Dinler her zaman çıkışlarında anti kapitalisttirlerdir.
Başkan Apo yıllar önce: “Din, insanlık kadar eskidir. İnsanlığın oluşumundan ayrılmaz bir parçadır.
İnsanın varlığı dinsel bir varlıktır. Dini tanımayan hiçbir toplum yoktur. Hepsinin yaşamında din vardır. Din, insanlığın oluşumunda vazgeçilmez bir evre olarak değerlendirilmelidir. İlk insan türünün kendi zayıflıklarım gidermesinde, kendini ruhen doyurmasında, kendini güçlü, kuvvetli hissetmesinde önemli bir role sahiptir.”
“Bugün zorlu düşünceye sığınarak en güçlü eylemlere yöneliyorsunuz; demek ki, din manevi bir kuvvet olarak başlangıçta insanlar için vazgeçilmez bir öneme haizdir.” demiş ve dinin yaşamın tüm alanlarında etkili bir düşünce biçimi olduğunu çok genişçe ele alarak, toplumlara sanal bir şekilde empoze edilmeye çalışılan dinin ağırlıklı olarak: “Doğaüstü tasarımlar ve işlemler bütünü olarak tanımlandığı gibi, fizik olayların fizikötesi yöntemlerle açıklanması” tespitinin yetersiz ve eksik bularak eleştirmiştir. Ya da: “En genel anlamda bir yaratıcı güç ve bu yaratıcı gücün kadir-i mutlak iradesi temelinde evren, doğa, toplum ve insanın; bu dünya ve ölüm sonrası yaşama ilişkin sistematize edilmiş, derli-toplu düşünceler” demenin de yetmediği açıktır.
Yukarıda dile gelenlerin içerisinde doğruluk payı elbette bulunmaktadır. Ancak din gibi insan toplumsallığının ve yaşamının her yerinde bin yıllarca sirayet etmiş ve bugünde tüm yönelimlere karşın ayakta duruyorsa orada biraz durup düşünmek gerekmektedir.
Din her şeyden önce toplumsallığı esas alan, hatta geliştiren bir düşünce biçimidir. Çoğu zaman ya da çıkış koşullarında her zaman toplumsallığı dağıtmak isteyen, toplumsallığı baskılayan savaş ve iktidar güçlerine karşı büyük bedeller pahasına direnmiştir. Karşı çıkmıştır. Nerede toplumu düşürmeye dönük el uzatanlar çıkmış ise orada din devreye girerek karşı çıkmıştır. Bir nevi din toplumun binlerce yıl oluşmuş olan ahlaki değer yargılarını sahiplenen bir düşünce ve yaşam biçimi olmuştur.
Bu konuda: “Ahlakla dinin ilişkisi çözümlenmesi gereken önemli bir sorundur. Nasıl ki ahlakla doğrudan demokrasi arasında bir özdeşlik kurmak mümkünse (uygarlık dışı ve karşıtı toplumlar için), benzer bir özdeşlik din ve ahlak arasında da kurulabilir. Dinin henüz uygarlık damgasını yemediği koşullarda ahlak, din ve doğrudan demokrasi iç içe yaşanır. Ahlak dine göre daha öncelikli oluşan bir kurumdur. Din öyle anlaşılıyor ki, ahlakın daha çok tabu, kutsallık, büyüleyicilik, anlam vermekte güçlük çekicilik, doğa güçlerini kontrol edemezlik duygu ve düşüncesi boyutlarıyla ilgilidir. Toplumun kendi doğası dışında doğayı da tanıyıp kabullenmeyi idrak etmesi, hem korku hem merhamet duygusu uyandırıyor. Yaşamlarının çok bağlı olduğunu fark ettiği bu doğa ve güçlerinin olumsuzluklarından sakınma, olumluluklarından da yararlanma düşüncesi ilkel, orijinal din kurumu ve geleneğinin kaynağı gibi görünmektedir” tespitinden de görüldüğü gibi öncelikli olarak topluma ölçü verme, toplumu belli değerler etrafında tutma gücüdür de. Doğaya hoyratça yaklaşmanın önünü de alıyor.
Tarihin şafak vaktinden bugüne kadar her zaman dinler dediğimiz gibi ilk çıkış koşullarında toplumları baskılayan baskıcı güçlere karşı direnmesini ve direnmeyi öğütmesini bilmişlerdir. Bugünde bu böyledir.
Birçok dini öğreti vardır. Ancak hepsinin ortak yönleri neredeyse aynıdır. Hepsinin ortak yönü yeniden belirtecek olursak toplumsallığı korumaya dönük olan hassasiyetleridir. Toplumsallık ise bire bir ahlakla ilgili bir durumdur. “Demokratik kapsamı içinde din ve ahlak arasında özdeşlik vardır. Dolayısıyla ibadet yerleri en çok toplumsal ahlakın işlendiği kurumlar olmak durumundadır. Başta kilise ve camiler olmak üzere, ibadethaneleri birer pratik ahlaki kurum olarak değerlendirip, ahlaki toplumun inşasında kullanmak en doğrusudur. Özellikle camileri Hz. Muhammed dönemindeki yaygın ahlaki merkezler olarak icra edilen işlevlerine yeniden kavuşturmak önemlidir. Demokratik modernitenin, ahlaki ve politik toplumun yeniden inşa edildiği ahlaki kurumlardır.”
Dikkat edersek, dinin buradaki rolü toplumun sorunlarını çözen bir roldür. Toplumsallığın dağılmasının önünü alan temel bir güçtür. Dinler toplumsallığı esas alırlarken, bugün ya da tarihin derinliklerine kadar uzanan süreçlere kadar iktidar güçlerinintopluma dönükneyi esas aldıklarını sormak yerinde bir soru olabilir. Ve tabi bu sorunun yanına birde bugünün iktidar güçlerinin nasıl bir toplumsallığı esas aldıklarını da sormamız gerekir.
Özcesi iktidar güçlerinin kendi iktidar alanlarını geliştirebilmeleri için, yine insanları istedikleri gibi yürütebilmeleri için nasıl bir toplumsallığı kendilerine esas almaktadırlar?
Öncelikli olarak toplumu parçalamaları gerekiyor. Bunu yapmak için ise bireyi rapt u zapt altına almaları gerekiyor. Bununda en iyi yolu ahlak yani toplumun doğal tarihi süreç içerisinde süzülerek gelen değer yargılarını aşındırmaları gerekiyor. Biz buna toplumu param parça etmeleri gerekiyor diyelim. Toplumu parçalara bölerek sadece ve sadece bireyler haline getirmeleri gerekiyor. Peki, bir toplumu parçalara bölerek nasıl sadece bireyler haline getirilir diye de sorabiliriz. Egemenler toplumun sürekli parçalı kalabilmesi için özel olarak hukuk kurumunu oluşturmuşlardır. Toplumun öz savunma mekanizmasının rolünü oynayan ahlakı aşındırarak-ki ahlak toplumsallıktır-darbeleyerek bunun yerine bireye indirgeye bilmeleri için dediğimiz gibi hukukun yoluyla bir güce,-bu güç devlet olur, her hangi bir iktidar odağı olur- bağlamaları gerekiyor. Aksi taktirde toplumu bölemezler. Hukuk iktidar güçlerinin katı bir kurumsallaşmasıdır. “Hukuk devletin siyasi güç eyleminin kalıcı kuralı ve kurumlu bir biçim almış hali olarak değerlendirilebilir. Bir nevi donmuş, sakin istikrar kazanmış devlettir” demek yanlış olmadığına göre, hukukun yoluyla toplumu egemenlerin rapt u zapt altına aldıkları kendiliğinden anlaşılır.
Devleti daha çokta ulus devletini zamanında Almanların en meşhur olan filozofu ola Hegel: “Tanrının yeryüzüne inmiş hali” diye tanımlamıştı. İlginç gelebilir ama yine aynı Hegel ulus devletin en ileri savunucusu ve bir nevi ulus devletin en ileri düzeydeki savaşçısı olan Napolyon’u ise: “Yeryüzünde yürüyen tanrı” olarak tanımlamıştı.
Dikkat edelim, “devlet artık değeri, ideolojik araçları, zor aygıtları içine alan yönetim sanatıdır.” Yani “iktidarın hukuklaşmış biçimlerinin tümüne devlet demek” gerekiyor. Bu ise: “Çerçeveyealınmış, kuralları belirlenmiş kurumlar bütünlüğü içinde yoğunlaşmış iktidar devleti ifade etmektedir.”
Yoğunlaşmış iktidar ise yüzde yüz hırsızlıktır, gasptır, talandır, savaştır, vurmadır, kırmadır, talandır, soygundur. Yani ahlaksızlıktır. Boşuna başka büyük bir alman filozofu olan Nietzsche: “Tanrılaşan devlet karıncalaşan emekçiler ve bireyler, karılaşan iğdiş edilen toplum”dur dememektedir. Çünkü topuma yüzde yüz hakim olmuş bir yapı yüzde yüz onun ruhsal, düşünsel ve yaşamsal sahasına müdahale edecek olan bir güç demektir ki, bu ise kesinlikle karıncalaşan bir insan ve insan topluluğu demektir.
Ancak unutmayalım ki tüm dinler insanın karıncalaşmasına karşı durmuşlardır.
Hz. İbrahim kendilerini zulmün sahibi gören Nemrutlara karşı çıkarak çıkış yapmıştır.
Hz. Musa kendisini tanrı gören Firavunlara karşı çıkarak çıkış yapmıştır.
Hz. Zerdüşt zamanın zalimleri olan Asur imparatorluklarına ve kendilerini tanrı katına çıkaran bu merkezlere karşı çıkarak kendi ahlak öğretisini geliştirmiştir.
Hz. İsa ise kendilerini yeryüzünün tek sözcüleri olarak gören Romalılara ve tüm yerli işbirlikçilerine karşı çıkarak çıkış yapmıştır.
Hz. Muhammed ise Mekke’de önce tanrı katına çıkartılan putları kırarak yola çıkmıştır.
Tabi Budha, Sokrates, Mani, Mazdek, Hallac, Babek, Cavidan, Şeyh Bedreddin, Thomas Münzer, Pir Sultan ve niceleri toplumu toplum olarak korumak için canlarını vermekten geri durmayarak çıkışlarını görkemli zulüm merkezlerine karşı yapmışlardır.
Büyük ahlakçı Adorno’da: “Yanlış hayat doğru yaşanmaz” demiş ve yanlış örülmüş olanın doğru olamayacağını ve doğru yaşanamayacağını dile getirmiştir.
Yanlış hayat denilen gerçeklik özünde toplumsal gerçekliğinde kopartılmış bireydir. Ya da toplumundan kopartılmaya çalışılan bireydir diyelim.
Kapitalitisti nasıl tanımlayacağız? Herhalde kapitalistin en hafif tanımı, hırsızdır. Boşuna: “Tüccar malın en iyi kokusunu alan kişidir. Ya da Tüccar nerede en iyi hırsızlığı yapılabileceğini en iyi bilen kişidir” denilmemiş ki!
Peki, kapitalist ya da kapitalizm hırsızlık sistemini nasıl kurur ya da kurabilir? Kapitalizm, hırsızlığı meşru hale getirebilirse orada hırsızlığını da hırsızlık sistemini kurabilir hale gelebilir.
Peki, hırsızlığı bir kapitalist nasıl meşru hale getirebilir, ya da getirir? Verilecek tek bir cevap vardır, o da bireyi toplumdan kopartarak. Toplumu toplum olmaktan çıkartarak. Bireyin birey olmaktan çıkarılması için ya da toplumun toplum olmaktan çıkması için ise yapılması gerekli olan ahlaki değerleri ayakaltına almaktır. Bunun da yolu dinin tarihte oynadığı tersine çevirerek dinin insana ve toplumlara verdiği ahlaki değerleri tersyüz etmektir. Başka bir deyimle tarihte dinlerin çıkış nedenlerini sulandırarak, dinlerin geçmişte oynadıkları rollerin içini boşaltarak bunu yapabilir. Bunu da yapabilmesi için dini özünden boşaltması gerekiyor.
Yukarıda sıraladıklarımız toplumu gösteri toplumu haline getiremedikçe istediklerini yapamazlar. Bir kez gösteri haline getirilmek için ise önce tüm toplumsal değer yargıların içini boşaltmak gerekiyor. Ki bu da yozlaştırmaktır. Bitirmektir. Dinler ise yozlaştırmaya karşı her zaman duyarlı olmuşlardır.
İşte, kapitalistler ya da kapitalizm dini özünde boşaltamadıkça dinler her zaman anti devletçi, anti iktidarcı, anti tekelci ve antikapitalisttirler.
Dikkat edelim, devletlerde, iktidarlarda, tekellerde ve tabi bunları pratikleştiren kapitalist ve kapitalistlerde tümü toplumların ellerindeki birikimleri soyma dayalı örgütlenmeler ve yapılardır.
Bunun için diyoruz ki “DİNLER, HER ZAMAN ANTİ KAPİTALİSTTİR”dirler. Dinlerin ilk çıkış günlerinde de böyle olduklarını tüm kutsal kitaplar bize söylüyor. Boşuna tüm dinler artırmaya hep şüpheyle bakmamışlardır. Hatta artırmayı yani hırsızlığı, mal biriktirmeyi günah saymamışlardır. Bu gerçekliği bilerek toplumsal ahlakı ve vicdanı her zaman, her yerde koruma ve geliştirme temelinde toplumsallığı hem de komünlerde yaşama biçiminde esas almayı kendimize şiar edinelim. Aksi taktirde kapitalistler gibi hırsız ve vurguncu olanların cenderesinde kurtulmak herkes için zor olacaktır.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Bir şeyin oluşum süresine zaman diyoruz. Bu bir madde olabilir, bir ideoloji olabilir, bir duygu olabilir. Ne olursa olsun bir şeyi zamansız düşünemeyiz, çünkü onu meydana getiren zamanın kendisidir. Zamanın olmadığı yerde oluşumda yoktur. Bu nedenle günlük yaşantımızda yâda tarihsel dönemlerde düşüncelerin, mücadelelerin, tarihe yön vermiş halkların, kişiliklerin bir oluşum zamanı vardır.
Onları meydana getiren somut koşullarla birlikte ortaya çıkarlar. Tarih salt kendi başına ilerlemez canlı, cansız varlıklarla birlikte, yine bizim davranışlarımız, etkinliklerimiz sonucu ilerler. Bunlar olmadan tarihin tek başına ilerlemesini düşünemeyiz, ya da tarihin varlığını açıklayamayız. Bundan hareketle her canlı, her dağ, genel olarak her varlık bir tarih oluşturmuştur, diyebiliriz. Genel olarak her şey tarihsel oluşum sürçlerinde rolünü oynamıştır. Maddenin oluşum yasası gereği biri olmadan diğeri düşünülemez zaten, ama bunun dışında bazı olaylar vardır ki, ya da bazı kişilikler vardır ki tarihin oluşumunda yer almakla yetinmemişler bizzat ona yön vermişlerdir. Zamanın kölesi olmayı, zaman tarafından yönlendirilmeyi kabul etmemişler. Varlılarıyla, hareketleriyle bizzat tarihe yön vermişlerdir.
Bu kişilikler tarihsel toplumsal koşulların olgunlaşmasıyla birlikte halklarına umut olabilmek için, halklarının çektikleri acıları dindirmek için, sınıfsız, sömürüsüz, insanın insanı ezmediği, insanın doğaya hükmetmediği bir yaşam kurmak için, içinde yaşadıkları toplumsal realiteyle birlikte ortaya çıkarlar. Bu kişiliklerin ortaya çıkması, içinde yaşadıkları somut toplumsal koşullarla bağlantılıdır. Trakyalıların Spartaküs'ü varsa, toplumunun yaşadığı ağır kölelik koşullarıyla bağlantılıdır, yine çarlık Rusya'sında Lenin ortaya çıkmışsa, orada yaşayan halkların ağır feodal sisteminin baskısı altında olmasından kaynaklıdır. Bunun gibi birçok örnek verilebilinir kuşkusuz. Bir çok halk bu süreçlerden kahramanlar, tarihe yön veren tarihi kişilikler ortaya çıkararak geçmiştir. Bu tür kişilikler toplumsal çürümenin, yozlaşmanın yoğun olduğu, halkların üzerinde talan, sömürünün insan yaşamı için dayanılamaz hale geldiği, sosyal, kültürel asimilasyonun yoğun olduğu, var olma sorunun yaşandığı toplumsal koşullarda oluşurlar. Bu nedenle tarihe yön veren kahramanlar ya da tarihi kişilikler rastgele oluşmazlar. Burada bir arz talep ilişkisi vardır.
Bu kişiliklerin yoğunca ortaya çıktığı bir halk da Kürt halkıdır. Kürtler uzun yıllar boyunca yoğun asimilasyon, kültürel ve fiziki soykırım altında yaşadıkları için bir çok direniş sergilediler. Kürt halkı direnmenin yaşamak olduğunun en iyi örneğidir. Bu direnişler zamanın kölesi olmayı ret eden, zamana yön veren tarihi kişiliklerin öncülüğüyle gelişti. En son PKK hareketiyle birlikte birçok değer ortaya çıkmıştır. Halkların sınıfsız, sömürüsüz, insanın insanı ezmediği, insanın doğaya hükmetmediği özgür yaşam ideolojisi yeniden yorumlanarak ayakları üzerine oturtuldu. Daha önce eksik tanımlarla baş aşağı duran özgür yaşam ideolojisi Kürt halk önderi Abdullah Öcalan'ın tanımlamalarıyla ayakları üzerine oturtuldu. İdeoloji, aydınlanma alanında bu değerleri ortaya çıkaran PKK, her alanda muazzam siyasal, kültürel, toplumsal gelişme sağladı, her alanda toplumsal bir patlama yarattı. İşte bu gelişmeleri binlerce tarihi kişilik sağladı. İsmi Reşit yoldaş, ismi Kerim yoldaş, ismi Çiçek yoldaş burada hepsini tek tek sayamayacağımız kadar çok tarihi kişilikler sayesinde Kürt halkı bugün özgür yaşamda ısrarını sürdürebiliyor.
Tarihi kişilikler Kürt halkına birer deniz feneri olmuşlardır. İçi, özgür yaşamak isteyen insanlarla, halklarla dolu gemiler bu ışıklara bakarak yönlerini belirleyebiliyorlar. Nuh'un, gemisini Cudi'ye yönlendirmesi gibi Kürt halkı yönünü kahramanlarına, tarihi belirleyenlere çeviriyor. Bu yüzden Kürdistan dağları sürekli yeni kahramanlar yetiştiriyor. Kahramanların ayak sesleri düşmanlarına korku salarken, Kürt halkının hayallerini besliyor.
Tarihe yön veren kahramanların ayak izleri bu dağlardan hiç silinmeyecek. Zaman ne kadar ilerlerse ilerlesin Reşit yoldaşın ayak izleri Cilo'da, Çarçella'da, Gerdiya'da sürekli olacak. Reşit arkadaş gibi kişilikler sadece düşmana, asimilasyona, soy kırıma direnmiyor aynı zamanda zamana karşı da direniyorlar.
Dilşêr Ernesto
- Ayrıntılar
Demokratik İslam Konferansı ya da Kongresi tartışmaları sürüyor. Konunun öneminden dolayı bir kez daha üzerinde durmak gerekiyor. Çünkü siyaset alanında en çok istismar edilen konu oluyor. Yine İslam adına hareket ettiğini söyleyen bazı çevreler tarafından insanlık tehlikeli bir biçimde tehdit ediliyor. Yirminci yüzyılın ilk çeyreğinde yaşanan soykırımları geride bırakacak düzeyde insanlık yeni soykırım tehditleri ile yüz yüze getiriliyor.
Bölgemizde 1970'li yılların sonlarından itibaren yaşanan gelişmeler ortada. Bu süreç önce İran İslam Devrimi denilen olayla başladı. İslam'ın doğuş dönemindeki devrimci özüne yeniden dönülmekte olduğu iddia edildi. Hz. Muhammed dönemindeki İslam Devriminin yeniden canlanmakta olduğu söylendi. Bu durum İslam'ın Şia mezhebiyle de sınırlı kalmadı. Afganistanda da önce Taliban, sonra da El Kaide adlarıyla İslam'ın Sünni mezhebine dayalı olarak da benzer gelişmeler yaşanmaya başlandı.
Halbuki olup bitenlerin söylenenlerle fazla bir ilgisi yoktu. Olay ABD'nin Yeşil Kuşak Projesi adını verdiği politik stratejisinin bir sonucu olarak ortaya çıkıyordu. Amaçlanan Sovyetler Birliğine karşı daha etkili mücadele edebilmek ve sıcak denizlere inmesinin önünü almaktı. Nitekim bu strateji ile ABD politik düzeyde başarılı da oldu. Sovyetler Birliği'nin çöküşünde bu kuşatma da önemli bir rol oynadı. Bu nedenle İranda yaşanan gelişmelere karşı çok fazla müdahalede bulunmayan ABD, Afganistan-Pakistan hattındaki gelişmeleri ise her bakımdan çok yoğun olarak destekledi. Bir bakıma El Kaideciliğin yaratıcısı ve temel destekçisi oldu.
Şimdi son otuz yılda ABD ve benzer güçlerin desteğiyle ortaya çıkan ve gelişme sağlayan bu güçler, bölgemiz Ortadoğu'yu kasıp kavuruyor. 2011 Baharından beri yaşanan Arap isyanından da aldığı güçle bölge halkları üzerinde vahşet düzeyinde katliamlar uyguluyor. İşte Yemendeki hastane baskını vahşeti ortada! Irakta her gün yaşanan ve adeta herkes tarafından neredeyse kanıksanır hale gelmiş olan sivil katliamlar ortada! Suriye halklarının yaşadığı katliamlar ve soykırım tehdidi ortada! Yine Rojava halkı üzerinde altı ayı aşkın süredir uygulanan vahşi katliamlar ortada!
Son olarak bir gün önce Afrinin Azaz bölgesinde 170 sivil Kürt bu çeteler tarafından kaçırılmış bulunuyor. Bunların önemli bir kısmı çocuk yaşta ve akıbetleri hala bilinmiyor. Rojava Kürdistan halkı İslam adına hareket ettiğini söyleyen bu çete gruplarının vahşi katliamlarına her gün maruz kalıyor. Rojava Özgürlük Devrimi söz konusu çete saldırıları ile tehdit ediliyor. Aslında İslam devrimini canlandırdığını söyleyen bu çetecilik, tüm Ortadoğu halklarının özgürlük ve demokrasi devrimlerini tehdit ediyor. Bölge halklarının özgürlük ve demokrasiye ulaşmalarını engelliyor.
Peki bu tutumun gerçek demokratik-kültürel İslamla ne alakası var? El Kaide adına işlenen katliamların İslam Devrimi ile ne ilişkisi var? Başta mazlum Kürt halkı olmak üzere bölgenin Müslüman halklarını katletmekle mi İslam devrimi yapacaklar?
Bunların hiçbirinin olmayacağı açık. Aslında Ortadoğu halkları şahsında tüm insanlığın ciddi bir soykırım tehdidiyle karşı karşıya olduğu ortada. Belki de tarihin en büyük provokasyonlarından birisi sahnede. İktidarcı ve devletçi İslam'ın en pespaye türevlerinden biri kendisini yeni devrimcilik olarak sunuyor. Devletçi sistemin ve kapitalist modernitenin çöplüğünde beslenerek varlık bulmuş olan bir güç, kendisini tüm dünyaya Kapitalist modernite karşıtı olarak sunmaya çalışıyor.
Kısaca İslam adına bölge halkları ve insanlık ciddi bir provokasyon tehlikesiyle yüz yüze. İşte Demokratik İslam Konferansı veya Kongresi böyle bir provokatif gelişmenin varlığı ve büyük bir tehlike yaratması karşısında ortaya çıkıyor. Dolayısıyla birinci görevi bu durumu aydınlatmak ve İslam adına geliştirilmeye çalışılan bu tehlikeli provokasyonu mahkum etmek oluyor. Bunun için de iktidarcı-devletçi İslam ile demokratik-kültürel İslamı ayırt etmesi ve Ehlibeyt döneminin İslamı olan demokratik-kültürel İslamı esas alması gerekiyor. Böylece İslam adıyla oynanmak istenen bu tehlikeli oyunu bozup, halkları bu katliam tehlikesine karşı aydınlatarak mücadeleye çağırması önem taşıyor.
Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalanın Demokratik İslam Kongresi çağrısını tartışırken, her şeyden önce olaya bu çerçevede yaklaşmak gerekiyor. Çünkü Çağrının doğru anlaşılması ve ele alınışı böyle olur. Nitekim bu çağrı durduk yere ve birden bire gündeme gelmemiştir. Böyle son derece yakıcı ve ciddi bir siyasal ve askeri gelişme sonucunda ve Ortadoğu'nun Müslüman halklarının İslam adına oynanmakta olan bu oyun konusunda aydınlatılıp mücadele eder hale getirilmesi için Demokratik İslam Kongresi çağrısı yapılmıştır.
Hem tartışmanın ve hem de hazırlıkların işte bu temelde yapılması gerekiyor. Bu temelde tartışma ve hazırlık çalışmaları ne kadar geniş tutulur ve canlı yürütülürse o kadar iyi olur. Hiç kimsenin Kürt Halk Önderinin bu çağrısını kendine göre yorumlayarak esas hedefinden koparmaya hakkı yoktur. Öncelikle bu duruma dikkat edilmesi ve olası saptırıcı yaklaşım ve çabalara fırsat verilmemesi önemlidir.
İkinci olarak, söz konusu Kongre çalışmalarına katılımın mümkün olan en geniş düzeyde olmasını sağlamaya çalışmak gerekir. Kuşkusuz Kürt İslam Alimleri başta olmak üzere Türkiye'nin tüm İslam Alimlerini katmaya çalışmak önemlidir. Tabi bununla da yetinmemek, Ortadoğu'nun tüm İslam Alimlerinin katılımını sağlamak için çaba harcamak gerekir. Çünkü İslamı saptıran tehdit tüm bölge halklarını hedeflemektedir ve böyle ciddi bir tehdidi bertaraf edebilmek için de tüm Müslüman halkların temsilcilerini birleştirebilmek gerekir.
Bu noktada dikkate alınacak tek ölçü, katılanların İslama yaklaşımlarının nasıl olduğudur. Kuşkusuz El Kaide sapkınlığını mahkum etmeyi hedefleyen bir kongreye El Kaideciler katılamaz. Yine bu oyuna açık ve net bir biçimde tavır almayanların da kongreye katılmamaları gerekir. Yani İslamı iktidar ve devlet aracı yapanların kongreye alınmaması önemlidir. Çünkü böyleleri eninde sonunda kongreyi sabote etmeye çalışan bir özellik taşırlar. Yine İslama iktidarcı ve devletçi yaklaşımın farklı mezheplerden gelmesi de pek fark etmez. Bu nedenle Sünni mezhebinden gelen iktidarcı ve devletçi yaklaşıma dikkat ederken, aynı duyarlılığı Şia mezhebinden gelen iktidarcı ve devletçi İslam yaklaşımına karşı da göstermek gerekir.
Demokratik İslam Kongresine İslamı demokratik-kültürel yapıda ele alan ve toplumsal bir olgu olarak gören kesim ve alimlerin katılması çok önemlidir. Çünkü, ancak böyle bir Kongre El Kaide ve benzeri İslamı saptırıcı yaklaşımları doğru tespit ederek mahkum etme gücünü gösterebilir. Ancak böyle bir kongre Ehlibeyt İslamını esas alarak demokratik-kültürel İslam gerçeğini canlandırabilir.
Burada diğer mezhep veya dinlerin söz konusu kongreye katılım durumunun da netleştirilmesi önemlidir. Çünkü bu yönlü tartışmalara da rastlanmaktadır. Bu konu da bizce pek muğlak değildir ve fazla tartışmaya gerek yoktur. Çünkü söz konusu kongre son derece yakıcı bir güncel gelişme karşısında gündeme gelmektedir. Esas işlevi El Kaide ve benzeri türden İslam adına yaşanan sapkınlıkları belirleyip mahkum etmek olmaktadır. Yani genel din veya mezheplerin demokratik bir arada yaşama sorunlarını öncelikle gündemleştiren bir kongre değildir. Kısaca İslam içi sorunları gündemleştiren bir kongredir.
Böyle olunca, yapılacak kongrenin İslam Alimlerinin katılımıyla gerçekleşmesi en doğal ve doğru olanıdır. Çünkü, ancak böyle bir kongre El Kaide sapkınlığını mahkum edebilir. Dolayısıyla gündeme geliş amacını başarabilmesi için kongrenin bir Demokratik İslam Kongresi olması en uygunudur. Kongrede Aleviler, Êzidiler, Hıristiyanlar gibi dini toplulukların, isterlerse misafir olarak temsilci bulundurmaları uygun olabilir. Bunun da karşılıklı isteğe dayanarak yapılması en doğrusudur. Diğer yaklaşımlar gereksiz gerginliklere ve dolayısıyla kongreyi amacından saptırıcı sonuçlara yol açabilir.
Aslında Demokratik İslam Kongresi gibi benzer toplantıları her din ve mezhebin kendi özgünlüğünde yapmak başlangıç açısından belki de en doğru olanıdır. Bu toplantılardan çıkacak sonuçlar temelinde hepsinin demokratik bir arada yaşama sorunlarını tartışacak ortak kongre veya konferanslar yapmak daha sonuç alıcı olabilir. Burada dile getirilen hususlara dikkat etmek, bu çalışmaları yürütecek olanlar açısından önemlidir ve onları başarıya ulaştırır!
Selahattin Erdem
Yeni Özgürpolitika
- Ayrıntılar
Birkaç gün önce Berlin’de binlerce Kürt ve dostları Alman devletinin 1993 yılından beri uygulamaya koyduğu PKK yasağının kaldırması için büyük bir yürüyüş gerçekleştirdiler. Kürt halkının ve dostlarının yürüyüşleri, protestoları ne kadar sonuç alır onu tarih gösterir.
Konumuz yapılan yürüyüş değildir. Konumuz Alman devletinin PKK yasağını yürütmesindeki ısrarıdır. Israrın da ötesinde başka çevreleri de bu yasağa katılmalarının sağlanması için bir çaba içerisinde olduğu gerçeğidir.
Biz Kürtler Alman devletine karşı özel bir düşmanlığımız olmamıştır. Öyle bir düşmanlıkta yapmamışızdır. Ancak zamanının Alman devleti ya da Prusya taa 1830’larda Osmanlılara kendi askerlerini göndererek Osmanlı askerlerini eğitmeye çalışmışlardır. Osmanlının Nizam-ı Cedid’le yani Yeni Düzenle kendisine çeki düzen vermek istemesine karşılık askeri sahadaki düzeltmeyi ya da yeniden biçimlenmesini gerçekleştirmek için AlmanPrusya'sında yardım istediklerini biliyoruz. Moltke’nin Türkiye Mektuplarını okuyanlar bu durumu bilir. Daha sonra Almanya’ya döndükten sonra Feldmareşal olacak olan Moltke sadece Osmanlı askerlerini yetiştirmiyor bizatihi 1835’lerde ve sonrasında Kürt isyanlarının bastırılmasında rol alıyor. Akıl veriyor ve bizatihi dediğimiz gibi Kürtlerin ezilmelerine katılıyor.
Biz Almanlarla -o dönem Osmanlı -bu dönemise Türkiye olan devletin ilişkilerini az çok biliyoruz. Bu ilişkilerin niteliğini gösteren belgeler de çok. Birinci dünya savaşı öncesi ve sürecinde bizatihi Liman Van Sanders’sin İttihati Terakkicilerin yanında oynadığı rolü de biliyoruz.
Özcesi Almanlarla Türkiye devletinin ilişkileri belgeleriyle biliniyor. Buna girmeyeceğiz. İlgili olanlar Başkan Apo’nun 1987 yılında Tarihte Türk-Alman İlişkileri belgelerini okuyabilirler.
Bizim üzerinde durmak istediğimiz yakın tarihte daha doğrusu PKK'ye, PKK şahsında ise Özgürlükçü Kürtlere karşı Alman devletinin neden bu kadar düşmanlık beslediğidir? Hatta neden Alman devleti PKK ve özgürlükçü Kürtlere karşı kan davası güttüğüdür?
Alman devleti gibi -geç olarak bir ulus devlet olsa da- kapitalizmin başını çeken bir devlet neden ilkel kin duyguları güder? İntikam almak için her türlü oyuna başvurur? Aşiretlerin bile yapmadığı ve artık yapmaktan vazgeçtiği kan davası ya da kan davacılığını neden güder?
Sorular tuhaf gelebilir, ancak kanımca Alman devleti PKK ve özgürlükçü Kürtlere karşı kendince siyasi gerekçeleri olsa da siyaseti aşan, aşiretçilik özelikleri gösteren bir kan davası gütmektedir.
Alman devletinin 1985 yılından beri resmi olarak NATO tarafından PKK'ye karşı özel görevlendirildiğini elbette biliyoruz. Avrupa’da PKK'ye karşı en büyük saldırıları başlatanın Almanya olduğunu da biliyoruz. Hatta ilk kez devasa bir davayı sahnelediklerini de biliyoruz. Hatta 129a maddesini uyguladıklarını da. Pişmanlık duyupta Alman devletine PKK hakkında bilgi veren namı diyar köstebek Cafer ya da Ali Çetiner’i, Almanların yasalaştırdıkları pişmanlık yasası da ilk kez PKK'ye karşı kullananlarda Almanlar. Daha önce RAF’çılarda itiraf edenler olmuş ancak pişmanlık yasası ilk kez PKK'ye ve Özgürlükçü Kürtlere karşı uygulanmıştır. Yine Avrupa’da demokratik kitle yürüyüşlerinde saldırıya uğrayarak Kürtlerin katledilmesini de Alman devleti yapmıştır. PKK saflarında kaçanları ilk ajanlaştırmaya çalışan devlette yine Alman devleti olmuştur.
Peki, tüm bunlar neden?
Ya da arada yıllar geçmesine rağmen halen bu düzeyde bir düşmanlık neden?
PKK silahlı mücadelesini TC devletine karşı başlatmıştır. Ancak bugün TC devletinin başkenti başta olmak üzere, en büyük kentleri olan İstanbul ve tabii ki Kürdistan’ın her yerinde PKK bayrakları, Başkan Apo’nun resimleri, HPG’nin sloganları her yerde sallandırılıyor, taşınıyor ve haykırılıyor. Peki,Türkiye’de durum buyken neden Almanya’da bunlara yasak getirilir? İzin verilmez? Hatta PKK bayrağı ve Başkan Apo’nun resimlerini taşıyanlar cezalandırılır?
Tüm bu soruları ve daha fazlalarını da sormak mümkündür. Belki birçok cevaplarda bulunabilinir, verilebilir.Ancak kesinlikle verilecek cevaplar insan aklının almayacağı cevaplar olacaktır. Ya da şöyle ifade edelim, verilecek cevaplar siyaset biliminin kabul edeceği cevaplar olmayacaktır.
Örneğin denilecek ki PKK ve üyeleri Alman devletine karşı suç işlemişlerdir bunun için PKK’yi yasaklamışızdır. Ya da PKK silahlı bir mücadele veriyor-ki bu durum normalinde Alman devletini ilgilendiren bir konu değildir- bunun için yasaklıyoruz. PKK, bize karşı şiddet eylemleri içerisinde olmuştur. TC devleti bir NATO ülkesidir bunun için TC devletine yapılan saldırı bize yani Alman devletine karşı yapılmış bir saldırıdır, bunun için PKK’yi yasaklamışız.
Böyle birçok cevap ihtimalini sıralamak mümkündür. Alman devletine karşı PKK üyeleri suç işlemiş ise alırsın yargılarsın, o kadar. Ancak bir özgürlük hareketini terörizmle itham edemezsin. “PKK silahlı bir mücadele yürütüyor” diyemezsin çünkü PKK bırakalım 2013 yılındaki ateşkesi, 1999 yılından 2004 yılına kadar tam 5 yıl boyunca tek taraflı olarak bir ateşkesi uygulamıştır. PKK size karşı bir şiddet eylemi içerisinde olmamış çünkü PKK tüm eylemlerini Kürdistan’da yapmıştır. TC’ye karşı yapılan saldırı sana karşı yapılmış ise TC’ye karşı yapılan saldırılar bir yıldır durdurulmuştur.
Tuhaf ama dediğimiz gibi Türkiye’de PKK hareketine dönük her türlü söz söylenmektedir. Çünkü PKK meşru bir özgürlük hareketidir. Buna inanmayan Alman devleti yetkilileri varsa, Kürdistan’a gelip gözlerini ve kulaklarını açsınlar. Ve varsa vicdanları açsınlar, ondan sonra dillerinin konuşması için izin versinler.
Sözü uzatmadan Alman devletinin siyasi olarak PKK yasağını sürdürmesinin tek bir gerekçesi yoktur. Bu gerekçe eskiden de yoktu. Çünkü Kürt halkının özgürlük davasının sözcüsü olan PKK en ağır bedelleri ödeyerek Kürt halkının özgürlük hayallerini gerçekleştirmek için meydanlara inmiş, yetmemiş dağların doruklarına çıkmış ve bunun için canını vermekten bir milim bile geri durmamıştır. Dediğimiz gibi eskidende Alman devletinin PKK’yi terörize etme hakkı yoktu, o zamanda yaptıkları suçtu. Ancak bugün hiç mi hiç yoktur.
Durum böyleyse neden Alman devleti halen ısrarla PKK'ye karşı en çirkin bir tarzda karşıtlık içerisindedir sorumuzu yeniden sormak istiyoruz?
Kan Davacılığı!
Alman devleti 1980 öncesi ve sonrasında Ortadoğu’ya dönük politikalar geliştirmek istemiştir. Çünkü Alman devleti birinci dünya savaşında yenilmişti yani Ortadoğu’da yerini yenildiğinden dolayı alamamıştı. Wilhelm’in tüm planları havada kalmıştı. Hatta “Müslüman olabileceği” söylentileri bile havada kalmıştı. Alman devleti 1980’lere geldiğimizde yeniden bir dünya devi olmaya başlamıştı. Avrupa’nın en güçlü ekonomik gücü olmuş hatta AB’yi sürükleyen en temel güç haline gelmişti. Böylesine büyüyen bir Almanya Ortadoğu’ya lakayt kalamazdı. Bu anlaşılırdır. Ne var ki Ortadoğu paylaşılmıştı. İngilizler, Fransızlar ve tabii Amerikalılar. Kenardan kıyıdan o zamanın Sovyetleri. Ve farklı yollarla olsa da ÇİN ve Japonya…
Almanların Ortadoğu’ya girmelerinin tek bir yolu vardı, Kürtler. İşbirlikçi Kürtler…
Avrupa’da Kürtler nüfus olarak en yoğun bir şekilde Almanya’da yaşıyorlardı. Bu Almanlar için önemli bir avantajdı. Yarışa girilecekse önemli olan sağlam yatırım yapmaktı. Kürtleri etkilemenin yol ve yöntemlerini arayan Almanya ilk elden bulduğu kişilik Burkay ve hareketi olmuştu. Koşuya Almanlar Burkay ve hareketiyle girmek istediler. Çünkü Burkay ve hareketi Avrupa’da en etkili olan hareket ve kişilikti. Bunun için dikkat edilirse tüm imkanlar sunuldu. Ve imkanlar sadece manevi imkanlar değil aynı zamanda maddi imkanları da içeriyordu.
Ne var ki Alman devleti yanlış at’a oynamıştı, Kürt halkı seçimini PKK'ye yapmıştı. Avrupa’ya en geç gelen hareket PKK hareketi olmasına rağmen çok kısa bir sürede Almanya başta olmak üzere Avrupa’nın Kürtler içerisinde en etkili hareketi oldu. PKK sadece bununla sınırlı kalmadı, işbirlikçi çizginin neme nem bir çizgi olduğunu tüm Kürtlere gösterdi. Bunu gösterdikçe PKK gelişti, işbirlikçi çizgi geriledi.
Dikkat edersek Almanya devleti yanlış at’a oynadı diyoruz. Bu durumu kendince düzeltmek için Başkan Apo’nun etrafında kenetlenmiş olan PKK’yi yıkarak kendince yeni bir PKK oluşturmaya çalıştı. Burada isimlerini ağzımıza bile almak istemediğimiz tiplerin özgürlük hareketine karşı çıkartılmalarının tümü bununla bağlantılıdır. Olaf Palme gibi Kürtlere yakın hatta dost olan birinin katledilerek PKK'nin üzerine yıkılması da hep bununla ve bunlarla bağlantılıdır. İtirafçıların, köstebeklerin, terör davalarının, şikane etmelerinin, yasakların derken yurtsever Kürtlere saldırmalarının altında hep bunlar yatmaktadır. Özcesi Kürt halkını yanına çekerek Alman devletinin Ortadoğu’da dıştalanmasının ve başarılmamış bir Alman devleti politikasının hesabının PKK’de sorulmasıdır. Başka bir deyimle Kan davası gütmesidir. Kan davacılığı derken, Ortadoğu’da dıştalanmış olan bir Alman devleti kindarlığıdır.
Siyasi alanda hasım olmalar, karşı karşıya gelmeler her zaman olan ve olabilecek durumlardır. Ancak siyasi arenada var olan sorunlar giderildiğinde ise –kendi çıkarları için olsa bile- bir araya gelmeler, anlaşmalar, düşmanlıkları terk etmeleri en yaygın olan çözüm formülleridir. Ne var ki Alman devleti böyle çözüm bulma ya da kabul etme yerine, ısrarla aynen eski çağlarda takılı kalmış, dar ailesel, aşiretsel, kabilesel kin ve nefret duygularıyla hareket ederek Kan davası ya da Kan Davacılığı yürütmektedir. Bunun ise Alman devleti için hayırlı bir durum olmadığı açıktır.
Alman devleti artık KAN DAVACILIĞINI bırakarak mücadele edecekse siyasal verilerle PKK'ye ve Özgürlükçü Kürtlere yaklaşması çağımıza uygun düşen en doğru yaklaşım olacaktır.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Kürdistan İşçi Partisi-PKK’nin otuz beşinci kuruluş yıldönümü kutlanıyor. Kürtler bu günü “Ulusal Diriliş Bayramı” olarak tanımlıyor ve bu temelde kutluyorlar. Kutlamalar PKK’nin kuruluş günü olan 27 Kasım’dan bir hafta önce başlamış durumda. 27 Kasım’dan sonra da en az bir hafta devam edeceğe benziyor.
PKK’nin kuruluş günü kutlamaları Kürdistan’ın dört parçasında olduğu gibi, yurtdışında ve özellikle Avrupa ülkelerinde de gerçekleşiyor. Daha doğrusu Kürtlerin bulunduğu her alanda kutlama oluyor. Toplumun her kesiminin yer aldığı kutlamalara özellikle gençler ve kadınlar daha fazla katılıyor. Çünkü PKK kendisini gençlerin ve kadınların partisi olarak tanımlıyor. Kadına yönelik şiddete karşı mücadele günü olan 25 Kasım etkinlikleriyle PKK kutlamaları iç içe geçiyor.
27 Kasım PKK’nin kuruluş günü kutlamaları bu yıl sanki her zamankinden daha kitlesel ve coşkulu geçiyor. Bunda Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın geliştirdiği Demokratik Çözüm Sürecinin yarattığı umut ile PKK’nin yürüttüğü yoğun örgütlenme çalışmaları önemli rol oynuyor. Özellikle PKK’nin bu yıl 11. Kongresini yapmış ve kendisini yenileyip daha kararlı ve örgütlü hale getirmiş olması katılımları ve coşkuyu artırıyor.
Kuşkusuz geçen iki yılda yürütülmüş olan yoğun gerilla direnişinin ve bu yıl başarılı bir biçimde gelişen Rojava direnişinin de bunda çok önemli bir etkisi var. Özellikle Kürtler için birer Ulusal Kahraman olan bu direnişin şehitleri toplumun tüm kesimlerini derinden etkiliyor. Dolayısıyla 27 Kasım etkinliklerinin çoğunluğu şehitleri anma ve şehitlikleri ziyaret etme biçiminde oluyor. Çünkü PKK Önderi Abdullah Öcalan PKK’yi “Şehitler Partisi” olarak tanımlamış bulunuyor.
PKK’nin Eylül ayında yapmış olduğu 11. Kongresinde Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın özgürlüğünü kararlaştırmış olması da 27 Kasım etkinliklerini olumlu etkiliyor. Bu kararın yarattığı büyük heyecan ve görev bilinci Kürt halkını sokaklara döküyor. Çünkü başta kadınlar ve gençler olmak üzere tüm Kürt toplumu Önder Abdullah Öcalan’ın özgürlüğünü kendi özgürlüğü olarak görüyor ve bunun başarısını kendisi için bir onur meselesi olarak ele alıyor.
Bilindiği gibi, PKK Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan tarafından kurulmuş, yoğun örgütlenme ve mücadele ile bugüne gelmiş bir partidir. Temeli Önder Abdullah Öcalan’ın 1973 Newrozunda örgütlediği altı kişilik bir grup tarafından atılmıştır. Bu grup PKK’nin ilk örgütsel çekirdeği oluyor. PKK’nin yaşam felsefesi ve ideolojik-politik çizgisini ise Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan geliştirmiş bulunuyor. Yani tüm yönleriyle Kürt Halk Önderi tarafından geliştirilen bir Önderlik Hareketi!
PKK çekirdeğinin Ankara’da ve yüksek öğrenim gençliği içinde oluştuğu biliniyor. Bu PKK’yi oluşturan bir ideolojik gruptur. Bu grup Kürdistan gençliği içinde örgütlenerek kadrolaşmasını yaratmış ve kendisini partileşme aşamasına getirmiştir. Gençlik çalışmalarının en etkili militanı olan Haki Karer’in 18 Mayis 1977’de kontrgerilla tarafından Antep’te katledilmesi partileşme sürecini yönlendiren en büyük olay olmuştur. Aynı zamanda PKK’nin silahlı savunma sürecini de başlatmıştır.
PKK’nin Amed’in Lice ilçesinin Fis Köyünde 26-27 Kasım 1978 tarihinde 22 kişinin katılımıyla yapılan iki günlük toplantı ile resmen kuruluşunu gerçekleştirdiği bilinmektedir. İlk ciddi direniş eylemlerini 1978’de Hilvan’da, 1979’da ise Siverek’te gerçekleştirmiştir. 1978 Aralığında kontrgerillanın gerçekleştirdiği Maraş katliamını değerlendirerek devletin yeni bir darbe sürecine girdiği tespitini yapmıştır. 1979 yazında Filistin Direnişi ile ilişki kurarak, daha darbeden bir yıl önce hem yurtdışına açılım yapmış, hem de gerilla eğitmeye başlamıştır. Bütün bunlar 12 Eylül faşist-askeri darbesi karşısında PKK’yi örgütlü ve düzenli geri çekilmeyi başaran örgüt haline getirmiştir.
12 Eylül faşist-askeri rejimi karşısında PKK’yi ayakta tutan ve gelişmesini sağlayan iki temel olaydan biri 1982 yılında yaşanan tarihi Zindan Direnişi olurken, diğeri ise Filistin Direnişi ile ilişkisi ve yurtdışı çalışmalarını burada yürütmesi olmuştur. Bunlar sonucunda PKK, Kürdistan’a gerilla birlikleri halinde geri dönüp 15 Ağustos Gerilla Atılımını başlatabilmiştir. Zindanda kazanılan ideolojik zafer gerillayı sürekli besleyerek, bütün zorluklara rağmen gerillanın sürekli gelişmesini sağlamıştır.
PKK, Kürdistan’da hiçbir partinin ve liderin cesaret edemediği gerilla direnişine cesaret etmiş, yüzlerce ve binlerce şehit vermesine rağmen gerillada ısrar edip sürekliliği sağlamayı başarmıştır. Böylece Kürt toplumunun ulusal kahramanlık dönemini yaratmış ve Ulusal diriliş Devrimini gerçekleştirmiştir. Gerillanın yarattığı birikime dayanarak 1990’larn başından itibaren halk serhildanlarını örgütlemiştir. Önce parti, sonra da gerilla olan hareket, bu seferde direnen halk gerçeği haline gelmiştir.
Tüm bunlara dayanarak PKK, 1991-1998 döneminin topyekun saldırısına karşı direnip devrim değerlerini korumayı başarmıştır. 9 Ekim 1998’den bu yana sürdürülen Uluslar Arası Komploya karşı da kendini yenileyip yeniden yapılandırarak ayakta kalmayı ve ulusal demokratik direnişi geliştirmeyi sağlamıştır. Bütün bunların yarattığı sonuçlardan aldığı güçledir ki, uluslar arası komplonun 16. Yılında, PKK’nin resmen kuruluşunun ise 36. Yılında Önder Abdullah Öcalan’ın özgürlü görevini önüne koyabilmiştir.
Şimdi Güney ve Kuzey Kürdistan’da yaşayan bazıları bir araya gelerek Kuzey Kürdistan’da PKK’ye alternatif olacak yeni bir parti kuracakmış! Para gücüne ve kapitalist güçlerin desteğine dayanarak PKK’yi aşıp Kuzey Kürdistan’ın etkili gücü haline gelecekmiş! Mesut Barzani’nin Amed ziyaretinden ve Erdoğan-Barzani görüşmesinden böyle bir sonuç çıkartılacakmış!
Ne diyelim, isteyen istediği kadar parti kurabilir, kuşkusuz buna diyecek bir şeyimiz olmaz. Fakat PKK’yi aşma iddiasında olanların en azından PKK gerçeğini iyi bilmesi gerekir. Yine PKK ile Kürt halkı arasındaki ilişkiyi iyi çözümlemesi gerekir. PKK öyle masa başında kurulmuş veya gökten düşmüş bir parti değildir ki, masa başı particiliğiyle aşılabilsin. Kürt halkı eskisi gibi bilinçsiz ve örgütsüz değil ki, birileri hemen örgütleyebilsin.
PKK adı yasaklanmış ve unutturulmuş bir ülkenin adını konuşulur hale getirmiştir. Kimliksiz kılınmış bir toplumu kimliğiyle yaşar kılmıştır. Kendinden utanan ve kaçan bir toplumu onurlu ve başı dik hale getirmiştir. Yani PKK yaratılmış bir ülke, yeniden diriltilmiş bir toplum, kazanılmış bir kimliktir. PKK böyle tarihi, destansı ve kahramanca bir mücadelenin kendisidir. O nedenledir ki halk her gün meydanlarda “PKK Halktır, Halk Burada” diyor.
Peki bu gerçeklik görülmeden Kuzey Kürdistan’da parti olunabilir mi? Bu gerçeği esas almayan bir güç Kürt halkından destek bulabilir mi? Kürt halkı bu kadar bilinçsiz ve basit mi sanılıyor? Zaten PKK bir alternatiftir, Kürt halkının varlığını inkar eden ve yok etmek için kültürel soykırım uygulayan sömürgeci sistemin alternatifidir. O halde PKK’ye alternatif olmak, inkarcı ve imhacı sistemden yana olmak anlamına gelmez mi?
Demek ki, tarihsel olarak gerçekleşmiş bir durum var: Ya sömürgecilik tarafında olursun, ya da PKK tarafında! Bunlar dışında üçüncü bir taraf artık yoktur. Kırk yıllık mücadele gerçeği bu sonucu ortaya çıkarmıştır. Bunu herkesin iyice görüp anlaması gerekir. Bu noktada asla yanlış yapmamak gerekir. PKK’ye alternatif olmak isteyen sömürgecinin yanına gider. Demek ki PKK’ye alternatif olunmaz. PKK’nin bir kolu, bir parçası, bir boyutu, bir dostu olunabilir. Bu temelde yurtsever bir parti olarak örgütlenilebilir ve politika yapılabilir. Ama bu da PKK’ye karşıt veya alternatif olma değil de, PKK ile uyum ve dostluk içinde olmayı gerektirir.
Demek ki herkesin PKK gerçeğini doğru anlaması gerekiyor. 36. yılına girerken PKK bu konumu net bir biçimde yaratmış bulunuyor. Bu temelde herkesin Ulusal Diriliş Bayramını kutluyor, Kürdistan yurtseverliğini ve kahramanlığını temsil eden PKK şehitlerini saygıyla ve minnetle anıyoruz! Selahattin ERDEM
Yeni Özgürpolitika
- Ayrıntılar
Sömürgeciliği; “genel olarak bir devletin başka ulusları, devletleri, toplulukları, siyasal ve ekonomik egemenliği altına alarak yayılması veya yayılmayı istemesi, müstemlekecilik” olarak tanımlıyor sözlükler.
Bunun için dünyada bir halkın başına gelecek en büyük felaketlerin başında kesinlikle sömürge durumuna gelmek durumu geliyor. Sömürge durumuna gelenler sömürgeciliğin kendileri açısından ne anlama geldiğini en iyi bilenler oluyor. Çünkü sömürgecilerin sömürge insanına nasıl yaklaştığını bizatihi yaşayarak öğrenmişlerdir sömürgeciliği yaşayanlar.
Yaşanmadan öğrenmek zor oluyor insanlar için. İnsanların halen en iyi öğrenme yöntemi yaşayarak öğrenmeleridir. Bunun için diyoruz sömürgeciliği en iyi anlayan, en iyi dile getiren, en iyi tanımlayan ve tabii ki buna karşı da mücadele edecek olanlar en çok bu durumu yaşamış olanlardır.
Sömürge altında olupta sömürgeciliğe karşı mücadele etmemek tek kelimeyle söyleyecek olursak onursuzluktur. Bu durumu en iyi bir şekilde ifade etmiş olan kişi Fransız aydınlarından olan Jean Jacques Rousseau’dur. Jean Jacques Rousseau Toplumsal Sözleşme isimli kitabında:“Yalnızca gücü ve güçten doğan etkiyi dikkate alacak olsaydım, derdim ki bir halk eğer boyun eğmek zorundaysa ve boyun eğiyorsa iyi ediyordur. Fakat boyunduruğunu silip atabilecek duruma gelir gelmez silip atarsa daha iyi eder. Çünkü özgürlüğü elinden alınan bu hangi hakka dayandırılarak yapılmışsa aynı hakka dayanarak onu geri alma hakkı vardır. İnsanın özgürlüğünden vazgeçmek demek insan olma niteliğinden insan haklarından hatta ödevlerinden vazgeçmesi demektir. Böyle bir vazgeçiş insan doğasıyla bağdaşmaz. Çünkü özgürlük elde edilebilir, ama kaybedildi mi bir daha ele geçmez” der ve özgürlüğünü çalmış olanlara karşı mücadele etmeye çağırır.
Evet, sömürge durumunu yaşayıpta karşı durmamak yeniden belirtelim ki tek kelimeyle ifade edecek olursak, onursuzluktur.
Sömürgecilerinde çeşitleri vardır. Kimisi vardır gelir ülkene el koyar, yer altı ve yer üstü zenginliklerini alıp götürür. Ve yer yer karşı koyuşlar olduğunda ezip geçer. Ancak kimisi de vardır ki çok farklıdır. Hem gelir ülkene el koyar, hem yer altı yer üstü zenginliklerini çalar, hem vurur kırar, hem de el koyduğu topraklarda kendi kültürünü yayar, orada yıllarca hatta bin yıllarca yaşamış olan kültürü yok sayarak, küçümseyerek horlar, bu yetmez dediğimiz gibi kendi kültürel yayılmanın alanı haline sömürge ettiği toprakları getirir. Bu tarz bir sömürgecilik dünyanın en çirkin ve en tehlikeli olan sömürgecilik biçimidir.
Bu duruma peki bir toplum ya da insan nasıl getirilebilir? Hiç şüphe yok ki sömürgecilerin eğitimiyle.
Bu duruma iyi bir örnek “Zamanın Kahramanları” adlı şiirinde David Diop dile getiriyor.
“Beyaz adam babamı öldürdü
Çünkü onurlu bir adamdı babam.
Annemi kirletti Beyaz adam
Annem güzeldi çünkü.
Beyaz adam belimi kırdı kardeşimin
Güpegündüz, yol ortasında
Çünkü güçlüydü kardeşim.
Ve sonunda bana döndü Beyaz adam,
Elleri kan içinde.
Önce nefretini tükürdü yüzüme
Sonra “Hey velet,” diye buyurdu,
Bir tanrı azametiyle,
“Hey velet, bir leğen getir bana,
Bir havlu
Ve su dök ellerime”.
Peki, nasıl olur da hem babasını katletmiş, hem anasına el atmış, hem kardeşinin bellini kırmış bir sömürgeci “Hey velet, bir leğen getir bana, bir havlu ve su dök ellerime” diye biliyor ya da diye bilir. İşte bunun da yolu sömürgecilerin verecekleri eğitimle mümkündür.
Başkan Apo bunun olabilmesi için öncelikli olarak kültürel soykırımın uygulanması gerekiyor diyor. Çünkü kırımların en tehlikelisi dediğimiz gibi kültürel düzeyde yürütülen soykırımdır. Başkan Apo bu tarz bir sömürgeciliğe kültürel soykırım rejimi diyor. Ve kültürel soykırımı: “İkinci soykırım yöntemi olan kültürel soykırım denemeleri ise daha çok hakim elit ve ulus-devlet kültürüne göre zayıf ve gelişmemiş durumda bulunan halk, etnik ve inanç gruplarının üzerinde uygulanır. Temel mekanizma olarak hakim elit ve ulus-devletin dil ve kültürü içinde tümüyle tasfiye olmaya amaçlayan başta eğitim olmak üzere her türlü toplumsal kurumların cenderesi içine alınıp varlıkları sona erdirilmeye çalışılır. Fiziki imhaya göre daha sancılı ve uzun sürece yayılmış bir soykırım türüdür. Yarattığı sonuçlar fiziki soykırımdan daha felaketlidir. Bir halk veya herhangi bir topluluk için yaşamda karşılaşabileceği en büyük felaket niteliğindedir. Varlığını, kimliğini toplum doğasının tüm maddi ve manevi kültürel unsurlarını terk etmeye zorlanmak, uzun sürece yayılmış kitlesel çarmıha gerilmekle özdeştir” diye tanımlıyor. .
İşte bu tarz bir soykırımın yürüyebilmesi için sömürgecilerin çok güçlü bir eğitim sistemi yürütmeleri gerekiyor. İnsanların kendilerini görmedikleri, tam tersine sömürgecilerin ya da ezenlerin çıkarlarına göre hareket etmeleri için özenle bir eğitim sisteminde geçmeleri gerekiyor.
Örneğin, Ezilenlerin Pedagojisi adlı yapıtında Paulo Freire: “Gerçekten de ezenlerin çıkarları “ezilenlerin bilincinin değiştirilmesidir, içinde ezildikleri durumun değiştirilmesi değil.” Çünkü ezilenler bu durumu benimsemeye ne kadar yönlendirilebilirlerse, egemenlik altına alınabilmeleri o denli kolay olur. Bunu sağlamak için ezenler, bankacı eğitim modelini içinde ezilenlerin “yardım alanlar” gibi ikiyüzlü bir ad aldıkları vesayetçi bir sosyal yardım aygıtıyla birlikte kullanırlar. Ezilenlere, tekil vakalar gibi, “iyi, örgütlü ve adil” toplumun genel dış görünüşünden sapan marjinal kişiler muamelesi edilir. Ezilenler sağlıklı toplumun patalojisi olarak değerlendirilir; bu nedenlerle de bu “yetersiz ve tembel” kişilerin zihniyetleri değiştirilerek toplumun kalıplarına uygun hale getirilmelidir. Bu marjinallerin, “terk etmiş oldukları” sağlıklı topluma “entegre edilmeleri”, “kazandırılmaları” gerekir “der.
Şimdi yukarıda Paulo Freire’nin dediklerinden yola çıkarak Kürdistan’daki duruma dönük birkaç söz söylemek yerinde olacaktır.
TC devleti bizleri yani Kürtleri ve Kürt halkı gibi bu topraklarda yaşayan diğer tüm halkları hasta yani patalojik gördüğü kesindir. Bizleri “hasta” halde çıkartmak için inanılmaz çabalar harcadığı da o derece bir gerçektir. Başka bu kadar dil yasaklarını, anadilde eğitim yasaklarını neyle izah edeceğiz? Yine dünyanın en çok zindanlarına sahip olan bir TC devlet gerçeğini nasıl izah edeceğiz?
Kendileri açısından bu durumlar açıktır. Diller yasaktır çünkü başka Türkçeyi toplumlara yedirilemez. Yine zindanlar olmazsa bu kadar insan terbiye edilemez ve başkalarına da gözdağı verilemez.
Bizler TC sömürgeci devletinin yaptıklarına bir yere kadar anlam verebiliriz. Ve diyebiliriz ki, sömürgeciliktir ve yapar. Çünkü hedefi bizi hem fiziki hem de kültürel olarak yok etmektir. Yani soykırıma tabi tutmaktır.
TC devleti bunu yapıyor peki biz nasıl yaklaşıyoruz bu durumlara? Örneğin TC’nin okullarına gitmeyenlere bizler cahil gözüyle bakmıyor muyuz? Küçümsemiyor muyuz? Geri kalmış muamelesi yapmıyor muyuz?
Peki, bu durumun kendisi Freire’nin tanımladığı “patalojik” olan bir durum değil midir? Yani bizler TC’nin dayattığı eğitim sistemine adeta kendimiz koşmuyor muyuz? Sömürgecilerin dillerine adeta gönüllü olarak kendimiz uygulamıyor muyuz? Yani oto asimilasyon diye dile getirilen kendi kendimizi asimile etmeyi gerçekleştirmiyor muyuz?
Açık yüreklilikle belirtelim ki hepsini kendimiz yapıyoruz, hem de bin bir dereden su getirerek yapıyoruz. Sömürgecilik sadece babamızı katletmemiş, sadece annemize el atmamış, sadece kardeşimizin bellini kırmamış ve sadece “Hey velet, bir leğen getir bana, bir havlu ve su dök ellerime” dememiş daha fazlasını yapmış ve bizden daha fazlasını da istemiştir. Ne yazıktır ki bizler de onun istediklerinin tümünü yerine getirmişiz. Onun dilini ana dilimizden daha iyi konuşuyoruz. Onlardan daha iyi onların yazılarını kullanıyoruz. Onlardan daha fazla onların türkülerini şiirlerini okuyoruz, onlardan daha fazla onların kültürel etkinliklerine katılıyoruz, onlardan daha fazla onların spor etkinliklerinin peşine takılıyoruz, onların sanatçılarını, sporcularını, siyasetçilerini derken ne kadar”onların” şeyi varsa hepsine büyük bir özentiyle peşine takılıyoruz. Bu patalojik bir durum değil midir?
Evet, durum bu oldukça bize günlük olarak vuran, katleden ve tarihimizde büyük katliam yapan böylesine faşizan bir sömürgeci güç ve onun temsilcileri yeniden yeniden bizlere:
“Hey velet, bir leğen getir bana,
Bir havlu
Ve su dök ellerime” demeye devam edecektir.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Birkaç yazımızı ilkel milliyetçiliğe ayırmıştık. Özü itibariyle ilkel milliyetçiliği ele alırken oldukça dar, ailesel ve aşiretsel çıkarları aşmayan bir milliyetçilik türünden söz etmiştik. Bu bağlamda mikro milliyetçilik bile denilemeyecek bir zihniyetten söz ettiğimiz aşikardır.
Bizler ilkel milliyetçiliğin ne kadar geri bir milliyetçi tarzı olduğunu anlatırken elbette ki milliyetçiliğin dar olmayanını savunuyoruz değiliz. Her türlü milliyetçiliğin bir nevi hastalıklı bir yapıyı temsil ettiğini çokça dile getirmiş hatta insan ve toplum vücuduna bulaştırılmış, musallat edilmiş, kapitalist modernitenin hastalıklı bir ur’u olduğunu da çokça dile getirmiştik. Bunun için bizler oldum olası milliyetçiliğin her türlüsüne karşı olduğumuzu, karşı durduğumuzu dile getirmiş ve buna göre de bir yaşam çizgisini esas aldığımız da bilinmektedir.
Kürdistan’da ilkel milliyetçiliğin temsilini en uç düzeyde temsil eden Barzani ailesi olmuştur. Barzani ailesi ilk çıkışından bu yana bir halkın çıkarlarını düşünme yerine öncelikli olarak kendi çıkarlarını ele aldığını az bir şey Kürdistan’la uğraşanlar bilir. Kdp’nin Barzani tarafından ele geçirilmesinden bu yana KDP kesinlikle Kürdistani olan tüm hareketlerin karşısında adeta bir duvar gibi durmuştur. Kdp’nin bir halkın çıkarları karşısındaki negatif rolü en iyi Doğu Kürdistan devrimcileri ve halkı bilir. Süleyman Muini, Mele Avare ve İsmail Şehzade’nin nasıl KDP tarafından tasfiye edildiklerini Doğu Kürdistan’da herkes bilir. Yine İran devletiyle içine girdikleri ilişkiler ardından Doğu Kürdistan devrimcilerinin nasıl İran Şah rejimine teslim edildiklerini de her Doğu Kürdistanlı bilir.
Kuzey Kürdistan’da ise Taştamerge’de katledilen Ali Asker ve yüzlerce yoldaşının nasıl ve hangi nedenlerden dolayı katledildiklerini de herkes bilir. Ve tabii Dr. Şıvan ve yoldaşı Sait Elçi’nin hangi hilelerle Barzaniler tarafından katledildiğini de bilinir.
Güney Kürdistan’da yaşanmış olanları ise siyasetle uğraşan ya da uğraşmayan kim varsa sorulursa Barzani’nin gelişen her yeni harekete karşı tutumu ve yaklaşımını sizlere söyleyeceklerdir.
Şimdide bu ilkel milliyetçiliğin neme nem bir milliyetçilik olduğunu en iyi Rojava Kürdistan’ında yaşayan Kürtler sizlere söyleyeceklerdir.
Sınırları bir TC devletinden daha fazla kapatma. TC devletinden daha fazla ambargo uygulama. Sömürgecilerden daha fazla Rojava devrimine saldırma, siyasetçilerine yönelme, Rojava devrimine saldıran çetelere arka çıkma, para ve silah vererek bizatihi Rojava devrimine saldırma gibi birçok gayri ahlaki durumu her Rojavalı sizlere anlatacaktır. Hewler’de TC devletiyle Rojava Devrimine karşı yapılan gizli toplantı planlarının tümü basına yansımıştı. Rojava devriminin nasıl düşürülmesi gerektiğini madde madde TC dış ilişki bakanlığı tarafından dikte edildiği o gizli belgelerin temel dokusuydu.
Benzer bir gizli plan ise TC devleti dış ilişkilerinin Rojava devrimine karşı çetelerin nasıl desteklenmesi gerektiğine dönüktür. Bu gizli planda El Parti ve Parti Azadi’nin nasıl desteklenmesi gerektiği de detaylarıyla işlenmektedir. Ve bu iki sözde Kürt partisinin arkasında KDP'nin olduğunu zaten kendileri dile getiriyorlar.
Benzer bir durumda en son ekim ayında Fetullah Gülen’in Kürt Roj Hackleri tarafından sanal dünyada indirilen konuşmaları vardır. Barzanilerin Semalka kapısını nasıl sıkı sıkıya tutarak Rojava’ya dönük ambargo uygulamaları gerektiğini açıkça dile getiren bir Gülen esasta Barzanilerin durumunu daha net bir şekilde gözler önüne sermektedir.
Evet, KDP’nin bu tüm politikalarının altında ve bu politikaların arkasında kesinlikle ilkel milliyetçi zihniyet yatmaktadır. Kendi dar çıkarı ve çıkarları için tüm bir halkın ulusal değerlerini satabilecek bir zihniyet yatmaktadır.
İlkel milliyetçilik derken geçmişte de dile getirilen durum bu gerçeklikti. Kendi dar, ailesel, aşiretsel, bölgesel ve mahalli çıkarları için içine girilmeyecek bir ilişki tarzı yoktur. Çünkü bu tür bir zihniyet kökeni itibariyle işbirlikçiliğe yatkın. Dar çıkarları için herkesle ilişkilenebilir, bu ilişkileriyle bu toprakların başka insanlarına yönelebilir.
Bu doku tarihten bu güne gelen bir dokudur. Bu dokuyu inceleyen bir çalışmada: “Atadan kalma mücadele, savunma ya da kavga kültürü bugün de Kürdün savaş kültüründe görülüyor. Yanı başımızda yıllardır süren peşmergeciliği, tarihin en geri safhalarında görmemek mümkün mü? Dışarıdan gelen bir saldırı gücüne yamanmak için ya da komşusunun arazisine-merasına konmak isteyen aşiretler misali işgalcinin yanına geçerek, ona yol-yöntem göstererek, kendi ırkına, kanına ve kapı komşusuna, düşmanıyla birlikte saldırmak ne kadar da benziyor bugüne? Yine onlarca-düşmanın yanına geçerek silahlı koruculuk yapan-aşiretlerden söz etmeden de geçemiyor insan. Bu durum hiçte yabancı gelmiyor belleklere” demektedir.
İşte bu tarihte süzüp gelen doku ilkel milliyetçi dokudur. Bu doku karakteri gereği işbirlikçidir. Kendine öz güvensiz olduğu için güçlü olanın yanına geçerek kendine pay kapma, mera kapma derdindedir.
Dikkat edelim, Rojava’da görkemli bir direniş ölümüne yaşanırken bu devriminin karşısına TC devletinin yanına geçerek çıkmak, devrimin ezilmesi için var gücüyle çalışmak olsa olsa bu dokudur. Boşuna Semalka kapısı tutularak Rojava teslim alınmak istenmedi. Boşuna El Parti ve Parti Azadi adındaki çetelerle birlikte Kürtlere saldıran hareketleri KDP desteklemedi, silahlandırmadı, para vermedi. Ve boşuna Salih Müslim’in Güney’e geçmesi ret edilmedi. Hepsinin yukarıda dile getirilen ilkel milliyetçi zihniyeti içerisinde bir anlamı ve manası vardır.
Yakında Kuzey Kürdistan’da yerel seçimler var. Ve boşuna bu ilkel milliyetçi zihniyet AKP ile kol kola Kuzey’de ortaya çıkan değerlere karşı ortak saldırıya geçmeyecek.
Evet, İlkel Milliyetçilik dedikleri bu gerçekliğin ta kendisidir…
Hayri Engin
- Ayrıntılar
Günlerdir hatta yıllardır haber bültenleri, gazeteler bildik manşetler atıyor. Doğrusunu söylemek gerekirse bu üslup artık kabak tadı vermeye başlıyor.
Hangi üslup diye soran olursa;
Öğretilmiş ve gizlice dayatılan mağdur edebiyatı ve bir yerlerden bir şey bekleyen üslup. Birkaç örnek vermek gerekirse;
“Depremzede değil, devletzede!”
“Gever deresi islah bekliyor”
“sınıra yapılan duvarı durdurun!”
“katil hala serbest geziyor!”
Bu üslupları çok doğal ve gerekli görenler olacaktır. Bu üslubun sonuçları ve neden kaynaklandığı üzerine bir kaç şey söylersek üslubun gerekliliği üzerine görüş belirtenler fikirlerini değiştireceklerdir.
Üslup ve zihniyet bir birinden kopmaz ve birbirlerini etkileyen iki temel öğedir. Bahsi geçen üslup da zihniyetten kaynaklanır. Hangi zihniyet mi?
Devletçi zihniyet.
Bu nereden çıktı diye soracak olan olursa:
Bu zihniyet öyle farklı kılıflarda kendini var ediyor ki bu sorunun pek çok kişi tarafından sorulması hiç de garipsenecek bir durum değil.
Ama söz konusu Kürtler olunca bunu garipsememek ve buna karşı çok net tavır geliştirmemek elde değil. Bunca bedel, onca yıldır yürütülen mücadele sonrasında halen böyle bir üslup kullanmak hiç de kabul edilebilir değil.
Eleştirimizi biraz açımlarsak;
Bir yılı aşkın süredir büyük zorluklar içinde yaşayan Van halkının, örgütlenerek, örgütlülüğün verdiği güçle kendi sorunlarını çözmek için yapı kooperatifinden, toprak işgaline pek çok şey yapabilecekken açlık grevine girmek gibi pasif, yukarıdan, başkalarından bekleyen bir durumda olması neyle izah edilebilir, nasıl kabul edilebilir ki?
Gever deresi islah bekliyor diye ayrı bir manşetin altında yazanlar ise aynı içerikte. Yine devletten beklenilen görevler... Gever deresinin ıslahını devlet yapmıyorsa yapabilecek örgütü oluşturmak, devleti bulunulan alanda işlevsiz kılmak çok mu zor? Yoksa siz de “ya devlet başa ya kuzgun leşe” diyenlerden misiniz?
Haber bültenlerinde geçen diğer bir haber ise Suriye ve Türkiye sınırı arasına örülen duvarın inşasının durdurulması çağrısını içeren basın açıklamaları ve çeşitli eylemler! Bu eylemler de devletten bir şey bekliyor. Devletin yaptığı şeyi durdurmasını! Yine görüntüde aktif gibi görünse de özünde kendini pasif devleti aktif kılan bir eylem. Ne yapalım diye soracaklar vardır. Orayı yapan iş makinalarının oraya ulaşmasını, çalışmasını engelleyen eylemler!
Örnekleri çok olsa da değineceğim son manşet Ethem Sarısülük'ü katleden polisin Urfada görev yaptığı ve serbestçe gezdiği haberi. Demokrasi platformu açıklama yapmış: Katili Urfa'da istemiyorlarmış! Yani başka yere gidebilir, başka bir yerde görev yapabilir! Hazır katil Urfa'dayken bu katliamın hesabını sorabilecek, onu Urfa'da sosyal tecride alabilecek pek çok eylem yapılamaz mı?
Daha pek çok örnek verilebilecek onlarca olay var. Burada bu haberleri yapan basın yayın kuruluşlarının da zihniyetlerinin eleştirilmesi gerekir. Çünkü yapılan her haber toplumun bilinç altına mesajlar gönderir.
Tüm bu haberlerde gönderilen mesaj “bekle! Devlet baba her şeye kadirdir! Ne yaparsa o yapar! Beklemekten, istemekten başka biz bir şey yapamayız!”
Bu konuda asıl eleştirilmesi gerekenler demokratik siyasette öncülük misyonu üstlenenlerdir. Seçim sürecinde olmak bu eleştirileri daha yoğun yapmayı gerektirir. Demokratik siyaset bahsettiğimiz zihniyetten kurtulmadan başarılamaz. Demokratik siyasetin asıl görevi toplumu örgütleyerek kendi kendine yeter hale getirmektir. Halkın her eyleme desteği göz önüne alındığında eğer öncü doğru bir zihniyetle yaklaşır ve buna göre pratiğe yüklenirse başarı ihtimalinin yüksek olduğu görülür.
Bu zihniyetin sonucu sürecin tıkanma aşamasına gelmesidir. Hemen devletin süreci tıkadığına dair görüşler belirtenler olsa da demokratik siyaset felsefesine göre düşünülünce sürecin tıkanmasında bu zihniyetten kurtulmamış olmamızın payının olduğunu göreceğiz.
Mevcut zihniyet mağdurların, güçsüzlerin zihniyetidir. Bu zihniyet süreci sürüklemez! Tıkatır! Devletten beklenir, devletten istenirse süreç demokratik kurtuluş süreci olmaz! Devletli kurtuluş süreci olur. Devletle de sürecin kurtulmayacağı, kurtarılamayacağı, yürümeyeceği binlerce yıllık halklar tarihinin en somut örneğidir.
Süreç halkın kendi çözümünü kendisinin yaratma sürecidir. Yaşamını özgürce inşa sürecidir.
Sürecin ruhuna, zihniyetine girme zamanıdır.
Çok geç olmadan, bir an önce!
Andok Kelaşin
- Ayrıntılar
“İlkel milliyetçilik bir hastalıktır, hem de çok köklü bir hastalıktır” demiştik.
Milliyetçiliğin neme nem bir hastalık olduğunu herkes bilir. Özü ırkçılığa kadar giden, kendisini herkesten üstün gören, farklı yaratılmış olduğuna inanan, bir nevi kendini “seçilmiş” bilen ruhsal bir hastalık. Ve bu hastalığın insanlığın başına ne büyük belalar getirdiğini hepimiz Hitler faşizminde gördük. Çünkü milliyetçiliğin gideceği yer, varacağı son liman kesinlikle faşizmdir. Ve bu faşizmi biz nerede milliyetçilik yaşanmışsa, kurumsallaşmışsa başkalarını ötekileştirerek insanlığın başına nasıl tam bir bela olduğunu görerek öğrendik.
Evet, milliyetçilik bir hastalıktır, hem de urlu bir hastalık, tedavisi zor olan, bir kere yaşandı mı başkalarının çok büyük acılar yaşayarak tecrübe edindikleri bir hastalık.
Milliyetçiliğin birde mikrosu vardır. Birde tabii İlkel olanı vardır. İlkel olanına biz İlkel Milliyetçilik demiştik. İlkel Milliyetçiliğin özü dar ailesel, kabilesel ve aşiretsel çıkarları tüm toplumun çıkarlarının üstünde gören bir milliyetçik türüdür. Ve bu milliyetçilik türü doğası gereği hep birilerine yaslanmak durumundadır. Yani bu tür anlayış sahipleri hep birilerine dayanarak var olabilirler. Başkalarına dayanmadan ayakta kalamazlar. Bu bağlamda en belirgin özelikleri özgüvenden yoksun oluşlarıdır. İlk elden dayanacakları aileleri, sonra kabileleri, sonra aşiretleri derken bu dayanma sıralaması giderek yukarıya kadar uzanır. En son ve hep dayanmak isteyecekleri en güçlü olanlardır. Bunun için bugün en çok dayandıkları ve dayanmaktan vazgeçmeyecekleri ABD’dir, küresel emperyal güçlerdir. Ve tabii ki bulundukları alanda ise en çok dayanacakları güç sömürgeci devletlerdir.
Dikkat edersek bölgemizde en çok sömürgeci devletlerle ilişkilerini iyi tutmaya özen gösteren kimdir dersek, vereceğimiz cevap İlkel Milliyetçi anlayış ve düşünce tarzıdır. Ve bunun en ileri düzeyde temsilciliğini geçmişte olduğu gibi bugünde KDP yapıyor.
Halklar ortak zaferlere sevinirler, ortak kaybetmelere üzülürler. Birini bayram diyerek sahiplenirler diğerine ise yas deyip anarlar. Dikkat edersek İlkel Milliyetçilerde bu duygu tersinedir. Çünkü halk zafer elde etmişse kaybeden İlkel Milliyetçilik olacağı için bunlar bayram coşkusuyla kutlanması gereken zaferlerden korku duyarlar, tersine elde edilmiş olan zaferi boşa çıkarmak için ne kadar sömürgeci güç varsa bunlarla ilişkilenerek alt etmeye çalışırlar. Benze bir şekilde büyük hüzünler için de geçerlidir. Halk hüzünlüyse bunlar sevinçlidirler. Çünkü halk hüzünlüyse çıkarcılar sevinç seli halinde yaşamaya aday olurlar.
Daha somut söyleyecek olursak: Bugün Rojava Kürtleri Tel Koçer gibi önemli bir mevziiyi ele geçirdiler, daha doğrusu İslamiyet’in adını çok kirli bir şekilde kullanan İslam ahlakı ve kültürü karşıtı çevrelerden kurtardılar. Yine Kürtleraylardır sürdürülen onca ablukayı ve ambargoyu kırma imkanı yakaladılar. Yani Rojava Kürtleri ilk kez biraz nefes alma olanağını yakaladılar. Dikkat edersek, tüm Kürtler ve dostları için bu bir bayram ve sevinç vesilesi olurken İlkel Milliyetçiliğin baş temsilcisi olan KDP için bu tamamen bir moral bozukluğu oldu. İlk elden Rojava Kürtlerini tehdit ettiler, bu yetmedi hemen Neçirvan Barzani Türkiye’ye koştu. Herkeste biliyor ki bu gidiş sadece ve sadece Tel Koçer zaferinin ambargo ve ablukayı kıracağı endişesindendir. Ve herkeste biliyor ki Türkiye-Cephet El Nusra güçlerine en fazla açık destek veren güçtür-Tel Koçer’i Kürtlerin elinde çıkarmak için tüm gücünü kullanacaktır.
Şimdi bu durumda en kör olan birisi Neçirvan Barzani’nin Türkiye’ye neden acilen gittiğini anlayamaz mı? Rojava Kürtlerinin zaferini gölgelemek için gittiğini anlayamaz mı?
İşte İlkel Milliyetçilik dediğimiz gerçeklik budur. “Küçük olsun ama benim olsun” mantığı tamamen İlkel Milliyetçi anlayıştır. Demiştik ya: “İlkel Milliyetçi anlayış; hem ulusal çıkarları düşünmekte ısrarla uzak duran bir anlayış olurken, hem de aynı topraklarda gelişen, gelişebilme ihtimali ve potansiyeli olan hareketlerin önünü barajlamak için hiç birisinin gelişmesine izin vermeyen, bu bağlamda da Kürdistan’ı babalarının çiftliği bilen anlayışın ta kendisidir.”
Bunun çok hayırlı bir anlayış olmadığı açıktır. Türkiye devletinin apar topar Irak hükümet yetkilerini çağırması-üstelik daha birkaç ay önce ne kadar kılıç kalkan olduğunu herkes bilmişken-hayırlı bir iş için değildir. Yine İran dış ilişkiler bakanlığının çağrılması derken, bölgede yeni ve çok hızlı bir diplomasi trafiğinin sömürgeci Türk devleti tarafından sürdürülmesi açıktır ki tek bir hedefi vardır: Kürtlerin zaferini boğmak!
Durum bu kadar açık iken İlkel Milliyetçi anlayışın sömürgeci devletlerle bir arada, aynı cephede hareket etmesi tek kelimeyle bir ihanet duruşudur. Doğaları gereği İlkel Milliyetçilerin başkalarına yaslanacaklarını bilsek bile tarihin bu önemli momentinde Kürt halkının çıkarlarının karşısında dikilmek asla ama asla af edilecek bir duruş ve davranış olmayacaktır. Hele hele şimdiden görüldüğü gibi bu İlkel Milliyetçi anlayış Kürdistan’ın farklı yerlerinde benzer anlayışları temsil edenleri bir araya getirmesi gibi oldukça parçalayıcı ve tehlikeli bir duruş ve davranış gösterirken, kesinlikle Demokratik Ulus anlayışını temsil edenler, buna inananlar, buna yakın duranlar bu tür anlayışlara karşı mücadele etmeleri gerektiğini bileceklerdir. Bilmenin de ötesinde tavır sahibi olmaları gerektiğini de bileceklerdir. Çünkü tarihi moment asla ama asla teğet geçen yaklaşımları kabul edecek bir moment değildir. Herkesin, hepimizin tüm gücümüzle yükleneceğimiz bir tarihi an olduğu için, kesinlikle ulusal birliğinin önünde engel olabilecek ne kadar tutum ve davranış varsa, çıkarsa bunlara karşı amansız bir mücadele içerisinde olması gerektiğini de bilerek duyarlı ve mücadeleci bir duruşa ihtiyaç vardır.
Hayri Engin
- Ayrıntılar
Günlerdir hatta yıllardır haber bültenleri, gazeteler bildik manşetler atıyor. Doğrusunu söylemek gerekirse bu üslup artık kabak tadı vermeye başlıyor.
Hangi üslup diye soran olursa;
Öğretilmiş ve gizlice dayatılan mağdur edebiyatı ve bir yerlerden bir şey bekleyen üslup. Birkaç örnek vermek gerekirse;
“Depremzede değil, devletzede!”
“Gever deresi islah bekliyor”
“sınıra yapılan duvarı durdurun!”
“katil hala serbest geziyor!”
Bu üslupları çok doğal ve gerekli görenler olacaktır. Bu üslubun sonuçları ve neden kaynaklandığı üzerine bir kaç şey söylersek üslubun gerekliliği üzerine görüş belirtenler fikirlerini değiştireceklerdir.
Üslup ve zihniyet bir birinden kopmaz ve birbirlerini etkileyen iki temel öğedir. Bahsi geçen üslup da zihniyetten kaynaklanır. Hangi zihniyet mi?
Devletçi zihniyet.
Bu nereden çıktı diye soracak olan olursa:
Bu zihniyet öyle farklı kılıflarda kendini var ediyor ki bu sorunun pek çok kişi tarafından sorulması hiç de garipsenecek bir durum değil.
Ama söz konusu Kürtler olunca bunu garipsememek ve buna karşı çok net tavır geliştirmemek elde değil. Bunca bedel, onca yıldır yürütülen mücadele sonrasında halen böyle bir üslup kullanmak hiç de kabul edilebilir değil.
Eleştirimizi biraz açımlarsak;
Bir yılı aşkın süredir büyük zorluklar içinde yaşayan Van halkının, örgütlenerek, örgütlülüğün verdiği güçle kendi sorunlarını çözmek için yapı kooperatifinden, toprak işgaline pek çok şey yapabilecekken açlık grevine girmek gibi pasif, yukarıdan, başkalarından bekleyen bir durumda olması neyle izah edilebilir, nasıl kabul edilebilir ki?
Gever deresi islah bekliyor diye ayrı bir manşetin altında yazanlar ise aynı içerikte. Yine devletten beklenilen görevler... Gever deresinin ıslahını devlet yapmıyorsa yapabilecek örgütü oluşturmak, devleti bulunulan alanda işlevsiz kılmak çok mu zor? Yoksa siz de “ya devlet başa ya kuzgun leşe” diyenlerden misiniz?
Haber bültenlerinde geçen diğer bir haber ise Suriye ve Türkiye sınırı arasına örülen duvarın inşasının durdurulması çağrısını içeren basın açıklamaları ve çeşitli eylemler! Bu eylemler de devletten bir şey bekliyor. Devletin yaptığı şeyi durdurmasını! Yine görüntüde aktif gibi görünse de özünde kendini pasif devleti aktif kılan bir eylem. Ne yapalım diye soracaklar vardır. Orayı yapan iş makinalarının oraya ulaşmasını, çalışmasını engelleyen eylemler!
Örnekleri çok olsa da değineceğim son manşet Ethem Sarısülük'ü katleden polisin Urfada görev yaptığı ve serbestçe gezdiği haberi. Demokrasi platformu açıklama yapmış: Katili Urfa'da istemiyorlarmış! Yani başka yere gidebilir, başka bir yerde görev yapabilir! Hazır katil Urfa'dayken bu katliamın hesabını sorabilecek, onu Urfa'da sosyal tecride alabilecek pek çok eylem yapılamaz mı?
Daha pek çok örnek verilebilecek onlarca olay var. Burada bu haberleri yapan basın yayın kuruluşlarının da zihniyetlerinin eleştirilmesi gerekir. Çünkü yapılan her haber toplumun bilinç altına mesajlar gönderir.
Tüm bu haberlerde gönderilen mesaj “bekle! Devlet baba her şeye kadirdir! Ne yaparsa o yapar! Beklemekten, istemekten başka biz bir şey yapamayız!”
Bu konuda asıl eleştirilmesi gerekenler demokratik siyasette öncülük misyonu üstlenenlerdir. Seçim sürecinde olmak bu eleştirileri daha yoğun yapmayı gerektirir. Demokratik siyaset bahsettiğimiz zihniyetten kurtulmadan başarılamaz. Demokratik siyasetin asıl görevi toplumu örgütleyerek kendi kendine yeter hale getirmektir. Halkın her eyleme desteği göz önüne alındığında eğer öncü doğru bir zihniyetle yaklaşır ve buna göre pratiğe yüklenirse başarı ihtimalinin yüksek olduğu görülür.
Bu zihniyetin sonucu sürecin tıkanma aşamasına gelmesidir. Hemen devletin süreci tıkadığına dair görüşler belirtenler olsa da demokratik siyaset felsefesine göre düşünülünce sürecin tıkanmasında bu zihniyetten kurtulmamış olmamızın payının olduğunu göreceğiz.
Mevcut zihniyet mağdurların, güçsüzlerin zihniyetidir. Bu zihniyet süreci sürüklemez! Tıkatır! Devletten beklenir, devletten istenirse süreç demokratik kurtuluş süreci olmaz! Devletli kurtuluş süreci olur. Devletle de sürecin kurtulmayacağı, kurtarılamayacağı, yürümeyeceği binlerce yıllık halklar tarihinin en somut örneğidir.
Süreç halkın kendi çözümünü kendisinin yaratma sürecidir. Yaşamını özgürce inşa sürecidir.
Sürecin ruhuna, zihniyetine girme zamanıdır.
Çok geç olmadan, bir an önce!
Andok Kelaşin
- Ayrıntılar