklar ki, en uzun yolculuk insanın kendine yaptığı yolculuktur. Uyanmak kendine dönmektir. En güzel dönüş kendi özüne dönüştür. En güzel uyanış kendine uyanmaktır. Bedenine ve yüreğine hoş geldin diyor gibiler.
Bir yıl oldu. Gittim mi? Döndüm mü? Yoksa kısa bir uykuda uzun bir rüya mı gördüm? Bir ağacın altında bir dağın tepesinde dünyaya tepeden bakarken aşağı düşme korkusunda içim geçerek bir kabus mu gördüm? Hangi analitik akıl bunun cevabını verebilir? Hangi bilim laboratuarı bu soruya cevaplar üretebilir? Avustralya’nın Alice Springs çölündeki Aborjin kardeşlerim soğuk gecelerin ateş başı sohbetlerinde bir cevap üretmişler. Buna ruhun bedenden ayrılıp gezmeye çıkması diyorlar. Uyanışa da ruhun bedene dönmesi diyorlar. O yüzden onlarda rojbaşın diğer anlamı da hoş geldin’dir. Ruhsuz beden çürür. Bedensiz ruh ise bilinmezliklerinde kaybolur. Ruh-beden bütünlüğü bilebildiğimiz yaşamın gerçek anlamıdır. Her ruh kendine bir beden arar. Uygun bedeni bulunca huzurlu yaşar. Uygunsuz bedenler içindeki ruhlar hep huzursuzdur. O yüzden kendine dönmek, ruhun kendine uygun bedene kavuşmasıdır aslında. Yitmekten korkan ruhun çürümekten korkan bedene kavuşması inanılmaz bir zevk verir insana. Sanırım Budist rahipler buna uyanış diyorlar. Uyanmak doğmaktır aslında bedenini yitirmiş ruhlar için.
Kendi halkımın ruhunu hissetmeye çalıştıkça soykırım kıskacında yitmekten korkan acılı bir ruh görüyorum hep. Kendi yurdunda sürgün olmak, kendi bedeninden sürülmek olsa gerek. Belki de bundan bir türlü uyanamamaktır her halkın korkusu. Korku ya sindirir insanı, ya da direnişe zorlar insanı. Kimi sinmiş, kimi direnen bir ruhla kavgada yaşayan halkımın rüyasını anlamaya çalışıyorum. Anlamak, görmek, hissetmek ruhsal algılarsa eğer, bu kadar anlamsız, kör ve duyarsız kılınmak istenmemizin nedenini bulmaya çalışıyorum. Sürgün yolculuklarımda yaşadığım yitme ve yitirilme korkusunun nedenini bu uyanışta daha iyi gördüm. Nerden sürülmüştüm? Ruhumdaki bu huzursuzluğun nedeni neydi? İnsanın ülkesinden kopması ruhunun bedeninden kopması gibidir. Ruhumu yanık bir tenin altındaki bu gövdede neden huzura kavuşturamadığımı, dağlıların bedensel ölümü neden bu kadar küçümsediklerini şimdi daha iyi anlıyorum galiba. Her insanın gerçek bedeni, bedenine uygun ruhu bulması aslında ruhun yurt edinmesidir. Bedensel ölüm eğer gerçek bedene gömülmeyle sonuçlanıyorsa ruh huzura kavuşacaktır.
Peki Kürt ruhunun bedenine en uygun gövde hangi yurttur? Ovalar sinmiş ruhların mekanı, şehirler yitik ruhların mekanına dönüşüyorsa gerçek beden hangisidir? Şimdi daha iyi anlıyorum. Kürt ruhunun bedeni kendi yurduysa, bu yurdun dağları direngen ruhların tek bedeni olabilir. Bu yüzden dağlar korkusuz, dağlar direngen, dağlar huzur veriyor insana. Sinmiş ruhların, korkak yüreklerin dağı öcü gibi görmesini anladıkça bir cam ekranın karşısında bile kendi yurdumun dağlarına özlem, hasret, sevinç ve huzurla bakan halkımı daha iyi anlıyorum. Dağa çıkmak bir ruh göçüdür aslında. Bedeninden kopmuş ruhların bir uyanışla bedenini fark etmesinin, yaşamı hissetmesinin sevinci ve huzuru.
Döndüm. Sevinçliyim. Huzurluyum. Bedenimde olduğumu hissetmek için yıldızlara bakıyorum her gece. Ve hiç sönmeyen Çobanyıldızı’na bakmanın neden bu kadar hüzne bulaşmış bir sevinç, ürkek bir huzur yarattığını daha iyi anlıyorum şimdi. Yıldızlarla arama bir şeyin girememesinin yüksekliği ve yakınlığı ruh-beden birlikteliğinde yaşamı hissettiriyor insana. Çünkü biliyorsun burada ölmek bile bir ruh yitimi değil, insanın kendi bedenine gömülüp huzur getirecektir.
Döndüm. Uyandım. Yıldızlara baktım. Huzurluyum. Yolculuk nasıl mı geçti? Kâbusta rüya gören biri gibiydim. Kâbus gibi bir yolculukta savrulan bedenim acılarda kıvranırken ruhum hep kendi gerçek bedenime kaçıyordu. Hani derler ya yediğin-içtiğin senin olsun, gördüklerini anlat. İnsan aklının kendini teselli mekanizması kabusları çabuk unutmak biçiminde çalışırmış. Ya da kâbusları başkalarına da anlatarak hafifletilebilir korku. Uzun bir kâbustu. Toprağa basamamak, yollarda yürüyememek, ışık kirliliğinde yıldızlarını yitirmek, izbelerde kendi aklından kaçma çabası, huzuru hasretlik sohbetlerde aramak. Ve en kötüsü kâbusta olduğunu bilmek ama uyanamamak. Kaçış olarak kendi kâbusunda çaresizce kendi rüyalarına sığınmak.
Gün doğumunu ilk karşılayan bir tepede son nöbetçinin rojbaşına uyanmak. Dönmek bu olsa gerek. Ya da doğmak. Dönmek, uyanmak ve doğmak. Hangisidir yaşama başlamak? Bilemiyorum. Uyku sersemiyim. Közde yanmış ekmeğin yanına koskoca bir lalik mercimek koyup dibini silmek kabus gördürüyor adama galiba. Son bir yıl ki halim kabus görmüş olma yorgunluğuyla yaşama yeniden uyanma huzuru ve sevincinde gidip geliyor. Her gece ayazda Çobanyıldızı’na bakıp titreyen bedenimle uyumadığımı kendi kendime ispatlamaya çalışıyorum. Ve her sabah kendi bedenime uyandığımı ispatlamak istercesine mağaranın tünelinden fırlıyorum güneşin doğuşunu izlemeye.
Döndüm. Ayaz gecelerde gökyüzünün berraklığı huzur veriyor ruhuma bedenim tir tir titrese de. Bulutların üzerinde bir ada gibi yüzen dağların arkasında doğan güneşin ilk ışıklarının vurduğu taşı okşarken sıcacık ellerim. Güneşin ulaşmadığı her şey haram. Yıldızları göremeyen her göz kör. Haramda yaşamak haramsa ve yaşamak görmek ise yaşıyorum. Helal, huzurlu, sıcacık.
Döndüm. Ne mi buldum? Çoğalmış kendimi. Bedenini bulmuş ruhumu. Ve hasret kaldığım huzurumu. Huzuruma döndüm. Hoş mu geldim? Evet! Rojbaş…
Jêhat Bêrtî
- Ayrıntılar
Bir Kürdistan şafağında daha bir ayın sonunu bir başka ayın eşiğine devrederken anlıyoruz ki ülkemizde bir tek haziran değil, bütün aylar şehit kokar Haziran,o ayların en nazenin olanından.Zira o, Zilan’dan iz alan, Zilan’ın sevgi yasasından doğan, bütün yaşamsal damarlarımıza fedailik çağrısı taşıyan ve Zilan karakteri çığlık olan…
Bir otuz haziranı daha karşılarken Zilan yoldaşın tanrıça görkeminde yarattığı tarihsel pencereden bakıyor, ateşin orta yerinde geçen 16 yıllık mirası kana kana içiyoruz. Kadın özünü tanımaktan aciz bütün yargıları yerle bir eden, bizi kadınca zamanlara taşıyandır Heval ZİLAN. 16 sene önce Munzur’un akışıyla gelen, Dersim’de Besé’nin öyküsünü destana taşıyan, Filistin’deki Sena Em Heydeli’den pay alan bir kahramandan bahsediyoruz. Sadece kendi ülkesine değil, bütün Ortadoğu’daki hakikat algısını dillendiren o güzel kadından, halkların çiçeği olan o insandan bahsediyoruz.
Bu anlamda heval Zilan, bütün zaman ve mekanları aşan, yaşadığı anla tarih olandır. Hiç eskimeyen, silinmeyen, istense de unutulamayan, bir ilk’e imza atan ve hep öyle kalandır. Herkesin derin uykularda olduğu zamanlarda, düşleri gerçeğe taşırmayı bilendir. Ülkesinin çocuklarına bir masal olmayı başarandır. Kadınlık dünyasındaki kâbuslardan uyandırıp özgürlük hayalleri peşinde koşturandır. Bu sebeple eskimeyen, bugünümüzün en diri, en canlı çağrısıdır. Bu tanrıça zılgıtı olan fedai, bütün tanrıların sahte tarihine baş kaldırandır. O sadece bir eylem kahramanı değil, komploya karşı kalkandır. Önderliğe gerçek yoldaş olandır. Duyargalarını yitirmiş bu çağın orta yerinde kadın ruhsallığıdır. Ülkemizin ve bütün insanlığın hakikat avcısı olan Önderliğimize hiçbir kötülüğün yaklaşmasına izin vermeyen ve hepimizin içindeki rüyayı temsil edendir. O, hepimiz için Önderliğe dokunabilendir. Damıtılmış güzellikten sadakatiyle önderliğin yüreğine damlayabilendir.
Bugün yüzümüzü döndüğümüz Kabe olan şehitlerimizi anarken, bütün mevsimleri onların gözünde görüyoruz. Her aya nakşettikleri simalarında geleceği görüyoruz. Şubat’ta baştan ayağa Viyan oluyoruz. Mart’ta Zekiye’den selam alıp Sema’larda yüceliyoruz. Mayısın ılıman yüzünde Haki ile başlayıp bir şehit ırmağına dönüşüyoruz. Zilan’la haziranlaşıyor, hasat vakitlerinin eylül ve ekiminde Ruken ve Çiçek oluyoruz ülkemize. Uçurumların uğultusunda Beritan, Sivas sınırlarında Bermal oluyoruz. Ve biliyoruz ki, bu coğrafyada özgürlüğün kanatlarına dokunabilmek için her saati, her günü, her ayı, her yılı destanlaştırmadan, Zilan rengiyle aynadan bakmadan gerçek yüzümüzü göremeyeceğiz. Bu anlamda belki de bugün anı anına bu ruhu yaşamak, halkımızı ve Önderliğimizi korumanın yegâne yoludur. Çünkü şehitlerimiz ve bir inanca dönüşen Zilan yoldaşımız sadece geçmişimiz değil, bugün ve geleceğimizdir. Kişiliğinde fırtınalar estiren Zilan arkadaşın fedai ruhu bugün her zamankinden daha fazla kulağımızda çağrı, yüreğimizde özgürlük inancı, dilimizde Haziran türküsü, gözümüzde halkımıza bahşedeceğimiz aydınlık geleceği ifade etmek durumundadır. Biz ancak böyle ulusumuzun alın akı olabiliriz.
Devrimci halk savaşı gerçekliğimizin tarihsel akışına baktığımızda görüyoruz ki, devrimin yıldızı gibi, halkın gözbebeği gibi ve savaşın en can alıcı noktasında erdemli savaş kahramanı yoldaşlar tanıdık. Bu yoldaşların kahramanlık sırrı, çizilen sınırların dışına çıkmayı başaran bir hissiyata sahip olmalarıydı. Heval Zilan da böylesi tarihsel bir sürecin onur abidesi kahramanlarımızdandır. Biz ne kahramanlarımıza ne de kahramanlarımızın eylemlerine geçmişte kalan destanlar gibi ve masal kahramanları gibi yaklaşamayız. Onlar, gönül gözüyle hissediş deryalarından geçtiler. Önderliğin zeki, akıllı, duygulu ve dürüst yoldaşları olmayı başarabildiler. Bu anlamda bizler onlardan uzak değiliz, olmamalıyız, olamayız. Başta heval Zilan ve bütün kahramanlarımız devrimin yaratımı halkımızın özünden damıtılmış, özgürlüğü ifade eden özümüze en yakın bir hakikattirler. Tarihe uzaklıklar penceresinden değil an’ın tarihle buluştuğu var oluş öykülerinde onlar yanı başımızda olmalı; uzağımızda değil yakınımızda olmalı. Tarihimizi unutturmayan günümüz olmalı.
İşte bu nedenle bugün en çok onların gözleri bizim aynamız, yürekleri pusulamız olmalı. Zira heval Zilan’ın kendini doğurduğu koşullar günümüze çok benzemektedir. Çünkü hala komplo bütün katmerliğiyle sürmekte, halkımız her gününü soykırım cenderesinde geçirmekte, Önderliğimiz amansız esaret koşullarında tutulmakta, kadınlar ve halklar beş bin yıllık erkek egemenlikli zihniyetin katliamlarından geçmektedir. Bu anlamda her zamankinden daha fazla bugün Zilan yoldaşın ruhu önümüzü aydınlatan ışık olmaktadır.
Devrimci halk savaşımızın geldiği aşama heval Zilan’ın aklıyla gerillacılık taktiklerine, stratejik esaslarına fedailiğin zafer yaratan ruhuyla yaklaşmamızı buyurmaktadır. Yeni başarılarımızın Zilanca izler taşıması kaçınılmazlarımızdandır. Belki de bugün değerlerimize karşı duyarlı olmanın zirvesinde seyretmemiz her zamankinden daha fazla güncel olmalıdır. Bu, heval Zilan’dan bize bir çağrı ve heval Zilan’ın en temel özelliklerindendir. Devrimci halk savaşının zaferi Zilanca yaşamın ilkelerinde gizlidir. Her eylemimizde onun bilinciyle ve özgürleşme arzusuyla nefes almayı bilmeliyiz ki, özgürlüğü en çok hak eden ulusumuza onurlu ömürler bahşetmesini bilelim.
Tarihin ve an’ın çağrısı bize gösteriyor ki,yüzünü Zilan gerçeğine dönen normal yaşayamaz. Sıradan sınırlarda seyredemez hakikatin yakıcı gerçekliğini. Zilan’ın ellerine dokunabilen insanın yüreği Ateşgah olur. Zagroslarda, Toroslarda zalimi yakan kıvılcım olur. Onun yoldaşlığından pay alan Önderliğin etrafındaki ateşten çemberin bir halkası olur. Bütün gerilla kokan zamanlarda nefes nefese halkına umut vadeden olur.
Görüyoruz ki hepimizin yüreğindeki kahramanlık öyküsü Zilan’da somutlaşıyor. Geçmişimizi onurlandıran, geleceğimize onurdan bir baş tacı sunan aynı kahraman oluyor. Bize çocukluğumuzun hayallerini hatırlatan, kadınlığımızı kutsallaştıran, insanlığı gururlandıran, devrimciliğimize yüce anlamlar katan, savaşçılığımızın bütün erdemlerinde özgürlüğü bize yakın kılan aynı kahraman. Öykümüzde yürek ve beynimize damlayan ZİLAN…
Sana bağlılığımızı ifade edecek tek anlam senin yüreğinle özgürlüğe vereceğimiz o selam.
Leyla SORXWİN
- Ayrıntılar
Dün akşamüstü TC televizyonlarında haberleri izlerken Türkiye cumhuriyet tarihinin en sosyopat olan kişisi ekrana çıkıyor. Namı diyar İ. N. Şahin. Tekirdağ’da sözde hemşerileriyle buluşmuş, hemşeri ayaklarını takınacak. Her nedense söz dönüp dolaşıp bize geliyor. Yani gerillalara. Uyku kaçması dedikleri durum herhalde bu oluyor. Yat kalk bizi konuşuyorlar. Yani gerillaları.
Hatırlayanlar, izleyenler ve dinleyenler bilir Türkiye’nin sözde büyükleri bugün nereye giderlerse gitsinler, ne yaparlarsa yapsınlar, nereye uçarlarsa uçsunlar karşılarına bizler yani gerillalar dikiliyor. Öyle ki tüm rüyalarına gerillalar giriyor.
Gerilla ise onların uyku kaçıranıdır, gerilla onların can sıkıntısı. Ve birde onların canını alacak Azrail…
İşte Türkiye cumhuriyet tarihinin en büyük sosyopatı yani a sosyal tipi olan bu az kaslın E.T. diyecektik ama o dünya dışı yarattığa hakaret etmemek için İ. N.’si “bunlar her yerde eylem yapabilirler, her yere gelebilirler, her yere gidebilirler” mealinde sözlerle sözde bizim ne kadar tehlikeli olduğumuzu söylemeye çalışıyor. Doğrusu iyi de söylüyor.
Biz her yerdeyiz ve hiçbir yerdeyiz. Bunu bileceksiniz. Biz sizin o en rahat uykularınızın uyku kaçıranlarıyız. Sizin tatillerinizin baş ağrıtanıyız. Yolda yürürken ayağınıza çelme takanıyız. Uçakla uçarken bomba bırakanıyız. Arabayla giderken tuzak döşeyeniyiz. Gezmeye çıkarken yol keseniyiz.
Evet, bizler sizin derin uykularınızın ve de o kendinizde çok emin ve gizemli rüyalarınızın dağıtıcılarıyız. Ve biz var oldukça ne size uyku olacak, ne rüya göreceksiniz, ne gezi yapacaksınız, ne rahat dolaşacaksınız, ne istediğiniz yere gideceksiniz, ne de kafanızın estiği gibi konuşacaksınız.
Biz var oldukça siz bir bizi konuşacaksınız. Size başka bir şey tattırmayacağız. Bizle yatıp bizle kalkacaksınız. Hani diyorlar ya nerenin Sendromu diye, artık sizin için de bir Sendrom oluşmuştur. Bunun adı Gerilla Sendromu’dur. Ve bu sendrom öyle sandığınız gibi erkenden iyileştirilemez. Tedavisi neredeyse mümkün değildir. Geçmez. Adamı ters köşeye yatırarak sonunda Bakırköy’e yollar.
Bu durumu bilen İ. D. İsmindeki uzaylı gerillaya “mağara yaşamını, taş devri” yaşamını bırakın diyerek sesleniyor.
İ. D. İsmindeki kişi siz merak etmeyin. Biz değil ki sadece mağaralarda hatta sizin deyiminizle taş devrinde yaşarız. Halkımız için gerekirse Buz Devrinde de yaşarız. Yeter ki halkımız özgürlüğüne kavuşsun. Yeter ki halkımız sizin sömürge boyunduruğunuzda kurtulsun. Yeter ki halkımız gelecek aydın yarınlarda mutlu yaşasın. Yeter ki halkımızın da bu dünya da yaşayacağı özgür bir toprak parçası olsun.
Evet, yeter ki halkımız sizin faşizan zulmünüzde kurtulsun ve varsın bizler yani bu halkın gerillaları Buz Devri şartlarında yaşayalım.
Ama şuna emin olun ki; bizler Buz Devri şartlarında yaşasakta Gerilla Sendromu hepinizi Bakırköylük yapacaktır. Gerilla size rahat uyku tattırmayacaktır. Rüya görmenizi engelleyecektir.
Boşuna zamanında bir şair:
“Biz çoktan erittik Yüreklerimizin çelik potasında” ki o sizin dile getirdiğiniz yaşamı. Biz çoktan baş koyduk halkımızın -bedeli ölümde olsa- haklı davasına.
K. Nurhak
- Ayrıntılar
Kürt halk önderliğiyle yaklaşık bir yıldır TC devleti görüşmelere izin vermiyor. Dünyada eşine az rastlanır ağır bir tecridi uyguluyor. Hiçbir hukuk kuralı dikkate alınmadan bu insanlık dışı uygulama ısrarla Kürt halkının psikolojisine ipotek koymak için uygulanıyor.
Bu kadar faşizan bir uygulamayı dediğimiz gibi dünyanın başka ülkelerinde görmek zordur. Ya da çok istisnaidir. Böylesine anti insani bir uygulamayı Guantanamo gibi esir kampı olarak kullanılan kampta ancak görebilirsiniz. Ancak bir farkla; oradakiler bunu açıkça yaparlar. Gizlemezler. Örtmezler.
Ne var ki bir halkın önderliğine dünyanın dediğimiz gibi en aşağılık uygulamasını faşist TC devleti hem uyguluyor hem de halkımızın karşısına çıkararak “Kürtlerin ve de PKK’nin buna yol açtığına” utanmadan söylüyorlar. Hitler’in ruh ikizi olan Erdoğan’ın baş danışmanlarından olan Yalçın Akdoğan ismindeki kişi aylar önce “PKK Öcalan’ı dışarı çıkarmak istemiyor” diye kaç tane makale yazdığını herkes biliyor. Bu teoriye göre Kürt halk önderliğini tutsak eden, görüşmelerinin önünü engelleyen PKK’dir.
Evet, dünyanın başka yerlerinde hukuku ayakaltına alan yaklaşımlar yaşanabiliyor. Hukuk çiğnenebiliyor. Ancak bu pişkinler bu kez ekranların karşısına ve de basına çıkarak “kendileri istiyorlar” demiyorlar. “kendileri görüşmek istemiyorlar” demiyorlar.
Ahlaksızlığın sınır tanımadığı, dibe vurduğu böylesine bir nokta da alçaklığı sınırsızlığa çıkaran başkaları da vardır.
Sözde Kürt hem de Kürt aydını geçinen böyleleri en son olarak aynen Yalçın Akdoğan’ının söylediklerini yeniden pişirerek:
“PKK’nin izlediği strateji, Öcalan’ı ebediyen İmralı’da tutma stratejisidir ve Öcalan’ın bunu anlamamış olması mümkün değildir.
Görünürde çok istiyor olmalarına rağmen, Öcalan’a ev hapsini; ne, arkasında durmayan, onu zor durumda bırakan, adeta “bundan da kurtulduk” kıvamında söylemleriyle tercihlerini, Kürt hareketindeki statükocu anlayıştan yana koyan başta Ahmet Türk olmak üzere, Leyla Zana’nın partili arkadaşları, ne de önderlik diye diye önderliği son üç beş yıl içinde etkisiz hale getiren PKK liderleri istiyorlar” diyerek saldırıya geçiyorlar.
Bu sözleri sarf eden sözde bir Kürt. Ve birde sözde aydın geçiniyor, hem de Kürt aydını. Ve sözde bir Kürdistanlı. Ama biz Kürtlerin artık tarihi bir bilinci var. Bir tarihi şuuru var. Yani artık yeni Kürtler olarak balık hafızalı değiliz. 15 saniye önce olmuş olayları unutmuyoruz.
Hatırlayanlar bilir. Önderliğimize en aşağılık ve alçakça tecridi uygulayanlar ve bu tecridin uygulanmasında baş danışmanlık ve akıl bentlik yapan kişilerin başında Yalçın Akdoğan geldiğini yukarıda yazdık.
Tesadüf ya Akepe’nin baş danışmanın söylediklerinin bir Kürt hem de sözde aydın olan böyle bir Kürt allayıp pullayıp aylar sonra yine önümüze koyuyor.
Alçaklığın sınırları olurda bu kadar pervasızı olmaz. Bu kadar aşağılığı olmaz. Bu kadar ahlaksızlığı olmaz.
Ama şunu açıkça söyleyelim: “Sadece ve sadece böylesine sınır tanımayan bir alçaklığa yol vermemek için bile olsa bizler ayakta kalmaya devam edeceğiz. Bizler halkımızın özgürlük değerleri için ayakta kalarak direnişimizi kesintisiz sürdüreceğiz.
Şunu da söyleyelim: PKK var oldukça hiçbir alçaklığa Kürdistan’da geçit verilmeyecektir.
Kürdistan’da yaşanan ezilen tüm direnişlerin ardından ihanet, alçaklık, hainlik cirit atmıştır. Direnenlerle alay edilmiş ve ihanet edenler, işbirlikçilik yapanlar ödüllendirilmişlerdir.
Ancak bu kez tarihin seyri böyle izlemeyecektir. Bu kez dediğimiz gibi sadece ve sadece bu ihaneti, bu işbirlikçiliğe izin vermemek için bile olsa sonuna kadar direneceğiz. Ve tarihin sayfalarına sizin bu ihanetinizi ve de halk düşmanlığınızı ihanet ve işbirlikçilik diye geçirip bu halkın şuuruna ve bilincine böyle geçeceksiniz.
Şıho Dirlik
- Ayrıntılar
Boşboğazlık almış başını gidiyor. Herkes bir şeyler söylüyor. Herkes yeniden stratejist, herkes yeniden ultra siyasetçi ve ultra asker kesildi. Ne söylediğini bilmemeye, ağzına geleni söylemeye toplumumuz boşboğazlık diye tanımlıyor.
Evet, boşboğazlık almış başını gidiyor dedik. Başını da Türkiye’nin sözde büyükleri çekiyor. “aklı başına alsınlar”, “teslim olsunlar”, “silah bıraksınlar”, “bu yolun sonu yoktur”, “kandil’i alırız”, “bitiririz”, “3,5 teröristler” gibi gerçekten de temeli olmayan, boş, kof, iş olsun dostlar pazarda görsün söylemleri. Ve birde dediğimiz gibi ağza ne geliyorsa, o an duygular neyi yaşıyorsa, niyetler neyi arzuluyorsa onlar frensiz bir şekilde dile getiriliyor.
Hâlbuki yüz yıllar önce Hz. Ali boşuna: “söz içinizdeyken sizin köleniz, ağzınızdan çıkmış ise siz onun kölesi olursunuz” sözünü boşuna söylememiştir. Yine başka benzer bir söz de Hz Ali’ye atfen: “keşke boynum Zürafa’nın ki kadar uzun olsaydı da ağzımdan çıkan sözleri çıkana kadar terbiye edebilseydim” diye.
Ne var ki Türkiye büyükleri bu sözlerden bir türlü nasibini almamışlardır. Ağızlarında çıkacak sözlerin köleleri olacaklarını halen idrak etmemişlerdir. Halbuki söylediklerine sadık kalmaya kalmaya devasa bir toplumu inançsız ve hastalıklı kılmışlardır. Hamaset sözlerle bir toplumun kişilik yapısını bozdurlar. Ve birde belki de en kutsal olan politika sanatını “yalancıların işidir” dedirtir hale getirerek toplumu boşa düşürdüler.
Örneğin bir Arınç var. Bir şu sözlerine bakıp gülmemek elden değildir:
"Bu dinamik kıtanın, bu gayretli, çalışkan insanların geçmiş yakın tarihte yaşadıkları acılı, sıkıntılı günleri bildiğimiz için böyleyiz. Çünkü Türk milleti olarak biz sömürgeciliğe karşıyız. Tarihimizin hiçbir döneminde sömürgeci olmadık”. Bizde inandık. Kürdistan’ı işgal edeceksiniz, dillerini vahşi bir dil olarak tanımlayacaksınız, tanrının onlara bahşettiği dilden konuşmayı yasaklayacaksınız, tüm yeraltı ve yer üstü zenginlerine el koyacaksınız, bir halkın kültürel mirasını askeri strateji ve politik çıkarlarınız için tasfiye ederek sular altında bırakacaksınız ve sonrada dönüp sömürgeci değiliz diyeceksiniz. Bu kadar boşboğazlık dünyanın hiçbir yerinde görülmez. Sömürgecisin. Hem de dünyada eşine ender görülen bir sömürgecilik uyguluyorsun. Sonra da bak “Tarihimizin hiçbir döneminde sömürgeci olmadık” diyerek ekranların içine gözünü dikerek konuşacaksın.
Başka bir Türkiye büyüğü unvanı ise cumhur reistir: Cumhurbaşkanı Gül, " Bölgedeki bütün vatandaşlarımın, “Kürt vatandaşlarımın, hepsi terörle, teröristlerle aralarına çok kesin mesafe koymaları gerekir” diyerek bir halka maruz gördüğünüz teröristliği başkasına yıkacaksınız.
Hızını alamayanlarda var, “asla bir Kürt devleti buralarda kurumayacaksınız” diyerek yeniden yeniden Kürtleri küçümseyen sözleri boş boş kullanmaktan kendini alıkoyamıyorlar. Hani: “Ne renklerinden ne inançlarından ne de kıyafetlerinden dolayı bir insanın bir diğerinden daha üstün” değildi.
Birde Kandil’i, Zap’ı, Behdinan’ı fethedenler vardır. Siz önce Türkiye’nizin içine hakim olun. Siz önce Amanoslara ve Karadenizlere ve de yerler bir olmuş karakollarınıza hakim olun. Ondan sonra biraz konuşabiliriz. .
Halbuki bu kadar sorun ve yamukluk varken böyle boş boş konuşmak tek kelimeyle gevezeliktir derler. Yeniden
Kişi dili altında saklıdır. Konuşturunuz, kıymetinden neler kaybettiğini anlarsınız” demiş.Beyler konuştukça batıyorsunuz, konuştukça kıymetinizin kalmadığını anlamıyor musunuz? . Hâlbuki: “Bir gerçeği savunurken, önce ona kendimiz inanmalıyız, sonra da başkalarını inandırmaya çalışmalıyız” demiş büyükler. Söylediklerinize inanmıyorsanız bari başkalarını inandırmak için boşboğazlık etmeyin, boş boş konuşmayın.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Rüzgâr eken fırtına biçermiş. AKP 12 Haziran 2011 genel seçimleri ardından ektiklerinin sonuçlarını biçiyor. Aldığı yüzde ellilik oy oranına bakarak kendini kaybeden ve Saddamlaşan duruşun yarattığı kefareti ödüyor. Demokratik siyaseti hakir görüp teslim almak isteyen, seçilmiş milletvekilleri zindanda tutan, siyasi soykırım operasyonlarını sürdüren, Kürtler üzerindeki faşist polis terörünü daha da azgınlaştıran, İmralı ve Oslo görüşmelerinin sonuçlarını elinin tersiyle iterek Kürtlere topyekûn soykırım savaşını dayatan tutumun yarattığı sonuçları biçiyor.
Böyle olduğu için Başbakan Tayyip Erdoğan Oramar savaşı ardından ciddi bir açıklama bile yapamıyor. Suçluluk psikolojisi tümüyle yüzüne yansıyor. Bu nedenle konuşurken başını kaldırıp kameralara bile bakamıyor. Çünkü mevcut yaşananların sorumlusunun ve suçlusunun kendisi olduğunu çok iyi biliyor.
Fakat Başbakan Tayyip Erdoğan’ın suçlu olduğunu bilip bir suçlu gibi konuşmasına ve davranmasına rağmen, kraldan daha kralcı bazı yağdanlıklar Tayyip Erdoğan’ı aklama ve PKK’yi suçlama gayretlerini her zamanki gibi gösteriyorlar. Bu konuda bazıları o kadar ileri gidiyor ki, söyledikleri sözleri AKP sözcüleri düzeltmek zorunda kalıyorlar. Sanki otuz yıldır süren kesintisiz bir çatışma ve savaş durumu yok da, daha yeni bir silahlı çatışma oluyormuş gibi bir hava veriyorlar. Sanki PKK ateşkes ilan etmiş, barış olmuş, anlaşma sağlanmış da, sonrasında sözünde durmayıp anlaşmayı bozmuş gibi bir ortam yaratıyorlar.
Barış havariliği başını almış gidiyor. Akan kanın durmasından, PKK’nin derhal ve koşulsuz silah bırakmasından, genç ölümlerin sona ermesinden bol bol söz ediliyor. Tabi bu arada yaşadığı çaresizlik ve çözümsüzlük sonucu “PKK başını alsın, nereye gidiyorsa gitsin” diyen de var. Yaşanan olayları derinliğine ve çok yönlü anlamaya çalışarak Kürt sorununun çözümü üzerinde büyük bir ciddiyetle düşünen ve tartışan da.
Elbette konuya ciddiyet içinde yaklaşıp Kürt sorununun çözümü için çare arayanlara diyecek bir şeyimiz yok. Bizim gönlümüz ve çabamız onlarla birlikte. Fakat ciddi ve tutarlı olmayanlara elbette sözümüz var. Her şeyden önce belirtelim ki, herkes ciddi olmak durumunda. Başta Kürt sorunu olmak üzere toplumsal sorunlar ciddiyet ister. Böylesi sorunlara laubali tarzda yaklaşılamaz.
Bu konuda söz söyleyen öyleleri var ki, ‘barıştan’ söz etmeleri, ‘akan kan dursun’ demeleri adeta timsahın gözyaşına benziyor. Bir Kürt, bir PKK’li vurulunca adeta görmez, duymaz oluyor. Ama bir Türk, bir asker vurulursa kızıl kıyameti gösteriyor. Peki kim inanır bu çifte standarda? Türk ve asker olanınki can ve ölüm de, Kürt ve gerilla olanınki can ve ölüm değil mi? Bir PKK’li vurulunca ağzı kulaklarına varanların, bir asker vurulduğunda barıştan ve kan akmamasından söz etmeleri inandırıcı olabilir mi?
Böylelerine şu soruları sormak gerekiyor: Kürt halkının Önder olarak sahiplendiği Abdullah Öcalan ile üçyüzotuzbeş gündür hiçbir görüşme yaptırılmazken, Kürt halkının onuru ve gururu kırılırken neredeydiniz? Kürt gençleri ve kadınları üzerinde polis terörü uygulanırken, Kürt çocukları zindanlara doldurulup tecavüz edilirken, Kürt kızları yatılı bölge okullarına alınıp fuhuşa zorlanırken, Kürt dili ve kimliği yasaklanırken neredeydiniz? Onbine yakın Kürt aydını, siyasetçisi, seçilmiş milletvekili ve belediye başkanı tutuklanıp zindanlara doldurulurken ve anadilleri Kürtçe ile kendilerini mahkemede savunma hakkı bile verilmezken neredeydiniz? Hatip Dicle’nin milletvekilliği düşürülürken, Bekir Kaya şahsında Van halkının seçilmiş iradesi zindana konurken neredeydiniz? Kimyasal Necdet’in savaş uçakları Roboski’de otuzdört Kürdü katlederken neredeydiniz? Urfa zindanında insanlar alevler içinde cayır cayır yakılırken neredeydiniz? Geçen bir yıllık süre içinde AKP polisi ve ordusunun saldırıları altında üçyüz civarında Kürt katledilirken neredeydiniz? Aralık 2011- Mart 2012 arasında Cudi’de yapılan operasyonlar sonucunda üslenme halindeki yirmibeş gerilla katledilirken neredeydiniz? Ağır kış koşulları altında ve kar içinde üslenme halindeki onbeş kadın gerilla alçakça katledilirken neredeydiniz? Bestler’de, Erzurum’da, Dersim’de kar altında kırktan fazla kadın-erkek gerilla katledilirken neredeydiniz?
Bu tablo çok daha fazla uzatılabilir. Belliki Kürt gerillaların direniş eylemleri gerçekleştirmeleri için haddinden fazla gerekçeleri vardır. Saldıranın ve katledenin AKP olduğu, Kürtlerin ve PKK’nin bu saldırılara karşı kendini savunabilmek için direndiği gözler önündedir. Bazılarının bu gerçeği görmemeleri ya da görmezden gelmeleri, sadece çatışmanın ve ölümün Oramar’da yaşandığını öne sürmeleri anlaşılır değildir. Bu durum böylelerinin ne kadar gözü kara katliamcı ya da katliam yardakçısı olduğunu gösterir.
Böyle faşizm yardakçıları yanında bir de gerçeği saptıranlar var. Böyleleri ellerindeki medya gücüne dayanarak kendi hayallerine göre sanal bir PKK yaratıyorlar, kendi uydurma PKK’leri hakiki PKK gerçeğine çarpınca kıyameti koparıyorlar: Kalleşler, hainler, biri diğerini dinlemiyor, verdikleri sözü tutmuyorlar, vs. vs!.. Özellikle son olayda KCK Yürütme Konseyi Başkanlığı’nın “Verdiği sözü tutmadığını” belirtiyorlar. KCK Yürütme Konseyi Başkanı Murat Karayılan adına hangi sözün verildiğini de kendileri belirliyorlar. Halbuki KCK’nin, belirttikleri gibi bir sözü yok. Sözkonusu “Görüşme, ateşkes, silah bırakma” tartışmaları üzerine KCK Yürütme Konseyi Başkanlığı “Biz bu tartışmaların içinde değiliz, bunların gerçekle bir ilişkisi yok” biçiminde net açıklama yapmış olmasına rağmen, bu resmi açıklamalar tümüyle görmezlikten geliniyor. Yalan, iftira ve psikolojik savaş olur da bu kadarı gerçekten hiçbir yerde görülmemiştir.
Çatışmalar yoğunlaştığında öne çıkan bir tartışma da “Silah bırakma” olmaktadır. Bir yerde küçük bir gerilla eylemi olsa bazı çevreler hemen “PKK ne zaman silah bırakacak? Hemen silah bırakması lazım” gibi tartışmaları gündeme getiriyorlar. Hatta bazıları ise o kadar ileri gidiyor ki, PKK’nin silah bırakacağı yeri, zamanı, biçimi tartışmaya başlıyor. Tabi böylelerinin silahla ve elinde silah olanlarla hiçbir ilişkileri yok. Ama öyle bir havada tartışıyorlar ki, sanırsın PKK silah bırakmak istiyor, onlara başvuruda bulunmuş, onlar da yer ve zaman belirliyorlar! Halbuki böyle bir şeyin aslı astarı yok. Yani kendi kendine gelin-güvey olma durumu yaşanıyor.
Nedense bu konuları hiç kimse elinde silah olanlara sormuyor. Onların ne düşündüğü hiç dikkate alınmıyor. Dağda silahlı olanların “Silah bırakma” biçiminde bir gündemlerinin olup olmadığına hiç bakılmıyor. Adeta dağdaki silahlı olanlar adına, onlarla hiç ilişkisi olmayanlar düşünce ve karar üretiyor. Bu konuda o kadar ileri gidilip adeta kendilerini de inandırıyorlar ki, sanırsınız PKK adına konuşuyorlar! Bu biçimde toplumun bilinci çarpıtılmaya çalışılıyor.
Halbuki bu konular konuşulacaksa, öncelikle muhataplarının görüşlerine başvurmak gerekir. PKK’ye söz hakkı tanımak gerekir. Oysa böyle yapılmıyor. Ortaya bir sürü “PKK sözcüsü”, PKK adına konuşan çıkmış! PKK’nin silah bırakıp bırakmayacağına bakılmadan, “PKK görüşü” diye bir sürü saçma sapan söz ileri sürülüyor. PKK’yi silahsızlandırmak isteyenler, sanki buna PKK karar vermiş gibi davranıp, “Nasılına” çözüm bulmaya çalışıyorlar. Öyle ki, bu konuda birbirini suçlar hale geliyorlar.
Oysa PKK tarafından “Silah bırakma” veya daha hafifi “Ateşkes” üzerine yapılmış hiçbir açıklama yok. PKK yeni bir stratejik dönemden ve silahlı direnişle Kürt sorununu çözmekten söz ediyor. Elbette bu, AKP’yi yenmek anlamına geliyor. Dahası, Leyla Zana’nın da bir süre önce belirttiği gibi, silahlı gerilla güçleri Kürt özgürlüğünün “Güvencesi” olarak görülüyor. Öyle ya, PKK durduk yere, laf olsun diye silah kuşanıp dağa çıkmadı. Birileri “Silah bırakma yöntemi bulsun” diye de silahlanmadı. Kürt sorunu gibi Ortadoğu’nun en ağır sorununu çözmek için silah kuşanıp dağa çıktı. Peki Kürt sorunu çözülmeden silahı nasıl bırakacak?
Bir de güncel yaşananlar var. Dağda bu kadar silahlı gerilla varken ve bir fedai mücadelesi yürütülürken Kürtler bu kadar inkar edilir, katliama uğratılır, zindanlara doldurulur, kültürel soykırıma tabi tutulurken, acaba gerilla olmasa Kürtlere ne yapılmaz ki?!.. Son doksan yılın acı tecrübesiyle her Kürt bir de bunu hatırlıyor ve her zaman kendine soruyor!
Selahattin ERDEM
YENİ ÖZGÜR POLİTİKA
- Ayrıntılar
Sömürgeci Türk devletinin askeri uçağının bir başka sömürgeci devlet tarafından düşürülmesi üzerine, gündem birden bire değiştirildi. AKP devletinin de böyle bir gündem değiştirilmesine ihtiyacı vardı. Öteden beri Suriye’ye askeri bir müdahalede bulunarak Suriye rejimini tasfiye etmek, Müslüman Kardeşleri iktidar yaparak Güneybatı Kürdistan devrimini bastırmayı amaçlıyordu. Çünkü Güneybatı Kürdistan’da Kürt halkı fiili olarak Demokratik Özerklik sistemini kurmayı gerçekleştirmiştir. Bunun Kuzey Kürdistan devrimine nasıl pozitif etkide bulunacağı bilinen bir gerçekliktir.
Türk devleti bu amacını gerçekleştirmek için Suriye devletine bir provokasyon düzenlemiş oldu. Böylelikle hem Kürdistan özgürlük gerillasının 19 Haziran devrimci hamlesinin yarattığı sarsıntının etkisini kırmak hem de Suriye devleti ile ister gerilimi tırmandırma isterse bir çatışma biçiminde gelişecek durumlar Türk sömürgeci devletinin Kürdistan Özgürlük mücadelesinin yarattığı sarsıntıdan kurtarmaya yetmeyecektir.
Her halkın ülkenin ve Önderliğin kendi temel sorunları ve onun gündemi vardır. başkalarının gündemlerinin peşine düşenler, kendisi olamayan ve kendi çıkarlarının bilincinde olmayanlardır. Kürdistan özgürlük hareketinin ve halkının gündemi Önder APO’nun ve Kürdistan halkının özgürlüğüdür. Bugün Kürdistan halk önderi Abdullah Öcalan’ı ağır bir işkenceye dönen tecrit altında tutan ve Kürdistan da soykırım rejimini sürdürerek Kürtleri tarihten silme stratejisini uygulayan sömürgeci AKP devletidir. Dolayısıyla bu sömürgeci soykırımcı politikalara son verilmemesi üzerine Devrimci Halk Savaşına mecbur edilmiş bir halkız.
Türk sömürgeciliğinin kuruluş felsefesi ve zihniyeti Kürdistan halkının ve Kürdistan’ın özgürlüğüne kapalıdır. Onun için devrimci halk savaşı bir zorunluluk haline gelmiştir. Bugün Önder APO üzerinde yürütülen ağır tecrit, siyasi soykırım operasyonları ve gerillaya yönelik imha amaçlı operasyonları yanı sıra Roboski ve Urfa cezaevinde yapılan katliamlar bunun en açık ispatı olmaktadır. Son zamanlarda Kürt Ulusu ile alay edercesine, Kürt çocukları beş yıl Türkçe eğitimle Türkleştirildikten sonra, “haftada iki saatlik seçmeli ders uygulamasına geçileceğinin” açıklanması Kürt ulusuna bir kez daha nasıl yaklaşıldığını göstermektedir. Dolayısıyla artık kendisine Kürdüm, yurtseverim, Müslüman’ım, suni ve aleviyim diyen hiçbir Kürdistanlının yönünü Ankara’ya dönmemesi gerekmektedir. AKP sömürgeciliğinin bu kadar saldırganlaştığı bir dönemde L. Z gibi birisinin Kürtlerin katilini cilalayarak Kürtlere satmaya kalkışması dışında hemen hemen hiçbir Kürdün umudu kalmamıştır. Avrupalılar Saharov ödülünü verdiler, ne yazık ki sömürge toplum psikolojisinden yakasını kurtaramayan, ruhunu temizleyemeyenler böyleleri Türk devletinin yöneticilerinden aferin almaya daha fazla önem verirler. Roboski başta olmak üzere 2002’den bu yana yüzlerce Kürt çocuğunun, gencinin, kadınını, sivilinin ve gerillasının kanını dökmüş T. Erdoğan başta olmak üzere AKP’nin kurmaylarından “aferin” almak L. Z’nın başını göklere değdirmiş olmalı! Bu aferinden sonra sevinçten mi, halkın öfkesinden çekindiği ya da söylediğinden pişman olduğu için mi bilinmez . Tabi ki bu herkese nasip olmaz! Çünkü Kürtler özgürlükleri için bu zalimlere karşı onurlu direnişi seçmişlerdir. Aferin almak derdine ve peşine düşmemişlerdir. İnsan daha yeni anlıyor ki L.Z bugüne kadar Roboski katliamı için neden Başbakan ve AKP’ye karşı ciddi bir tavır göstermemiş. Demekki tüm Kürtlerin, özgürlük hareketinin göremediği bir “ Kürt dostluğu”nu Tayyip Erdogan’da yalnızca L.Z görüyormuş! Demek bu kadar derinlere bakabiliyormuş!
Haziran ayının son haftasına giriyoruz. Zilan Yoldaşın şehadetinin yıldönümünü karşılayacağız. Zilan Yoldaş Önder APO’ya karşı 6 Mayıs’ta gerçekleştirilen bombalı suikast karşısında ve o dönem Kürdistan halkı üzerinde uygulanan sömürgeci devlet terörüne karşı fedai eylemini gerçekleştirmişti. Yani Önderliğe karşı ve halka karşı yapılan saldırılara karşı Zilanca “ EDİ BESE” demiştir. 25 Mayıs 2012 tarihinde ERİŞ ve ANDOK arkadaşlarında Zilanca “EDİ BESE” diyerek Kayseri Pınarbaşın’da polis karakoluna dönük fedai eylemi gerçekleştirmişlerdi. Gerilanın baharla birlikte başlayan eylemleri ve en son Oramar, Rubarok ve Şıtazın’da gerçekleştirilen devrimci operasyonda “EDİ BESE”nin gerilla tarafından ifade edilişiydi. Gerilla da düşmana tarihinde vurulan en önemli darbelerden biri olan bu devrimci operasyonla “EDİ BESE” demiştir. Ve Türk sömürgecileri halen bu operasyonun ağır etkisi altında bulunmaktadırlar.
Kahraman Kürdistan halkı da bu sürece öncelikle sömürgeci ve soykırımcı AKP devletinin başbakanı olan T. Erdoğan’ın Amed’e gelişine “dur” diyerek katılmıştır. T. Erdoğan’ın Amede gelişine kepenk kapatma ve sokaklara çıkmama eylemi ile karşı çıkan Amed halkı katliamlara, soykırıma ve sömürgeciliğe “EDİ BESE” demiştir. Kürt halkının “EDİ BESE” tutumu Van’da gerçekleştirilen ve Kürt halkının seçilmiş temsilcilerini rehin alma operasyonları olarak somutluk kazanan rehin alma saldırılarına karşı geliştirilen serhıldanlarla devam etmiştir. Yine Colemerg’te de rejimin bakanlarına karşı aynı tutumla cevap vermiştir. Eriş ve Andok Yoldaşların cenazelerine Gever ve Farqin’deki görkemli sahipleniş hem fedaileşme çizgisini sahipleniş hem de sömürgeciliğin zulmüne “EDİ BESE anlamına gelmektedir.
Şüphesiz ki halkımızın bu düzeyde sahiplenişi önemlidir. Fakat bu düzeyde sahiplenmekle beraber yetersizdir. Zalimin zulmüne son vermeyen her şey sonuçta yetersizdir. O halde gerilla da serhıldandaki halkımızda bu gerçeği görerek zalimin Kürdistan’daki varlığına son vermelidir.
Ama nasıl?
Dikkat edilirse gerilla Kuzey Kürdistan’ın kırsal kesimlerinde harekete geçmiş ve sömürgeci AKP rejimini sarsan, haddini bildiren devrimci operasyonlar gerçekleştirmiştir. Halkımız da yukarda saydığımız eylemliliklerin yanı sıra bütün Kürdistan sathında ve Türkiye metropollerinde eylemlilikler gerçekleştirmişlerdir. Fakat bu eylemler daha çok talep ile sınırlı kalan, gerilla ile eş zamanlı gerçekleşmeyen eylemlilikler olmuştur. Örneğin Kürdistan’ın herhangi bir şehir, kasaba ve mahallesine sömürgeci polislerin girişine ve operasyon yapmasına karşın kendi mahallesini, sokağını ve köyünü korumayı hedefleyen bir eylem gerçekleştirememiştir. Yine Van ve ilçelerinde görüldüğü gibi seçilmiş temsilcilerini istediği zaman rehin alabilen Türk sömürgecilerine karşı gerçekleşen eylemler sadece bunu protesto etmekle sınırlı olmuştur. Van halkı protesto etmeyi değil de rehin alınmalarını engelleme temelinde aynı kitlesellikle karşılık verseydi acaba sömürgeciler bu kadar rahat ve hemde sevinçten havaya ateş açarak Bekir Kaya’yı zindana gönderebilirler miydi?
Öyle anlaşılıyor ki halkımız sömürgeci AKP zulmüne karşı büyük bir tepki ve öfke içerisindedir. Ancak bu öfkesini henüz “ bu topraklar benim, biz Kürdüz bu inanlarda Kürt ve bizi yönetmek için seçtiğimiz yöneticilerimizdir. Ey sömürgeci Türk devleti, sen hangi hakla bu insanları rehin alıyorsun” dememiştir. Halkımızın bilinci, örgütlülüğü, birlik düzeyi, öfkesi ve özgürlük talebi bu eşiğe gelip dayanmıştır. Bu eşik serhıldanla aşılmak durumundadır.
Eriş ve Andok Yoldaşlar iki Kürdistanlı genç olarak bu eşiği aşmışlardır. 19 Haziran’da gerillanın gerçekleştirdiği devrimci operasyon bu eşiği kıran bir adım olmuştur. Dolayısıyla halkımız bu eşiği kırmak ve aşmak için 30 Haziran’da soykırımcı ve sömürgeci AKP devletinin başta Önder APO üzerindeki esaretine ve Kürt Ulusu üzerindeki esaretine Zilanca, Erişce ve Andokça “ EDİ BESE” demelidir.
Özellikle gerillanın 19 Haziran Devrimci operasyonundan sonra ortada sanki bir “Barış” ortamı varmış, müzakereler yapılıyormuş da gerillada bunu “provoke” etmiş gibi bir hava yaratılmaya çalışılmıştır. Böyle bir algı bilinçli olarak oluşturulmak istenmektedir. Bunun gerçekle bir alakası yoktur. Bütün bunlar halkımızı mücadelesiz bırakma, beklentiye sokma amaçlı özel savaş oyunlarıdır. Halkımız ne Türkiye- Suriye gündemine nede özel savaşın hazırladığı gündemlere aldırış etmeden serhıldanlarını Zilan, Eriş ve Andok ruhu ile yükselterek 14 Temmuz Ölüm Orucu eylemcilerini selamlamalıdır.
Herdem Serhıldan
- Ayrıntılar