Havada bahara doğru sis dolaşıyor. Bu yıl kar fazla gelmedi. Gerçi sel suları kirli sokakları biraz yıkadı ama bahara doğru giderken hava sis, hava toz, hava nem kokusunda. Sis, uzağı görmeyi belirsizleştirir, toz gözleri yaşartır, yakar. Nem, diz ve bel ağrılarıyla insanı iki büklüm yapar. Tüm bu olanlara karşın bilgeler der ki, akıl devreye girmezse savrulma, sağa sola yalpalama ve sağduyuyu yitirme yaşanır.
2014, 13 Şubat saat on biri on beş geçe TC savaş uçakları Kürdistan dağlarında, gerillaların denetimindeki alanlarda tur attılar. Zap vadilerinden Güney Kürdistan sınırlarını geçen savaş helikopterleri ise adeta “Uçak savarlarla bizi vurun” dercesine alanda pike yaptılar. Ama gerillalar mevzilerinde el tetikte sadece izlediler. Gerillalar biliyorlar; amaçtan kopuk, amaca hizmet etmeyen tek bir mermi sıkmanın bile hiçbir politik anlamı yoktur.
Peki, TC’nin uçak kaldırmasının, helikopterlerle sınırı aşmasının politik anlamı, getirisi nedir?
Gerillaları korkutmak mı? Asimetrik savaş taktiği mi? Hadi canım. Yıllardır uçaklarla savaşanlara bunun zerre kadar bir etkisi olmaz, olamaz. Ki zaten pratikte gerillalar sadece size gülüyor, hatta yapılan uçak masrafına acıyorlar.
“Biz varız ve tepenizdeyiz. Bahara yanlış yapmayın” mı demek istiyorlar? Olabilir. Ancak savaş yasalarının en önemli ilkelerinden birisi; savaştığı karşı gücü tanımayanlar yenilgiye mahkumdur. Tersi de doğrudur; iyi tanıyan yener, yenilmez.
Kürt özgürlük gerillaları, 35 yıllık pratiklerinde, halkın özgürlük savaşında hangi zaman ne gerekirse hiçbir gücü ya da tehdidi önemsemeden adım atmış, durması gerektiği yerde de durmasını bilmiştir. Yani uçakların uçuşu gerillayı ne olumsuz, ne de olumlu etkiler. Gerilla, kendi stratejisini uygular.
Gerillalar sisli havada sisin ötesini görebilme yeteneğine sahipler, gece karanlığında ayakaltıyla his ederek yol alırlar; nemli havada ani terlemelerin, yersiz hareketlerin bel kıracağını bilirler.
Uçun beyler! Ortadoğu semaları sisli, çöl, toz fırtınaları esiyor. Nerede duracağı bilinmiyor. Sular bulanık, yüzmek istiyorsunuz, bu sizin tercihiniz, olabilir. Ama bilmeniz gerekir ki gerilla savaş ilkesi kendi zamanını kendi belirler.
Medet serhat
- Ayrıntılar
Yerel seçimlere az bir süre kalmışken tüm partiler propagandalarını sürdürüyorlar. Söylemlerin çoğu propaganda ve vaad içerikli olmaktan kurtulmuş değil. Bu yazımızda Anadolu’nun önemli bir kenti olan Antep’in temel sorunlarından bazılarına parmak basıp, çözümlerine ilişkin görüşlerimizi belirteceğiz.
Öncelikle belirtilmesi gereken nokta Antep’in sorunlarının da çözümünün de çok yalın ve açık olduğudur. Bu yalınlığa karşın adayların çoğunun öne sürdüğü çözümlerin bu yalınlığa uymadığını görüyoruz.
Antep’e ilişkin haberleri ve halkı dinlediğimiz de ilk ve en yoğun dile gelen sorunun Suriye’deki savaşla bölgeye göç etmek zorunda kalmış mültecilerden kaynaklı olan sosyal ve ekonomik sorunlar olduğunu görüyoruz. Her on Antepliden birinin mülteci olduğu söyleniyor.
Peki, bu sorun neden bu duruma geldi diye soruyoruz. Cevabı çok nettir. Türkiye devletinin bölgede yürüttüğü politikaların sonucu bu sorun bu hale gelmiştir. Suriye’ye müdahale etmenin uluslar arası zeminini yaratmak için pek çok uluslar arası ve bölgesel güç gibi Türkiye devleti de Suriye’deki muhalif guruplara gerek lojistik gerekse de askeri destek verdi. Antep ve Urfa başta olmak üzere bölgeyi muhalif grupların bir geri cephesi haline getirdi. Bu faaliyetlerinin temelinde bölgesel ve küreselemperyal güçlerin çıkarları vardır. Özel de de Rojava diye tanımlanan Kuzey Suriye’de Kürtler başta olmak üzere bölge halkının demokratik iradelerinin örgütlenmesinin engellenmesi için çok yönlü politikalar yürütmüş ve yürütmeye devam etmektedir.
Bu sorunun çözümünün partilerin yerelden çok bölgesel ve genel politikalarıyla bağlı olduğunu görüyoruz. Hem Akp hem de Chp’nin bu konuda şimdiye kadar eskiyi aşacak bir politikasının olduğunu görmemekteyiz. Bırakalım sorunu bölgenin demokratik bileşenlerinin öz iradeleriyle çözmesine destek vermek, bunun olmaması için ellerinden geleni yapmaktadırlar. Böyle yaklaştıkları müddetçe de sorunu çözecek güç olmayı değil de sorunu derinleştirecek güç olacakları açıktır.
Mevcut siyasi partilerden bu konuda tavrını net olarak ortaya koyan HDP dışında geçmişi aşan bir politikaya sahip parti görünmemektedir. Ortadoğu halklarının tarihi açısından çok kritik bir yere sahip olan Rojava Kürdistan’ındaki gelişmelere demokratik ilkelere göre yaklaşamayan bir gücün hem bölgenin hem de Antep’in sorunlarını çözemeyeceği nettir.
Antep’in diğer bir sorunu Türkiye devletinin yaklaşık 90 yıllık kapitalist politikalarının sonucu çekilmez aşamaya gelmiş kentsel sorunlardır. Türkiye özellikle son elli yılda uygulanan politikalar nedeniyle ciddi sosyal ve ekonomik sorunlar yaşamaktadır. Köy-kent nüfusundaki dengesiz farklılaşma, köy yaşamıyla birlikte, tarımı bitirme aşamasına getirirken, kentleri de kanser gibi büyütmüştür. Köylerin yok olmaya doğru gitmesi, kentlerin aşırı büyümesi ekonomik sorunları en üst aşamaya getirmiştir. Antep’in yerel yönetimine aday partinin sanayi politikaları kadar hatta ondan daha fazla tarım politikaları olmazsa, köyden şehre göçü engelleyecek hatta tersine çevirecek politikaları olmazsa Antep’in sorunlarını çözemez. İnsanlık tarihinde, ekonominin, sosyal yaşamın köy-kent arasındaki dengeli ilişkiyle bu güne kadar gelindiğini görmekteyiz.Bu dengeyi bozan kapitalizmin kar politikaları hem şehrin ekonomik sosyal yapısını bozarken aynı zamanda doğaya da ciddi zararlar vermiştir. Son günlerde tüm Türkiye’de görülen kuraklık tehlikesinin asıl nedeni söylenenin tersine yağışın azlığı değildir.Kuraklığın asıl nedeni kapitalizmin sanayi politikalarıdır.Mevcut partiler ve adaylar kapitalist düşüncede olduklarından dolayı bu sorunların çözümüne,nedenlerini aşan kökten değil, geçici gündelik yaklaşımlar sergilemektedirler.
Antep’in üçüncü ve temel problemlerinden olan sorun demokrasi sorunudur. Siyaset felsefesinin tekler üzerinden temellendiği günümüz kapitalist modernitesinde yerel yönetim, demokratik yönetim sadece bir söz ve kandırmaca durumundadır. Erkek egemenlikli, egemen ulus milliyetçiliğinin egemen olduğu bir siyasal anlayışla Antep gibi çok farklı etnik ve inanç yapılarından oluşan bir kentin şimdiye kadar ki yönetimi genel Türkiye devletinin bir yansıması olarak bu renkleri inkar üzerinden gelişmiştir. Zaten kadının renginin, Antep’in yönetimine katılması gerçekleşmemiştir. Kadının ve farklı etnik-inanç guruplarının örgütlü güç olarak Antep’in yönetimine katılması konusunda ne Akp, ne de Chp’nin bir projesi vardır. Esasta eski politikalara devam demektedirler.
AKP’nin kadın ve aile politikalarından sorumlu bakanının Antep’i yönetmeye aday gösterilmesi koskoca bir aldatmacadan öte bir şey değildir. Zaten bakan olduğu dönemde bırakalım kadın hakları, kadının örgütlü bir şekilde siyaset katılımını sağlamayı Akp’nin en geri erkek egemen politikalarının uygulayıcısı olmaktan öteye bir pratiği olmamıştır.
Tüm bu sorunların çözümünün AKP’den de, CHP’den de beklenemeyeceği gün gibi açık ve ortadadır. Partilerin seçim programlarını incelediğimizde tek çözümün HDP’de olduğunu görüyoruz. HDP hem zihniyet olarak hem de kitle potansiyeli olarak Antep’in sorunlarını çözecek yapıyı göstermektedir. Tek eksiklik bu anlayışı tabanda örgütlenmeler, kurumlaşmalar yaratarak yaygınlaştırmaktır. Bu da aşkla, azimle çalışan demokrat öncülerle aşılabilecek bir durumdur. Ha gayret! Son iki ay!
G.Suat Tekin
- Ayrıntılar
İsminiz, cisminiz, renginiz, bakışlarınız, konuşmalarınız hiç yabancı gelmiyor. Acaba daha önce nerede, nerelerde karşılaştık. Ortadoğu bildiğiniz, gibi karmakarışık insanlar hatırlanamayacak kadar çok gelir ve hiçbir zaman geldiği gibi olmaz ama bir şekilde gider. Siz buralı değilsiniz, çünkü beyninizde insana ait güzellik, ayaklarınızda Arap çöllerinin yanığı, Kürt dağlarının nasırı görünmüyor. Evet, tanıdım, siz tabii bir İngiliz centilmeni, bir Fransız mösyösü, yere basmayan ayaklarınızla tekrar çökmüşsünüz Ortadoğu’nun tepesine.
Hatırlıyoruz da biz sizi komplolarınızla, ihanetlerinizle, yalan ve riyalarınızla tanıdık. Tanıdık çünkü siz gelinceye kadar Ortadoğu bunların yabancısıydı, mertçe bir yaşamı vardı, düşmanlıkta, dostlukta yüz yüzeydi buralarda, vurulacağı zaman kişinin geçirilirdi önüne salavat istenirdi önce ve vurulurdu. Yada sevdası Kerem ile Aslı, Ferhat ile Şirin, Derweş ile Adule ve Mem ile Zin’di ihanetsiz ve tekti. Anlayacağınız siz gelmeden önce de burası kavgalıydı ama insanlığı yozlaşmamıştı.
Siz yozlaştırdınız buraları nasıl mı, örnekleriniz çok ama bazılarını sayalım: Kürt ulusal direnişinin, dönüm noktalarında uğramıştınız Kürt ovalarına, Bedirxan Beyi, kandırıp sürmüştünüz, kışkırttığınız Süryanilerin üstüne, kadim kardeş halklar arasında kan davası başlatmıştınız. Kendi menfaatleriniz için kendi dindaşlarınızı kışkırtıp katliam fermanlarını yazdırmıştınız, birde Kürt ülkesinin sömürgeciliğe karşı direnişine bu oyunla çok büyük bir darbe indirmiştiniz. Sonrası da var biz sizi Dersim’de tutmadığınız sözlerle, umut verip canını aldırttığınız isyancı, özgürlükçü insanların, cenazelerinde ki size inanmış olmanın verdiği acı bakışlarda gördük. Birde Ağrı Direnişi var, geliyoruz dediğiniz Kürtler, destek sözleri verdiğiniz Kürtler, bir anda şarap masalarında petrol karşılığında, Zilan’da katlettirip kanını içtiğiniz Kürtler oldu. Evet, İngiliz mister Mark Sykes ve Fransız mösyö Georges Picot biz sizinle tarihin en berbat zamanlarında tanıştık. Maalesef bunlar sadece tarihte kalmadı torunlarınızın da sizden pek farkı yok, bu günde direnenleri NATO’nun 5.maddesiyle yok etmeye çalışırken, yanına çekebildiklerini de Avrupa’nın liberal kalıplarında eritip kendi halkına düşman birer işbirlikçiye çeviriyorlar. Komplolarda değişmemiş, mesela Paris yine aynı Paris yozlaşmış insanların, ahlaksız özgürlüklerin, namussuz iktidarların ve alçak suikastların başkentinde Sara, Rojbin ve Ronahi.
Kimse iyi hatırlamasa da herkes “Cenevre yenidir, daha birinci, ikinci toplantıdır” dese de biz hatırlıyoruz size de hatırlatalım. 1915’iniz var birde tabii belki hatırlamazsınız, yıllanmış şaraplar dökülüyordu, kibar hizmetçilerin elinde ki kan kızılı şişelerden, centilmen ellerinizde ki kadehlere, çok içmiştiniz, bundandır hatırlamazsınız belki, elinize cetvel alıp parçaladığınız insanlığı, şimdi o parçalanmışlığın sonuçlarını yaşıyoruz.
Nasıl mı? Bakınız 22 parçaya böldüğünüz Arapların günlük bilançosu 1000 ölüden 10 000 sakattan aşağı düşmüyor. Kürtler hala bölünmüş bedenlerini (anavatanlarını) binlerce şehidin kanıyla yoğurup birleştirmeye çalışıyor. Sizin gibi cahillere medeniyeti biz getireceğiz, fesimizi, kefiyemizi, şal, şepik, şutiğimizi gericilik diyerek yasakladınız. Yerine getirdiğiniz şapka bu güneşte işe yaramıyor, soğukta ısıtmıyor, insan onu alıp ikiye bölerek yarısını arkadaşına veremiyor, kanını da, terini de onunla silemiyor.
Şalvarımız yerine getirdiğiniz, kot pantolon bir teşhir malzemesi insan giymeye de giyene bakmaya da utanıyor. Bir de onun taşlamasını –model, şekil verme işi- çıkardınız, bunun işinde çalışan genç yürekler kansere kapılıp acı çekerek ölüyor. Daha da acısı getirdiğiniz medeniyet beyler, bu gün silah ticareti olmuş, bomba pazarı olmuş, önce sattığınız parası olarak sonra öfkeli bedenlere sarılıp size dönüyor. Ama maalesef sadece size dönmüyor, her saat başı bir yerinde Ortadoğu’nun normalleşmiş bir patlama haberi oluyor.
Evet, biz sizinle buralardan tanışıyoruz, Sayın Avrupa, insanlığın üvey çocuğu, sevimsiz, şımarık velet, tanıdık seni, hiç değişmemişsin, yine konferanslar topluyorsun, şirin görünmek için, “dünyayı öfkeyle değil, tebessümle kurtaracağım” diyerek. Gülüyorsun ceset sayılarına, ee gülersin tabii mermiyi sen satıyorsun, patlayan bombanın kilo hesabı bağlar seni, insansız Ortadoğu’nun petrol hazinesi ilgilendirir. Birde bunu kabullenecek, sana biat edecek insanlar olmalıdır çevrende, gani gani petrol yağdırsın ve senin daha rahat sömürebilmen için burayı birkaç devlete daha parçalasın diye topluyorsun bu konferansları da, senin dilini bilen kendi dilinden utanan bu fırsatçıları da. Haklısın tabi senin de işin bu sen ancak senin adına savaşanlar oldukça varsın, ancak varlığını sana feda edip bu ilericilikten! Mutlu olanlar oldukça!
Bunun içindir Cenevre’ye Kürtler giremez deyişiniz çünkü Kürtler artık eski Kürtler değil, gelmiyorlar artık senin oyunlarına, bak kendi sistemlerini kurdular, kendilerini yönetiyorlar. Senden icazetsiz olduğu için kızıyorsun doğaldır. Sen kendini en ileri, en gelişmiş görüyorsun, bundandır senin sistemsizliğini, krizli toplum ve iktidar gerçeğini kabul etmeyen bir ulusa diş bilemen, sen hala “cetvelle kurtarmaya çalışırken dünyayı”, Kürtler kırdı bütün şablonları, Cenevre’ye çağırmadın da ne oldu?
Sen kaybettin tüm gerici, çirkin yanların tekrar su yüzüne çıktı. Herkes gördü halklar karşıtı sistemini, “bağlayıcılığı olmayan kararlar lafazanlığını” işte bu oldu. Çağırsaydın da ne olurdu? Kürtler yine kendi sistemiyle yaşardı, zaten senin vereceğin bir şey yok, kahramanları direndi ve aldı. Ama davet etseydin, sen kendi itibarsızlığını biraz da olsa kamufle edebilirdin yada tarih karşısında katline ferman çıkardığın, parçalara ayırdığın bu halktan ve Kürtler şahsında tüm Ortadoğu'dan özür dileyebilirdin.
Ama yapmadın çünkü sen her zaman ki gibi bunları anlayacak zihinsel gelişmeye ulaşamamışsın. Ama bak Ortadoğu’nun yiğitleri bu zihni devrimi gerçekleştirmiş. Ortadoğu’nun yiğitleri artık oyuna gelmiyor, hesap soruyor.
ALİ ARAP
- Ayrıntılar
Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’a ve şahsında Kürt halkına yönelik tezgahlanan 15 Şubat 1999 Uluslar arası komplosunun 15. Yıldönümünü yaşıyoruz. Her alanda Kürtler komployu protesto eden eylemler yapıyorlar. Önder Abdullah Öcalan’a ve özgürlük mücadelesine sahip çıkıyorlar. Uluslar arası komplo her yerde tartışılıyor. Bu yıldönümündeki tartışmalar her zamankinden daha yoğun ve farklı. Tartışmalar Kürt Halk Önderi’nin 2013 Newroz’unda yaptığı çağrı temelinde gelişen yeni demokratik çözüm süreci ile birleşiyor.
Uluslar arası komplonun 9 Ekim 1998 günü Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın Suriye’den çıkartılarak Yunanistan’a gidişinin sağlanmasıyla başladığı biliniyor. Hedef, uçakla indiği Atina Hava Alanından içeri alınmayarak ortada bırakmaktı. Geri dönmek mecburiyetinde bırakarak kimsenin sorumlu olmayacağı bir ortamda yok etmekti. Önder Abdullah Öcalan’ın imhasına dayanarak da PKK’yi tasfiye etmekti. Böylece Kürt direnişini ezerek Kürtler üzerindeki inkar ve imhayı başarıya götürmekti.
Önder Abdullah Öcalan Atina’dan Moskova’ya giderek 9 Ekim komplosunun bu amacını başarısız kıldı. Fakat 9 Ekim imha planı boşa çıkartılsa da komplo sona ermedi. Komplocu güçler tarihin en amansız bir uluslar arası takibiyle komployu sürdürdüler ve 15 Şubat 1999 korsanlık olayına kadar götürdüler. Böylece Önder Abdullah Öcalan’a ve Kürtlere yöneltilen uluslar arası komploda ikinci aşamaya geçilmiş oldu: İdam yöntemiyle imha aşaması!
1999 Yılının Mayıs ve Haziran aylarında hepsi formalite olan sözde bir yargılamanın İmralı Adası’nda nasıl yapıldığı biliniyor. Sonucu baştan belli olan bu sözde mahkemenin hiç düşünmeden idam cezası verdiği de! Komplocuların hesabına göre, Önder Abdullah Öcalan’ın fiilen yönetmediği PKK altı ay içinde tasfiye olacak, PKK’nin tasfiyesi ardından da İmralı mahkemesinin verdiği idam kararı rahatlıkla uygulanabilecekti.
Fakat komplocuların bu hesabı da tutmadı. Bekledikleri gibi PKK tasfiye olmadı. Dolayısıyla İmralı mahkemesinin verdiği idam kararı uygulanamadı. Bu durumda idamın PKK’yi tasfiyeye götürmeyeceği değerlendirilerek, İmralı’da çürütme politikası uygulanması daha doğru görüldü. Zamana yayılmış çürütme politikası ile Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan çalışamaz ve üretemez kılınacak, böylece düşünce gücünden yoksun bırakılan PKK de tasfiye olacaktı!
Tabi komplocuların bu hesabı da tutmadı. Sosyal demokrat Ecevit’in düşünce gücüne dayanılarak uygulanmak istenen bu politika da komployu başarıya götürmedi. Önder Abdullah Öcalan hiç kimsenin ihtimal vermediğini yaptı, herkesin olamaz dediğini başardı. İmralı baskı ve tecrit ortamını bir okula dönüştürmeyi ve Kürt sorununun demokratik çözümünün teori ve stratejisini geliştirmeyi sağladı. Böylece İmralı çürütme politikasını da yenilgiye uğratmayı başardı. On ikinci yılında bugün çatırdamakta olan AKP iktidarına sıra böyle geldi.
Geçen on bir yıl boyunca uluslar arası komployu başarıya götürebilmek için AKP’nin yapmadıkları kalmadı. Tabi arkasında başta ABD olmak üzere komployu yürüten tüm uluslar arası güçler vardı. ABD’nin Irak’ı işgaline dayanılarak PKK’yi içerden bölüp tasfiye etmeyi amaçlayan bir provokasyon hareketi dayatıldı. Bu başarısız kalınca yeniden topyekun mücadele konsepti ile saldırıya geçildi. İmralı’da Kürt Halk Önderi üzerindeki baskı ve tecrit en üst düzeye çıkartıldı, Kürt demokratik siyaseti üzerinde siyasal soykırım operasyonu yürütüldü, başta Kürt çocukları, gençleri ve kadınları olmak üzere tüm halk üzerinde yoğun bir polis terörü uygulandı, gerillaya dönük defalarca ezme operasyonları geliştirildi, vs.
Fakat AKP’nin tüm bu baskı ve terör politikaları sonuç vermediği gibi, oldukça usta olduğu oyun ve hileleri de sonuç vermedi. Ne kadar taktiğe başvurduysa uluslar arası komployu başarıya götüremedi. Şimdi 15 Şubat komplosunun on altıncı yılına girerken AKP iktidarının temelleri sarsılıyor. Buna karşı Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan ve Kürt Özgürlük Hareketi bölgenin en dinamik ve etkili siyasal gücü olma konumunu ve özelliğini sürdürüyor.
On beş yıl gibi uzun bir süre değil çalışmak, İmralı’da yaşamak bile başlı başına büyük bir mucizedir. Bu on beş yılın her anının en ağır psikolojik savaşa karşı müthiş bir direniş olduğu tartışma götürmezdir. Önder Abdullah Öcalan on beş yıl boyunca böyle mucizevi bir direniş konumunda yaşadığı gibi, bu on beş yılı düşünce üretiminin en verimli dönemi haline getirmeyi de başarmıştır. Bu süreçte hazırladığı irili ufaklı 12 ciltlik Savunmalarıyla iktidarcı ve devletçi uygarlıkla kapitalist modernite sistemini yargılamış ve insanlığa özgür ve demokratik yaşamın yolunu göstermiştir. Savunmaların hazırlandığı ağır tecrit koşulları dikkate alınırsa, önem ve değerlerinin ne kadar yüksek olduğu daha iyi anlaşılır.
Şimdi uluslar arası komplo ve İmralı sistemine karşı on altıncı yıl mücadelesine ilişkin de üç hususu vurgulamak önem taşımaktadır. Birincisi İmralı’da on beş yıl dolmaktadır. İmralı sisteminin ABD ve Avrupa tarafından oluşturulduğu, Türkiye’ye de gardiyanlık görevinin verildiği bilinmektedir. O halde İmralı’da Avrupa hukukunun geçerli olması gerekir. Avrupa hukukuna göre de, müebbet veya ağırlaştırılmış müebbet cezaların on beş yılı dolduktan sonra mahkeme yeni değerlendirme yapar ve yeniden karar verir. Bu kararla ceza devam ettirildiği gibi, sona erdirilerek tutuklu serbest bırakılabilir de. On beş yıl dolduğuna göre, Türkiye’deki tartışmalardan bağımsız olarak Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın durumunun mahkemece yeniden değerlendirilmesi gerekir. Bu on altıncı yıldaki hukuki mücadele alanını oluşturuyor.
İkincisi ise siyasal alanda yaşanacak yoğun mücadeledir. Hem 2011-2012 direnişinin ve hem de 2013 yılı mücadelesinin ortaya çıkardığı ciddi sonuçlar vardır. Türkiye’deki seçim süreçleri ve AKP-Fetullahçı çatışmasının yarattığı çok önemli bir siyasal süreç söz konusudur. Buna bir de Ortadoğu’da yaşanan Üçüncü Dünya Savaşının düzeyi eklenirse, komploya karşı on altıncı yıl mücadelesinin ne kadar karmaşık ve sonuç alıcı olacağı çok açık bir biçimde görülür. Bu yılda Türkiye, İran ve Kürdistan üçgeninde çok önemli siyasal ve askeri gelişmelerin yaşanacağı açıktır. Önder Abdullah Öcalan’ın yürüttüğü Kürt özgürlük mücadelesi en güçlü ve tarihi kazanımlarını elde edecek düzeydedir.
Şimdiye kadar fazla gerekmiyordu, ama İP(İşçi Partisi)’nin son hezeyanları sonucunda üçüncü olarak da ideolojik mücadeleyi belirtelim. İP ve onun sözde liderliği kendilerini hapishaneye tıkanlara bir şey diyemeyince, Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’a saldırarak durumunu maskelemek ve kamu oyunu yanıltmak istiyor. Türkiye’de geçerli olan “PKK’ye ve Liderine saldırarak kendini kurtar” taktiğine başvuruyor. Teknik hilenin her türünü kullanarak Önder Abdullah Öcalan’ı “Kötüleyecek” kasetler yayınlıyor. Kasetli mücadeleyi Fetullahçı efendilerinden çok iyi öğrenmişe benziyor.
Bütün çabalarına rağmen, aslında yayınladıklarında yeni ve bilinmeyen pek bir şey de yok. Eğer kırpılarak saptırılmazsa, Önder Abdullah Öcalan’a ilişkin yayınlananların özünü zaten defalarca yazmış ve söylemiş bulunuyor. Bazıları bunu “Abdullah Öcalan’ı itibarsızlaştırma operasyonu” olarak değerlendiriyorlar. Yapanların amacı bu olabilir, fakat bu tür çabaların Kürt halkının ve insanlığın gönlünde taht kurmuş olan Önder Abdullah Öcalan’ı sarsması mümkün değildir. Bunlar beyhude çabalardır.
Merdi Kıpti secaat arz ederken sirkatin söylermiş. Yani Çingene yiğitliğini anlatırken hırsızlığını ele verirmiş. Burada Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın sözde İmralı sorgusunun kasetlerini yayınladığını söyleyenlere şunu sormazlar mı: Bu kasetler sizde ne geziyor? Yoksa uluslar arası komplonun ve İmralı soruşturmasının içinde miydiniz? Yoksa gerçekten Ergenekoncu ve kontrgerillacı mısınız? 1972’de direnerek şehit düşen Önderler, sizin için daha o zamandan “Ajan” demişlerdi. Yaptıklarınız bu sözleri doğrulamıyor mu? Kırkbeş yıldır Türkiye’deki demokratik devrimi tasfiye ettiniz, şimdi de Kürdistan Devrimini ve Türkiye üzerindeki etkilerini tasfiye etme görevini mi üslendiniz?
Altın pas tutmaz! Güneş balçıkla sıvanmaz! Ajan, dönek ve tasfiyecilerin çamurları özgürlük ve demokrasi duvarında iz bırakmaz! On altıncı yıl mücadelesi uluslar arası komployu yerle bir ettiği gibi, komplonun uşaklarını da tarihin çöp sepetine atmayı bilir!
Selahattin ERDEM
Yeni Özgür Politika
- Ayrıntılar
30 Mart 2014 yerel seçimlerinin Kürdistan tarihinde önemli bir yer alacağını dair şimdiden siyasetle uğraşan herkes hemfikir.
Nedeni açıktır: Kürdistan'da tümden Türkiye’de ise büyük oranda yaşanacak olan bir referandumdur.
Dikkat edelim, 30 Mart öncesi süreçte kılıçlar tümden çekilmiş durumdadır. Denilecek ki her seçimden önce bu durumlar yaşanır ve nitekim geçmişte de yaşanmıştır. Elbette her seçim öncesi kıran kırana bir kavga hep yaşanmıştır. Lakin bu seçimlerin kavgasının özü farklıdır, daha derinliklidir. Niteliği daha ayrıdır. Niteliği dediğimiz gibi tüm cephelerden bir referandum biçiminde hazırlanmış olmasıdır.
Özgürlük Hareketi Kürdistan'da önemli mevziler elde etmiştir. Bunu herkes biliyor. En çokta Özgürlük hareketine karşı düşmanlık yapanlar bu gerçekliği biliyor. Şimdiden görüldüğü gibi özgürlük hareketinin hakim olduğu alanlarda çeşitli hilelere başvuracaklardır. Öncelikli olarak adayları karalayacaklar, bin dereden su getirerek teşhir edecekler, olmayanları olmuş gibi varmış gibi gösterecekler, sanal dünyayı muazzam kullanarak Derin Özel Savaş’ı zirvede yürüteceklerdir. Bunlar yetmediğinde ise her zaman yaptıkları gibi farklı farklı fitne fesatlarla, paralar dağıtarak, “yirmi yalan bir doğru eder” hesabı ve mantığıyla muazzam yalanlar atacaklardır. Nitekim yetmedi bu kez satın almalar, karşıtlaştırmalar, Lice’deki gibi provoke etmeler derken özcesi her türden kirli olanı hayata geçireceklerdir.
Evet, bunları özgürlük hareketinin güçlü olduğu yerde yapacaklardır. Çok etkileyemeyeceklerini bilseler bile boşu boşuna kürek çekmekten vazgeçmeyeceklerdir. Derler ya gölge boksu bile yaparak kendilerince bir şeyler yapmaya-umutları olmasa bile-çalışacaklardır.
Ancak bu kesimlerin en çok yatırım yapacakları yerler özgürlük hareketinin çok güçlü olduğu yerler olmayacaktır. En çokta kendilerince daha önceleri kazanmış oldukları alanlar üzerinde yoğunlaşacaklardır. Buralar ağırlıklı olarak Kürdistan’ın batısı ve kuzey batısı yerlerdir. Yani ağırlıklı olarak Alevi Kürtlerin yaşadıkları yerleri kendilerine hedef seçeceklerdir. Dikkat edelim bu tarihi süreçte en çok alevi Kürtler üzerinde oyunlarını oynayacaklardır.
Tarihte Dersim katliamı ardından o meşhur 7 T’leri vardı.
Te’dîb; yani hizaya getirme.
Tenkîl; yani cezalandırma.
Taqtîl; yani katletme.
Tehcîr; yani göçertme.
Temsîl; yani asimilasyon.
Temdîn; yani medenileştirme ya da Türkleştirme.
Tasfîye; yani etkisiz kılma, ortadan kaldırma.
Bu 7 T’leri esasta her ne kadar 15 Eylül 1925 yılında Şark Islahat Planı ile uygulamaya koymuş olsalar da esas uygulama sahası Dersim ve sonrası süreç olmuştur. Katliamın bu kadar sınırsız ve vahşice yürütülmesinin bir mantığı vardır. O da: sindirerek üzerinde silindir gibi geçmektir.
7 T’lerin yanında birde Kürdistan’a uyguladıkları bir T harfi planları vardır. Kürt Alevi tarihçi Mehmet Bayrak bu durumu şöyle anlatmaktadır:
“Kürdistan, Fırat nehri esas alınmak üzere T harfi şeklinde üçe bölünmeli ve bu T’nin üstünde bir “Türklük Barajı” kurulmalıdır. T’nin batısında daha çok Kızılbaş-Alevi Kurmançlar, doğusunda daha çok Şafii Kurmançlar, kuzeyinde ise daha çok Kızılbaş Zazalar yaşamaktadır. Öyleyse, önce Kızılbaş Zazalar’la Şafii Zazalar arasına, daha sonra da Kızılbaş Kurmançlarla Şafii Kurmançlar arasına bir “Türklük Barajı” kurulması gerekmektedir. Özellikle, Alevi kimliklerinden dolayı Kızılbaş Zazalar’la Kızılbaş Kurmançları “Türkleştirmek” daha kolaydır.”
Evet, Mehmet Bayrak T planını böyle kaleme almış. Bu kirli planı hazırlayanlardan birisi Hasan Reşit Tankut ismindeki ırkçı bir sosyologdur.
Bu kişi devlete Etno-Politik İnceleme adı altında 1960 yılında darbe ile iş başına gelen darbe yönetimine bir Rapor sunmaktadır.
Şöyle diyor bu zat yazdığı raporda: “Bugünkü Kürt topluluğunda-Türkiye topraklarında-birbirinden ayrı iki unsur vardır. 1-Kurmanç, 2-Zaza… Zazalar’ın bir kısmı da her ikisine de zıt olan Dersimli Aleviler’dir. 30 yıl önce bu üç unsur birbirini yadırgardı. Son üç yıl içinde her üçünün de bir ırktan olduklarını ileri sürenler çoğaldı. Bunun başlıca sebebi devamlı tenkillerdi yani cezalandırmalardı. Ve tenkil sırasında Kurmanç, Zaza ve Dersimli Alevi ayırmasını bilmemektir. Bugün bir plebisit yapılsa, Kurmanç olmayanların içinde Kürtlük lehine oy verenlerin sayısı çoğalabilir…
… Şurasını cesaretle arz ederim ki, Kürt, Türk’ün bugün için hala düşmanı değildir. Kürt unsuru ayrılsa da, Türk toplumuna düşman olmaz. Bu çok ilerlemiş, gövdelenmiş, dal-budak salmış tehlikeyi önlemenin çeşitli yolları vardır. Fakat çok gecikmiş olduğumuz için şimdi tek bir yol üzerinde yürümeğe mecburuz. Bu yol şudur: Kurmançlık’la Zazalığın arasında bir Türklük Barajı Kurmak…”
Şimdi Kürdistan'da olup bitenlere bu yukarıda yazılanlar ışığında bakmamızda fayda vardır.
T planının üstü bugün özelde Güney Batı diye tabir ettiğimiz Maraş, Antep, Adıyaman, Malatya, Sivas ve kısmen Kayseri’dir. Yine Dersim, Erzincan, Erzurum alanlarıdır. T’nin üstünde hedef kesinlikle Türkleştirmektir. Yani ne pahasına olursa olsun buraları Kürtlüğe kapatmaktır. Buralar bir nevi çanta da keklik olarak görülüyor. Nede olsa kullanılacak çok malzeme vardır. Örneğin ilk elden alevilerinkürt olmadıklarını ıspatlamak. Alevilerin şafiilerle bir olamayacaklarını işlemek. Ve daha da önemlisi ise Zazalarla Kurmançları karşı karşıya getiererek, Zazaların Alevi olmadıklarını ispatlamaya kalkışmak. Hatta Kamer Genç ismindeki tipin yaptığı gibi “biz Zaza ve Aleviyiz, Kürt değiliz” noktasına getirmek.
T’nin sol alt kanadını ise Türkleştirebilmek için ciddi çaba içerisinde olmak gerekiyor. Bu çabanın başlıca yol ve yöntemi Kürtlerin din duygularını kötüye kullanarak yani istismar ederek genel Kürtlükten koparmak gerekiyor. Feodal beyleri hortlatmaktır. Bu bağlamda buraları Türk devletine kazanmak mümkündür. Buraları biz Urfa, Mardin, Antep’in bir kısmı olarak ele alalım. Ve tabii daha sonralarda Bucaklar gibi çeteler yetiştirerek feodalizmin en çirkin tarzıyla Kürtleri esir alarak Türkleştirmeye çabalamak.
T’nin sağ kanadına karşı ise sürekli bir mücadele içerisinde olunmalıdır. Buralar potansiyel tehlikelidir. İleride her zaman kopabilecek sahalardır. Bunun için buralara tek bir yatırım yapılmamalı, buralarda esasta askeri zor ile varlık gösterilmelidir. Buralar ise bugün Botan diye dile getirdiğimiz Hakkari, Şırnak’tır. Yine Van’dır, Siirt’tir, Batman’dır, Bitlis’tir ve bu coğrafyaya düşen diğer alanlardır.
Şimdi dikkat edelim: Güney Batı’da kendilerince başarmışlardır. Güney Batı insanlarımızı ağırlıklı olarak kaçırtmasını iyi becermişlerdir. Kapitalist modernist kültürle müthiş bir şekilde Kemalist sistemin okullarına alarak eritmeyi esas aldıkları gibi önemli bir mesafe de kat ettikleri gerçektir. Bugün Güney Batı dediğimiz alanda özgürlük hareketinin çok bedel ödemesine rağmen siyasal arenada cirit atanlar CHP, AKP ve kısmen de MHP’dir.
Halbuki CHP ismindeki parti tümden faşist bir partiydi. Ve halen de çok ciddi bir sosyal faşist partidir. Dersim’de katliamları yapan parti CHP’ydi. Başında ise CHP’nin başındaki İsmet İnönü’ydü. Kürtlerin katledilmesini en fazla talimatını veren kişi yine bu kişidir. 1930’da, Başvekil olan İsmet İnönü, 31 Ağustos 1930 tarihli Milliyet’te, ‘’Bu ülkede sadece Türk ulusu ırksal haklar talep etme hakkına sahiptir. Başka hiç kimsenin böyle bir hakkı yoktur’’ diyecek kadar ırkçı ve Kürt düşmanıdır.
1931’de Genelkurmay Başkanı olan Fevzi Çakmak ise, hükümete verdiği bir raporda ‘’Kürtlük, Türk toplumu içinde eritilmelidir. Yüksek memurlara koloni (sömürge) yönetimlerindeki yetkiler verilmeli ve Kürt kökenli yerli memurlar tümüyle bölgeden çıkarılmalıdır’’ diyecek kadar azgındır.
1932’de ise, İçişleri Bakanı Şükrü Kaya, Hükümete verdiği raporda ise: ‘’Dersimliler’e kendilerinin aslen Türk olduklarını öğretmek lazımdır. Kuzey Dersim halkı batıya göç ettirilmelidir. Askeri harekat başlamadan önce tüm silahlar toplatılmalıdır” diyecek kadar gözü dönmüştür.
1935’te, İsmet İnönü, kendi adını taşıyan başka bir raporunda ise ‘’Sınıra yakın yerlerin ve Elazığ, Erzincan ve Erzurum gibi büyük merkezlerin Türkleştirilmesi önem arz etmektedir’’ diyerekte çizgisinin ne olduğunu bir kez daha açıkça belirtmektedir.
1940’ta ise CHP daha ileriye giderek yayınladıkları bir Raporlarında, ‘’Kürt meselesi Türkiye’nin en mühim meselesidir. Kürtler Türkleştirilmelidir. Asimilasyonun ilk şartı dil öğrenmektir’’ demişler ve ısrarla bu çizgiyi pratikleştirmek için müthiş bir kültürel soykırıma girişmişlerdir.
İşte bu kültürel soykırımın başındaki parti CHP’dir. Liderleri olan kişi ise yıllarca Milli Şef olan İsmet İnönü’dür.
Özcesi Dersim katliamını yapan bu faşist partidir. Yine Maraş katliamı sürecinde iş başında olan yine CHP’dir. Bu kez Ecevit’tir. Katliamın engellenmesi mümkün iken buna izin verilmemiştir. Yine Sivas katliamı sürecinde İsmet İnönü’nün oğlu olan Erdal İnönü başbakan yardımcısıdır. Sivas’ta yaşanan vahşet iletilmesine rağmen kılını bile kıpırdatmıştır. Burada yine aynı parti vardır.
Dikkat edelim şimdi Kürt halkına KürtAlevi halkına inanmaz katliamlar yapan böylesine bir partinin başında bir Kürt, Alevi ve üstelik bir Dersim’li vardır. Kültürel soykırım işte bu denli başarıyla T’nin üstünde uygulanmıştır.
Yine Kamer Genç gibi Kemalizm’in en iğrenç piyonluğunu yapan bir kişi: “Seyit Rıza hata yapmasaydı bunlar olmazdı” diyecek kadar Kürt Alevilerin en değerli kutsallarına dil uzatabilmektedir.
Gerçeklik buyken ne yazık ki halen bugün bile sosyal faşist olan bir partiye halen KürtAlevileri oylarını vermektedirler. Bu gerçeklik özü itibariyle katilineaşık olma gerçeğinden öteye bir anlama gelmediği de açıktır.
HalbukiAlevilerin devasa bir direniş tarihleri vardır. Aleviliğin her zaman zalimlere karşı nasıl direndiğini tarihin altın sayfalarında okumak isteyenler bakabilir ve yeniden yenidenAlevi bilinçlerini tazeleyebilirler.
Boşuna Hz. Ali:
“Haksızlıklar karşısında eğilmeyiniz!“ dememiştir. O zaman bu cephede yerini alan herkes ama herkes haksızlıklar karşısında eğilmemenin de ötesinde var olan direniş cephesinde yerini alması Alevilik kültürünün olmazsa olmazı olmak zorunda değil midir?
Kasım Engin
- Ayrıntılar
İstanbul yönüne seyir halinde olan 06 AC 600 plakalı Mercedes marka otomobil, 3 Kasım 1996 günü saat 19.15 sıralarında Susurluk'un Uçakyolu Mevkii'nde benzin istasyonundan çıkan Hasan Gökçe yönetimindeki 20 RC 721 plakalı kamyona arkadan çarptı. Kazada, özel otomobilde bulunan 4 kişiden 3'ü ölürken, 1'i ağır yaralı olarak hastaneye kaldırıldı.
Buraya kadar her şey normal bir trafik kazası gibi görünürken, aradan geçen saatler içerisinde kazada ölen kişilerin İstanbul eski Emniyet Müdür Yardımcısı Hüseyin Kocadağ, üzerinden ''Mehmet Özbay'' adına düzenlenmiş kimlik çıkan katliam sanığı Abdullah Çatlı ve Gonca Us, yaralanan kişinin de DYP Şanlıurfa Milletvekili Sedat Edip Bucak olduğu anlaşılınca olay Türkiye gündemine adeta ''bomba gibi'' düştü.
Medyanın olayı ''Siyasetçi-polis-mafya'' üçgeninin emaresi olarak ifşa etmesi nedeniyle İstanbul DGM Cumhuriyet Başsavcılığı, 11 Kasım 1996'da, ''Cürüm işlemek amacıyla teşekkül oluşturmak'' suçundan soruşturma başlatmak zorunda kaldı.
Soruşturma sırasında, milletvekili Sedat Edip Bucak'ın resmi korumalığını yapan özel timci polis memurları Ayhan Çarkın, Ercan Ersoy ve Oğuz Yorulmaz'ın, kumarhaneci Ömer Lütfü Topal'ın 28 Temmuz 1996'da Sarıyer'de öldürülmesinden sonra gelen bir telefon ihbarı üzerine Topal'ın iş ortakları Sami Hoştan ve Ali Fevzi Bir'le birlikte İstanbul Emniyeti'nce gözlem altına alındığı, dönemin İçişleri Bakanı Mehmet Ağar'ın talimatıyla Ankara'ya gönderilerek serbest bırakıldığı ve daha sonra Bucak'a koruma olarak verildiği ortaya çıktı.
Ataköy'deki evinde yeşil pasaport, Mehmet Ağar imzalı Emniyet Genel Müdürlüğü'nde uzman olarak görev yaptığını gösterir belge ve silahlarla yakalanan uluslararası uyuşturucu kaçakçısı Yaşar Öz'ün de, yine aynı şekilde Ankara'dan gelen talimatla serbest bırakıldığı anlaşıldı.
Bu arada, İnterpol tarafından kırmızı bültenle aranan Abdullah Çatlı'nın, Özel Tim'de görevli polis memuru Ziya Bandırmalıoğlu'nun oğlunun sünnet düğününde dönemin Özel Harekat Dairesi Başkan Vekili İbrahim Şahin ve polis memuru Ayhan Çarkın'la oynarken çekilmiş fotoğrafları da basında yer aldı.
Cumhurbaşkanı Demirel 8 Kasım 1996'da kendisine sunulan bir ihbar dosyası ile 17 Kasım 1996'da ANAP Genel Başkanı Mesut Yılmaz'dan aldığı bilgileri bir yazıyla Başbakanlık'a gönderdi. Dönemin Başbakanı Necmettin Erbakan da ihbar konularının incelenmesi, araştırılması ve soruşturulması için 18 Kasım 1996 günü Başbakanlık Teftiş Kurulu'na talimat verdi. Kurulun hazırladığı aslı 57, ekleri ise 4 bin 132 sayfadan oluşan raporu 10 Ocak 1997'de düzenlediği basın toplantısıyla açıklayan dönemin Adalet Bakanı Şevket Kazan, 21 konunun inceleme ve araştırmaya alındığını, bu konularda 35 kişi hakkında adli mercilerce soruşturma açılması, 85 kişinin de tanık olarak dinlenmesinin istendiğini bildirdi.
Raporda yer alan bilgi ve belgeler, 13 Ocak 1997'de ilgili cumhuriyet başsavcılıklarına gönderildi. Mesut Yılmaz'ın başbakan olmasından sonra Susurluk bağlantılı olayların araştırılması için tam yetkili olarak görevlendirdiği Başbakanlık Teftiş Kurulu Başkan Vekili Kutlu Savaş, raporunu tamamlayarak Başbakanlık'a sundu. Bir kısmı bizzat Mesut Yılmaz tarafından kamuoyuna açıklanan raporda, Özgür Gündem Gazetesi'nin bombalanması, Ömer Lütfü Topal, Behcet Cantürk, Musa Anter, Hikmet Babataş ve Cem Ersever'in öldürülmeleri, Tarık Ümit'in kaybolması, Mehmet Ali Yaprak'ın kaçırılması, Azerbaycan'daki darbe girişimi, yasadışı örgütlerle mücadele yöntemleri, bankalardan trilyonluk kredi aktarımları, uyuşturucu ticareti ve kara para aklama olayları ayrıntılı olarak irdelendi.
Emniyet Genel Müdürlüğü, MİT ve JİTEM'in yapısı, buralarda görev yapan bazı kişiler ile çeteler, bazı siyasetçiler, bazı işadamları ve devlet adına görev yaptıklarını öne süren bazı kişiler arasındaki ilişkilerin gözler önüne serildiği rapor, kamuoyunda günlerce tartışıldı. Söz konusu raporda sıkça adı geçen ''Yeşil'' kod adlı Mahmut Yıldırım, aradan geçen süre içerisinde henüz yakalanmadı.
TBMM bünyesinde oluşturulan Susurluk Araştırma Komisyonu da yaklaşık 3 aylık çalışma süresinde Ankara'da Sedat Bucak ve Mehmet Ağar'ın da aralarında bulunduğu 41 kişiyi tanık olarak dinledi. İstanbul'a da gelen komisyon üyeleri, o dönemde Metris Cezaevi'nde tutuklu bulunan özel timcilerin de aralarında olduğu 16 kişiyi de dinledikten sonra hazırladıkları raporu TBMM Başkanlığı'na sundular. Raporun hazırlanmasına bir süre katkıda bulunan hakim Akman Akyürek, 8 Aralık 1997'de TEM Otoyolu Maslak katılımında geçirdiği trafik kazasında hayatını kaybetti.
Yargılama aşamasında bu sanıklardan Ayhan Çarkın, Oğuz Yorulmaz ve Ercan Ersoy 290, Mustafa Altunok 204, Abdülgani Kızılkaya 193, İbrahim Şahin 185, Ayhan Akça ve Ziya Bandırmalıoğlu 184'er, Enver Ulu 141, Ali Fevzi Bir 119 ve Sami Hoştan da 31 gün tutuklu kaldıktan sonra kutlamalar eşliğinde Metris Cezaevi'nden tahliye edildiler.
Başka bir dava kapsamında tutuklu bulunan Yaşar Öz ise, bu davadan 105 gün tutuklu kaldıktan sonra tahliye oldu. Sonradan yakalanan Haluk Kırcı da, bu davada 155 gün tutuklu kaldıktan sonra tahliye edildi.
Paralellikler-derinlikler
''Temiz toplum, temiz siyaset'' anlayışını savunanlar Susurluk olayını ''Milat'' olarak kabul ettiler. Sonra mı ne oldu? ''Temiz toplum'' istemlerini dile getirmek üzere sivil toplum kuruluşları öncülüğünde Şubat 1997'de tüm ülke genelinde başlatılan ''Sürekli aydınlık için bir dakika karanlık eylemi'' büyük ilgi gördü.
Peki, O günden bu güne ne değişti?
Yargılama aşamasında iğne ucuyla kuyu kazarcasına, büyük toplumsal baskıların sonucu tutuklanan isimler kimi zaman büyük bir yalnızlık içinde girdikleri cezaevlerinden büyük kalabalıkların Türkiye sizinle gurur duyuyor alkışları arasında tahliye edildiler. Kimi zaman da yeniden meclise girerek dokunulmazlık kalkanına sığındılar.
Yıllar geçti. Eskiden buz dağı metaforuyla tanımlanmaya çalışılan derin devlete bir de paralel devlet eklendi.
Ucu nereye dayanırsa dayansın denilip ucuna kadar gidilemeyen her şey ama her şey Susurluk kör kuyusuna defnedildi. Gören gözlere, duyan kulaklara, görülen, duyulan her şeye inat gerçek tam da orada, hemen karşımızda olduğu halde gerçeğe olan duyarsızlıklarımızla yaşadık; doğrulara rağmen yaşadık; unutmayı tercih ettik. Susurluk, toplumun ve devletin kör kuyusu oluverirken bu duyarsızlık ve aldırmazlıktan, unutulmalardan güç alarak bugünlere kadar gelindi. Susurluk'tan arda bir kara delik kaldı. Susurluk, kimi zaman asla sorulmayacak soruların cevabı oldu, kimi zamansa çözümü geleceğe bırakılan soruların adı oldu. On yıllar boyunca, derin devletin kirli amaçlarıyla şekillenen ve devletin kurumsal, yarı-kurumsal yapılanmaları içinde organize olan ve bizatihi bu yapılanmalar tarafından beslenerek palazlanan kirli ilişkilerin biriktirdiği kirlenme, bir kamyon tarafından açılan gedikten fışkırmış ve toplum, bu Mercedes'ten dökülen kirli ilişkilerin fotoğrafı karşısında şaşa kalmıştı. Yıllar geçti bu şaşkınlık yerini alışkanlığa bıraktı. Şimdi yaşanan da “dershane kavgası-kazası” sonrası açığa çıkan benzer bir örnek.
Eskiden varlığından bahsedilen siyaset-mafya-polis üçgeninden oluşan derin devlete; mahkemeler, bürokratlar, iş adamları da katılmış, devleti komple saran bir şebeke görünür olmuştur. Bu günlerde yüzlerce savcı, polis ve nice bürokratın görev yerlerinin değişmesi bu gerçeği bir kez daha ortaya koymaktadır. Bu yer değişiklikleri, görevden almalar derin ve paralel devletle mücadele etmenin doğru yolu değildir. Açığa çıkan diğer bir gerçek de, Kürt halkına karşı yürütülen savaşın devleti çok kirli bir organizasyona çevirdiğidir. Geçmişte Kürtlerle mücadele ediliyor adı altında derin, paralel yapılar zemin buluyordu; şimdi Ergenekon’la, derin devletle mücadele ediliyor adı altında ordudan çeşitli kesimler iktidardan uzaklaştırılıp- askeri vesayet yerine RTE vesayeti kurulmak isteniyor. Tüm bu olanlar iktidar ve rant savaşıdır.
On sekiz yıldır tüm bu olanlara karşı büyük bedeller ödenerek demokrasi mücadelesi de devam etmiştir. Ancak gerek kapsam gerekse de yöntem itibariyle yetersiz kalınmıştır. Bundan dolayı paralelinden tutalım, derinine tüm devlet türleri halklar üzerindeki sömürüsü ve baskısını sürdürmüştür.
Neden mi?
Gerçekleri halka anlatmakta, örgütlemekte; mücadele yöntemi olarak sistemin sınırlarını zorlayabilecek, sistem dışı, yani devletten bekleyen konumu aşan bir demokrasi mücadelesinin kurumsallaşmasında yetersiz kalınmıştır.
Susurluk, Ergenekon derin devleti ve en son açığa çıkan paralel devlet yapılanmalarının hepsinin Kürt soykırımını gerçekleştirmek için hazırlandığı açıktır ve çok nettir. Derin devletle, paralel devletle mücadele edilmek isteniyorsa Kürt soykırım sistemine karşı mücadele edilmek zorundadır.
Derininden-paraleline tüm tanımlamalar devletin gerçeğini kamufle etme amacını taşımaktadır. Bu gerçeği görüp devleti teşhir etmek önemli ve gereklidir, devletin dışında bir yaşamın örgütlenebileceği zemin her zamankinden daha fazla vardır. Yerel yönetim seçimleri öncesinde deriniyle-paraleliyle devletin gerçek yüzü artık çok daha açık hale gelmiştir. Buz dağının sırrı çözülmüştür. Geriye bu uygun şartları değerlendirip yerel-özerk alanlar yaratmak kalmaktadır. Eğer bu başarılırsa derin ve paralel devletler silinecek, demokrasiye duyarlı hale gelmiş devlet yaratılmış olacaktır.
G.Suat TEKİN
- Ayrıntılar
Bugünlerde hasta tutsaklar ve seçim çalışmaları temel iki gündem. Ancak bunlardan önceliklisi seçim çalışmaları olmuş durumda. Bununla birlikte bu gündem maddelerinin birbirinden kopuk ele alınması da diğer göze batan husus. Neden böyle oluyor? Zor bir soru. Cevapları ciddi özeleştiri gerektiren hususlar içeriyor. Yeterince örgütlü olamamak… Anlam ve duygu gücümüzün yeterince güçlü olmaması… Kapitalist moderniteden etkilenmiş olmak… Devletçi-iktidarcı siyaset tarzından kurtulamamış olmak… Nedenler daha da fazlalaştırılabilir. Saydığımız nedenleri açımlayıp somutlaştıralım. Yeterince örgütlü olmama gerçeği iki boyutta kendini gösteriyor. Birincisi örgütsel yapılarımız yeterince yaygın değil. KCK Önderi Abdullah Öcalan her bireyin yediden yetmişe komün, meclislerle örgütlenmesi perspektifini vermişti. Her bireyin birkaç komünün üyesi olması gerekliliğini dile getirmişti. Bu perspektif penceresinden baktığımızda mevcut durum çok yetersizdir. Var olan örgütsel yapı ise toplumun doğasında olan dinamik canlılık durumunu halen yakalayabilmiş değil. Doğada var olan canlılık emarelerinden başlıcası büyümektir. Örgütsel büyüme konusunda, yetersizlikler mevcuttur. Var olan örgütlülüğümüzün eylemsel gücü de dönemsel kalmaktadır. Diğer boyutu ise örgütsel taktik ve planlamalarda stratejiden kopuk yada stratejiyi önemsemeyen bir öncülük duruşudur.Bu duruma da örgütsüzlük demek en doğru tanımlama olsa gerek.Demokratik siyasetin toplumun her alanında kurumlaşması, yaşamsallaşması temel amaçlardan olması gerekirken tüm bu süreç seçimleri kazanmaya indirgenmiş gibidir. Seçimler de önemlidir ama bu önem, bir diğer çalışmayı unutmayı, bırakmayı, zayıf yürütmeyi meşrulaştırmaz. Örgütlü siyaset yürütmek pek çok işi birlikte yürütebilecek durumda olmayı gerektirir. Bu konuda da zayıflıklar mevcuttur. Anlam ve duygu gücünün güçlü olmaması özeleştirel yaklaşılması gereken diğer bir noktadır.Siyaset yapma iddiası olanların, özgürleşme iddiası olanların anlam ve duygu gücünün zayıf olması kabul edilemezdir. Zindanlarda yüzlerce hasta tutsak damla damla eriyor, adım adım ölüme yaklaşıyorlarsa, çaresizlerse ve bu ateş sadece hasta tutsakların akrabalarını yakıyorsa duygu ve anlam gücü ciddi anlamda zayıflamış demektir. Bu konuda empati yapmaya çağırmak bile kabul edilemez bir durumdur. Çünkü empati yap denilince kendini onun yerine koy yani merkezine kendini koy ve ona göre hareket et. Susma sustukça sıra sana gelecek sloganındaki yaklaşımla aynı mantığı taşır empatiye çağrı. Hâlbuki insan olan herkes, anlam arayışı, duyguları olan herkes yaşananın zulüm olduğunu görerek, zulme karşı, zalime karşı mazlumun yanında saf tutar. Kapitalist moderniteden etkilenmiş olmak bir diğer özeleştiri noktasıdır. Pek çok kimse kapitalist olmamanın bir özeleştiri olduğunu söyleye dursun, kapitalizmin toplumsallığımızı dağıtmak için saldırdığını her an görmekteyiz. Bireycilik öyle şahlanmıştır ki! Bırakalım zindandaki hasta tutsaklar yanı başındaki, en yakınındaki insana karşı bile duyarsızlaşmışız. İlişkilerimiz, yaşamımız bir robotunkinden farksızlaşmış. Yaşamımız tekniki ve çıkara dayalı hale gelmiş. Siyasette başarılı olmak isteniyorsa kapitalist modernitenin tüm etkilerini kusarcasına bünyemizden, kişiliğimizden uzaklaştırmak öncelikli yapılması gerekendir. Kapitalist modernitenin yarattığı kişiliklerle demokratik modernitenin siyaseti yapılamayacağı kesindir. Hiçbir bencil halkın hizmetkarlığı olan demokratik siyaset alanında halka hizmet etmez. Yapacağı ancak siyaseti ve halkı kendine hizmet etme aracı olarak kullanmak olur. Bencil birinin zor durumda olan hasta tutsakları düşünmeyeceği de gün gibi aşikardır. Değerlendirilmesi gereken bir diğer nokta demokratik siyaset-devletçi siyaset ikileminde demokratik siyaseti yeterince anlamayıp, yaşamsallaştıramamadır. Doğrusunu söylemek gerekirse seçimlerin bu kadar çok herşeyin merkezine konmasını halen şaşkın şaşkın izliyoruz. Seçimlerin önemsiz olduğunu söylemiyoruz. Hatta tarihi önemde bir seçimdir. Ancak seçim yalnız başına her şey değildir. Seçimleri her şeyin merkezine koyan, halkı seçimden seçime gören, seçimden seçime halkı “siyasete katan” anlayış devletçi siyaset anlayışıdır. Demokratik siyaset ise seçimleri kazanmayı amaçlamakla birlikteesas amacı bu süreçte yapılacak zihniyet çalışması, örgütsel çalışmalarla toplumun en küçük birimini bile örgütleyip siyasetin öznesi durumuna getirmektir. Seçimi her alanda kazanmak hedeflenmelidir ancak seçim sonrasında seçimler kazanılsın yada kaybedilsin yaratılan örgütsel güçle bulunulan her yerde ister yönetimde, isterse de muhalefette yer alsın demokrasi mücadelesi veren birimler yaratmak öncelikli hedeflerden olmalıdır. Yürütülen müzakere sürecinin ikinci adımı olarak tanımlanan köylere geri dönüşün hazırlık, örgütlenme çalışmaları da seçim çalışmaları sırasında önümüzde olan görevlerden biridir. Yani amaç sadece BDP veya HDP’ye oy ver çağrısı olmamalıdır. Yürütülen çalışmaların hepsinde halkı eğitmek, örgütlemek, tüm toplumsal, politik olaylara ilişkin duyarlı hale getirmek önemli ve gereklidir. Mesela yürütülen seçim çalışmalarında hem hasta tutsakların durumu, hem son zamanlarda yoğunlaşan kadın cinayetleri, hem devletin hukuksuzlukları, hem Van depremzedelerin yaşadığı zorlukların aşma arayışları, hem de köye dönüşler tartışılmalıdır. Tüm bu konularda duyarlılık yaratılmakla birlikte öncelikleri de doğru belirlemek, seçim sürecini örgütlenme kadar eylem, bir o kadar da eğitim süreci olarak değerlendirmek şarttır. Günler acımasız bir hızda geçiyor. Zaman daralıyor. TC’deki hukukun paralel yapıların denetiminde olduğunun ayan beyan açığa çıkmış olduğu bu günlerde tüm tutsaklara özgürlük isteme vakti gelmiştir. Bunun için eyleme kalkma vakti gelmiştir ve en iyi özeleştiri eylemle, pratikle verilendir.
Andok Kelaşin
- Ayrıntılar
Basit değil ki, Kurdıstan yüz yılı aşkın bir süredir sömürge hukukuyla yönetiliyor, Önderliğimiz 15 yıldır esaret altında tutuluyor, her gün Kurdıstan’dan yeni bir katliam haberi geliyor, kentlerimiz elimizden alınıp devlete ve çetelere teslim edilmek isteniyor vs… Listeyi uzatmak işten bile değil. Budur işte sömürgeci devletin ve onun çetelerinin Kürt Halkına reva gördüğü.
Yeminli Kürt düşmanı Fethullah Gülen yıllardır bu politikalar temelinde Kurdıstan’a yerleşmeye ve Kurdıstan’ı fethetmeye çalıştı. Bunun için Tansu Çillere hizmet etti, Süleyman Demirel’e hizmet etti, Mehmet Ağara hizmet etti, Doğan Güreşe hizmet etti, Tayip Erdoğan’a hizmet etti, etti de etti. Devlet Kurdıstan’a yerleşsin, topraklarımızı, dilimizi, kültürümüzü, inancımızı sömürsün diye tepeden tırnağa ‘hizmet’ kesilen bir kişilik yeminli Kürt düşmanı değildir de nedir?
KDP ve onun çeşitli versiyonları aynı politikanın Kürt kılıflı olanı değil midir? TılHemıs ve TılBarak da YPG savaşçılarını İŞİD çetelerine ihbar ederek onlarca savaşçının katledilmesine sebep olan El Parti denen KDP uzantısı çete değil midir?Peki bu da yeminli Kürt düşmanlığı değildir de nedir?
Durum çok net. Anti Kürtçülük, devlet adına hareket eden tüm güçler için ortak paydadır. Bu güçler, en iyi Kürt düşmanlığı için harıl harıl bir yarış içine girerler. Şimdiye kadar bu böyle olmuştur ve ulus devlet var oldukça da böyle devam edecektir. Bunun ötesinde berisinde anlatılan, “şunu yapacağız, bunu yapacağız” gibi söz ve söylemlerin tamamı yalan dolandır.
Şimdi bir de seçim sürecine girdik. AKP devleti her zamanki gibi mazlum edebiyatını kullanarak Kurdıstan’ da oy ve belediye almanın peşine düşecektir. Vaatler havada uçuşacaktır. Şimdi bundan 5-6 yıl öncesinde AKP’ye oy vermiş olanların “iş”, “hizmet” umutları olmuş olabilir. Ama artık sağır sultan bile AKP’nin bir sömürge sistemi olduğunu duydu. Artık ne umudu beslenecek? Ne beklentileri olacak? Bu nedenle ciddi ve nihai uyanışın gerçekleşmesi gerekmektedir. Yıllardır Kürt Halkının dini inançlarını istismar ederek kendi hizmetine koşmak için her türlü faaliyet yürüten cemaatçilerin bu süreçte birbirlerini yemesinden de anlaşılıyor ki, kendilerine bile hayırları olmayanların, tek dertleri iktidar koltuğu olanların Kürt Halkına ne hayırları dokunabilir ki? Hiç.
Rojava’da da görüldüğü üzere Kürt Halkı artık hiç kimseye elini açma durumunda değildir. Kendi sistemini kurarak, kimsenin hayalini bile kuramadığı yönetim modelini yaşamsallaştırıyor. Yani öyle bir devirdeyiz ki; bir hırsızın sözlerine, bir timsahın gözyaşlarına aldanacak değiliz.
Tüm Ortadoğu’da ve hatta dünyada model oluşturacak düzeyde sistem yarattığımız şu günlerde, başka işimiz yok mu ki Tayip Erdoğan-Barzani-ŞıvanPerwer-İ.Tatlıses dörtlüsünün senfoni orkestrasına kanıp aldanalım.FethullahGulen denen zatın düzenbazlarına aldanalım, sözlerinin peşinden gidelim?
Kelin ilacı olsa önce kendi kafasına sürer diye bir söz vardır. Madem bu kadar şaşa sahibisiniz, o zaman deyin bakalım hanginizin kendi ülkesini yönetme gücü var? Fethullah gibi beş para etmez bir şahıs karşısında feleğini şaşıran Erdoğan mı sorunsuz muktedir? Rojava’da ki halkını her an haraç mezat satmanın derdinde olan ve Güneyde çok ciddi tepki duyulan Mesut Barzani mi sorunsuz muktedir? Siz önce gidin de evinizin önündeki kiri pasağı temizleyin. Ne hakla, ne hukukla yeni bir pilan peşinde koşturarak Kuzey Kurdıstan ve Rojava Kurdıstan’ da pay alma peşinde koşarsınız? Bir hafta içinde 3 Kanton birden ilan eden Rojava halkından hiç mi korkunuz yok? 30 Mart 2014 yerel yönetimler seçiminde Kuzey Kurdıstandaki tüm belediyelerin yönetimlerini devir alacak olan Bakur halkından da mı korkunuz yok?
Aynı soruyu tersten de sormak lazım. Bir hafta içinde 3 Kanton ilan eden Rojava halkı içindeki çeteleri ve onların kırıntılarını temizleyemez mi? Tüm baskı ve siyasi soykırımlara rağmen 100 belediyesi bulunan Bakur halkı devletin cebren ve hile ile elinden aldığı belediyelerini geri alamayacak mı? Meydan daha ne zamana kadar Fetolara, Recolara, Mesutlara, hainlere, işbirlikçilere, çıyanlara kalacak?
E bunlar yıllardır bizi kandırdılar. Boş vaatler verdiler. Bizi birbirimize karşı kullandırttılar. Kanımızdan, canımızdan çıkar sağladılar. Kendi içlerinde birbirlerine düşmanmış gibi göründüklerinde dahi konu Kürtler oldu mu ortak paydada buluştular. Oyumuzu alıp iktidar oldular. Bizi polise askere alıp sonra anamıza, babamıza saldırttılar. Bizden vergi alıp tanka topa yatırdılar ve sonra onlarla da gelip tekrar bizi vurdular. Tarlalarında, inşaatlarında kan, revan çalıştırıp sonra da emeğimizi sömürdüler. Ülkemizde köle statüsünde yaşama imkânını bile tam sunmadılar. Topraklarımızda yaşamamamız için her türlü dolaba başvurdular. Köylerimizi yakıp-boşalttılar, şehirlerimizi de yaşanılmayacak hale getirdiler. Gidecek yerimiz kalmasında sofralarına karşı el açalım istediler. Onlardan ekmek, özgürlük ve yaşam dileyelim istediler. Dünyaya karşı timsah gözyaşı dökerek, bize ne kadar acı duyduklarını söylediler. Ama öbür taraftan ‘evlerimize kor düşsün, kökümüz kurusun’ diye de beddua ederek bize köpek dişlerini gösterdiler. Şimdi karşımıza geçmiş oy istiyorlar. Onlardan statümüzü tanımalarını yalvararak istememizi diliyorlar. Avuçlarını yalayacaklar. Kürt halkı gerçek gücünü, kudretini Rojava’da ortaya koymuştur. Onurluca, başı dik ve minnetsiz bir biçimde kendi kendini yönetmenin tadını çıkarıyor. Düşman çatlatırcasına hayata geçirilen demokratik özerklik çok değil, önümüzdeki birkaç gün içinde, Cenevre için bile model olacak ve Kürt halkından yardım dileyeceklerdir.
Kendine hayrı olmayan bu güruhlara bunca yıl sabretmek yetmez mi? Bu kadar zaman irademizi teslim ettiğimiz yetmez mi? Bakın işte kadim Kurdıstan Halkı kendi kendini yönetiyor. Hem de hür iradesiyle. O zaman bir başkasına ne gerek var? Derebeylerinin, ağaların, kendini tanrı ya da peygamber ilan edenlerin peşinden gitmek için artık ne gibi bir gerekçemiz olabilir ki? Takkeler düştü keller göründü. Yalancıların mumları daha akşama çok kala söndü. Peki ya şimdi ne olacak?
Hiçbir zaman olmadığı kadar bilinçlenen ve özgürlüğe tutkuyla bağlanan Kürt analarının büyük direnişiyle Fetullahçıları, tırşıkçıları mahallelerimize, sokaklarımıza, köylerimize sokmayarak, yiğit Kürdistan gençlerinin de müthiş vuruculuğu ile bu çetelere semtimize girmenin bedeli ağır ödettirilecektir. İşte o zaman herkes hangi devirde ne ile karşı karşıya olduklarını fark edecek, sonra da basit oynamaktan vazgeçecektir. Nihayetinde sömürgeci devleti ve onun her türden işbirlikçi çetelerini Anavatanımız Kürdistan’ın kutsal topraklarından söküp atarak, ülkemize berrak bir güneşin doğuşunu hep beraber armağan edelim.
Serhad Tendurek
- Ayrıntılar
Rojava devrimi, onun yol açtığı ve açacağı sonuçlar politik düzlemde çokça tartışıldı. Belli ki bu tartışmalar sürecek. Bu hem gerekli hem de kaçınılmaz. Ancak gerçek şu ki devrim sosyolojik bir olgu olarak daha derin anlamlar taşıyor. Her devrim kendi iç devinimleri temelinde büyük bir devrimler zincirini ifade ediyor. Toplumsal alana nüfus eden ‘yeni’ olgusu siyasi, politik, ekonomik, ideolojik, kültürel, sosyal, sanatsal, felsefik vs. vs. her bağlamda gerçekleşme imkanı bularak, tüm bu alanlarda eşi görülmemiş ve toplum adına cesur deneyimler açığa çıkıyor. Toplumsal sorunlar yaralarını bir bir kaparken tarihsel bakımdan toplumsal gelişim gerçek rotasına bir adım daha yakınlaşıyor.
Rojava’daki ‘yeni’ duruma bir ad koyma arayışı kapitalist modernitenin ulus devletçi zihniyetlerinin bildik verileriyle “statü” tartışmalarına esir düşüyor. Haliyle toplum içinde sonuçları belki yüzyılları etkileyebilecek ‘devrimler’ silsilesi perdelenip hep büyük fotoğraf öne çıkıyor. Ulus devlet zihniyetinin o yapay, politik ve siyasi zemininde yürütülen statü tartışmaları süredursun toplumda yaşanan o devrimler silsilesi bu yapaylıktan uzak kendi statüsünü yaratıyor.
Rojava’da yaşananların en iyi izahı ancak tarihe dayanan bir sosyolojik bakışla izah edilebilir. Toplumun insanlığın gelişimine beşiklik ettiği o kadim topraklarda yeniden öz değerleriyle buluşmasına yol açan gelişmeler aslında dünya insanlığına bir oh çektirecek düzeydedir. Toplumun hakikate ulaşması anlamında karşısına çıkan kapitalist modernite tuzaklarının aşılmasında en etkili şey modernitenin azgın organizasyonu olan ‘büyük devlet’in ‘olmaz’larının yıkılması ve ‘olur’un bir türlü zihinlerde cisimleştirilemeyen şeklinin deneyim kazanmasıdır. Rojava’yı Ortadoğu için olduğu kadar tüm dünya için önemli kılan husus Rojava’nın demokratik modernitenin deneyim sahası haline gelmesidir. Başka bir dünya mümkün mü sorusuna cevap pratikte Rojava’da verilmektedir. Cevap herkesin ‘olmaz’ gördüklerinin 19 Temmuz’dan bu yana Rojava’da ‘olur’ kılınmasıyla verilmeye başlanmıştır. Geçmişte ‘olmaz’ diyenlerin bu gün herkesten daha çok devrime odaklanması uykudan uyanmanın, aydınlığa çıkmanın şaşkınlığı ve heyecanı nedeniyledir.
Toplumsal gelişimin -ki başta da ifade ettiğim gibi bu gelişim birbiriyle içiçe devrimler yumağı biçimindedir- fitili ateşlenmiştir. Bin yılların barajlamasına karşı toplumsal hafızanın ve tarihin gösterdiği direnişle engeller aşılmıştır. Şimdi devrim coşkulu bir nehir misali akmaktadır. Bu nehir hem kendi ana yatağına koşmakta hem de gerçek yatağını temizleyerek tüm kollarını kendine çağırmaktadır.
Rojava’daki yeni durum sadece yeni statü değildir. Bu statüyü gerçek anlamını veren yeniden insanlaşma ve toplumsallaşma mücadelesidir. Toplumun zihninde yeni bir anlayış yaratmak, toplumu her ferdiyle belli bir felsefik bakış açısı temelinde yaşamın gerçek anlamına doğru yöneltmek, dolayısıyla doğru yaşamanın sınırlarında gezinmek en büyük devrimlerden yalnızca biridir. Zihinlerde yıkılan azgın ve korkunç devlet ve onsuz olunamayacağı safsatası, tanrı krallar çağındaki ‘Ve tanrı yaralı…’ derecesinde bir aydınlanma yaratmıştır. Bu bir başka devrimdir. Toplumsal gelişimin toplum mühendisliği çabalarından uzak kendi rotasında, kendini inşa etmesi Rojava devrimini özgün kılan bir başka devrimsel değerdeki gelişmedir. Rojava’da, milliyetçiliğin ve ulus devlet faşizminin gelişebilmesinin her türlü imkanı ve tahrik ediciliğine rağmen tüm toplumsal kesim ve halkların ortak yaşama arzusu, bunun gittikçe gelişim göstermesi ve kurumlaşması, ancak ve ancak çok yeni ve kendine has sevgi ve değer yargılarının yaratılmasını gerektirir ki bu, parçalanarak küçülen, her geçen gün kanayan toplumsallığa yapılabilecek en büyük pansumandır. Yeni bir ulus anlayışının demokratik ulus paradigması temelinde yeni toplumsallığın kavramsallaşması olarak ortaya çıkması bin yılların hastalığına bulunmuş bir ilaç gibidir. Toplum için ilk kez kendine ait olma fırsatı ortaya çıkmıştır. Kendini gerçekleştirmeyi deneyimleyen bir toplum her türlü baskıcı, egemen, iktidarcı, tekelci gücün varlığını daha köktenci sorgulayabilecekken, bunun toplumun fertlerine nüfus eden yaşama biçimi ölçü ve değerleri daha cesur reddedilecektir. Her ne kadar daha uzun bir döneme ihtiyaç olsa da toplumu aslında parçalayarak bir arada tutan her türlü kapitalist modernist organizasyon ve kurumsal yapıların yerini gittikçe politik ve ahlaki güç alacaktır. Politik ahlaki toplum biraradalığın temel tutkalı olacak, kapitalizmin korkunçlaştırdığı ‘çokluk’ daha çok baskı, daha çok tekel, daha çok iktidar değil daha çok demokrasi doğuracak, farklılık ve karmaşa güce dönüşecektir. Biraz mistik, doğal olarak otantik ve elbette ki doğal toplum orjinli, yaşamın anlamına en uygun yeni yaşam anlayışıyla toplum ve doğa arasındaki hem maddi hem manevi, hem düşünsel hem fiziki olarak iktidarcı ve tekelci ilişkinin ve anlayışın kalkması mümkündür. Söz konusu Kürt toplumu Ortadoğu halkları olduğundan yaşanılan durum zaten çok da uzak değildir. Bu konuda doğal toplumun yol göstericiliği Kürt halkı için büyük bir şanstır.
Ekonomik bakımdan da Rojava’da yeni belki alışılmamış deneyimlerin ortaya çıkmasını beklemek gerekmektedir. Tüketen toplum ve dolayısıyla tükenen toplum devrimin yaratıcı ve üretici dinamizmi içinde üreten ve yaratan topluma doğru bir ivme kazanmış durumdadır. Üretim araçlarının ve sahalarının toplumsal örgütlenmelerin elinde ihtiyaçlara göre düzenlenmesi, azgın kar hırsı yerine emeğe dayalı optimal kazanç, tıpkı doğal toplum süreçlerinde dayanışma ve takasın hakim olduğu pazarları andıran yeni pazarlar yaratacaktır. Ayrıca toplumsal ve örgütsel yapıların kapitalist ulus devletçi ve tekelci karakterden arınması ekonominin iktidar aracı konumundan çıkarılıp toplumsal yaşamın idame ettirilmesi anlamına uygun dev bir dayanışma sistemine dönüşmesine yardımcı olacaktır.
Bir başka ve en önemli devrim aslında Rojava devriminin en büyük iç dinamiği olan kadın devrimidir. Kadının kendi dirilişini gerçekleştirmiş olması toplumun yeniden dirilişinde öncülük konuma ulaşmasını sağlamıştır. Aslında Rojava’da toplum kadınla dirilmektedir. Kadının ve temsil ettiği demokratik komünal değerlerin yeni topluma rengini vermesi ‘erkek’lik temelinde toplumda kendini inşa etmiş olan iktidarın ve devletçi anlayışın aşılması hem özgür yaşamın gerektirdiği demokratik ilişkinin doğuşuna imkan sunacak hem de günümüzden doğal topluma doğru uzanan sağlam köprülerin oluşumuna yol açacaktır.
Tüm bunlar ve sayılabilecek daha onlarca devrimsel gelişme rojava devriminin bağrında devinim halinde olan, her geçen gün gerçekleşen devrimler yumağıdır. Tüm bunların komünler, ocaklar, kooperatifler, özerk otonom topluluklar, demokratik yönetimler, özgürlükçü eğitim kurumlaşmaları, vs. biçiminde vücut bulması demokratik modernitenin doğuşunun işaretleridir. Deneyimler bu güne dek eskinin aşılmasının mümkün olduğunu, Önder APO’nun yeni paradigmasının 21. yüzyılın kurtarılmasına en uygun model olacağını göstermektedir. Tüm bunlar insanlığın Rojava devrimine daha fazla odaklanmasına yol açacak, yine her deneyim ve başarıdan insanlık ışık, feyz ve cesaret alacak, Ortadoğu zihniyet ve vicdan temellerine dayalı demokratik devrimi için ayaklanacaktır.
Rojava devrimi deneyimlediği ve ezberleri bozan bir diğer devrimsel gelişmesini de savunma alanında yaşamaktadır. Savaş, iktidar ve devlet üçlemesi temelinde dumura uğrayan toplumun kendini savunması ve devrim olgusu Meşru savunma çizgisi ve modern gerillacılık temelinde yeniden canlanmakta ve ezilen halkların özgürlük mücadelesindeki büyük açmazlara cevap vermektedir. Bu konu ayrıca üzerinde durulması gereken çarpıcı bir konudur.
Harun DOĞAN
- Ayrıntılar
Rojava devrimi, onun yol açtığı ve açacağı sonuçlar politik düzlemde çokça tartışıldı. Belli ki bu tartışmalar sürecek. Bu hem gerekli hem de kaçınılmaz. Ancak gerçek şu ki devrim sosyolojik bir olgu olarak daha derin anlamlar taşıyor. Her devrim kendi iç devinimleri temelinde büyük bir devrimler zincirini ifade ediyor. Toplumsal alana nüfus eden ‘yeni’ olgusu siyasi, politik, ekonomik, ideolojik, kültürel, sosyal, sanatsal, felsefik vs. vs. her bağlamda gerçekleşme imkanı bularak, tüm bu alanlarda eşi görülmemiş ve toplum adına cesur deneyimler açığa çıkıyor. Toplumsal sorunlar yaralarını bir bir kaparken tarihsel bakımdan toplumsal gelişim gerçek rotasına bir adım daha yakınlaşıyor.
Rojava’daki ‘yeni’ duruma bir ad koyma arayışı kapitalist modernitenin ulus devletçi zihniyetlerinin bildik verileriyle “statü” tartışmalarına esir düşüyor. Haliyle toplum içinde sonuçları belki yüzyılları etkileyebilecek ‘devrimler’ silsilesi perdelenip hep büyük fotoğraf öne çıkıyor. Ulus devlet zihniyetinin o yapay, politik ve siyasi zemininde yürütülen statü tartışmaları süredursun toplumda yaşanan o devrimler silsilesi bu yapaylıktan uzak kendi statüsünü yaratıyor.
Rojava’da yaşananların en iyi izahı ancak tarihe dayanan bir sosyolojik bakışla izah edilebilir. Toplumun insanlığın gelişimine beşiklik ettiği o kadim topraklarda yeniden öz değerleriyle buluşmasına yol açan gelişmeler aslında dünya insanlığına bir oh çektirecek düzeydedir. Toplumun hakikate ulaşması anlamında karşısına çıkan kapitalist modernite tuzaklarının aşılmasında en etkili şey modernitenin azgın organizasyonu olan ‘büyük devlet’in ‘olmaz’larının yıkılması ve ‘olur’un bir türlü zihinlerde cisimleştirilemeyen şeklinin deneyim kazanmasıdır. Rojava’yı Ortadoğu için olduğu kadar tüm dünya için önemli kılan husus Rojava’nın demokratik modernitenin deneyim sahası haline gelmesidir. Başka bir dünya mümkün mü sorusuna cevap pratikte Rojava’da verilmektedir. Cevap herkesin ‘olmaz’ gördüklerinin 19 Temmuz’dan bu yana Rojava’da ‘olur’ kılınmasıyla verilmeye başlanmıştır. Geçmişte ‘olmaz’ diyenlerin bu gün herkesten daha çok devrime odaklanması uykudan uyanmanın, aydınlığa çıkmanın şaşkınlığı ve heyecanı nedeniyledir.
Toplumsal gelişimin -ki başta da ifade ettiğim gibi bu gelişim birbiriyle içiçe devrimler yumağı biçimindedir- fitili ateşlenmiştir. Bin yılların barajlamasına karşı toplumsal hafızanın ve tarihin gösterdiği direnişle engeller aşılmıştır. Şimdi devrim coşkulu bir nehir misali akmaktadır. Bu nehir hem kendi ana yatağına koşmakta hem de gerçek yatağını temizleyerek tüm kollarını kendine çağırmaktadır.
Rojava’daki yeni durum sadece yeni statü değildir. Bu statüyü gerçek anlamını veren yeniden insanlaşma ve toplumsallaşma mücadelesidir. Toplumun zihninde yeni bir anlayış yaratmak, toplumu her ferdiyle belli bir felsefik bakış açısı temelinde yaşamın gerçek anlamına doğru yöneltmek, dolayısıyla doğru yaşamanın sınırlarında gezinmek en büyük devrimlerden yalnızca biridir. Zihinlerde yıkılan azgın ve korkunç devlet ve onsuz olunamayacağı safsatası, tanrı krallar çağındaki ‘Ve tanrı yaralı…’ derecesinde bir aydınlanma yaratmıştır. Bu bir başka devrimdir. Toplumsal gelişimin toplum mühendisliği çabalarından uzak kendi rotasında, kendini inşa etmesi Rojava devrimini özgün kılan bir başka devrimsel değerdeki gelişmedir. Rojava’da, milliyetçiliğin ve ulus devlet faşizminin gelişebilmesinin her türlü imkanı ve tahrik ediciliğine rağmen tüm toplumsal kesim ve halkların ortak yaşama arzusu, bunun gittikçe gelişim göstermesi ve kurumlaşması, ancak ve ancak çok yeni ve kendine has sevgi ve değer yargılarının yaratılmasını gerektirir ki bu, parçalanarak küçülen, her geçen gün kanayan toplumsallığa yapılabilecek en büyük pansumandır. Yeni bir ulus anlayışının demokratik ulus paradigması temelinde yeni toplumsallığın kavramsallaşması olarak ortaya çıkması bin yılların hastalığına bulunmuş bir ilaç gibidir. Toplum için ilk kez kendine ait olma fırsatı ortaya çıkmıştır. Kendini gerçekleştirmeyi deneyimleyen bir toplum her türlü baskıcı, egemen, iktidarcı, tekelci gücün varlığını daha köktenci sorgulayabilecekken, bunun toplumun fertlerine nüfus eden yaşama biçimi ölçü ve değerleri daha cesur reddedilecektir. Her ne kadar daha uzun bir döneme ihtiyaç olsa da toplumu aslında parçalayarak bir arada tutan her türlü kapitalist modernist organizasyon ve kurumsal yapıların yerini gittikçe politik ve ahlaki güç alacaktır. Politik ahlaki toplum biraradalığın temel tutkalı olacak, kapitalizmin korkunçlaştırdığı ‘çokluk’ daha çok baskı, daha çok tekel, daha çok iktidar değil daha çok demokrasi doğuracak, farklılık ve karmaşa güce dönüşecektir. Biraz mistik, doğal olarak otantik ve elbette ki doğal toplum orjinli, yaşamın anlamına en uygun yeni yaşam anlayışıyla toplum ve doğa arasındaki hem maddi hem manevi, hem düşünsel hem fiziki olarak iktidarcı ve tekelci ilişkinin ve anlayışın kalkması mümkündür. Söz konusu Kürt toplumu Ortadoğu halkları olduğundan yaşanılan durum zaten çok da uzak değildir. Bu konuda doğal toplumun yol göstericiliği Kürt halkı için büyük bir şanstır.
Ekonomik bakımdan da Rojava’da yeni belki alışılmamış deneyimlerin ortaya çıkmasını beklemek gerekmektedir. Tüketen toplum ve dolayısıyla tükenen toplum devrimin yaratıcı ve üretici dinamizmi içinde üreten ve yaratan topluma doğru bir ivme kazanmış durumdadır. Üretim araçlarının ve sahalarının toplumsal örgütlenmelerin elinde ihtiyaçlara göre düzenlenmesi, azgın kar hırsı yerine emeğe dayalı optimal kazanç, tıpkı doğal toplum süreçlerinde dayanışma ve takasın hakim olduğu pazarları andıran yeni pazarlar yaratacaktır. Ayrıca toplumsal ve örgütsel yapıların kapitalist ulus devletçi ve tekelci karakterden arınması ekonominin iktidar aracı konumundan çıkarılıp toplumsal yaşamın idame ettirilmesi anlamına uygun dev bir dayanışma sistemine dönüşmesine yardımcı olacaktır.
Bir başka ve en önemli devrim aslında Rojava devriminin en büyük iç dinamiği olan kadın devrimidir. Kadının kendi dirilişini gerçekleştirmiş olması toplumun yeniden dirilişinde öncülük konuma ulaşmasını sağlamıştır. Aslında Rojava’da toplum kadınla dirilmektedir. Kadının ve temsil ettiği demokratik komünal değerlerin yeni topluma rengini vermesi ‘erkek’lik temelinde toplumda kendini inşa etmiş olan iktidarın ve devletçi anlayışın aşılması hem özgür yaşamın gerektirdiği demokratik ilişkinin doğuşuna imkan sunacak hem de günümüzden doğal topluma doğru uzanan sağlam köprülerin oluşumuna yol açacaktır.
Tüm bunlar ve sayılabilecek daha onlarca devrimsel gelişme rojava devriminin bağrında devinim halinde olan, her geçen gün gerçekleşen devrimler yumağıdır. Tüm bunların komünler, ocaklar, kooperatifler, özerk otonom topluluklar, demokratik yönetimler, özgürlükçü eğitim kurumlaşmaları, vs. biçiminde vücut bulması demokratik modernitenin doğuşunun işaretleridir. Deneyimler bu güne dek eskinin aşılmasının mümkün olduğunu, Önder APO’nun yeni paradigmasının 21. yüzyılın kurtarılmasına en uygun model olacağını göstermektedir. Tüm bunlar insanlığın Rojava devrimine daha fazla odaklanmasına yol açacak, yine her deneyim ve başarıdan insanlık ışık, feyz ve cesaret alacak, Ortadoğu zihniyet ve vicdan temellerine dayalı demokratik devrimi için ayaklanacaktır.
Rojava devrimi deneyimlediği ve ezberleri bozan bir diğer devrimsel gelişmesini de savunma alanında yaşamaktadır. Savaş, iktidar ve devlet üçlemesi temelinde dumura uğrayan toplumun kendini savunması ve devrim olgusu Meşru savunma çizgisi ve modern gerillacılık temelinde yeniden canlanmakta ve ezilen halkların özgürlük mücadelesindeki büyük açmazlara cevap vermektedir. Bu konu ayrıca üzerinde durulması gereken çarpıcı bir konudur.
Harun DOĞAN
- Ayrıntılar