“Hırsızlık yapanı bağışlayabilirim, ırza geçeni bağışlayabilirim, adam öldüreni bağışlayabilirim, imparatoruma kılıç çekeni bile bağışlayabilirim, ama polisime el kaldıranı asla!”diyormuş bir Japon atasözü.
Geçmişten biliriz ki egemenler kendilerince “iç düzeni” polis ve jandarmayla sağlarlar. Dünyanın birçok yerinde jandarmanın iç içişleri bakanlığına bağlı çalıştığını da biliyoruz. Yani polis ve jandarma egemenlerin “iç düzen” dediklerini sağlamakla görevlidirler. Polisin görevleri sıralanırken: adlî, siyasî, idarî ve trafik görevleri diye tanımlarlar. Egemenler kendilerince devletlerinin ayakta kalabilmesi içinde haklı gerekçeler bulmaktan zorlanmazlar.
Devlet onlarındır, mal mülk onlarındır, çalışanlar onlarındır, yeraltı yer üstü zenginlikleri onlarındır, su, hava, toprak ve aklınıza ne gelirse hepsi onlarındır. Boşuna Özel mülkiyetin ve Devlet mülkiyetinin kutsallığı dile getirilmiyor. “Adalet Mülkün Temelidir” sözünden bile adalet ile mülk arasındaki ilişki ele alınarak mülkün kutsallığı dillendirir.
Ama bizde biliyoruz ki mülkiyetin her türlüsü insan ahlakını bozar. Mülkiyetin bir vicdan kirlenmesi olduğu boşuna söylenmiyor. Mülk esasta nesneleştirilmedir. Mal haline getirilmedir. Bu mal haline getirilmeyi insanı kadını ezmeyle başladılar, daha sonra insanları köle ederek devam ettiler. Bunlar yetmeyince bu kez toprağa el koyarak insanı bağımlı hale getirdiler. Bu da yetmeyince emeğinin karşılığı olarak insanı satın alarak makinenin ve türlü baskı aracının kölesi yaptılar. Zaman hızla ilerledikçe de bu kez de tüm bunları aşan bir köleleştirmeyi icat ettiler: ulus devlet. Ulusun devletini oluşturma sözüyle halkları uyutmanın yolunu sadece bulmamışlardır, daha ilerisine giderek halkları birbirine düşman ederek, birbirine kırdırarak kendilerine ait olan sonsuz köle sistemini kurdular.
Şimdilerde öyle bir algı var ki; benim devletim, benim ulusum, benim milli takımım, benim ordum. Özcesi benim, benim, benim diyerek tümden bir kandırma ve saptırmayla insanlar manipüle edilmişler ve ediliyorlar.
Hâlbuki ulusun devleti olmaz. Hangi devlet kendi ulusuyla mal varlığını paylaşıyor? Tersinin doğru olduğunu söylüyoruz; devletin ulusu haline gelmiş insanlar. İnsanlar adeta sağılmak için her şey yapılıyor. Adeta sağılan hale getirilen insanlara birde sahte “sizin devletiniz” deyimiyle afsunlaştırıcı etkiyle esir alınmaktadırlar.
Devletin ya da devletlerin bu uyutma, uyuşturma, yönlendirme, maniple etme durumuna karşı insanlar karşı durduğu anda herkesin karşısına devletin ne olduğu çıkar. Devlet tamda bu anlarda çıplak olarak insanlara kendi asıl yüzünü gösterir. Devletlerin asıl yüzü zordur, gasptır, talandır. Ve bunu düzeni sağlayan ise eğer dış güçlerin rahatsızlıkları ise Askeri Ordulardır. Yok, eğer bu olup bitenleri kabul etmeyen, içte yaşayan halk ise devreye polisler girer, jandarma girer.
Özcesi devletin en ileri düzeyde temsilini polis yapıyor. Polis devletin cisimleşmiş halidir desek yanlış olmaz. Polis nerede varsa orada devlet vardır. Devlet ise faşizandır. Zihniyet yapısı budur. O zaman demek ki devletin cisimleşmiş en ileri hali polistir. O zaman bu faşizan zihniyet yapısına ve kurumuna karşı tavır almak faşizme karşı tavır almakla eş anlamlıdır.
Bugün polis toplumu en ileri düzeyde baskılayan güç olarak ortaya boşuna çıkmamaktadır. Devlet iktidarı ile birlikte daha fazla faşistleştikçe polis daha fazla saldırganlaşıyor. Çünkü devlet ve iktidarın özü polistir. Devlet ne kadar faşizansa, iktidar ne kadar faşizansa polis o kadar ileri düzeyde faşizanlaşır.
Sonuç olarak; faşist bir yapıyla karşı karşıyayız. Faşizme karşı mücadeleyi nasıl ki ideolojik, siyasal, kültürel, sosyal, ekonomik, diplomatik sahalarda yürütüyorsak, iktidar gücüne karşı en etkili mücadeleyi birde polise karşı yürütmek esastır.
Bunun için bundan böyle hedefler daha nettir. Hedef faşist yapıysa –ki öyledir-o zaman ilk hedef olarak polis güçleri gelmektedirler. Polisin her türlüsü bu kategoridedir. Polis gücünü hedeflerken de sadece teknik araçlarına takılmak Don Kişot’un yel değirmenlerine saldırısına benzer ki bu ise sadece ve sadece kaybettirir.
Elbette duygu dünyasında TOMA dedikleri araçların karşısına taşla, Molotoflarla çıkmak bir cesaret işidir. Belki de çok büyük bir cesaret işidir. Ne var ki bu cesareti, bu yürek gösterisini, bu atikliği TOMA’lar yerine faşizmin kale bekçiliğini yapan polislere yöneltmek daha yerinde olmaz mı?
Kasım Engin
- Ayrıntılar
2011 yılının ilk günlerinden bu yana ayakta olan halkımızın demokratik barışçıl taleplerine yönelik gerçekleştirilen saldırıların ardı arkası kesilmiyor. Polis devletinin günlük uygulamaları yanında AKP eliyle sürdürülen psikolojik savaş bombardımanı halkı savunmasız kılmaya çalışıyor. Sivil itaatsizliğin tanımları üzerinden yürütülen tartışmalarla eylemlerin içeriği ve gösterilen irade görmezden gelinmeye çalışılıyor.
Bu girişimler şüphesiz Kürt halkının eylemsellikleri karşısında dara düşen, tıkanmayı yaşayan ve ciddi bir yenilgi psikolojisi altına girmiş olan siyasi erkin oyunları. Bu oyunlar karşısında demokratik güçlerin ve halkımızın eylemlerini ısrarla sürdürmeleri gerekli olduğu kadar güçlü bir savunma mekanizmasının yaratılması gerekliliği de kendisini gösteriyor.
Kürt halkı ve bireyi olarak mücadelecilik, cesaret ve özgüven konularında özellikle son otuz yılda oldukça büyük gelişmeler yaşandı. Bedel vermekten geri durmayan halkımızın duruşu bin yılların direniş kültürünün günümüzde de oldukça güçlü bir şekilde korunduğunu gösteriyor. Bu anlamıyla direnişin çocukları genlerinde var olan özgürlük tutkusuyla ayakta ve düşmana kök söktürüyor.
Bununla birlikte halen savunma mekanizmasında yaşanan açıklar da gözlerden kaçmıyor. Haklı olan taleplerini dile getirirken karşılaştığı saldırılar karşısında kendini koruma noktasında halen zayıflıklar görülüyor.
Karşıt güçler arasında yaşanan çatışmalarda tarafların kendi iradesini hakim kılma, kendini savunma ve karşısındakini geriletme düşüncesinde netlik gerekmektedir.
Yıllardır sokaklarda, faşist polis güçleri karşısında eylem halinde olan Kürt gençliğinin bu konuda gösterdiği cesaret dillere destan. Onlarca küçük komutanımız faşistlerin güllelerinin önünde can verdi. Onlarcası sakat kalma pahasına iradesini ortaya koymaktan geri durmadı. Buna rağmen halkını ve hakkını savunmanın bu mücadelesinde sıcak çatışmanın dışındaki zamanda sergilenen duruş saldırganlara halen cesaret veriyor.
Devrimci bir duruş ve kişilikle kendini büyük hesabın sahibi yapmak gerekirken birçok ortam ve kesimde küçük düşüncelerle hareket etme yaşanıyor. Tüm halkın özgürlüğü için ayakta olduğu, yediden yetmişe herkesin ortaklaştığı Önderliğimizin ve ülkemizin özgürlüğü mücadelesinde artık sona doğru yaklaştığımız bir dönemde halen bireysel gelecek düşüncesi ve planları yapmak oldukça geri bir duruşu gösteriyor.
Olağanüstü süreçler olağanüstü kişilikler ve katılım düzeyi gerektirir. Fakat bu böyleyken sanki “yaşanan süreç yıllardır gerçekleştirilen serhıldan hareketlenmesi gibi bir düzeydir, bu düzey içinde bugüne kadar nasıl katılım sergilenmişse bundan sonra da aynı tarz ve tempoda katılabiliriz” tarzında yaklaşımlar sergilenebiliyor. Sürecin ruhuna ve karakterine tezat olan bu duruş halk eylemselliğinin etkisini azaltmanın yanında öz savunma görev ve sorumluluklarını yeterince yerine getirmemeyi de getiriyor.
Düşman topyekun tüm kurum ve kişileriyle Kürt halkının özgürlük taleplerini bastırmanın yollarını aradığı bir süreçte kendini görev sahibi kılmama, büyük hedeflerle hareket etmeme gibi bencil bir yaklaşım şüphesiz Kürt halkına ve bireye bir katkısı olmayacaktır. Aksine bu duruş örgütlülükteki zayıflığa işaret eder ki bu da ancak karşısında mücadele edilen gücün işine yarar. Örgütlenmede oluşan boşlukları doldurmak isteyen düşman bundan faydalanarak var olan kalkışı bastırma cesaretini edinir.
Halbuki düşüncede düşmanını, karşıtını geriletmeyi hedefleyen bir insan savaş ve çatışmanın olduğu sürece oldukça duyarlı ve örgütlü olmak zorundadır. Büyük bir disiplin ve duyarlılıkla hedefe kilitlenerek mücadelesini sonlandırmanın yoğun çabasını sergilemelidir. Tüm bireysel yaşam plan ve projelerini askıya alarak toplum olarak talep edileni elde edene dek, mücadelede bir sonuç alana dek mücadele içinde olmalıdır.
Devrimci kişiliğin en önemli farkı buradadır. Devrimci değiştirilmesi gereken olgular var olduğu müddetçe devrim işinden vazgeçemez. Bundan geri durma gibi bir lüks sahibi değildir. Yıllardır devrim havasını yaşayan ve soluyan halkımızın bireyleri olarak bizlerin de devrimin ayak seslerinin geldiği bir süreçte her zamankinden daha güçlü, yüksek tempoda ve yaratıcı katılım sahibi olması gerekmektedir.
Devrimcilik, kendini en kudretli bir biçimde düzene alternatif kılmaktan geçer. Bu anlamıyla düzenin bizlere yaşam olarak sunduğu her türlü özelliği, seçeneği yok sayarak, onun karşısında Kürt halkının onurlu mücadelesinde şerefli bir yer edinme mücadelesini vermek günümüzün en doğru rol tespitidir. Hedefidir.
Toplum olarak ayaktaysak, dağlardan şehirlere dek her yerde özgürlük bayrağını daha da yükseltmeye çalışıyorsak hiçbir onurlu Kürt bireyi kendisini bundan uzak tutamaz. Kendisini bu kalkışın dışında değerlendiremez.
Yıllarca mücadele vermiş olmak, bedel ödemiş olmak hiç kimseyi kendisini bir kenara çekmesine sebep olamaz. Hiç kimse “ben yaptım, sıra başkalarındadır” diyemez. Her Kürt insanının kendisini sürecin yakıcılığını hissederek yeniden sorgulaması gerekiyor.
Şehitlerimizin vasiyeti devrimin gerçekleşmesidir. Günlerdir Kürdistan ve Türkiye’nin dört bir yanında şehitlerimizi toprağa verirken bireysel yaşamın, ilişkilerin, duyguların peşinde olmak, ayakta olan halkının yanında yer almaktan kaçınmak hiçbir vicdanlı Kürt insanının tercihi olamaz. Sona doğru koşar adım ilerleyen halkımızın devrim ruhuyla yaşadığı kalkışa her Kürt bireyi kendini katık etmelidir. Özgürlük ve özgürlük uğruna toprağa düşen tüm canlar bunu emrediyor.
Pir Kemal
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
11 Nisan günü Medya Savunma Alanlarına bağlı Haftanin'in Xantur yamaçlarına yönelik olarak TC ordusu tarafından havan ve obüs saldırısı yapılmıştır.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna
1. 6 Nisan günü saat 23.00 sularında Sinop’un Boyabat ilçesinde devriye gezen bir polis aracına yönelik olarak gerillalarımız tarafından bir eylem gerçekleştirilmiştir. Gerçekleştirilen eylem sonucunda düşmanın ölü ve yaralıları tarafımızdan netleştirilememiştir. Gerçekleştirilen eylem ardından TC ordusu tarafından eylem alanına yönelik olarak bir operasyon başlatılmıştır.
- Ayrıntılar
Başbakan Tayyip Erdoğan, BDP’yi “İradesiz olmak”la suçladı. BDP’nin geliştirdiği “Sivil itaatsizlik eylemleri”nin hem sivil olmadığını ve hem de BDP’nin kendi iradesiyle geliştirilmediğini ifade etti. Yani dıştan, başka güçlerden gelen talimat sonucu ve militarist içerikli eylemler olduklarını söylemek istedi.
Burada Tayyip Erdoğan’ın “Talimat veren güç” olarak ima ettiğinin PKK veya Lideri Abdullah Öcalan olduğu açıktır. Eylemlerin sivil sayılmaması daha çok PKK’nin kastedildiğini göstermektedir. Yani burada gerillaya atıf yapılmış olunmaktadır. Başbakan Tayyip Erdoğan’a göre BDP’yi “İradesiz” kılan, işte var olduğu söylenen bu PKK ve gerilla bağlantısı oluyor.
BDP’nin PKK ve gerilla ile bağlantısı var mı, yok mu, varsa ne oranda ve nasıl var; elbette bunlar ayrı bir konu. Bu durumun BDP’yi ne kadar iradesizleştirdiği de tartışmalıktır. Fakat burada daha önemli olan husus, bunları AKP ve Tayyip Erdoğan’ın söylüyor olmasıdır.
Dilimizde anlamlı bir deyim var, “Dinime küfreden bari Müslüman olsa” deniyor. Yani BDP’ye “İradesiz” diyen bari kendi iradeli olsa! Şimdi BDP iradesiz de, AKP mi iradeli? BDP dış destekli de, AKP mi dış destekli değil? BDP sivil değil de, AKP mi sivil? Bu soruların cevabının AKP açısından olumsuz olduğunu artık herkes biliyor.
Yine herkes biliyor ki, AKP hükümeti Cumhuriyet tarihinin gelmiş geçmiş en Amerikancı hükümetidir. Washington yönetimi “Yürü” demiş, Tayyip Erdoğan da yürümeye başlamıştır. AKP daha parti bile olmadan seçim kazanıp hükümet olmuştur. Peki bu seçimi kimin ya da kimlerin gücüyle kazanmıştır? Buradaki birinci gücün ABD olduğunu bilmeyen var mı?
Yine her başı ağrıdığında Tayyip Erdoğan ve AKP yetkilileri Amerika’ya gitmektedir. Bunun tersi de yaşanmaktadır. Yani AKP hükümeti sıkışınca Amerikalı yöneticiler (sivil-asker) hemen Ankara’ya damlamaktadır. Özellikle Kürt sorununa ilişkin her gelişme karşısında bu durum gerçekleşmektedir. Adeta Türkiye ABD’nin bir eyaleti gibi yönetilmektedir. NATO’nun kopmaz bir parçası haline getirilmiş durumdadır.
O halde bu mu iradeli olmaktır? Bu mu dışarıdan destek almamaktır? Bu mu talimatla yönetilmemektir? Belliki BDP suçlama konusu yaptığı her şeyi aslında Başbakan Tayyip Erdoğan ve AKP yöneticileri yaşamaktadır. Cumhuriyet tarihinin en iradesiz hükümeti, bir de kalkıp BDP’yi “İradesiz olmakla” suçlamaktır.
Yapılanların sivil olup olmadığı konusu da benzerdir. Dağdaki gerilladan güç aldığı için BDP’nin sivil itaatsizlik eylemlerini sivil saymayan, yani askeri gören Başbakan ve AKP hükümeti, her gün şehirde ve dağda polis ve asker eliyle operasyon yapmaktadır. AKP’nin eylemi polis ve asker eylemi olmaktadır.
Peki bu mu sivil olmaktır? Hergün polis ve askerin saldırısına dayanarak ayakta kalan bir iktidar hiç sivil olabilir mi? En büyük askeri baskı bu değil mi?
Kaldıki Başbakan Tayyip BDP’yi suçladığı zamanda gerçekte aynı suçları kendisi işlemektedir. Hemen hergün ondan fazla Kürt evi basılıp kırılmakta, her tarafta 40-50 yurtsever gözaltına alınırken, ondan fazlası da tutuklanıp zindanlara konulmaktadır. Geçen eylemsizlik döneminde 540 civarı Kürt siyasetçinin tutuklandığı basına yansımıştır. Halen 2500 civarı Kürt siyasetçi zindanlarda tutuklu bulunmaktadır.
Gerillaya dönük askeri operasyonlarda da Mart ortalarından itibaren gittikçe bir artış gözlenmektedir. Dersîm’in her yerinde operasyon olduğunu basın-yayın organları günlerdir vermektedir. Botan ve Zagros alanlarında sınır kesimlere yönelik bir askeri hareketlilik sürekli basına yansımaktadır. Buralarda neredeyse gittikçe kızışan bir savaşın varolduğu bile söylenebilir. Gabar ve Bingöl alanlarındaki çatışmalar ardından, şimdi de Hatay ve Osmaniye alanlarında çatışmaların yaşandığı haberleri gelmektedir.
AKP ülkeyi yeniden bir savaş ve çatışma içine sokmuştur. Belliki “Teröre karşı mücadele” adıyla tırmandırdığı operasyon ve çatışmalardan siyasi kazanç elde etmeyi hesaplamaktadır. Her ne kadar bununla da BDP’yi suçlamaya çalışsa da, AKP’nin şiddeti tırmandırarak oy oranını artırmak istediği anlaşılmaktadır. Yani seçim kazanmak için kana dayanmakta ve savaşı göze almaktadır.
AKP’nin yüzde on seçim barajını düşürmemesinin temel amacının da bu olduğu açıktır. Bu biçimde BDP’yi seçim dışı bırakmış ve en az elli milletvekilini bu yolla BDP’den çalmıştır. AKP’nin yeniden iktidar oluşunun da bu çalıntı milletvekillerine dayanacağı ortadadır.
Aslında BDP’nin seçime girişinin nasıl engellendiği, nasıl seçim dışı bırakıldığı konusu araştırılmaya değerdir. Bunun yüzde onluk barajla yapıldığı, ancak hiçbir partinin bu oranı düşürmek istemediği ortadadır. “İleri demokrasi”den söz eden AKP, yüzde on barajını düşürmeyeceğini açıkça belirmiştir. Meydanlarda “baraj düşsün” dese de, CHP’nin de bu konuda ciddi bir çalışma yapmadığı, meclise herhangi bir yasa değişikliği talebinde bulunmadığı açıktır.
Şunu herkes bilmelidir: Yüzde on seçim barajının korunması ve BDP’nin 12 Haziran seçimlerine sokulmaması konusunda AKP ile CHP ittifak etmiştir. Bu bir gizli ittifaktır. Ancak somut ittifaktır, yani yorum değildir. BDP’ye karşı AKP ile CHP ittifak halinde çalışmaktadır.
O halde Tayyip Erdoğan ve AKP’ye sormazlar mı: Sen yüzde on barajıyla BDP’yi seçime sokma ve Kürt halk iradesinin seçime tam yansımasını engelle, ardından da kalk “BDP iradesiz” de! Bu suçlamanın herhangi bir ciddiyeti ve tutarlılığı var mı?
Adil BAYRAM
Kaynak: Günlük Gazetesi
- Ayrıntılar
Geçenlerde basında çıkan haber ve makaleleri okurken bir makalede geçen şu cümle çok dikkat çekiciydi. Bu cümleyi zamanında bir polis karakolunda duvarda asıllıyken okuduğunu söylüyor bize bu cümleyi aktaran yazar.
Cümle şöyledir: “Hırsızlık yapanı bağışlayabilirim, ırza geçeni bağışlayabilirim, adam öldüreni bağışlayabilirim, imparatoruma kılıç çekeni bile bağışlayabilirim, ama polisime el kaldıranı asla!” diyor. Bu sözlerin Japonlara ait olduğunu da bizim için ekliyor.
Hepimiz toplumu baskılayan gücün askeri güç olduğunu düşünürüz. Ne de olsa Türkiye tarihinde sistem karşıtlarını hep karşılayanlar son tahlilde askerler yani ordu olmuştur. Asker yetişen, yetiştiren bir toplumda bu algının oluşması belki de anlaşılırdır.
Ordular savaşçı iktidarcı tahakkümcü güçlerin en örgütlü gücü olarak elbette günahsız bir kategoriye konulamaz.
Ordu nedir? Savaşın en örgütlü kullanımın örgütüne ordu deniliyor. Askeri örgütlenme deniyor. Ordular da savaşı iki alana yöneltiyorlar. Bir; ordunun denetlediği sınırlar içerisindeki topluma yönelttiği şiddet yani iç savaş süreçlerinde. İki; ordunun sınırları dışında kalan özgür topluluklara ve devletlere yönelttiği saldırı, şiddet kullanımı oluyor. Buna da dış savaş deniliyor.
Yani ordu normal durumlarda egemen, iktidarcı savaş güçlerinin çıkarlarını koruyan bir güçtür. Ancak bu güç her zaman devrede görülmez. Ordu, Türkiye’de yukarıda söylediğimiz karakterinden dolayı farklılıklar içerse de özü iç savaş dönemlerinde müdahil olan ve de dış tehlikelerde ya da dış güçlere karşı tehdit unsuru olarak kullanıldığında devreye girer.
Lakin iktidarcı savaş güçleri tahakkümlerinde bulundurdukları toplumu ya da toplumları ilk elden polis güçleriyle rapt u zapt altına almaya çalışırlar. Daha doğrusu iktidarcı savaş güçleri toplumu kontrol altında tutmaları için kullandıkları temel güç polistir. Bunun içindir ki polis kutsanır. Bunun içindir ki emperyal güçlerde polislerin her zaman özel bir yeri vardır. Onlara en özel yer verilir. Çünkü sistemi ayakta tutan, kollayan, koruyan, muhalifleri hizaya getiren, farklı düşünceleri baskılayan güçlerin başında hep polis gelir.
Elbette devasa bir sömürü çarkını sadece polislerin gücüyle yürütmezler. Zaten sadece polislerin gücüyle yürütemezlerde. Polisin yanında istihbaratları vardır, valileri, mülki amirleri, gizli paramiliter güçleri derken devasa bir baskı teşkilatı da elbette toplumu baskılamak için gereklidir.
Lakin “Hırsızlık yapanı bağışlayabilirim, ırza geçeni bağışlayabilirim, adam öldüreni bağışlayabilirim, imparatoruma kılıç çekeni bile bağışlayabilirim, ama polisime el kaldıranı asla!” cümlesi üzerinde ciddi durmamız gerekir.
Polis kavramını sözlüklerde biz “Şehirde kamu düzenini, huzur ve güvenliği sağlayan kuruluş, kolluk, zabıta” olarak tanımlandığını görüyoruz. Yani polis huzuru sağlayan bir güç olarak tanıtılıyor.
Polis huzuru sağlamak için vardır ama kimin huzurunu kime karşı sağlamak için vardır? Polisin ya da polis teşkilatının ilk görevinin yaratılan bu haksız, hırsız, baskıcı, kan emmici, tahakkümcü ve anti insanı düzenin korumakla hatta ayakta tutmakla görevli olduğu aşikârdır. Huzur dedikleri bu haksız olupta insanlık karşıtı sitemi ayakta tutanların huzuru kast ediliyor. Güvenlik ise yine bu küçük bir azınlık ile bu sistemde çıkarlarını olanların güvenliğidir. Kamu düzeni dedikleri ise dediğimiz gibi kurulan ve toplumları zulüm cenderesine alan bu baskı rejimidir.
İşte tüm bu baskı rejimini koruyan, kollayan güçlerin başında polisler gelmektedir. Bunun için bu anti insanı sistemde en büyük suçlular ya da en büyük suç ortakları kimlerdir diye sormak gerekirse bu sorulara verilecek cevap kesinlikle ilk elden polistir, polis teşkilatıdır.
Burada iyi ya kötü polis ayrımına gitmek bir yanılgıdır. Birey olarak iyi olsan ne yazar. Görevin toplumu baskılamak üzerine kuruludur. Üstlendiğin misyon insanları kendilerine karşı güvensiz kılmak üzerine kuruludur. Polis teşkilatının görevi esasta toplumu baskı altında tutmaktır. Toplumun direnç odaklarını kırmaktır. Halkları korkutarak öz güvenlerini yıkmaktır.
Özcesi polisin, polis teşkilatının ve polislerin asli görevleri bir toplumu iğdişleştirmektir. Polis teşkilatının kutsallaştırılmasındaki temel neden budur. Toplumları egemenler, iktidarcı savaş klikleri polislerin elleriyle zapt u rapt altında tutmaktadırlar.
Mademki bir toplumu en çok baskılayan güçlerin başında polis ve polis teşkilatı gelmektedir, o zaman yapılacak olan ilk iş ilk elden polislere yönelmektedir. Çünkü toplum nerede olursa olsun gösterecekleri en masumane istemlerine ilk saldıran ya da toplumun karşısına ilk çıkarılanlar polislerdir.
Bunun için artık Kürdistan’da gençlerimizin temel hedefi polis ve polis teşkilatı olmalıdır. Polis araçlarından ziyade polisin ve teşkilatın kendisidir.
Devam edecektir.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 5 Nisan günü akşam saatlerinde Medya Savunma Alanlarına bağlı Zap’ın Ertuş alanına yönelik olarak TC ordusu tarafından havan ve obüs saldırısı yapılmıştır.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 3 Nisan günü saat 14.30 sularında Hakkari'nin Çukurca ilçesine bağlı Serê Sêvê Topçu taburuna bağlı birlikler Gıre Ortê mıntıkasından sınırı geçmek isterlerken gerillalarımız tarafından bir suikast eylemi ile durdurulmuştur. Gerçekleştirilen eylem sonucunda düşmanın bir askeri gerillalarımız tarafından öldürülmüştür.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 2 Nisan günü saat 14.30 sularında Şırnak'ın İdil ilçesine bağlı Kevaxê karakoluna bağlı birlikler tarafından alana yönelik olarak bir operasyon başlatılmıştır. Operasyona çıkan düşman gücüne yönelik olarak gerillalarımız tarafından Gabar da şehit düşen gerillalarımızın anısına bir misilleme eylemi gerçekleştirilmiştir.
- Ayrıntılar
1. 1 Nisan günü saat 03.00 sularında Hatay'ın Hassa ilçesine bağlı Meşreptepe mevkiinde operasyona çıkan düşman askerleri ile gerillalarımız arasında yaşanan çatışmada 7 gerillamız şahadete ulaşmıştır.
- Ayrıntılar