Tarihi bir anda geçiyoruz. Öyle ki kimisi böyle tarihi anlara varlık yokluk anları diyor.
Dikkat edilirse TC devleti bu tarihi an’ı bildiği için hiç olmadığı kadar özel savaşına ve psikolojik savaşına yükleniyor. Bunun içindir ki herkesi ama herkesi hizaya getirmek için saldırdıkça saldırıyor. Yine boşuna birçok Türk yazarçizer tam devletçi mantıkla sürece yaklaşılmasını önermiyor.
“TSK’nın ve polisin moralinin, PKK ile onun siyaset ve medya destekçileri tarafından kırılmaya çalışılması normaldir. Ama Türkiye Cumhuriyeti’yle sorunlu olmayan kesimlerin bilerek veya bilmeyerek aynı işlevi görmeleri, aynı hedefe vurmaları ancak terör örgütünün ve dış destekçilerinin ekmeğine yağ sürer” demesi ve yazması manidardır. “Türkiye Cumhuriyeti’yle sorunlu olmayan” sözleri ne kadar da sırıtıyor. Yine bir başkası: “Hiç endişeye gerek yok; bu ülkenin medya yöneticileri terörle mücadele konusunda dünya basınından geri kalmayacak kadar duyarlı ve bilgilidir. Onlara fırsat tanımak, meslek erbabı arasında ortak bir kültürün ve duyarlılığın oluşmasına müsaade etmek gerekiyor” diyor başka sözde bir medya yöneticisi. Ve hatırlayalım birkaç gün önce boşuna “ağzına tıkarım” diye faşist yapının istemlerine göre yazılmayanları ne yapacaklarını açıkça söylememişlerdir.
Bu durumu KCK yürütme konseyi başkanı Murat Karayılan verdiği mülakatta: “Bir taraftan bazı aile çevrelerinin mal mülk imkanlarını yaratma, zenginleştirme, diğer taraftan dini, Kürt halkı ekseriyeti diyelim kendi dini inançlarına bağlı bir halktır, gerek Alevi'si, gerek Sünni'si inancı güçlü bir toplumsal gerçekliği temsil ediyor. Êzidi olanlar zaten onlar göçertilmiş, Kürdistan’da çok azı kalmış. Yani bunu kullanma, bunu, yani halkımızın inanç duygularını bu anlamda sömürgeciliğin alt yapısını oluşturmada alabildiğine kullanma siyasetidir. Bununla birlikte özellikle gençlik üzerinde çok yoğun durma, yani imkanlar sunma, okutma, gel dershane, yurt ve burs gibi. Bu şekilde yol ve yöntemlerle, cemaatler yoluyla, işte bilmem değişi vakıflar yoluyla Kürt gençliğini ehlileştirme, yani asimilasyona tabi tutmadır” diyor.
TC devleti tüm bunları tarihi süreçle bağlantılı olarak ele alıyor ve saldırılarını pervasızlaştırıyor. Ya Kürdistan özgürleşecek yani Kürtler Ortadoğu’da olup bitenler içerisinde kendilerini özgür bir statüye kavuşturacaklardır. Ya da Kürtler bu kez de aynen 100 yıl önce yapıldığı gibi yeniden daha katmerli bir köleliğe tabii tutulacaklardır. Unutulmasın ki 100 önce Kürtleri yok sayma siyaseti Kürtlerin tam 100 yıldır aralıksız direnmelerini beraberinde getirmiştir. Bu ise yüz binlerce ölüm demek oldu. Bu ise Kürdistan’ın baştanbaşa onlarca kez yıkımı oldu. Bu ise Kürtlerin ve Kürdistan’ın yeniden yeniden başkalarının kullanımı için ham madde oldu. Ve eğer bu kez de Kürtler Ortadoğu’da olup bitenlerde kendilerine bir statü elde edemezlerse artık ortaya çıkacak olan sadece on yıllarca direnişin devam ettirilmesi olmayacaktır. Hayır, ortaya çıkacak olan tümden uygulanan soykırım rejiminin başarıya kavuşması demek olacaktır. Yani yok olacak, yok edilecek olan bir Kürdistan ve Kürtlük olacaktır.
İşte sürecin tarihsel olması bununla yakinen alakalıdır. Bu durumu bilerek Kürdistan gençliğinin tarihe katılması gerekiyor. Tarihin onun omuzlarına yüklediği görevlere sahip çıkması gerekiyor.
Yine belirtelim TC faşizmi boşuna Kürdistan’a ve Kürt gerçekliğine bu kadar saldırmıyor. RTE’nin “Kürt sorunu bitmiştir” cümlesinin arkasında yatan gerçeklik budur. Çünkü Kürt sorunu kabul etmek demek içerisinde geçtiğimiz tarihi an’da Kürtlerin ana dilde eğitimini kabul etmek demek olacaktır. Kürtlerin yerellerde kendi öz yönetim gerçeğinin kabul edilmesi demektir. Kürtlerin ayrılma hakkı dahil tüm haklarının kabul edilmesi demektir. Ve tabii ki birde bulunduğumuz çağ gerçeğine göre tüm Kürtlerin ortaklaşmasının önünü açmak demektir. Çağımıza demokrasi çağı diyorlar. İnsan haklarının en üst düzeyde geliştiği çağ diyorlar. Ve birde tabii bilim teknoloji çağı diyorlar. Böyle bir çağda eğer bir sorun var ise ve hele hele bu sorun 40 milyonluk bir halkın doğuştan gelen haklarına dönük bir temel insanlık sorunu ise yapılacak olan ilk elden tüm haklarının tanınması olacaktır. Yukarıda da belirttiğimiz gibi ayrılma hakkı da dahil.
İşte TC faşizmi bu tarihi an’ı bildiği için saldırdıkça saldırıyor. Kürt çocuklarını henüz 5 yaşana gelmişken hızla asimile etmek için çeşitli hilelere başvuruyor. Bunun için işbirlikçiliği sonuna kadar geliştiriyor. Yeni yetme hainlere muazzam imkanlar sunuyor. Bunun için Kürdistan coğrafyasını tahrip etmek için yangından mal kaçırırcasına barajlar inşa ediyor, her bir tepenin başına insanın gözünü bile kirli gelen karakollar inşa ediyor, Kürdistan’ın yer altı zenginlerini çalmak için her tarafa askeri yollar yapıyor.
Evet, böyle birçok özel savaş politikalarını sıralamak mümkündür. Demek istediğimiz şudur: Tarihi bu an’a göre TC faşizmi hareket ediyor. Bir an önce tarihi an’ı kendi lehine çevirmek için özel ve psikolojik savaşını had safhaya taşıyor.
TC faşizmi tarihi bu an’a böyle Kürtleri yok etme temelinde yaklaşım ve politikalar geliştirirken Kürt gençlerinin, alevi gençlerinin ve de demokrat aydın Türkiye gençlerinin sıradan yaklaşılması kabul edilir mi? Elbette kabul edilemez.
Bunun için Kürt gençliğini, alevi gençliğini, Türkiye sol ve demokrat gençliğini birde duyarlı ve dini inançlarına bağlı asabeler sürecindeki Müslümanlığa inanan tüm anti kapitalist Müslüm gençleri dağlara faşizme karşı, devletçi ırkçı yezid İslamcılığına karşı mücadele etmeye çağırıyoruz. En haklı ve büyük Cihat zulme karşı geliştirilecek olan direniştir ki bugün bu direniş Kürdistan dağlarında verilen olan direniştir.
Unutmayalım ki kürdistan’da başarıya ulaşmış bir tv faşizminden en çok çekecek olan bu toprakların ezilen halkları, doğruya ve gerçeklere bağlı yaşamak isteyen ve de zulme karşı her zaman başkaldırmış olan inananlar olacaklardır.
Yeniden ama yeniden tüm duyarlı Kürt, alevi, sol sosyalist demokrat ve asıl antikapitalist Müslüman gençleri dağlara gerillaya katılmaya davet ediyoruz.
Engin Sincer
- Ayrıntılar
Kürdistan’da orman katliamına devam ediliyor. Her gün yeni orman alanlarımız hunharca yakılıp yıkılıyor. Geçmiş yıllarda da bu faşizan uygulama bir bile dakika durmamıştı. Öyle ki hem yakıyor, hem yıkıyor hem de orman kesimleriyle adeta ülkemiz çorak hale getirilmek için her şey yapılıyor.
Faşizm böyle doludizgin, pervasızca, ahlaksızca, fütursuzca ormanlarımızı yakarken, yıkarken, keserken tek bir kişide ses çıkmıyor. Bundan olmalıdır ki son yıllarda birkaç kez HPG ve HPG’nin birçok saha komutanlıkları, Kürdistan ormanlarının yakılmasına ve yıkılmasına karşı çeşitli düzeylerde çağrılarda bulunmuşlardı. Yine orman kesmelere dönükte çeşitli uyarılarda bulunmuşlardı
Örneğin 201 yılında: “Savaşın kendi kuralları vardır. Bu kurallara savaşın bir tarafı olan her gücün uyması gerektiği uluslar arası sözleşmelerle teyit edilmiştir. TC devleti bu sözleşmelere imza atmıştır. TC devleti Cenevre sözleşmesinde savaşta uyulması gereken kuralları ihlal etmektir. Bu ihlallere her gün bir yenisini eklemektedir.
Bunun için uluslararası güçleri TC devletinin ve onun silahlı kuvvetlerinin savaş suçlarını gelip yerinde izlemesi için savaş alanına çağırıyoruz.
Yine çevreci örgütleri, ekolojiye dönük duyarlı çevreleri Kürdistan’da TC devletinin orman yakmalarına karşı durmaya ve bu konuda duyarlı olmaya çağırıyoruz” diye çok kez bilebildiğimiz ve takip edebildiğimiz gibi çağrılarda bulunmuştur.
Maalesef ne yereldeki çevrecilerden, ne bölgedeki ne de uluslar arası sahasında çevreciler, ekolojistler bu çağrıya cevap vermişlerdir. Ülkemize gelip olup bitenleri bizatihi yerinde irdelememişlerdir.
Bir gerçek vardır ki o da Kürdistan ormanları yakılmaya, yıkılmaya ve kesilmeye devam ediliyor. Her gün bu yakmalara dediğimiz gibi yenileri ekleniyor. Dersim tümden yakılmak isteniyor. Botan zaten sistematik olarak yakılması planlanmış. Bitlis bu yakmaların yeni hedefinde. Hakkari’den söz bile açmıyoruz. Özcesi doludizgin bir tabiat faşizmi sürüp gidiyor.
Irkçılığı herkes sadece bir ırkın savunulması ya da övülmesi olarak algılamamalı. “Bana aittir” denilenin savunulması, “bana ait değildir, başkalarınındır” diye bilinen ise yakılıp yıkılması da bir tür ırkçılıktır. Bu ırkçılık dediğimiz gibi sadece insanla sınırlı kalmamaktadır. Irkçılık öyle bir hastalıktır ki başkasınındır bildiği coğrafyalarında yok edilmesi, bitirilmesi aynı zihniyetin bir sonucudur. Evet, bunun içindir Kürdistan’da adeta yakılmamış ormanlar bırakılmamışken, batıda bir orman yangını çıktığında dünyanın masrafı yapılarak bunun söndürülemeye çalışması belirttiğimiz zihniyetin ve tihniyetin ta kendisidir. Kimse neden Türkiye’de yani batıdaki ormanlar söndürülüyor demiyor, orman korumalar ve söndürmeler için gerekirse çok daha fazla kaynakta aktarılmalıdır. Ancak bunu yaparken Kürdistan ormanlarını bilinçlice TC devleti tarafından yakmalar, yıkmalar varken, yaşanırken kim hangi “kardeşiz” sözüne inanır ki? Yada ülkemizde tüm ormanlar kül olurken tek bir ekolojistin, çevrecinin bir duyarlılık göstermemesine diyeceğiz?
Örneğin: “Havran'da orman yangını” altında dün bir haber geçti. “Havran İlçesi'ne bağlı Kalabak Köyü Taşlıalan Mevkii'ndeki kızılçam ağaçlarının bulunduğu ormanlık alanda dün saat 14.30 sıralarında henüz belirlenemeyen bir nedenle orman yangını çıktı. Rüzgarın etkisiyle büyüyen ve 200 hektarlık alanda etkili olduğu belirtilen yangına üç söndürme uçağı, dört su atar uçak, bir keşif uçağı, dört yangın söndürme helikopteri ve 30 arazöz, dört dozerle çok sayıda yer işçisi müdahale etti. Rüzgar nedeniyle kontrol altına alınamayan yangına daha kapsamlı ve etkili müdahale için bölgeye 15 arazöz daha sevk edilirken Havran Kaymakamı Yasin Öztürk, Orman Bölge Müdürlüğü aracılığıyla, İzmir, Bursa ve Çanakkale'den destek ekipler istendiğini dile getirdi.”
Bu haber bile Türkiye’de neme nem bir faşizmin yaşandığını göstermeye yeter de artarda. Öyle büyük teorilerle verilerle Türk faşizmi diyebileceğimiz faşizm türünü, anlatmaya gerçekten gerek yoktur. Kürdistan’da yakılıp yıkılan ormanlara ve birde “Havran’da orman yangını” haberine bakarak nasıl korkunç bir faşizmle karşı kaşıya olduğumuz görülecektir.
Faşizm böyle doludizgin Kürtlere ve coğrafyasına karşı yürütülmüşken, biz Kürtlerden kardeşlikten, birlikten ve beraberlikten hatta eşitlikten bahsedilmesi doğrusu insan aklıyla alay etmekten başka bir anlam taşıdığı gün yüzü gibi ortada değil midir? Faşizmin zihniyeti bu denli ortadayken biz Kürtlerden TC faşizmine karşı mücadele etmemenin akla uygun bir gerekçesi olabilir mi? Başkaldırmamanın bir gerekçesi olabilir mi?
Evet, gerçekler gün yüzü gibi ortadayken her “kardeşlik, beraberlik, birlik” türünden sözlerine doğrusu kim inanır?
Bir sitem olarak: Faşizm sonuçta insan ve doğa düşmanlığıdır. Buna anlam verebiliyoruz. Ancak yeşilcileri, doğa severleri, çevrecileri, ekolojistleri hatta feministleri yine çeşitli “…hak koruma” derneklerinin Kürdistan’daki orman kıyımlarına karşı sessiz ve “duymadım, söylemedim, görmedim” yaklaşımlarına anlam veremediğimiz söylemeden de edemeyeceğiz.
K. Nurhak
- Ayrıntılar
TC devletinin karakter yapısı ikilidir. Bir yandan özgüvensizdir yani kendisine karşı son derece güveni yoktur, diğer yandan ise bu karakterin aynısı ama bu kez tersten, bir madalyonun diğer yüzü misali aşırı derece de kendine sevdalıdır.
Denilecek ki özgüveni olmayan yapı ile kendine sevdalılık ters değil midir? Hele birde kendine sevdalılığı kendine olan güven, inanç ve kararlılık olarak ele alınırsa?
Hemen şunu belirtelim: özgüven ile kendine beğenmişlik birbirine zıt olan kavramlar değildir. Ruh bilimi daha doğrusu psikanaliz, kendine sevdalanmışlıklar gibi hastalıkların temel kökeninin bireylerin kendilerine karşı besledikleri güvensizlik sorunundan kaynaklandığını belirtir. Aynen siyaset biliminde sekter olmayla duygusal olma gibi. Sekterlik “Katı, hoşgörüsüz düşünce, tutum”dur. Duygusallık ise eğer bunu bir sıfat olarak ele alır isek, “Duygunun ağır bastığı, duygunun aşırı etkilediği insan” olarak tanımlaya biliriz. Duygunun ağır bastığı kişiliklerde ise aklın ön planda olmadığını da biz biliriz. Yani akıl yerine duygular alır. Sıkışık ortamlarda böyle duygusal olan bireylerde ani parlamalar, hödlemeler, bağırıp çağırmalar, küsmeler, yakıp yıkmalar her zaman görülen vakalardır. Başka bir anlatımla; sekterlik ile duygusallık bir madalyonun iki ayrı yüzüdür. Nasıl ki özgüven ile kendini beğenmişlik bir madalyonun iki yüzüyse.
İşte TC devleti -belki de bu durumu taa Osmanlara kadar da götürülebilir-oldukça fazla kendisine karşı özgüvensizdir. Özgüvensizlik bir ruhsal durumdur. Tarihi ve toplumsal arka planı mutlaka vardır. -Türkler uzun yıllar da olsa -Orta Asya’da gelmişlerdir. Başka bir deyimle buralara yabancıdırlar. Buranın rengi değildirler. Bunun içindir ki buraya yerleşirlerken herkese –her an bizi dışarıya atarlar psikolojisiyle- hep tedirgin yaklaşmışlardır. Tedirgin yaşamışlardır.
Bir yere kadar bu anlaşılırdır. Sonuçta dışarıda gelmişsindir ve üstelik misafir olarakta kalmamışsın, giderek ev sahibini dışarıya atarak kendin eve yerleşmişsin. Doğaldır ki dışarıya attığın asıl ev sahipleri sana karşı başkaldıracaklardır, bir yolunu bulup sana karşı mücadele edeceklerdir. Bunun için Türklerin bu ateş üstünde olan, hassas, savunmacı, saldırgan ruh hali anlaşılırdır.
Ancak anlaşılmayan o dur ki, bu belki anlaşılır olan durumun, tam bin yıldır sürdürülmüş olmasıdır. Türklerin ilk yıllardaki bu hassas ruhsal durumları dediğimiz gibi anlaşılırdı. Ancak arada tam neredeyse bin yıl geçmişken, onlarca badire ortak atlatılmışken halen aynı ruh halini taşımak doğrusu bir hastalıktır.
Bu hastalık sadece hastalık olarak durmuyor. Bu ruh hali aynı bölgede birlikte yaşadıkları halkların tümünü düşman görmeye kadar götüren bir hastalıktır. Bunun içindir ki dikkat edersek yüz binlerce Ermeni katlettiler. Binlerce Asuri, Keldani, Süryani katlettiler. Binlerce Yezidi katlettiler. Binlerce Alevi katlettiler. Binlerce hatta yüz binlerce Kürt katlettiler. Yine binlerce Arap katlettiler. Boşuna Araplar 6 Mayıs gününü şehitler günü olarak anmıyorlar. 1916 yılında onlarca Arap aydınını o Osmanlıların meşhur paşası olan Cemal paşa darağaçlarına sadece kendi haklarını talep ettikleri için, götürmemiştir. Yine binlerce Yunanlının katledilmesi. Binlerce Pontus’lu ve daha nicelerini bu hastalıklı ruh hali katletmiştir.
Ruh hali böyle olan bir karakter elbette ki kendisi dışında güvendiği kimse olamaz. Bir güvendiği kendisidir. Hani o meşhur: “Türkün Türk’ten gayri dostu yoktur” -atasözü mü, hastalıklı söz mü o da ayrı bir şey- söylediği gibi.
Bu ruh hali kendi dışındakini tümden düşman görürken, sadece kendisine güya dayandığı içinde müthiş bir sevdalanmaya yol açıyor. Türkiye solundaki yoldaşlar af buyursunlar ama Türkiye solunun büyük bir kesiminin gerçekten tam şoven olmasının altında yatan neden budur. Eğer bugün işçi partisi ya dasosyalist ismini önünde taşıyan bir İP gibi bir parti, bu kadar şovence milliyetçi olabiliyorsa altında yatan temel neden gerçekten bu ruh halidir.
Böyle ikili olan bir ruh halinin yapacağı iki şeyin başında, öncelikli olarak herkesi düşman görmesidir, herkesi birilerine bağlı olduğunu, birilerine dayanarak onları yani Türkleri bölmeye kalkıştığını düşünmek olur. Diğer ikinci husus ise kesinlikle birilerine yaslanarak yaşamaya çalışması olacaktır. Bu dünyada tek olduğuna göre, o kadar düşmanı bulunduğuna göre mutlaka birilerine yamanarak ayakta kalmaya çalışır. Siz o kendi kendini kışkırtan, böbürlenen, herkese hödleyen, narsist, kendine sevdalanmışlıklara bakmayın. Psikanaliz bize bu tip karakterlerin başkalarına dayanmadan ayakta kalamayacaklarını söylüyor. Yani böyleleri mutlaka bir abiye ve ablaya ihtiyaç duyarlar. Bir abiye yaslanarak bir dışarıdaki küçüğe ya da zayıf gördüklerine saldırma bunların karakter hatlarıdır.
Evet, TC devletinin karakter yapısında birilerine yaslanma her zaman var olagelmiştir. Bunun için dikkat edersek bugün ABD’ye bir dakika yaslanmadan edemez. Kocaman cumhurbaşkanları bile “ABD bize şu sözü verdi” açıklaması yapıyorsa ve buna kocaman bir toplum seviniyorsa orada artık birey ya da toplum olmaktan çıkılmıştır. Yine eğer kocaman cumhur reisleri, başbakanları yurtdışına çıkarak sadece ve sadece birilerini bu harekete düşman ettirmek için satılmadık bir şeylerini bırakmıyorlarsa orada gerçekten de artık düşürülmüşlük dibe vurmuştur.
Hani biz Kürtler de bir hikâye vardır “heke çı, min naxwar?” diye. Birisi gizliden gider kümesteki yumurtaları alır ve aynı gizlilikle de yer. Kümesin sahibi gelir ve görür ki yumurtalar yok. Tesadüfen yumurtaları yiyenin yanına gelir. Tavuklardan ve kümesten, hırsızlıktan bahsederken hırsız “heke çi, min naxwar ”, yani “ne yumurtası, ben yemedim” der. Tuhaf değil mi! Ya kim sana yumurtadan söz açtı, ya kim sana yumurtayı yiyen sensin dedi, ya da kim sana hırsız dedi ki sen “ne yumurtası, ben yumurta yemedim” diyorsun. Ama bir bildiği vardır yumurta yiyenin. Ne de olsa suç işlemiştir saklaması, gerekir ya! Psikolojik bir durumdur yaşanan. Savunma refleksinin tikleşmiş halidir “heke çı, min naxwar”.
TC devletinin ve çoğunlukla Türk toplumunun gösterdiği tüm refleksler işte bu tarihi arka plan çerçevesinde oluşmuş olan kendine özgüvensiz olan karakter yapısıdır.
Ve TC zannediyor ki herkes kendisi gibidir. Herkes “heke çı” diyor. Ve zannediyor ki kendisi herkesle başkalarını alt etmek için ittifaklar, komplolar kuruyor. Ve zanediyor ki herkes onun gibi hileler peşindedir.
Ama şu bir gerçektir ki: TC devletine emperyal devletlerin sundukları destekler bir dursun bakalım kaç gün ayakta kalabilecektir. Emperyal devletlerin, bölgede muhafazakâr faşist devletlerin sundukları yardımlar TC’ye akmasın bakalım o zaman Anya’nın ve Konya’nın nerede olduğunu gösteririz.
Bu bağlamda şunu ekleyerek: Bu hastalıklı, kendine özgüvensiz, tepkisel, ikircikli, kendine sevdalı ve tabii şoven olan karakter yapısını terk etmedikçe daha çok başkalarına, emperyalistlere taşeron olursunuz. Daha çok kendinizi pazarlarsınız. Ve daha çok mu ama çok PKK ile sürdürdüğünüz haksız kavgada kendinizi başkalarına peşkeş çeker ve sunarsınız.
Şıho Dirlik
- Ayrıntılar
Son zamanlarda Kürt hareketi düşmanları tarafından bir yeni nakarat söylenmeye başlandı. Ve öyle görülüyor ki bu nakaratı bir tenor bir yerlerde işaret vererek başlatmıştır. Ve öyle görülüyor ki bugünlerde ve yakın dönemde bu nakarat sıkça söylenecektir. Bu nakaratı en çok söyleyenler, dillendirenleri hiç kuşkunuz olmasın ki Kürdistan’da iki kuruş karşılığı olmayan keklik hain takımıdır.
Devlet daha doğrusu Akepe çözüm istiyormuş da PKK yönetimi buna engel oluyormuş. Bunun nedeni ise PKK Kürdistan’da kendisi bir toprak parçasını yönetmek istiyormuş. PKK tekçi zihniyetle bir yapı oluşturarak stalinist bir yapı oluşturacakmış. Bunun işaretlerini ise 40 yıl öncesine kadar uzanan sözde verileri bir araya getirerek kanıtlamaya çalışıyorlar. Ve tabii birde bazıları hızını alamıyor; “PKK yönetimi yaşlanmış bu yaştan sonra başka bir yere sürgün olarak gitmek istemiyorlarmış, bunun için ısrarla bu savaşı tırmandırarak bir parça da iktidar erkini ele geçirmek istiyorlarmış.
Öncelikli olarak şunu soralım: Kürtlerin kendilerini yönetme hakkı yok mudur? Kürtler kendi kendilerini yönetemezler mi?
Yaşlanmış PKK yönetimi TC devletinin çözüm önerilerini tıkıyormuş. Peki, 40 yıl öncesinden alıp getirdiğiniz verileriniz bu “PKK yönetimi yaşlanmış” hikayesiyle ne kadar uyuşur. Varsayalım ki bu PKK yönetimleri yaşlanmış olsun. Bunların bazıları tam 40 yıldır siyasetin tam ortasındadırlar. Mao Zedung’un deyimiyle en zorlu olan siyasetini içerisindedirler. Bu kadar siyasal tecrübe ve deney hem de akıttıkları kan pahasına edinmişlerken neden ülkelerinin dışına sürgüne gidip yaşasınlar ki? Bunları söyleyenlerin kimisi şairdir. Peki, sen yıllarca şairlik ve yazarlık yaptıktan sonra birileri sana ;”yurtdışına sürgünde, şiir ve roman yazamayacağı için mızıkçılık” yapıyor deseler ne söylersin? Madem yıllarca şairlik ve yazarlık yapmışsın, hem de bu şairliği ve yazarlığı bu halk için bu topraklarda yapmışsın, “neden ısrarla ülkemde beni uzak tutmak istiyorsunuz” diye sorup buna karşı en sert mücadeleyi göze almaz mısın?
Ya da “bu kadar deney ve tecrübeyi canımı vermeye hazır olduğum bu halk için vermek istiyorum” demez misin?
Ya da “bre gafiller ülkem dururken başka ülkelere neden sürgüne gideyim” diye en sert kavga gerekçesi yapmaz mısın?
Yaparsın değil mi? İşte bizde sadece bu söylem için bile olsa inadına sonuna kadar halkımızın yanında, halkımız için direnmeye ve kavganın tam ortasında yerimizi almaya devam edeceğiz.
Stalinizmin en belirgin özeliği anladığımız kadarıyla tekçiliğiydi. Peki, bu ülkede en çok tekçiliği kim savunuyor? Tek devlet, tek bayrak, tek millet, tek vatan, tek dil, tek din söylemleri kime aittir?
Halkların en doğal haklarının uygulanmasına kim şer koyuyor? Kim karşı çıkıyor?
Ya da fikir özgürlüğüne en çok kim ceza yağdırıyor? Kim fikrini söyledi diye yıllarca insanlar zindanlara atıyor?
Yine “komünal bir yaşam projesini uygulayarak toplumları baskı altına almak istiyorlar” hikayelerinize peki kim inanacak? Komünalizmi uluslar arası literatür; köktencilik, ortakça yaşam, sınıf farklılıkların olmadığı, paylaşımcılık ve ortak karar alma olarak ele alıyor.
Bu yukarıdaki tanım mı tekçidir, yoksa o sizin bir halkın diline yasak koymanız mı?
Çocuklarına kendi isimlerin verilmesine izin vermeyen o tek kültürcülüğünüz mü?
Kendi köylerine, dağlarına isim vermesini engelleyen o tekçi faşizan zihniyetiniz mi?
Ya da ne bilelim, tek merkezde 75 milyonluk bir nüfusu idare etmek için bir keçiden daha fazla inat etmeniz mi?
Birde bunun karşısında gürül gürül akan, gelişen bir kadın özgürlük kültürü…
Birde bunun karşısında Kürt toplumunda gürül gürül gelişen kendini yönetme iradesi ve yeteneği…
Birde bunun karşısında Kürt toplumunda kompleksiz olarak gelişen ve her yerde düşüncesini serbestçe, her düzeyde yönetim erkinde bulunan birey ya da yöneticilere istediğini söyleme cesareti ve rahatlığı…
Birde bunun karşısında her ortamda eleştirisini hiçbir kimseden çekinmeden söyleme medeniyeti…
Evet, tüm bu söylenenleri bir araya getirdiğimizde hem sizin o PKK kendisi için bir iktidar alanı açıyor palavrası havada kalıyor, hem stalinist bir yapı oluşturuyorlar yalanınız boşa düşüyor, hem bu kadar yıldır savaşan ve dünyalarca politik deney kazanmışları Kürdistan’da uzak tutma planlarınızın tümü karşılığı olmayan özel savaş argümanları ve verileri oldukları açığa çıkıyorlar.
Sözü çok uzatmadan doğrudan söyleyelim: Biz Kürdistan’da halkımızın alınacak tüm kararların bizatihi içerisinde olduğu bir yapıyı, sizin o faşizan ve tekçi zihniyetlerinize rağmen adım adım gerçekleştiriyoruz.
Kürt halkını ilgilendiren tüm kararları halkımızın onayı alınmadan, zırnık bir haklılığı ve geçerliliği olmayan bir sistemi mutlaka ama mutlaka verdiğimiz binlerce şehidimize sözlerimizin gerekliliği olarak yerine getireceğiz.
Bunu yaparken bunca tecrübe edinmiş özgürlük savaşçıları olarakta kesinlikle halkımızın yanında, özgürlük kavgasında, halkımıza ait olan vazgeçilmez olan doğal haklarının tümünü geri alana kadar, kavgamız tüm hain keklik takımlarına, özel ve psikolojik savaş güçlerine rağmen devam edecektir.
Hayri Engin
- Ayrıntılar
“Gücün her türü tehdit potansiyeline sahiptir ama kıstırılmış, paniklemiş güç kadar tehlikelisi yoktur” diye birkaç gün önce bir aydın bir makale yazmıştı. .yazısının bir yerinde devamla: “Güç sahibi yaratık (veya kurum) bir nedenle kendine güvenini, dengesini, aklını yitirir ve paniğe kapılırsa, gerçek bir tehdit, büyük bir tehlike oluşturmaya başlar. Panik içindeki amok koşucusunun ne yapacağını, nereye nasıl vuracağını hesaplayamazsınız” diye eklemi.
“Panik sağduyuyu yıkar geçer, iletişim yollarını tıkar.” Gerçekten de paniklemiş ve sıkışmış bir yapı katlanarak saldırganlaşır. Etrafında her yerde öcü görür. Hele birde bu panik halini yaşayan ya da yaşayanlar ciddi darbeler almaya bir görsünler gerisi gerçekten de akıl yitirmesidir. O meşhur “akıl tutulması” olayın tam da yaşam bulmasının en derin ve köklü zemininin oluşmasıdır. Bu ise sahiden tam bir ruh bozukluğu demektir.
Bu ruh bozukluğunu daha önce bir yazımızda: “Türkiye yönetimi giderek ciddi bir ruh bozukluğuyla karşı karşıyadır. Cumhur reisinden başbakanına, başbakanından içişleri bakanına derken giderek ruh sağlığı bozulan bir Türkiye yönetimi söz konusudur.
Şunu açıkça belirtelim: bu ruh bozukluğu giderek daha da derinleşecektir. Bu ruh bozukluğu derinleştikçe de Türkiye yönetimi saldırganlığın pençesine köle olacaktır.
Saldırganlık deyip geçmemek gerekir. Nedir saldırganlık? Saldırganlığı Psikoloji dalı: “Bireyin kendi düşünce ve davranışlarını dıştaki direnmelere karsı, zorla karsısındakine benimsetme çabası” olarak tanımlıyor. Kökenini ise hiyerarşik yapıların, tahakkümcü yapıların ilk oluşumuna kadar götürmek mümkündür. Yani nerede bir gasp girişimi varsa orada bir saldırganlık söz konusudur demek pekte yanlış düşmeye bilir. Gasp girişimini ise faşizm olarak tanımlamak ise hiçte yanlış olmaz.” “Başka bir deyimle saldırganlık bir ruh sıkışmışlığıdır. Sıkışan, daralan, kendi kendine kilitlenen, fobileri olan, korkuları olan birey ya da bireyler saldırgan olur. Ya da toplumsal olarak böyle bir durumu yaşayanlar saldırganlaşır demek gerekir.”
Türkiye yönetiminin bu durumunu daha iyi görmek için:“Sinirlerinin giderek bozulduğu, öz denetimini yitirmeye başladığı sadece sokaktaki vatandaş tarafından değil partilileri tarafından da fark edilmeye, -hatta fısıltıyla konuşulmaya- başlanan Erdoğan’ın aşırı huzursuzluğu, tırmanan saldırganlığı; bırakın eleştiriyi, kendisinden milim farklı düşünenlere yönelttiği, hainden başlayıp şerefsize varan hakaretler, içine düştüğü çelişkiler, savurduğu tehditler, muhalefeti ve medyayı sindirme taktikleri, aslında iktidarın gücünün değil her adımda batağa biraz daha derin gömüldüğünü hissetmenin yarattığı paniğin belirtileri” sözlerini okumamız yeter de artarda.
Evet, Türkiye yani TC devlet yönetim erki artık aklıselimini kaybetmiştir. Akıl tutulmasını yaşıyor. Nedeni ise iktidarı giderek sallanıyor. Geçenlerde bu durumu bir araştırma şirketi anketleriyle tespit etmişti. Bu durumun oluşmasında hiç şüphe yoktur ki özgürlük hareketinin köklü direnişi en belirgin katkıyı sunmuştur. Bunun içindir ki iktidar erkenin yeni yeşil Türkçü faşistler özgürlük hareketi şahsında Kürtlere saldırdıkça saldırıyorlar. Hakaret ettikçe hakaret ediyorlar.
Halbuki saldırganlık ve hakaret bireyin ya da söz konusu saldırgan olan ve hakaret eden gurubunun psikolojik ruh halini gösteren iyi nişanelerdir.
Siz şuna emin olun ki: Sizin ruh halinizi kesinlikle daha fazla bozacağız. Bu konuda hiçbir kuşkunuz bulunmasın.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Kürt toplumunda devlet sisteminden kopuş eğilimi gittikçe yayılıyor. Dahası bu kopuş eğilimi devlet düzeni ile de sınırlı kalmıyor, giderek Türkiye’den kopuş haline geliyor. Kürtler kendi özgür ve demokratik sistemlerini inşa etme yolunda yoğun bir bilinçlenme ve artan bir pratik duruş içinde. Bu eğilim sadece Türkiye ile sınırlı da değil, Kürdistan’ın bütün parçalarında bu eğilim gelişme gösteriyor. Başta PKK ve Güney Kürdistan Yönetimi olmak üzere bütün Kürt örgüt ve partileri de toplumdaki bu eğilimi dikkate almak zorunda kalıyor. Özellikle AKP’nin ince inkârcı ve şiddete kayan politikaları bu eğilimi daha çok güçlendiriyor. AKP’nin Kürt sorununu çözeceği umut ve beklentisinin kırılması Kürtleri bu tutuma yöneltiyor.
Bu durumu Kuzey Kürdistan’ın birçok alanında ve değişik toplumsal kesimler içinde görmek mümkün. AKP’den umudun kesilmesi insanları büyük bir tepki ve öfkeye yöneltiyor. Bu da mitinglere ve söylemlere yansıyor. AKP’nin BDP’ye aşırı ve faşistçe yüklenmesi, tutuklamalar sonucunda geriye kalmış olan bir avuç milletvekilini de “Dokunulmazlığı kaldırma” biçiminde tehdit etmesi Kürt demokratik siyasetini daha gergin ve sert hale getiriyor.
Bu gelişmeleri izleyen KCK, toplumun sistemden kopuşunu artırıcı çağrılar yapıyor. KCK Yürütme Konseyi Başkanlığı, kısa bir süre önce yapmış olduğu bir açıklamada Kürtleri “Okula, askere ve mahkemeye gitmemeye, vergi vermemeye ve devletle Türkçe konuşmamaya” çağırıyor. Özgür Kadın Hareketi KJB de Kürt kadınlarına yönelik böyle bir çağrıyı geçtiğimiz hafta yapmış bulunuyor.
Toplumun AKP ve TC sisteminden yaşadığı kopuş dikkate alınırsa, bu çağrıların önümüzdeki süreçte etkili olacağı rahatlıkla söylenebilir. Yeni öğretim yılı başlamak üzeredir. “Asimilasyoncu eğitime hayır! Kürtçe anadilimizde eğitim görmek istiyoruz!” sloganları ile yapılacak bir genel eğitim boykotu çok etkili olabilir. Kürt toplumu, gençlik ve hatta çocuklar buna önemli oranda hazırdır. Anadilde eğitim görme isteğine hiç kimse kolaylıkla karşı çıkamaz. AKP hükümetinin bu gerçeği “Kürtçe seçmeli ders” programıyla maskelemesi mümkün değildir. Hiçbir demokratik çevre “Anadilde eğitim görme” isteğini reddetmez. Dolayısıyla AKP’nin ince inkârcı ve imhacı politikalarını PKK’nin şiddet eylemlerinden çok Kürt halkının “Türkçe eğitimi boykot” kampanyası zorlayabilir.
Askerlik ve hukuk konuları da benzerdir. Kürt gencinin Türk ordusunda asker olması demek, Kürt halkı üzerindeki baskı ve katliam uygulamalarına iştirak etmek demektir. Bu bilinç toplumda ve gençlikte yaygınca gelişmektedir. Geçmişteki “Biraz asker, biraz gerilla” yaklaşımı şimdi gittikçe gerilla lehine değişmektedir. Gençlikte askere gitmeme eğilimi artarken, genel toplumda da çocuklarını askere göndermeme ve böylece baskıya ortak etmeme eğilimi gelişmektedir. Türk ordusu gittikçe Kürt asker bulmakta zorlanacağa ve Kürtlere güven duygusunu daha çok kaybedeceğe benzemektedir.
AKP yargıyı tümden ele geçirmiş ve ikinci bir ordu gibi siyasetin aracı olarak kullanmaktadır. Türk yargısı genelde bir güven yitimi yaşamaktadır. Toplumun adalete güven duygusu iyice zayıflamıştır. Kuşkusuz bu durum Kürtlerde çok daha ileri bir düzeydedir. Mevcut 12 Eylül askeri mahkemelerini andıran “KCK davaları” böyle sürdükçe Kürt toplumundan başka bir tutum beklemek de zaten mümkün değildir. Kürtler devlet hukuku yerine kendi toplumsal ahlak sistemlerini daha çok canlandırmakta ve gerçek adaleti toplum ahlakında bulmaktadır.
Vergi vermemek ve devletle Türkçe konuşmamak da bunlara benzer bir durumdur. AKP’nin toplumu “Açlıkla satın alma” politikasına karşı toplumsal ekonominin geliştirilmesi tek çare olmaktadır. Özgür ve demokratik yaşam ancak toplumsal (komünal) ekonomi ile mümkündür. “Devletle Türkçe konuşmamak” ise asimilasyona karşı kimlik mücadelesinin önemli bir alanıdır. Ayrı bir toplum olma gerçeğinin temsilini ve her an hissettirilmesini içermektedir.
Görülüyor ki, Kürt toplumu Türkçü devlet sistemine karşı topyekûn bir boykot konumuna geçiyor. Türkçü ve devletçi yaşamı reddederek Kürdî ve demokratik toplumcu bir yaşamı öne çıkarıyor. Bu tutumun yayılarak gelişeceği ve önümüzdeki süreçte siyaseti belirleyeceği anlaşılıyor.
Denebilir ki, bu durum iyi ve demokratik bir gelişmedir. Kürtlerin Türkçü ve devletçi sistemden koparak kendi kimliği ve kültürü temelinde demokratik sistemini yaratması en önemli demokratik değişim olur. Böylece Kürt sorununun demokratik çözümü gerçekleştiği gibi, Türkiye’nin demokratikleşmesi de önemli gelişme gösterir. Böyle yapmakta Kürtler geç bile kalmışlardır.
Şüphesiz Kürtlerin böyle davranışının bir boyutu demokratik çözüm gereği olurken, diğer boyutu da AKP politikalarının ince inkârcı ve imhacı gerçeğidir. Kürtlerin bu politikaları anlayarak AKP’den umutlarını kesmeleridir. Böylece Kürtlerde gerçekleri sorgulama bilinci derinleşmiş, bunun sonucunda da sistemden kopuş eğilimi gelişmiştir. Dolayısıyla bu durumun birincil sorumlusu olarak AKP’nin Türkçü ve devletçi politikalarını görmek gerekir.
Bu konuda en ibret verici olan Başbakan Tayyip Erdoğan’ın sözleridir. Her fırsatta Türklük adına “Tekçiliği” vurgulamaktan geri durmamaktadır. Bu söylemin Türk olmayanları dışladığı ve farklı arayışlara yönelttiği açıktır. Yine “Kürt sorunu yoktur” demesi, Kürt toplumunda demokratik çözüm umudunu tümden kırmıştır. Sorunu “PKK ve terör sorunu” olarak göstermesi ve kök kazımaktan söz etmesi, AKP’nin Evren ve Çiller dönemlerinde olduğu gibi bir şiddet politikasını esas aldığını göstermektedir. Bu da AKP’den ve devletten kopuşun önemli bir nedenidir. AKP, eski Kemalistler gibi “Kürdü de biz temsil ederiz” diyerek, Kürt toplumuna ait her türlü değeri reddetmektedir.
Bu noktada en hassas olan Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’a yaklaşımdır. Yaklaşık 410 gündür aile ve avukat görüşü yaptırılmamaktadır. Bu kadar uzun bir süre Kürt halkı Önder Abdullah Öcalan’ın durumu hakkında bilgi alamamaktadır. Dolayısıyla halk, sağlığından ve güvenliğinden endişe etmektedir. Bu durum Kürt gençliğinde ve kadınlarında çok büyük bir öfkeye yol açmaktadır. Bu da bir yandan Kürt direnişini arttırır ve şiddetlendirirken, diğer yandan Kürtlerdeki “Türkiye ile birlik” bilincini ve duygusunu kırıp kopuşa neden olmaktadır.
Çok iyi bilinmeli ki, bu politika ile AKP adeta ateşle oynamaktadır. Her zaman belirttik: Türk-Kürt birliğinin, Türk-Kürt barışının ve ortak yaşamının harcı Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’dır. AKP’nin bu harcı görmezden gelmesi, Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan ile görüşmeleri yürütmemesi, halkta AKP’ye karşı büyük bir güvensizliğe ve öfkeye yol açmaktadır. Bu da her düzeyde kopuş olarak yaşanmaktadır.
Tabi kopuşun en önemlisi duygusal kopuştur. AKP politikaları Kürtleri duygusal kopuş noktasına getirmiştir. Herhalde en büyük ve tehlikeli bölücülük budur. PKK’yi “Bölücü” olarak itham ederken, en büyük bölücünün AKP olduğu gerçeği ortaya çıkmaktadır. Bunu artık herkesin görmesi ve AKP’nin bu tehlikeli politikalarına “Dur” demeyi bilmesi gerekir.
Selahattin ERDEM
Yeni Özgürpolitika
- Ayrıntılar
PKK Kürdistan’da iktidarını kurmak istiyormuş, demokratik özerklik diyormuş, özyönetim diyormuş. Özcesi PKK ne yapıp yapıp buralarda bir parça toprakta hakim olmak istiyormuş. Ve buna benzer birçok şey dönemin modası olarak tartışılıyor.
PKK iktidar mı olmak istiyor, PKK demokratik özerklik mi diyor, öz yönetim mi diyor ya da ne yapıp yapıp buralarda özgür bir vatan parçası mı oluşturmak istiyor, bu sizi ne alaka eder? Velev ki bu söylediklerinizin hepsi doğru olsun. Peki, size ne diye sorma hakkımız yok mudur? Kürtleri sömürge statüsünde tutan siz değil misiniz? Kürdistan’ı İsmail Hocamızın dediği gibi uluslar arası sömürge statüsüne getiren siz değil misiniz? Öyle ki diğer dünya sömürgelerine tanıyan hakları vermeyen yine siz TC devleti değil misiniz?
Hem soralım hem cevaplandıralım. İki de bir 12 Eylül cuntasının uyguladığı faşizm dile getirerek hiçbir faşist kendisini temize çıkaramaz. Hele hele TC devleti tarihinde bugüne uygulanan faşizmin arkasına sığınarak hiç kimse kendisini aklayamaz.
TC tarihinin ilk günlerinde de Kürdistan onlar için bir sömürgeydi, 12 Eylül cuntası sonrası süreçte de Kürdistan onlar için bir sömürgeydi, şimdi de arada 90 kaç küsur yıl geçtikten sonra yine sömürgedir. Sömürge olarak görmenin temel bazı verileri vardır.
Öncelikli olarak 1924 yılı ve ardından çeşitli süreçlerde oluşturulan anayasaların hepsinde adım adım tekçilik tümden hakim olmuş ve ideolojik bir çizgi olarak kendisini kurumsallaştırmıştır. Özcesi TC devletinin faşizm uygulamalarının temelinde tekçilik vardır. 12 Eylül faşist cuntasının temelinde tekçilik vardır. Ve şimdi 2012 yılında yaşıyoruz ve dünyada paradigmasal gelişmeler olmasına rağmen halen tekçilikler varsa orada tek kelimeyle faşizm vardır. Ve bu faşizmin beslendiği zemin ise Kürdistan’ı sömürgeleri olarak görmelerinden kaynaklanmaktadır.
Evet, şimdi kim tekçilik yapıyor? Alenen meydanlarda kim tek devlet diyor? Kim tek bayrak diyor? Kim tek dil diyor? Kim tek vatan diyor? Kim tek din diyor? Bu sorulara kim “evet” diyorsa ve kim “ben söylüyorum” diyorsa orada bir faşist var demektir. Orada bir sömürgeci var demektir. Ve eğer böyle birisi yönetim erklerinde yerini alıyorsa orada bir sömürge valisi var demektir.
Şimdi biz birkaç soru daha sorarak yine cevaplar verelim.
Kürdistan sömürge midir?
Kürdistan inkar ediliyor mu?
Kürdistan’ın bayrağı ret ediliyor mu?
Kürtlerin dili ret ediliyor mu?
Kürtlerin diniyle alay ediliyor mu?
Kürtlerin vatanıyla bir çakıl vermeyiz diye alay ediliyor mu? Hem de bu Kürtlerin gözlerinin içine bakarak söylenmiyor mu?
Kürdistan’a güney doğu ve doğu Anadolu diye söylüyorlar mı?
Kürtlerin ulusal renklerine, “bez parçası” yakıştırmasını yaparak hakaret edilmiyor mu?
Ve tabii Kürdistan diye bir devlet olmaz ve kurulmasına karşıyız, izin de vermeyiz, kırmızıçizgimizdir deniliyor mu?
Bu yukarıdaki tüm sorulara verilecek cevaplar kocaman evetlerdir. O zaman bu kocaman evet cevaplarına karşı verilecek her türden savaş, kavga, ayrılık, ayrışma, kopuş meşrudur.
Hiç lami cimi yok, bilmem PKK böyle yapıyormuş, yok şöyle yapıyormuş hepsi boş söylemlerdir.
Kürdistan’ı sömürge görüyorsunuz, sömürge bir ülke gibi yönetiyorsunuz sonrada sömürgeciliğe karşı verilen direnişi teröristlikle, bilmem hangi şehirdeki bilmem kimi tehdit ediyorlarmış, bilmem yollara, barajlara engel oluyorlarmış gibi meşru olan eylemlerimizi gayri meşru olduğunu iddia ediyorsunuz.
Bunları geçin, siz ülkemizi tanıyacak mısınız tanımayacak mısınız?
Ülkemizde çekilecek misiniz çekilmeyecek misiniz?
Halkımızın doğuştan var olan haklarına saygılı davranacak mısınız, davranmayacak mısınız?
Her halkın hakkı olduğu gibi Kürt halkının da kendisini yönetmesinin önünde çekilecek misiniz, çekilmeyecek misiniz?
Tekrar söyleyelim; lami cimi yok bu yukarıdaki birkaç soruya vereceğiniz cevaplar evet ise oturup tartışabiliriz, konuşabiliriz. Yok, vereceğiniz cevaplar hayır ise siz bir sömürgecisiniz, siz bir kolonyal güçsünüz, siz bir işgalcisiniz ve siz bu ülkede çıkarılmak için her türlü yöntemle def edilmeyi hak ediyorsunuzdur.
Yine belirtelim; burası Kürdistan. Burada Kürt halkı kendi kendini yönetmek istiyor. Ve bu kendi kendini yönetme Kürt halkının en meşru ve doğal hakkıdır. Bu meşru ve doğal hakkı hiçbir güç ama bir güç baskılayamaz, engelleyemez, başka bir şekilde de gösteremez. Bu gayri meşru duruma karşı direniş ve duruşu da kimse terörize edemez.
K. Nuda
- Ayrıntılar
Faşizmin en belirgin özelliği insana karşı olan düşmanlığıdır. Ancak birde faşizmin doğaya karşı beslediği düşmanlık vardır. Kendi çıkarı için yok edemeyeceği insanlık ve doğa güzellikleri yoktur herhalde. Evet, faşizm insanlık ve doğa karşıtlığı ve düşmanlığıdır.
TC devleti sözün tam manasıyla faşizan bir yapıdır. İnsanlara karşı işlediği faşizan uygulamaları şöyle ya da böyle herkes biliyor. Kürtlere, Alevilere, solculara ve yine dindar çevreleri geçmişte nasıl baskılayarak tasfiye ettiğini dediğimiz gibi herkes biliyor. Onlarca katliamı bizatihi uygulayarak tarihe soykırımcı bir rejim olduğunu TC devleti simsiyah harflerle kendisini yazdırmıştır.
Ancak TC devletinin kuruluşundan bu yana halkların değerlerini de tasfiye ettiğini herkes bilmemektedir. Halkların var oluşlarının en önemli kıstaslarında birini hiç şüphe yoktur ki yaşadıkları coğrafyaları oluşturur. Ve TC devletinin Kürdistan coğrafyasını nasıl yakıp yıktığını biz Dersim’de iyi biliyoruz. Birde 1990’larda binlerce köyü boşaltırken yakıp yıktığı ormanlardan biliyoruz.
Evet, faşizm doğa düşmanlığıdır dedik. TC devleti hem faşist bir yapıdır hem de işgalci bir yapıdır. Bunun için hem Kürt halkına düşmanlık temelinde kendisini şartlandırarak savaşmaktadır hem de Kürdistan coğrafyasını yok etmektedir. Bir yandan barajlarla bu güzelim coğrafyasının rengini ve biçimini bozarken bir diğer yandan her gün yeniden orman yakarak Kürdistan’ın hava deposu, ciğerleri olan ormanlarını yakmaktadır.
Birkaç gündür üst üste Gabar, Şemzinan, Şırnak, Lice ve de Dersim’de onlarca ormanı bilinçli bir şekilde yakmaktadır. Güya gerillanın bulunduğu yerlere top atışları yapmaktadır. Güya obüs atmaktadır. Halbuki arazinin bu yaz aylarında ne kadar kuru otlarla dolu olduğunu Ege’de yanan ormanlardan herkes bilmektedir. Yine Gabar’da arazilerimize fosfor atarak bilinçlice dediğimiz gibi yok etmeyi hedeflemektedir.
Bugün ki haliyle Kürdistan’da onlarca orman cayır cayır yanmaktadır. Ciğerlerimiz boğulmak istenmektedir. Halkımızın yakılan ormanları söndürme çabaları ise engellenmektedir.
Batıda bir orman yandığında dünyanın masraflarını yatırarak söndürmeye çalışan devlet söz konusu Kürdistan oldu mu, “nasıl olsa yakında burada çıkacağım” diyerek yakıp yıkmaktadır. Şimdi bizlerde sizlerin o seviyesiz seviyenize mi inelim? Şimdi bizlerde sizlerin o doğa karşıtı durumunuza ve seviyenize mi inelim? Elbette sizin o faşizan doğa düşmanlığınızın seviyesine inmeyeceğiz. Sizinle ahlaki ve politik değerleri koruma temelinde mücadelemizi sürdüreceğiz.
Bunun için bu faşizan yöntemleri bir an önce terk etmeye davet ediyoruz. Bir an önce terk edin bu yakmaları diyoruz.
“Savaşın kendi kuralları vardır. Bu kurallara savaşın bir tarafı olan her gücün uyması gerektiği uluslar arası sözleşmelerle teyit edilmiştir. TC devleti bu sözleşmelere imza atmıştır. TC devleti Cenevre sözleşmesinde savaşta uyulması gereken kuralları ihlal etmektir. Bu ihlallere her gün bir yenisini eklemektedir.
Bunun için uluslararası güçleri TC devletinin ve onun silahlı kuvvetlerinin savaş suçlarını gelip yerinde izlemesi için savaş alanına çağırıyoruz.
Yine çevreci örgütleri, ekolojiye dönük duyarlı çevreleri Kürdistan’da TC devletinin orman yakmalarına karşı durmaya ve bu konuda duyarlı olmaya çağırıyoruz. “
Evet, öncelikli olarak TC devletini bu doğa düşmanlığına son vermeye çağırıyoruz. Yine uluslar arası örgütleri TC devletinin bu coğrafyayı yok eden yakmalarına karşı durmaya çağırıyoruz. Yine tüm ekolojiye duyarlı olan çevreleri yerinde Kürdistan’da olup bitenleri görmeye ve katliama karşı durmaya çağırıyoruz.
K. Nurhak
- Ayrıntılar
Bu yazın çok sıcak geçeceğini belirtmiştik. Verilen sözler temelinde yaz sıcak geçmeye devam ediyor. Henüz yaz bitmedi ama bu kez sonbaharı da bir yaz sayarak özgürlük kavgasının sıcağıyla karşılayacağız. Yani bu yıl Kürdistan uzun bir yazı yaşamaya devam edecektir.
“Bir milimetre de, bir iğne ucu kadar, bir metre kare de” de hakimiyetleri yoktur diyen Akepe’nin en etkili ağızları konuşmalarını sürdürmeye devam etsinler. İki de bir “bunlar İran ve Suriye devletlerinden” yardım alıyorlar desinler, “intihar ediyorlar, son çırpınışlarıdır, bitti bitecekler” diye de önce kendilerini sonra da Türkiye halklarını kandırmaya devam etsinler. Yalanın mumu yadsıya kadar yanarmış misali, yadsıya kadar mumları yanmaya devam etsin.
Siz söyleyeceklerinizi söyleyin, ne de olsa söz söyleme sanatı üzerine sizden daha etkilileri yoktur. Dil uzmanısınız. Halkların psikolojisini iyi etüt ederek, halkları nasıl kandıracağınızı iyi biliyorsunuz. Ve nasıl ki insan öldürmesini iyi biliyorsanız, aynen öyle insan kandırmasını da iyi biliyorsunuz. Siz söyleyeceğinizi söyleyin ağzınız çuval değil ki bağlayalım. Birde ruh hastası olan İNŞ değiliz ki elin adamı iki söz söyledi diye söylediklerini ağzına tıkayalım.
Ama bizim de söyleyeceklerimiz ve yapacaklarımız vardır. Hem de öyle çok ses çıkarmadan, çok gürültü yapmadan.
HPG açıklamasında aslında yapacaklarımız ve söyleyeceklerimiz dile getirilmişti. Açıklama, “2 Eylül günü saat 22.00’da gerillalarımız tarafından Şehit Adil ve Şehit Nuda isimli bir devrimci harekat başlatılmıştır. Harekat kapsamında Şırnak’ın Beytüşşebap ilçesi ve çevresinde bulunan Bayrak, Beboskê, Çeper askeri üsleri, Tugay binası, Mezra Alayı, jandarma karakolu ve güvenlik tepesi, polis ve özel harekat timlerine ait binalar ve güvenlik mevziileri, Beytüşşebap kaymakamının evi, hükümet konağı ve tüm devlet kurumları gerillalarımız tarafından hedeflenmiş, Beytüşşebap’a gelen tüm yollar da denetim altına alınmıştır” diye geçiyor.
Biz tüm bu yapılanlardan ziyade bu ilçede bulunan kaymakam’a ilişkin bir iki şey söyleyeceğiz. Bu kez; bodrum katına girerek, zırhlı bir kapının arkasına sığınarak, “karanlıktan” da faydalanarak elimizden kurtuldun.
Bu kez seni ele geçiremedik, bu kez sadece aracını yaktı gerillalar, bu kez halkımızın kanıyla el ettiğin evinde bulunan eşyalara el koydular. Ama söz sana ki gelecek sefere başına çuval geçirerek, seni götüreceğiz. Ve sadece seni değil, ülkemizde ne kadar işgalci devletin memurları varsa hepsini tek tek, adım adım, aceleye getirmeden, öyle sizin psikolojik harp uzmanı Akepe kurmaylarınız gibi büyük laf etmeden, sakince, sessizce bunu yapacağız.
Yine belirtelim, Kaymakam bu kez kurtuldun ya gelecek sefere ne yapacaksın? Herhalde her zaman Tugay’da kalmayacaksın. Tugay’da zaten kalan generalleriniz var, albaylarınız ve cümle cemaat buralarda Kürt halkına zulüm işleyen komutanlarınız var.
Sözü açmışken birkaç şey daha söyleyelim: Daha önce onlarca kez HPG ve KCK açıklamalarda bulundu, TC devletine memurluk yapmayın dedi, TC devletine çalışmayın dedi, eğitim sistemiyle Kürt çocuklarını asimilasyona tabi tutmayın dedi, ülkemizin tüm coğrafik yapısını değiştiren barajları yapmayın ve buralarda çalışmayın dedi, askerlerle çalışmayın, onlara erzak götürmeyin, yol yapmayın dedi. Tabii birde ülkemize gelip askerlik ve polislik yapmayın dedi. Ve birde çok uzun süre önce sömürge sisteminin temsilcileri olan valilere, kaymakamlara ülkemizi terk edin dedi.
Özgürlük hareketi ve gerillası bunları söylemeye söyledi ama halen bazıları bu söylenenleri yeterince dinlememiş. Özelde de Beytüşşebap kaymakamı dinlememiş.
İşte bunun için diyoruz ki eğer canına bir şey gelmesini istemiyorsan ülkemizi bir an evvel terk.
Yaşamak istiyorsan ülkemizi hemen terk et.
Onurlu kalmak istiyorsan dediğimiz gibi ülkemizi terk et. Aksi taktirde gelecek seferde bu kez evine gelirken balyozları da beraberinde getirir ve ne yapıp yapıp seni kendimizle mutlaka götürürüz. Sadece seni kendimizle götürmekle kalmayız, hayır seni Katolara götürür halkımızı da buraya çağırarak mahkemeni Beytüşşebap halkı huzurunda yapıp cezan neyse keseriz.
Evet, tüm bu söylediklerimizi göze alıyorsan kal, yok bu söylediklerimizi göze almıyorsan, almayacaksan hemen yarın ülkemizi geç olmadan terk et.
Rojhat Bluzeri
- Ayrıntılar
Yıllarca ve defalarca yazılıp söylendiği ve daha bu kış sıkça dillendirildiği gibi ‘bitirilmiştik.’
Masa üzerlerinde hazırlanan planlar, türlü proje ve operasyonlar, katliam ve politikalar bitirememiş meğer.
Yine, her yerde ve hep varız.
Dün Şemzinan’da, bugün Bêşebap’ta, yarın…?
Yalanlarla, perdelerle, sis bulutlarıyla, yasakla, tehditle gizleyemezsiniz. Yenilginin psikolojisi yüzlere, mimiklere sinmişken, çaresizliğin öfkesi gözlerde çakmak çakmak dururken, ağzını açan nefretini ve tiksinilecek iğrençliğini tekrar tekrar gösterirken elbette ki bir neden aranacak.
“Neden” diye sorulacak. Lakin gerçeklere bu denli uzaktayken cevap bulunamayacak.
***
Bir arkadaşımızın tanıdığı anlatmış. 1999 depreminde Sakarya’daymış. Depremden hemen sonra yardımına koşmuş depremzedelerin. Orta yaşlı bir adamı altında kaldığı beton bloklarından çıkarmaya çalışıyorlarmış. Bele kadar çıkarmışlar. Gözle görülür bir yaralanma da yokmuş. Hatta altıyla üstüyle tüm bilinci açıkmış.
Van’lı olan ve yardıma koşanlar arasında bulunan arkadaşımızın tanıdığı. “Koşuşturup duruyorduk. Elle, kazmayla var olan gücümüzle bir insanı yaşama döndürmenin derdine düşmüştük” diyor. Üzerine düşen fakat tam olarak vücuduna temas etmeyen beton parçasını kaldırdıktan sonra adamın doğrulmasıyla yüzüne görmenin sevincini yaşadıklarını anlatıyor arkadaşımızın tanıdığı.
Sonra ne mi oluyor?
Adam konuşmaya başlıyor.
Peki, ne söylüyor? İlk sözleri ne oluyor sizce?
Kayıplarını mı soruyor? Annesini, babasını, karısını, çocuğunu mu merak ediyor? Sağ kalan oldu mu diye kaygılanıyor mu? Kendisinin yaşayıp yaşayamayacağını mı soruyor?
Hayır! Adamın ilk sözleri tam olarak şöyle: “Bu felaket Kürtlerin başına da geldi mi?”
***
Bu denli geri, ilkel, şovenist, kafatasçı bir iktidarın yüzde elli oy aldığı bir ülkedeki insanın yukarıda anlatılan depremzedenin tavrına sahip olmasına şaşmamak gerek.
“Canım, o adam AKP’den önce söylemiş” demeyin. Kürtlerin zararlı, kaçınılması gereken cüzamlı yaftası alması yeni değil. Bir devlet politikası olarak yüzlerce yıllık geçmişe sahip.
Yok sayılan; kimliği, tercihleri, aşkları, sevinçleri, düğünleri, cenazeleri, oyunları, kitapları yasaklanan bir halk Kürtler.
Her şey bir yana dünyanın en geri ülkesinde bile olmayan “dil yasağı”nı üreten bir ülkede halen “kardeşlik ve birlikte yaşamak”tan söz edebilen hoşgörüde bir halk. Dilini konuşamasa da, her gün katliamlarla yüz yüze kalsa da, Ceylanları havanlarla, Enesleri bombalarla, Aydınları kurşunlarla katledilse de yine de “barış”, yine de “kardeşlik” diyebilen erdeme sahip bir halk.
***
Ama bir yere kadar!
Artık Kürtlerin bu taleplerini dillendirmediği rahatlıkla gözlenebilir. Ve artık geçmiş yılların oyalanarak kaybedilmesi gibi bir sonucu, bunun yaratacağı artı zulmü ve can acısını yaşamak istemediği de dosta düşmana anlatılıyor.
Bu yüzden panzerlerin ve özel timlerin en gelişmiş teknolojiyle donatılmış silahlarının gölgesinde bir ana, yüreğinin bir parçasını sahipleniyor. Onun için çarpışan, ırkçılara, faşistlere, işgalcilere karşı çarpışarak şahadete ulaşan oğlunu sahipleniyor.
Orada; Şemzinan’da, Çele’de, Gever’de, Bêşebap’ta yoldaşlarımız tarih yazarken, faşist işgalcileri Kürdistan topraklarından defederken işte bundan güç alıyor.
Bir ananın yüreğindeki sevgiden.
O ana Kürtlerin bir özetidir. O ana da bütün Kürtler gibi korkmayı çoktan bıraktı.
Özgürlüğü için ayağa kalkmış, bu uğurda her türlü bedeli ödemeye hazır bir halk her şeye kadirdir. Ve bunu her gün yeniden gösteriyor. Bêşebap bunun son göstergesidir.
Halk, devrimcileriyle buluşuyor. Gerillalar ve halk el ele Özgür Önderliğe, Özgür Kürdistan’a yürüyor.
İşte gerillaların her yerde ve her zaman var olmasının nedeni analarından devraldıkları cesarettir. Analarının ve halkının asla ama asla onları yalnız bırakmayacağına duyduğu inanç ve güvendir. Bir kaynak, gerillaların dayandığı bir dış güçten söz edilecekse buyurun bakın, gücümüz çıplak bir halde ortadadır.
O ana var oldukça, analarımız var oldukça gerilla da hep olacak. Ve nasıl ki o ana silahların, düşmanın, işgalin gölgesi altında onuruna, davasına sahip çıkıyorsa Kürdistan gerillası da üzerin gelecek her türlü düşmana inat, adım adım, hırsla, intikamla ülkesini ve halkını özgürleştirecek.
Kimsenin hiçbir kaygısı olmasın özgür Kürdistan çok yakında…
Pir Kemal
- Ayrıntılar