“Osmanlı’da oyun çoktur” diye bir halk deyişi vardır. Bu söylem, Osmanlı iktidar elitinin kendi çıkarı ve geleceği için her türlü hileye, oyuna başvurduğunu ifade etmek için kullanılmıştır. Öyle ya, devletin bekası için kardeş katlinin vacip olduğu, baba, amca, kardeş, oğul demeden iktidar için aile içi ölümleri meşrulaştırmış olan bir iktidar geleneğinin, kendi dışındaki insanlara karşı her türlü katliamı yapabileceğini tahmin etmek zor olmasa gerek. Günümüzde Osmanlının devamı olduklarını övünerek dile getiren AKP hükümeti yetkilileri, bu söylemleriyle aynı zamanda onun oyun ve hile dolu iktidar anlayışını da devraldıklarını dile getirmiş olmaktadırlar. Hile ve oyun dolu Osmanlı devlet yönetiminin bugün iyi bir takipçisi olan AKP devleti ve onun kadroları, Kürt halkına karşı geliştirdikleri yeni saldırı konseptiyle, bu katliamcı geleneği çok iyi temsil ettiklerini bizlere göstermektedirler.
AKP hükümeti için böyle bir tanıma gitmemizin elbette birçok nedeni var. Çünkü özellikle son süreçte Kürdistan'da gelişen bazı olaylara bakınca, durup düşünmek ve “acaba öyle mi? diye sormak gerektiği iyice kendini açık etmektedir. Bu nedenledir ki, bu andan itibaren Türkiye ve Kürdistan'da gelişebilecek olaylarda “Osmanlı’da oyun çoktur” deyimini kendimize kılavuz yapmak, her olayı değerlendirirken bu söylemi hep hatırlamak ve buna göre fikir beyan etmek en doğrusu olacaktır.
Bilindiği gibi PKK'nin askeri kanadı olan HPG, Türk devletinin Önder Abdullah Öcalan’a, Kürt halkına ve özellikle de kendilerine yönelik geliştirilen saldırılara cevap vermek amacıyla askeri eylemliliklerini üst bir sınıra çıkardı ve ağırlıklı olarak da şehirlerde eylem yapmaya başladı. Bu eylemlerde başta Türk ordusunun üyeleri ve AKP hükümetinin kadrolu elemanları olan polislerle birlikte, Türk devletinin diğer kadroları da hedef alınmaktadır. HPG’nin böylesi bir süreci neden ve nasıl başlattığı da biliniyor.
14 Temmuz’da Demokratik Toplum Kongresi Demokratik Özerklik ilan ettiğinin ertesinde İran-Türkiye ittifakı temelinde İran ordusu Kandil’de PJAK-HRK gerillalarına karşı bir askeri harekat başlattı. İran’ın taşeronluğunda yapılan bu saldırıda asıl amaç Kandil’in ele geçirilmesi ve PKK'nin yönetim kadrosunun tasfiye edilmesiydi. Bu askeri saldırıya karşılık Kürt Özgürlük Gerillaları büyük bir direniş geliştirdiler ve bu saldırıyı kırıp, İran ve Türk ordusunun ortak operasyonunu boşa çıkardılar. Ve bundan sonrasında HPG gerillalarının karşı saldırısı başladı. Bu saldırı öyle bir tarzda geliştirildi ki, adeta Türk ordusu, polisi, bir bütün faşist AKP hükümeti şaşkına dönmüş bir hale geldi. Dağda, şehirde, kırda yapılan her eylem AKP’yi sarsmaya başladı. Buna karşı AKP hükümeti de giderek daha saldırganlaşan ve özel savaş yöntemlerini derinleştirme temelinde hem gerillalara, hem de Kürt halkına saldırılar geliştiren bir konuma kendisini getirdi. Özel savaş yöntemlerinde giderek gelişme kaydeden AKP hükümetinin yeni buluşu ise şu oldu: “Sivilleri öldürerek PKK'nin şehir eylemlerini durdurmak”!
Evet, özel savaş kapsamında geliştirilen yeni önlem ya da yöntemlerden biri de sivil insanların hedef alınması ve öldürülmesi olmaktadır. HPG gerillalarının şehirlerde yapacağı her eylem sonrasında Türk devleti, kadın, çocuk, yaşlı demeden sivil Kürt insanlarını hedef alacak ve bunları katledecek. Bu katletmeyi de “PKK sivilleri öldürüyor” yalanıyla PKK'nin üzerine yıkacak. Bu yöntem AKP hükümeti tarafından uygulamaya da geçirilmiş durumdadır. Şemzînan’da, Batman’da yaşanan sivil katliamlarının devlet eliyle yapıldığı gün gibi açık. Gerilla karşısında tutunamayan, ona karşı koyamayan asker ve polis, öfkesini sivil Kürt insanlarını katlederek gidermektedir.
Dikkat edilirse Batman olayının sır perdesi bir türlü aralanmıyor. PKK'ye ait olan bir eylem çok kısa sürede netleştirilebiliniyorken, ne hikmetse Batman’da gelişen silahlı saldırıda öldürülen anne Mizgîn, kızı Sultan ve sekiz aylık bebeğin kimler tarafından ve nasıl öldürüldüğü bir türlü netleştirilemiyor. Olayda yaralanan Baba’nın hastanede tutulması ve kimseyle görüştürülmemesi de düşündüren bir başka husus oluyor.
Peki, bu olay niye çözülmüyor? Çünkü olay devletin faşist polisleri tarafından gerçekleştirildi de ondan! Polis suçüstü yakalandı da ondan! Olayın tanıkları ve mağdurları manidar bir dille “yapanları bildiklerini, ama söyleyemeyeceklerini” söylüyorsa, olayın kim tarafından yapıldığı çok açık olmuyor mu? Peki, hastanede tutulan baba niye basın mensuplarıyla görüştürülmüyor? Olay hakkında söz söylemesi neden engelleniyor? Eğer olayı PKK yapmış olsaydı, tüm kanıtlar bunu gösteriyor olsaydı, insanlar neden konuşmaktan çekinir olurlardı ki? Dolayısıyla bu andan sonra Batman olayı hakkında devlet tarafından yapılacak her açıklama tamamen inandırıcılığını yitirmiş, yalan ve saptırma amaçlı olacaktır. Açık olan şu: Bu olay polisler tarafından gerçekleştirildi. Gerilla saldırısı karşısında bunalan asker ve polis, öfkesini sivil Kürt insanını öldürerek gideriyor. Bunu da AKP hükümetinin özel savaş konsepti temelinde geliştirdiği yeni yöntemi uygulama adına yapıyor.
Burada asıl belirtmek istediğimiz husus devletin katil olduğu değildir. O zaten devletin temel karakteridir. Buradaki amacımız, devlet bu niteliğini Türk toplumuna kabul ettirmiş bir vaziyette ve Kürt Özgürlük Hareketine saldırısında bu özelliğini meşrulaştırarak yapmaktadır. Adeta, “ben katilim, ama senin (Türk halkı) çıkarların için katillik yapıyorum” demeye getiriyor. Bu özelliğini topluma kabul ettirmiş olması ise ayrı bir vahamet. Birinci husus bu.
İkinci husus ise, AKP hükümeti ve devleti, ordusuyla, polisiyle, medyasıyla, aydın taslaklarıyla, yazar-çizer tayfasıyla PKK'ye ve Kürt Özgürlük Hareketine yönelik bu saldırılarını gerçekleştirirken Kürtler içinde de destek bulma arayışına girmektedir. Türk toplumundan yeterince destek bulamamış olacak ki, Kürtlere de seslenmektedir. Kürtlere PKK'yi lanetlemeleri, kendilerini ondan kurtarmalarını salık veriyor Tayyip Erdoğan. Kürtlerin PKK'ye artık dur demesini, artık yeter demesini istiyor. Oysaki işbirlikçiler dışında Kürt Özgürlük Mücadelesine gönül vermeyen, bunun içinde yer almayan Kürt insanı yok denecek kadar az olmaktadır. Bunu Tayyip Erdoğan da çok iyi biliyor. Yine de işbirlikçi Kürd’e çağrılarda bulunuyor. Gerçi bunlara çağrılarda bulunmasına pek gerek yok, ama öyle anlaşılıyor ki Tayyip Erdoğan ne yapacağını bilmez bir hale gelmiş konumda.
Tayyip Erdoğan işbirlikçi Kürd’e çağrıda bulunur da durmak olur mu, buna cevap vermemek olur mu, diyen ve hemen atağa geçen, devletten daha devletçi olan bazı ‘Kürt!’ler hemen renk vermeye başladılar bile. Gazetelere röportajlar verip PKK’ye küfreden yeminli PKK düşmanlarından tutalım da nereden çıktıkları ve kime hizmet ettikleri belli olmayan “benim için öldürme”, “benim adıma öldürme” girişimcileri sahne almaya başladılar. “Bir kedim bile yok, ama devlet korumasıyla geziyorum” diyerek övünen zat PKK'ye ve Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’a dil uzatmaktan çekinmezken, PKK'yi Kürtler için kan döken, adam öldüren bir örgütmüş gibi lanse etmeye çalışan bazı kesimler Türk medyası tarafından rağbet görür oldu.
Öncelikle bu kesimlere yine bir halk deyişini hatırlatmakta yarar vardır. “Osmanlının ipiyle kuyuya inilmez”. Siz siz olun Osmanlı geleneğinin takipçisi olan AKP hükümetinin aklıyla hareket etmeyin. AKP’nin galeyanına gelip de söz söylemeyin, etkinlikte bulunmayın. Belli olmaz, sizi kullanıp sonrasında bir kenara itiverir. Varsa onurunuzu beşparalık eder, insanlıktan düşürür, insan içine çıkılmaz kılar, rezil eder sizi. Bizden söylemesi!
Sanırım bir kedisi bile olmayan, ama devlet korumasıyla dolaşan birisi için bu sözlerin pek de etkili olması mümkün olmasa gerek. Fakat “benim için öldürme”, “benim adıma öldürme” diyerek internet sitesinde boy gösteren ve kendilerini Kürt olarak tanıtan kişi veya kişilere de bir-iki söz söyleme hakkımızın doğduğunu düşünüyor ve birkaç söz söylemeyi uygun buluyoruz.
Kendilerini Kürt olarak niteleyen ve “benim için öldürme”, “benim adıma öldürme” girişimi başlatan siz gençler! PKK’nin 1968 devrimci gençlik hareketinin geleneğinden geldiğini, sosyalizm inancı ve bilinciyle donanmış gençler tarafından kurulduğunu biliyor olmalısınız. PKK'nin kurucu kadrolarından üç tanesinin; Haki Karer, Kemal Pir ve Duran Kalkan’ın Kürt olmadığını da iyi bilmeniz gerekir. Kuruluş felsefesinde halkların kardeşliğinin olduğu, Kürt ve Türk halklarının kaderinin bir olduğu, Kürt ve Türk halkının birlikte mücadelesiyle demokratik Türkiye'nin gerçekleşebileceği ilkesinin olduğunu da iyi bilmeniz gerekir. Dolayısıyla PKK'nin bir Kürt partisi olduğunu, sadece Kürtler için mücadele ettiğini, üyelerinin Kürtlerden oluştuğunu söylemek kadar abes, saçma bir düşünceye nasıl kapıldığınızı merak ediyoruz. Dahası Kürdistan sadece Kürtlerin yurdu değil ki, PKK de sadece bir Kürt partisi olsun. PKK Kürdistanî bir harekettir, Ortadoğu'nun kalbinde yer alan Kürdistan'ın özgürlük partisidir.
Kendilerini Kürt olarak niteleyen siz gençler! Bu Kürdistan denilen ülke dört bölge devleti ve bu devletlerin de bağlı olduğu uluslararası sistem tarafından 1925’lerden itibaren sömürgeleştirilmiş ve bir sömürge halk ve ülke haline getirilmiş durumda. İran, Irak, Suriye, Türkiye devletleri değil sadece, İngiltere, ABD, Fransa, Almanya başta olmak üzere sömürüden pay kapan tüm güçlerin ortak sömürge ülkesidir. Bunu da biliyor olmalısınız! Burada bulunan Ermenilerin soykırımdan geçirildiğini, Asuri halkının da buna benzer yöntemlerle giderek bu coğrafyada bitme aşamasına getirildiğini biliyor olmalısınız! Ve bildiğiniz gibi bu sömürgeleştirmeye karşı İran’da, Irak’ta ve özellikle de Türkiye'de Kürt dede ve nineleriniz başkaldırdılar, direniş hareketleri geliştirdiler, sömürgeleştirilmeyi ve köleleştirilmeyi kabul etmediler. Her direnişleri kanla, katliamla bastırıldı. Kimisi öldürüldü, kimisi sürgüne gönderildi. Erkekler katledildi, kadınlar ve genç kızlar tecavüze uğradı, çocuklar asimile edilmek için eğitim zindanlarına alındı. Ama her şeye inat bu insanlar direndiler, bazen suskundular, bazen öfkeliydiler, ama asla geçmişlerini unutmadılar. Çünkü bir halk olarak kendilerine yapılanların intikamının alınması gerekiyordu. İntikam almak için ise öncelikle yaşananların unutulmaması, kuşaktan kuşağa taşınması gerekiyordu ki, kendilerinden sonra gelen kuşaklar İNTİKAM alabilsin. Nuri Dersîmî’nin İNTİKAM adlı yazısını okumuş olmanız gerekir. Ey Kürt gençliği diye başlayan ve Kürdistan'ın kısa dönem tarihini çok çarpıcı bir dille anlatan bu yazıyı Kürt gençleri olduğunuz için mutlaka siz de okumuşsunuzdur.
Kendilerini Kürt olarak niteleyen siz gençler! PKK bir İNTİKAM hareketi olarak doğdu. Kürdistan tarihine PKK adı böyle yazıldı. Bunu Kürt halkı böyle kabul etti. Binlerce Kürt erkek ve kızı bu harekete bu inançla katıldı. Binlercesi bu inançla şehit düştü. Binlercesi de bu inanç temelinde mücadelelerini sürdürüyorlar. Çünkü tarihten kendilerine kalan bir görev, sorumluluk vardı ve bu da “tüm sömürgeci güçlerden yaptıkları katliamların hesabını sorma, intikamını alma”ydı. Şimdi PKK'nin Kürdistan'da yaptığı tamamen bu tarihi görev ve sorumluluğu yerine getirmektir. Eğer Kürt nedir, ne değildir diye sorulacaksa, her şeyden önce ninelerimizin ve dedelerimizin bizden beklediği bu görevi yerine getirmek olduğu, bunu kim yerine getiriyorsa onun Kürt olduğu gerçeğidir. Çünkü onlar bu sömürgeleştirmeye karşı direniş geliştirirken, birileri çıkıp da “durun, bizim adımıza direnmeyin” demedi. Bu direnişlere karşı olanların kendi halkına ihanet eden ve egemenlere işbirlikçilik yapanlar olduğunu da biliyorsunuzdur.
Kendilerini Kürt olarak niteleyen siz gençler! Peki, siz Kürt müsünüz? Sizler damarlarınızda Kürt kanı dolaştığından dolayı mı kendinize Kürt diyorsunuz? Kürtlük kanla ilgili olsaydı, o zaman biz bir kedisi bile olmayanın, Abdulkadir Aksu’nun, Hüseyin Çelik’in de Kürt olduğunu kabul etmek zorunda oluruz. Ama herhalde bunların da Kürt olduğunu söylemeyeceksiniz değil mi? Buna kargalar bile güler çünkü. O halde sizler PKK hareketini sadece Kürtler için adam öldüren bir parti olarak lanse edip, sonrasında Kürt olduğunuzu öne sürerek PKK'ye karşı kampanya geliştirirken neye dayanarak bunu yapıyorsunuz? PKK gibi bir hareketin bu kadar düşmanı varken, bir de siz gençlerin buna eklenmesi neyin nesidir? Eğer Kürt gençleriyseniz, öncelikli olarak kendi tarihinizi iyi bilmeniz, günümüzde yaşananların arka planında nelerin olduğunu, bunun sorumlularının kimler olduğunu iyi anlamanız gerekmiyor mu? Tarih bilinci olmadan yetişen kuşaklar-ırk önemli değil- her zaman kendi toplumlarının başına bela olur, başkalarının hizmetine koşarlar ki, bunun da kabul edilecek ve onaylanacak bir durum olmadığını sizler de çok iyi biliyorsunuz.
Kendilerini Kürt olarak niteleyen siz gençler! PKK hareketi Kürt halkının, Kürdistan'da yaşayan halkların özgürlük partisidir. Sömürgeleştirmeye karşı direnen, soykırıma karşı direnen Kürt halkının direniş ve özgürlük partisidir. Kürdistan'da yaşayan diğer halkların bu coğrafyada birlikte kardeşçe bir yaşam sistemi içinde yaşamalarını sağlamak için her türlü faşist, sömürgeci, milliyetçi anlayış ve güçlere karşı direnen halkların öncü partisidir. Her türlü katliamı gerçekleştiren ve şiddet tekelini elinde bulundurmayı bir hak olarak gören devlet sistemlerine karşı, geliştirdiği gerilla ordusuyla bu güçlere karşı meşru savunma mücadelesini yürüten bir direniş partisidir. Dolayısıyla ezen, katleden, baskı ve zulüm uygulayanlara karşı direnişi en üst düzeyde sürdüren PKK hareketinin mazlum olanın, ezilenin, köleleştirilmeye çalışılanın hakkını savunan bir parti olduğunu da iyi biliyor olmalısınız. Dolayısıyla zalime ve zulme karşı direniyor diye PKK'yi suçlamak kadar haksız, vicdansı, ahlaksız bir yaklaşım göstermek ne kadar doğrudur diye siz gençlere soruyoruz? Soykırım kıskacında olan, varlık-yokluk mücadelesi veren bir halkın direniş hareketi olan PKK'yi, Kürt halkının kendi varlığını korumak ve özgürlüğünü kazanmak için kendi bağrından çıkardığı ve üzerine titrediği PKK'yi “niye direniyorsun, niye ezene, sömürene, baskı uygulayana, katledene karşı direniyorsun” diye karşı çıkmak ne kadar doğrudur?
Kendilerini Kürt olarak niteleyen siz gençler! Ezenin söylediğine değil, ezilenin sözüne ve eylemine bakın ve gerçekliği orada arayın ki, ahlaki, vicdani ve insani olandan nasip aldığınızı bilsinler! Sizler inanarak, yaşanan ölümlere karşı çıkmak ve onları engellemek amacıyla böyle bir girişim başlatmış olabilirsiniz. Eğer böyle ise, girişiminizin özel savaş odaklarınca özünden saptırıldığını ve AKP devletinin savaş konsepti temelinde psikolojik savaş malzemesi yapıldığını görmeniz gerekir. Eğer PKK'nin yaptığı eylemleri kınamak için, yani PKK'ye karşı bir girişim başlatmış iseniz, size söyleyecek çok sözümüz, ama size harcayacak hiç vaktimiz olmadığını bilmeniz de gerekir. Çünkü PKK'ye saldırmak, küfretmek, hakarette bulunmak adeta bir meslek halini almış gidiyor. Oturduğunuz yerden internet üzeri girişimler başlatmak da bunlardan sadece biri olmuş oluyor.
Son olarak şunları belirtebiliriz. Bugün bir halkın varlık-yokluk ikilemini yaşadığı bir dönemde bulunuyoruz. PKK verdiği mücadeleyle Kürt halkının varlığını korumaya ve onun özgürlüğünü sağlamaya bu kadar yakın duruyor. Kürt halkı ilk defa bu kadar umut dolu ve inançlı, bilinçli olarak mücadeleye katılıyor. Önderliğiyle, partisiyle, gerillasıyla, demokratik siyaset alanıyla bir bütün olarak dimdik ayakta ve direniyor. Bu direniş başarıya da ulaşacaktır. Bunun bedeli ne olursa olsun verilecektir. Dolayısıyla bir halkın varlığı ve özgürlüğü uğruna verilen mücadeleyi birilerinin çıkarına dokunuyor diye bırakmak, bunu talep bile etmek en hafif deyimle aklını yitirmiş olmak demektir. Aklı olanın da bunu yapmayacağı açıktır.
Edîp Koçgiri
- Ayrıntılar
Başbakan Tayyip Erdoğan’ın son dönemlerde artan tehdit ve bağırmaları Kürtler üzerinde ciddi bir etki bırakır mı? Zor görünüyor! Zira Kürtler artık bu tür tehditlerden etkilenmeyecek kadar bilinçli ve örgütlü.
Peki Başbakan’ın Kürt halkına ve özellikle kadınlarına yönelik “PKK’ye karşı direnin” çağrısı karşılık bulur mu? Neredeyse imkânsız gibi! Çünkü Kürtlerde çocuğu PKK’li olmayan aile bulmak bile çok zor.
Dolayısıyla Başbakan Tayyip Erdoğan’ın tehdit ve çağrıları çözümleyici olmadığı gibi, bir güçlülük işareti de olmuyor. Çünkü çoğunlukla zayıflık ve zorlanma işareti olarak yorumlanıyor. Yani Nazım ne güzel de söylemiş, “Mussolini çok korktuğu için çok bağırıyor” diye!
Peki Başbakan Tayyip Erdoğan’ın sık sık tekrarlamaya başladığı PKK’ye yönelik “Cinayet şebekesi, taşeron” gibi kavramlar Türk ve Kürt toplumlarını etkiler mi? Bana göre bu da çok zor bir şey! Zira insanlar sorarlar: Madem cinayet şebekesiydi, o halde Oslo salonlarında neyi tartışıyordunuz?
Diğer yandan, son dönemlerde artan çatışma ve acılı olaylar nedeniyle medyanın hemen PKK’yi suçlamasına, daha olayların aydınlatılmasına bile fırsat vermeden PKK karşıtı propaganda yapmasına, basıncılık ve Kürt sorununun demokratik çözümü açısından bir değer verilebilir mi? Bence verilemez! Çünkü, “Vur abalıya” misali basit propagandadan öteye geçmemektedir. Esas olarak da gittikçe yoğunlaştırılan psikolojik savaşı ifade etmektedir. Tam da Başbakan’ın ve hükümetin çağrısına cevap olmaktadır.
Son aylarda yoğunlaşan çatışmaların kaygı verici düzeye ulaştığı bir gerçektir. Fakat sorunu sadece son aylardaki silahlı çatışma olarak görmek hiçbir çözüm üretmemektedir. Zira mevcut silahlı çatışma durumu bir anda ve durduk yerde ortaya çıkmamıştır. Bunun bir öncesi ve yaratan etkenleri vardır. Ancak öncesi ile birlikte ele alınır ve mevcut çatışmaları yaratan nedenler giderilirse silahlı çatışma sorunu çözülebilir.
Son günlerde öğrendik ki, yaşanan çatışma öncesinde Devlet-PKK görüşmesi varmış. Bu görüşmeler her nedense tıkanmaya uğramış. Sonrasında da malum savaş durumu gelişmiş. Anlaşılıyorki mevcut çatışmaların gelişmesinin bir nedeni bu.
Fakat tek neden olarak bu görülemez. İkinci bir neden olarak da yaşanan siyasi mücadele var. Zira 14 Nisan 2009’dan beri ikibuçuk yıldır Kürt demokratik siyasetine yönelik bir bastırma ve tasfiye operasyonu yürütülüyor. Sadece siyasi nedenlerle ikibuçuk yılda dörtbine yakın insan tutuklanmış! Son altı ayda tutuklanan insan sayısı 1350! Bunların bir kısmı seçilmiş belediye başkanı, bir kısmı milletvekili! DTP kapatılmış, BDP’nin kapatılması da yolda. Her gün onlarca insanın tutuklanması devam ediyor. AKP hükümetinin yürüttüğü bu sindirme ve tasfiye operasyonuna karşı Kürt halkı yediden yetmişe müthiş bir direniş gösteriyor.
Peki yaşanan silahlı çatışmalar bu siyasi saldırıdan kopuk ele alınabilir mi? Hayır, alınamaz. Demekki son aylarda yoğunlaşan silahlı çatışmaların ikinci önemli nedeni, AKP’nin Kürt demokratik siyasetine yönelik yürüttüğü sindirme ve tasfiye operasyonudur. Bu operasyonda esas olarak bir “Suyu kurutma” uygulamasıdır.
Bilindiği gibi, suyu kurutma taktiği, gerilla hareketlerine karşı geliştirilen bir kontrgerilla taktiği olmaktadır. Buna “Bataklığı kurutma”, “Denizi kurutma” da denmektedir. Esası gerilla-halk ilişkisini koparmayı, gerillayı halktan tecrit etmeyi, bunun içinde halkı yok etmeyi ifade etmektedir. “Balığı tutabilmek için suyu kurutmak” denmektedir. Yani gerillayı bulup yok edebilmek için halkı yok etmek anlamına gelmektedir.
AKP hükümetinin 14 Nisan 2009’dan bu yana Kürtlere karşı uyguladığı politika suyu kurutma taktiği olmaktadır. Kürt halkına ve demokratik siyasetine yönelik uygulamalar tamı tamına böyledir. Başbakan Tayyip Erdoğan’ın son tehditleri ve Kürt halkına yönelik çağrıları da bu politika temelinde değerlendirildiğinde bir anlam bulmaktadır. Bir yandan baskı, diğer yandan çağrı! Kamçı-şeker politikası oluyor bu.
Aslında suyu kurutma taktiğini ilk olarak AKP hükümeti de uygulamıyor. Bu taktiği ilk olarak Kenan Evren cuntası uyguladı. Türkiye genelinde 1970’li yıllarda gelişen sol devrimci hareketleri tasfiye edebilmek için bu taktiğe başvurdu. Özellikle sol hareketlerin geliştiği yörelerin, mahalle ve kasabaların halkını boşaltmayı esas aldı. Buralardaki halkın bir kısmını tutukladı, bir kısmını büyük şehirlere göçertti, bir kısmını da yurt dışına yöneltti. Böylece halk tabanını kurutarak sol hareketleri tasfiye etmeye çalıştı.
Suyu kurutma taktiğini ikinci olarak 1993-94 yıllarında Demirel-Çiller-Güreş yönetimi uyguladı. Doğal olarak bu sefer taktik sadece Kürtlere karşı uygulandı. Çünkü gerilla hareketi Kürdistan’da gelişmişti. Dağda mücadele veren gerillayı halk desteğinden yoksun kılabilmek için, özellikle kırsal alanda, köylere yönelik uygulandı. Bu dönemde 4000 civarında köyün çeşitli yöntemlerle boşaltıldığı biliniyor. Kürt köylülerinin bir kısmı “PKK’ye yardım ve yataklık”tan ya katledildi ya da tutuklandı, bir kısmı şehirlere göçertildi, bir kısmı da yurtdışına kaçırtıldı. Kürtler bu biçimde köysüz toplum haline getirildi.
Üçüncü olarak da bu taktiği AKP hükümeti 14 Nisan 2009’dan bu yana uyguluyor. Kürt demokratik siyasetini tutuklayarak ve örgütlülüğünü dağıtarak Kürt sorununun siyasi çözüm zeminini kurutmaya çalışıyor. PKK’yi bu biçimde toplumdan ve siyasetten tecrit etmek ve yenilgiye uğratmak istiyor. PKK de işte bunu kabul etmiyor ve direniyor. Son aylardaki kaygı verici çatışmalar işte bu nedenle ortaya çıkmış bulunuyor. Çatışmaların şehre, toplumun içine yönelmesi de bu gerçeği ifade ediyor.
Şimdi bu noktada AKP hükümetinin şapkayı öne koyup derin derin düşünmesi lazım. Geçmiş tecrübeyi sadece “Nerede hata yapıldı?”, “Bu taktiği ben başarılı nasıl uygularım” yaklaşımıyla değil, tüm sonuçlarıyla birlikte irdelemesi gerekli. En azından son ikibuçuk yıllık kendi pratiğinin sonuçlarını irdelesin! O zaman görecekki Kürt demokratik siyaseti bitmiyor, dolayısıyla PKK bitirilemiyor, çünkü koskoca Kürt halkı bu mücadeleyi yürütüyor!
Kenan Evren cuntası suyu kurutma taktiği kapsamında insanların bir kısmını hapse koyar, şehirlere sürer ve Avrupa’ya yollarken, az bir kısmı da Ortadoğu’ya-Filistin’e gitti ve PKK buradan gelişti.
Demirel-Çiller-Güreş çete yönetimi Kürt köylerini boşaltma kapsamında toplumun bir kısmını katleder veya hapse koyar, şehirlere sürer ve yurtdışına kaçırtırken, bir kısmı da dağa çıktı ve Güney’e geçti. Kürt direnişi işte bu temelde halklaştı ve tüm Kürtleri kucaklar hale geldi.
Şimdi AKP hükümeti Kürt demokratik siyasetini tutuklayarak Kürtleri bitireceğini mi sanıyor? Büyük yanılgı işte burada! AKP hükümeti her bir kişiyi tutukladıkça yerine on kişi geçiyor. Şehirde gösteri yapamayan Kürt genci dağa çıkıp savaş yapıyor. Yani neredeyse “gerillayı AKP büyütüyor” diyesi geliyor insanın!
Geçmişte bu görüşü dillendirenler daha çoktu. Gerekçe olarak da, AKP iktidarı “Ordu-PKK çatışmasını istiyor” deniyordu. “Kendini bu çatışma ortamında beslediği” söyleniyordu. Doğru veya yanlış, ama bu da bir görüştü. Fakat artık AKP-Ordu ayrımı kalmadığına göre, o halde AKP eski siyaseti izleyemez. Buna bir de Oslo görüşmeleri eklenirse, bu durumda AKP hiç kimseyi çatışmaya ikna edemez. İşte AKP’nin ızdırabı buradadır. İşte Başbakan, bu durumun yarattığı zorlama nedeniyle bu kadar bağırmaktadır.
Bu gerçeği artık tüm demokratik güçler görmelidir. AKP zorlanmış ve demokratikleşmenin önü açılmıştır. O halde yaratılan demokratikleşme imkânlarını değerlendirebilmek ve ülkemizin ihtiyaç duyduğu demokrasi hamlesini geliştirebilmek gerekir.
Adil BAYRAM
- Ayrıntılar
26 Eylül 2011 günü Batman merkezde giderek yeşil faşistleşen devletin polisleri iki insanımızı güpegündüz katletti. Önceleri iki ateş arasında kalarak iki insanımızın yaşamlarını yitirdikleri söylendi.
Ne olduysa oldu kısa bir zaman ardından da yaşamlarına kastedilen iki insanımızın bizler -yani gerillalar -tarafından vurulduğu söylendi. Televizyonlar, radyolar, gazeteler, politikacılar, aydınlar, cümle cemaat bir ağızdan en alçakça bir dille mücadelemize karşı saldırı başlattılar. Biz yeşil faşistlerin Ergenekoncuların ve özgürlük hareketinin yeminli düşmanlarının ve bunların akıl babaları olan özel savaş merkezlerinin bunu yapacaklarına ve bunların işlerinin bu olduklarını biliriz. Bunun için bir yere kadar duygularımıza hakim olabiliriz. Aklı selim duruşumuzu bunun için bu yeşil faşistler bozamaz.
Ne var ki henüz olayın ne olup olmadığını bilmeyen, kimler tarafından yapıldığı netleştirmeden “insanlığımızdan utanıyoruz” diye kendilerinden çok büyük sözlerle yeşil faşistlerin çanak yalayıcıları hemen devreye girdiler. Ne oldukları belli olmayan, kimin adına kimin için çalıştıklarını da bilmediğimiz “benim adıma öldürme” diyerek kendilerince bir kampanya başlatanlar devreye girdiler. Yine bir kedisi bile olmayan ile cümle cemaat özgürlük hareketi düşmanları bir koro halinde saldırıya geçtiler.
Bir gerilla olarak Siirt’te gerillamızın yanlışlıkla öldürdüğü 4 insanımızın acısını henüz yaşarken, olayın nasıl olup bittiğini öğrenmeye çalışırken, amaçlar kadar araçlarında temiz olmasına inananlar olarak bu olayın tüm yönleriyle araştırılması gerektiğin tüm dünya kamuoyuyla paylaştık. Yaşamını yitiren insanlarımızın ailelerinden, çevrelerinden, halkımızdan ve demokratik kamuoyunda alenen özür diledik. Elbette bir özürle yaşamını yitiren insanlarımız geri gelmeyecektir. Bunun için kendimizi sorgulamamız daha köklü olacaktır. Gelecekte -bu sorgulamalar sonucu -böylesine olayların yaşanmaması için her türden tedbiri daha fazla geliştireceğiz. Yeniden belirtelim: biz amaçlar kadar araçların da temiz olmasına inanan bir hareketin üyeleriz. Birçok yanlışımız, eksikliğimiz, yetersizliğimiz bu konuda geçmişte yaşanmıştır. Yaşanan hiçbir yetersizliğimizi gizlemedik, üstünü örtmedik. Öncelikli olarak kendi içimizde bu olayları genişçe, detaylıca tartıştık. Yargılanması gerekmişse yargıladık. Yaptırım gerekli olmuşsa yaptırımlar uyguladık. Ve her zaman soruşturulan her olayı halkımızla ve demokratik kamuoyuyla paylaştık. Bu PKK’de bir ilke olarak varlığını ilk günden beri korudu. Bundan böyle de bu ilke korunacaktır. Kısa vadede zararda görsek bu açıklık ve şeffaflık ilkesini inadına koruyacağız.
Yeniden Batman olayına dönersek. Batman’a eylem yapmak için iki gerillamız bir aracı gasp ederek girmişlerdir. Ancak gerillamız fark edildiklerini anladıkları andan itibaren hızla sivillere bir şey olmaması için gasp ettikleri aracı bırakarak hızla şehir dışına çıkmaya çalışmışlardır.
TC’nin ve Akepe’nin o korkak, ikiyüzlü, insanlıktan nasibini almamış alçak polisleri, panikli ruh hallerinden dolayı gasp edilen aracı park halinde gördükleri halde bu aracı yaylım ateşine tutmuşlardır. Aracın yanında geçen hatta araca yakın olmayan insanlarımızı bile taramış ve bu vahşi saldırı sonucu iki insanımız katledilmiştir. Anne Mizgin ve küçük kızı Sultan hunharca katledilmişlerdir. Hamile olan Sultan ismindeki anayı katlettikten sonra da büyük bir insanlık yapmışlar gibi sezaryen yoluyla çocuğunu alarak “hamile anaya kurşun yağdırdılar” gibi dünyanın en alçakça, şereften nasibini almamış başlıklarla da üstümüze yığmayı çalışmışlardır.
Yeni oluşturulan yeşil faşist devlet her şehir eylemimize karşı sivil insanımızı katletmenin kararını almıştır. Katletmeyi siz yeşil ve Kızılelmacı faşistler ve İsrail kadar herhalde dünyada kimse iyi bilmez. Biz bunları anlarız. Ancak hem sivil yurtsever insanlarımızı katledeceksiniz hem de alçakça özgürlük hareketinin üstüne atacaksınız. İnsani olarak ahlaksızlığın en dibe vuruş biçimi olan bu bozuk insani davranış tarzı sadece ve sadece siz yeşil faşistlerde bulunmaktadır. Her gün Filistin’de katliam yapan İsrail devleti bile böylesine bir alçaklığı yapmamaktadır. İsrail Siyonist devleti en azında yaptıkları katliamları alenen dünyanın gözü önünde sahiplenmektedir. Sizde bu açık yüreklilik ve erdem bile yoktur.
Şimdi yine yazımızın başlığına dönelim: Batman’da insanlarımızın katledilmesi gün gibi ortadadır.
Şimdi siz yeşil faşistlerin çanak yalayıcıları bu yeşil faşistlere “insanlığımızdan utanıyorum” diye haykıracak mısınız?
Şimdi siz “benim adıma öldürme” diyenler bu yeşil faşist devlete bunu söyleyecek misiniz?
Şimdi siz kedisi olmayanlar, cümle cemaat PKK yeminleri söylediklerinizi bu yeşil faşist devlete aynı tondan söyleyecek misiniz?
Şimdi siz öncelikli olarak yeşil faşistlerin yandaş basıncıları ve özel savaş elemanları bu yalanlarınızı nasıl üstünü kapatacaksınız?
Ve siz saygı duyduğumuz kimi liberal yazarlar söylediklerinizi geri alarak bu yeşil faşist yapıya aynı tondan söylediklerinizi tekrarlayacak mısınız?
Ve tabii şimdi cümle cemaat tüm bu kesimler özgürlük hareketinden ve yaşamını yitiren Mizgin ve Sultan’dan özür dileyecek misiniz?
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Yukarıda ki başlık 1970’lerin havasını yansıtır gibi duruyor. O yıllar dünyada çift kutuplu dünyanın yarattığı avantajlardan kaynaklı devrimlerin yani hızlı alt üst oluşların yaşanmasına imkân sunan yıllardı.
Biliniyor 1990’lı yıllardan sonra çift kutuplu dünya yerine ağırlıklı tek kutuplu bir dünyaya, “yenidünya düzen”iyle geçildi. Her ne kadar kendisini dünyanın imparatoru ilan eden ABD her şeye istediği gibi hakim olamasa da nihayetinde “dediğim dedik, çaldığım düdük” misali dünyanın birçok yerine tek taraflı saldırılar düzenledi. Bunu yaparken de dünyanın gözünün içine baka baka, hem de bile bile yalanlar düzerek, herkesi de bu yalanlara inanmaya mecbur ederek saldırılarını meşrulaştırdı.
Dünyanın yaşadığı bu değişimden dolayı devrim yıllarının aşıldığını artık esas dilin evrim dili olduğu çokça söylendi. Evrim dilini kullanmanın temel gerekçesi ise giderek gelişen demokratik değerler gösterildi. “Dünyamız giderek evrensel değerlere saygı gösteriyor, her şey dile getirilebiliyor, konuşulabiliyor” denildi. Özcesi eskinin o sert ortamının aşıldığı, artık eskiden sergilenen güçlü iradesel duruşlara ve kavgalara ihtiyaç olmadığı çokça dile getirilir oldu.
Dünyanın büyük değişimler yaşadığı kesindir. Dünyanın birçok yerinde evrensel değerlerin, demokratik değerlerin ve insan haklarının geliştiği de doğrudur. Ancak bu evrensel ve demokratik değerlerin dünyanın her yerinde herkesçe benimsendiği ve her insana ya da her halka olumlu manada yansıdığını söylemek zordur. Hem de çok zordur.
Kürdistan’da sürdürülen özgürlük mücadelesi gelişen bu dünya konjonktüründen dolayı paradigmasal değişiklere giderek belki de dünyanın hiçbir yerinde görülmeyecek değişimi ve dönüşümü kendi içerisinde yaşayarak, bu değişim ve dönüşümü dört parçadaki Kürt halkına da taşırmıştır. Nitekim bunun sonucudur ki Kürt halkı dört parçada bulundukları ülkelerin halklarıyla ortak, eşit, kardeşçe, birlik ve beraberlik içerisinde yaşama iradesini beyan etmiştir. Ortak vatanda yaşama iradesini bu kadar baskılanmış, ezilmiş, horlanmış bir halka aldırtmak öyle sanıldığı gibi kolay değildir. Dünyanın topu bir araya gelseydi PKK önderliğinin yaptığını kimse Kürt halkına yaptıramazdı.
Ne var ki öyle görülüyor ki Kürt halk Önderliliğinin on yıllarca ısrarla, inadına, itinayla yürüttüğü ortak vatanda birlikte yaşama projesini birileri ısrarla sabote etmeye çalışıyor. Dünyada gelişen evrensel değerleri birileri sadece kendileri için geçerli olduğunu düşünüyor. Kürt halkı birlikte yaşamayı dayattıkça birileri Kürtlerin bu kez kesinlikle eritilebileceğine, asimile edilebileceğine inanıyor. Bununla yetinilmiyor Kürtlerin topyekûn soykırımını hedefleyenlerde çıkıyor.
Kürtler barış dedikçe vuruluyorlar, Kürtler kardeşlik dedikçe öldürülüyorlar, Kürtler özgürlük dedikçe zindanlara atılıyorlar, Kürtler silahsız mücadele dedikçe tutuklanıyorlar.
Tüm bunlar ve daha fazlası artık yeniden tarihin yeni bir eşiğine gelindiğini gösteriyor. Artık süreç keskin mücadeleyi dayatan eşeği gelindiğini hatta geciktiğini gösteriyor.
Kendini kandırmalara son vermek için, tarihin bu yeni eşiğinde mücadele dilimizin değiştirileceğini, değiştirmek zorunda olduğumuzu herkes herhalde kabul eder.
İşte bu yeni eşiğe biz TEK YOL DEVRİM diyoruz. Artık devrim yıllarına yeniden dönüyoruz. Birilerine bir halkın nelere kadir olabileceğini göstermek için inadına Devrim diyeceğiz. Tüm iyi niyetlerimizin suiistimaline karşı TEK YOL DEVRİM diyeceğiz. Ve bu devrim dalgasına kalkışa herkese ama herkese katılın diyeceğiz.
Nucan Dirlik
- Ayrıntılar
Aylardır yazıp çiziyoruz. Polis olarak Kürdistan’a gelip görev yapmayın dedik. Tekrar tekrar bu durumu dile getirdik. Ancak polisler söylediklerimizi dikkate almadan Kürdistan’da rastgele dolaşmaya devam ettiler. Bunun sonucu ise ölen onlarca polis oldu.
Kürdistan’ı sevenler polis olarak sevmesinler. Seveceklerse sivil insanlar olarak sevsinler aksi taktirde olup bitenlerde biz sorumlu olmayacağımızı herkese alenen söyledik.
Polis mesleği çokta söylendiği gibi şerefli bir meslek değildir. Kiminin söylediği gibi, toplumda sorunlar yaşanmaması için görev de yapan bir kurum değildir. Polisler asli görevi devlet diye bilinen toplumu cenderesine alan zor aygıtının ve toplumun başına musallat olmuş iktidar güçlerinin çıkarlarını korumak için oluşturulmuş ve topluma karşı kullanılan özel bir vurucu güçtür. Tersini iddia edenler yalan söylüyorlardır. Tersini söyleyenler birçok gerçeği saklıyorlardır.
Polislere dünyanın her yerinde gözlerinin içi gibi bakılmasının nedeni iktidar güçlerinin ve de toplumu sömüren zor aygıtı olan devleti birincil elden korumalarından ileri gelir. Hani o meşhur olan “her şeyi af edebiliriz ancak polislerimizi hedefleyenleri asla” cümlesi polislerin üstlendikleri kirli görevden ileri geliyor.
Evet, biz kimsenin bu kirli görevi üstlenmemesini belirtiyoruz. Hele hele Kürdistan’da hiç üstlenmemeleri gerektiğini daha yüksek tondan söylüyoruz. Çünkü bugün Kürdistan’da Kürt halkına ve onun çeşitli katmanlarına saldırı düzenleyen birincil derecedeki güç polislerdir. Üniformalı üniformasız hiç fark etmez, birey olarak “iyi niyetli” de olsalar, “temiz” de olsalar devlet ve iktidar Kürdistan halkına karşı bu insanları yani polisleri çok çirkince kullanmaktadır. Bunun için diyoruz ki Kürdistan’da polislik yapmayın, polis iseniz Kürdistan’ı terk edin, polislik yapacaksanız ailenizi Kürdistan’a getirmeyin, serbest dolaşmayın, şehirlerde yalnız gezmeyin, istediğiniz eğlence yerlerine gitmeyin, gönlünüzün yapmak istediklerini yapmayın.
Özcesi: Kürdistan’ı terk edin, terk edin. Hem de, şimdi. Durmadan, hemen bu an, arkanıza bakmadan!
Polis ailelerinin de evlatlarının başlarına bir şey gelmemesi için “kınalı kuzu”larını Kürdistan’a görev yapmalarına izin vermesinler. Devlet mecburi hizmet olarak Kürdistan’a koşturuyorsa evlatlarını bu kirli görevden vazgeçirsinler, arz etsinler. Bırakmasınlar.
Devlet her polisi Kürdistan’a görev yapma zorunluluğu dayatıyor. Hâlbuki Kürdistan’da gönüllü olarak görev yapmak isteyen binlerce faşist zihniyetli polis vardır. Özel hareket timleri bunların başlarından gelmektedir. Yine paralı askerler yani lejyoner olan polisler vardır. Bunlar hem zihniyetlerinden kaynaklı hem de iyi para kazanmak için zaten gönüllüdür. Bırakın onlar gelsin. Siz sıradan polislerin aileleri evlatlarınızın Kürdistan’a gelmesine-gitmesine izin vermeyin. Evlatlarınızın bu görev alanına gidişini durdurun.
Aylardır yazıp çiziyoruz dedik. Biz Kürt halkına, evlatlarına, kızlarına, gençlerine, analarına, imamlarına, yaşlılarına derken çocuklarına zarar veren polisleri Kürdistan’da yaşatmayacağız. Polis yazarların derin analistleri güya bu kararımızı tespit etmişlerdir. Bunların hepsi boş tespitlerdir. Biz alenen herkese söylüyoruz: Polisler hedefimizdir. Polisler bizim poligon sahamızdaki nişan alma tahtalarımızdır. Bu durumu derin analistlerin keşif etmelerine gerek yoktur. Biz açıklıyoruz.
Evet, yineliyoruz: Polis aileleri evlatlarınızı Kürdistan’a polis olarak göndermeyin. Polis olarak Kürdistan’a gelmeleri durumunda başlarına geleceklerde biz sorumlu değiliz. Birincil sorumlu devlet ve iktidardır. İkincil derecede sorumlu ise siz yani ailelerisiniz. Anaları, babaları ve akrabalarıdır.
“Kınalı kuzu”larınıza bir şey gelmesini istemiyorsanız bir an evvel “kınalı kuzu”larınızı geri çekin.
Hayri Engin
- Ayrıntılar
Akepe hükümetinin bugünlerde İsrail ile arası “açılmış”. Bugünleri biz “one minute”le başlayan süreç olarak anlayalım.
Taşeron: “Büyük bir işin bir bölümünü yaptırmayı, asıl müteahhitten kendi üzerine alan ikinci müteahhit” olarak tanımlıyor sözlükler.
Bugünlerde İsrail ile “arası” açılan Akepe’nin yakın süreçte İsrail Siyonist devletiyle yaptıkları anlaşmalara kısa bir bakış atarak Akepe’nin ne kadar İsrail karşıtı ya da ne kadar İsrail yanlısı ya da ne kadar İsrail taşeronu olduğuna bakabiliriz.
Yasin Kılıçkaya’nın Akepe ile İsrail arasında yapılanları kaleme alan kısa makalesine bakacak olursak, Akepe ile İsrail arasında çok ciddi ilişkiler bulunduğunu tespit etmek zor olmayacaktır.
“2002 yılında iktidara geldikten hemen sonra AKP iktidarı, İsrail'le daha önceki hükümet döneminde yapılan 700 milyon dolarlık tank modernizasyonu ihalesine yeşil ışık yaktı. AKP hükümeti İsrail'den silah alımı konusunda yıllık ortalama 400 milyon dolarlık toplamla önceki hükümetleri de geride bıraktı. İsrail’le stratejik işbirliği, Türkiye’nin ulusal çıkarlarına hizmet etmektedir” diyen başbakan Erdoğan, İsrail’le 800 milyonluk Anam füzelerini, gece uçuş sistemleri olan Litening sistemini, elektronik savaş dürbünlerini, casusluk ve saldırı pilotsuz uçakları satın alma müzakerelerini içeren anlaşmalar imzaladı. AKP’nin İsrail ile yaptığı ihalelerin en önemlisi “casus uçak” olarak bilinen Heron ihalesi oldu. Heron'un ihalesini İsrail Havacılık Sanayi IAI (Aerospace Industries) , yer istasyonunu da İsrail'in en büyük özel savunma firması Elbit System kazandı.
İsrail’de yayınlanan Haaretz ve Urşalim Post gazeteleri 19 Nisan 2003 tarihli haberlerinde IAI firmasının, Türk ordusunun 200 milyon dolarlık pilotsuz saldırı uçakları ihalesini kazandığını yazdılar. Bu anlaşma uyarınca İsrail 30 ila 40 casusluk uçağı, 12 adet yer istasyonlarını kapsayan komuta kontrol ağı Türk ordusuna satılıp devredilecek.
Türkiye'nin İsrail'le işbirliği sadece askeri alana yönelik gerçekleşmedi. Son olarak imzalanan Manavgat suyunun satışı projesi de İsrail açısından önemli bir kazanç sayılmaktadır. Çünkü önümüzdeki yıllarda ciddi su sıkıntısı çekeceği tahmin edilen İsrail bu anlaşmayla Türkiye'nin Manavgat ırmağının suyunu garantiye almış oldu.
İsrail ile yapılan anlaşmalara tepki gösterenlere Erdoğan, “İsrail'le istediğimiz anlaşmayı yaparız. kimseye hesap vermeyiz, icazet almayız" demesi yine İsrail’in Ankara Başkonsolosu Amira Arnon’un 14 Eylül 2003 tarihli Milliyet gazetesine verdiği demeçte “İsrail Türkiye ilişkileri AKP döneminde geçmişe kıyasla daha da gelişmiş, AKP’nin iktidar olmasından dolayı ikili ilişkilerde hiçbir olumsuz durum yaşanmamıştır” söylemleri AKP döneminde İsrail-Türkiye ilişkilerinin geldiği boyutu gösteriyor.
İsrail Türkiye ilişkileri AKP döneminde geçmişe kıyasla daha da gelişti. 2004 yılında AKP, İsrail'den 15 milyon dolara 2 İnsansız Hava Aracı, Heron kiraladı. Bu anlaşmadan sonra İsrail Havacılık Sanayi IAI, Türkiye'ye Arrow füzeleri satabilmek için harekete geçti. 16 Mart 2006’da Türkiye ile İsrail arasında, Enerji Bakanı Hilmi Güler ile İsrail Devlet Doğal Altyapılar Bakanı Benjamin Beneliezer arasında, sessiz sedasız imzalanan, Karadeniz’i Kızıldeniz’e bağlayarak Rus petrol ve doğal gazını Ortadoğu’ya aktaracak, Uzakdoğu pazarına ulaştıracak ve İsrail’e elektrik ve su taşıyacak boru hattı inşası projesinin temelleri atıldı. Ardından 15 Temmuz 2004 tarihinde AKP hükümetinin Ehut Olmert’le Ankara’da imzaladığı anlaşma, ekonomik Mutabakat Zaptı” çerçevesinde, GAP ve KOP’u içine alan sulamadan tarıma, telekomünikasyondan araştırmaya, turizmden havancılığa kadar topyekûn iktisadî işbirliğini içeriyordu. 2007 yılının Mayıs ayında İsrail’i ziyaret eden Erdoğan “Terörle mücadele ve silah sanayi” alanlarında yeni anlaşmalar imzaladı. Türkiye'ye gelen İsrail uçaklarının güvenliği için MOSSAD ajanlarının, üstleri aranmadan, diledikleri silahla Türkiye’ye girip çıkabileceğini kabul eden protokol de kabul edildi. Yapılan bu anlaşma uyarınca 700 milyon dolarlık tank modernizasyonu ihalesi de İsrail’e verilirken, 48 adet F-5 savaş uçağının modernizasyonu için İsrail'e 80 milyon dolar ödendi.
Türkiye-İsrail ilişkileri karşılıklı ziyaretlerle devam etti. 13 Kasım 2007 tarihinde İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres, Cumhurbaşkanı Gül'ün "davetlisi" sıfatıyla Türkiye'ye geldi. Yapılan bu ziyarette, AKP hükümeti tarafından İsrail'in IMI firmasına yeni bir ihale daha verildi. O da 300 adet askeri helikopterin modernize edilmesi ihalesiydi. Bu ihale AKP tarafından gizli tutuldu. Yine uzun süre gündemi meşgul eden ve tartışmalara neden olan Galataport ihalesi, kapalı usulle Yahudi sermayesinin ünlü ismi aynı zamanda Kemal Unakıtan’ın yakın dostu Sami Ofer'e verildi.
Son olarak, İsrail'in Gazze'yi vurduğu 27 Aralık Cumartesi günü İsrailli iki firmanın Türkiye'den 141 milyon dolarlık ihaleyi kazandığı açıklandı” diye yazıyor.
Devamla Yasin Kılıçkaya şöyle yazıyor:
“Sessiz sedasız süren Türkiye’nin İsrail’le olan ilişkileri, İsrail’in Gazze’ye saldırısıyla tekrar gündeme geldi. 2007 yılında İsrail’in Lübnan’a yönelik saldırısın da ikili ilişkiler gündeme gelmiş fakat savaşın kısa sürmesi daha fazla bir sorgulamaya neden olmadı. İsrail’in son Gazze saldırısında can kaybının binleri geçmesi, ölen insanların daha çok savunmasız çocuk ve kadın olması, Türkiye’de İsrail karşıtı gösterilerin gerçekleşmesi, AKP’nin İsrail’le olan ilişkileri kamuoyunun gündemine taşıdı. Başbakan Erdoğan, Türkiye genelinde ki AKP teşkilatlarını uyararak İsrail karşıtı gösterilerden uzak durmalarını istemişti. İsrail’in kınanması yönündeki meclisteki diğer partilerin ortak kınama metnine AKP karşı çıktı.
Hükümet sözcüsü Cemil Çiçek, İsrail’le olan ilişkilerden dolayı AKP’ye yönelik tepkilere, “ülkeler arasındaki işbirliği nedeniyle askeri bağların koparılması söz konusu olamaz” diyerek karşı çıktı.”
Bugünlerde yüksek perdeden çıkan seslere aldanmadan, yıllarca nasıl İsrail devletiyle kol kola, yan yana Ortadoğu’da halklara karşı kan kusturulduğu unutulmamalıdır. Hem de bu ilişkiler çok uzun yıllara yayılmışsa. ABD’den sonra İsrail devletini kabul eden ikinci devlet Türkiye’dir. Türkiye-İsrail ile ilişkiler 1950’lere kadar uzanıyor. 4 Temmuz 1950’de, İsrail Başbakanı David Ben Gurion ile Adnan Menderes arasında “gizli” ibaresini taşıyan Modus Vivendi Ticaret antlaşması ile Türkiye-İsrail arasında ilk resmi diplomatik ilişki başlamış ve bugüne kadar kesintisiz sürmüş hem de her geçen gün bu ilişki düzeyi yükseltilerek devam ettirilmiştir. Bu yükselme trendinde Akepe hükümeti en ileri düzeyde yerini almıştır.
Söylemek istenen şudur: Bugünlerde yüksek perdeden İsrail “karşıtlığı” yapan Akepe’nin İsrail sicili hiç temiz değildir. Oldukça kirlidir. Halkların özelde de Kürt özgürlük hareketine karşı yapılan kirli antlaşmalarla doludur. Hele hele birde Akepe zamanında “Terörle mücadele ve silah sanayi” adı altında onlarca öldürücü tekniği stratejik antlaşmalarla elde etmişlerdir. Halen de öldürücü silahlar neden verilmediği diye ne kadar dert yanıldığını herkes görüyor.
Durum buyken PKK’yi ve Kürt özgürlük hareketini İsrail devletiyle ilişki içerisinde göstermek sadece ve sadece ahlaksızlık değil dünyanın en büyük kepazeliğidir.
Özgürlük hareketi dünyanın her ülkesiyle diplomatik ilişki kurma özgürlüğü her ülke gibi vardır. Ancak yeşil faşistler gibi başka halkların başına bombalar yağdırmak için, başka halkları katletmek için, başkaların maşası olarak halklara karşı hiçbir ilişki içerisinde olmamıştır olmayacaktır da.
Yeniden belirtiyoruz: başka ülkelerin maşası, silahlı taşeronu şerefi Ortadoğu’da ilk elden yeşil faşistlere aittir.
Hayri Engin
- Ayrıntılar
Nasılki bir zamanlar Pakistan’ın askeri şefi Ziya Ül Hak 12 Eylül cuntasının başı Kenan Evren’in “Ziya kardeşi” idiyse, yine bir zamanlar Mısır, Libya, Suriye liderleri Hüsnü Mübarek, Muammer Kaddafi ve Beşar Esad’da bugünkü Başbakan Tayyip Erdoğan’ın “Kardeşleri” idiler. Ellerinden ödüller alıyor, birbirlerine iltifat dolusu sözler söylüyorlardı.
Fakat bilebildiğim kadarıyla Kenan Evren ile Ziya Ül Hak dostluğu hiç bozulmadı. Birbirlerine övgüler dizdikleri gibi, karşı karşıya gelip de sövgüler dizmediler. Ziya Ül Hak, Kenan Evren’in “Ziya kardeşi” olarak düşen veya düşürülen uçağında ölüp gitti. Ama sözkonusu Arap liderleri ile Tayyip Erdoğan dostluğu öyle olmadı. 2010 yılında can ciğer kuzu sarması gibi görünen dostluk, 2011 yılının Ocak ayından itibaren önce karşıtlığa, sonra da düşmanlığa dönüştü.
Tayyip Erdoğan, ABD’nin Ortadoğu siyaseti doğrultusunda önce “Mübarek kardeşini” terk etti. Sonra da “Kaddafi kardeşi” ile kanlı-bıçaklı düşman haline geldi. ABD ile birlikte yürüttüğü siyaset sonucunda bu iki “Kardeşi” de yedi. Şimdi sıra üçüncü kardeşe, Beşar Esad’a gelmiş görünüyor. Tayyip Erdoğan, Mısır kürsülerinde çektiği nutuklarda “Esad kardeşine” açıkça “Seni de yiyeceğim” diyor. “Dost ve kardeş” bilinen bir lider tarafından böyle ihanete uğramak nasıl bir duygu acaba?! Mübarek ve Kaddafi, Tayyip Erdoğan’ın söz ve davranışlarını görünce acaba neler hissetti? Beşar Esad, Tayyip Erdoğan’ın Mısır’dan yükselen “Sana inanmıyorum” haykırışını duyunca acaba nasıl bir duyguya kapıldı?
Bu tür his ve duygu içeren yaklaşımlar bir yana, Başbakan Tayyip Erdoğan’ın son Mısır, Tunus ve Libya gezisinin önemli siyasal gerçekleri içerdiği açıktır. Öncelikle belirtelim ki, gezi öncesi İsrail ile yaşanan sert atışmaların bu gezi ile bağlantısı vardır. Büyük olasılıkla ABD’nin de onayı ile yaptığı salvo atışlarıyla Tayyip Erdoğan Arap alemine mesajlar vermiş ve gezinin ön hazırlığını yapmıştır. Nitekim gezi sırasında Arap aleminden gördüğü karşılık, sözkonusu çabaların boşa gitmediğini ortaya koymuştur. Diğer yandan Tayyip Erdoğan ‘ın Mısır, Tunus, Libya gezisi sadece kendi adına değil, aynı zamanda ABD ve sistem adına yapılmıştır. Tayyip Erdoğan’ın Arap isyanını denetim altına alma çabası, aynı zamanda ABD sisteminin bir çabası olmaktadır.
Tayyip Erdoğan’ın Mısır, Tunus ve Libya gezilerinin iki temel amacının olduğu belirtilebilir. Birincisi, isyan ve savaşla daha yeni yönetim değişikliği yaşayan bu toplumların kontrol altına alınması. Yani “Arap baharı” denen gelişmeşlerin ABD’nin Ortadoğu stratejisine kanalize edilmesi. Nitekim Tayyip Erdoğan, gittiği her yerde “Bizim gibi olun” çağrısında bulunmuş ve AKP yönetimini model olarak göstermiştir.
İkincisi ise, Libya’daki Kaddafi yönetiminin düşüşü ardından sıranın Suriye’ye geldiğinin ilan edilmesi. Suriye’deki Beşar Esad yönetimine karşı bir Arap cephesinin oluşturulmaya çalışılması. Nitekim Mısır’daki konuşmalarında Tayyip Erdoğan’ın verdiği birinci ve en güçlü mesaj bu olmuştur. Beşar Esad’a “Sana inanmıyoruz” denerek yönetimden çekilmesi çağrısı yapılmıştır. Suriye halkı Esad yönetimini devirmeye çağrılmıştır.
ABD ile AKP’nin (yani NATO’nun) Beşar Esad yönetimini devirmeye karar verdiği anlaşılmaktadır. Gerçi NATO içinde Fransa, İtalya gibi güçlerin belli bir rahatsızlığının olduğu görülmektedir. Bu durum Libya üzerindeki mücadelede bir ölçüde açığa çıkmıştır. Suriye üzerindeki mücadelede ise daha yoğun yaşanacağı açıktır. Fakat tüm bunlara rağmen ABD yönetiminin kararlı olduğu ve Beşar Esad yönetiminden kurtulmak istediği ortadadır.
Hiç kuşkusuz ABD yönetiminin bu tutumu anlaşılırdır. Libya’da kazandığı rüzgarı sürdürmek ve Beşar Esad’ı düşürerek Arap isyanını kendi politikasına tümden kanalize etmek istemektedir. Peki AKP’nin ve TC Devletinin buradaki çıkarı nedir? AKP, Arap ülkelerinde kendi anlayışına yakın yönetimler yaratarak, Ortadoğu’da güçlü olmak istemektedir. Bu durumun AKP iktidarını güçlendirmesi kadar, Türkiye’nin NATO sistemi karşısındaki duruşunu da güçlendireceği hesabını yapmaktadır.
Dahası AKP hükümetinin, Beşar Esad yönetimine karşı terazinin diğer kefesine PKK’yi koymak istediği ve bunun çabası içinde olduğu gözlenmektedir. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün Avrupa’ya, Başbakan Tayyip Erdoğan’ın ise Amerika’ya yönelik gezilerinin en önemli amacının bu olduğu anlaşılmaktadır. ABD ve Avrupa devletleri bunu ne kadar benimser, AKP ile hangi düzeyde ittifak yapar, bu ayrı bir konudur. Ama AKP’nin plan ve hesaplarının bu olduğu açıktır.
AKP’yi böyle bir politikaya iten, daha dün “Kardeşim” dediği Beşar Esad yönetimiyle savaşır duruma gelmesine yol açan Kürt politikasıdır. Suriye’deki gelişmelerin demokratik yönde olmasından ve Kürt sorununun demokratik temelde çözülmesinden korkmaktadır. Özellikle Suriye Kürtleri içinde PKK’nin etkili olmasından korkmaktadır. Bu nedenle, Suriye politikasında etkili olarak ve ABD ile tam bir ittifak yaparak, dar anlamda PKK’nin tasfiyesini ve geniş çerçevede ise Kürtlerin etkili hale gelmesinin engellenmesini sağlamak istemektedir. AKP, eğer bunu başarırsa, o zaman İran ve KDP’yi PKK’ye karşı ittifaka daha çok zorlayacağını ve Kuzey Kürdistan’ı tümden kuşatacağını hesaplamaktadır. Kuzey’deki Kürt direnişini ezerse de, o durumda diğer parçaları kolayca etkisizleştirebileceği hesabını yapmaktadır.
Tersine Suriye’deki değişimin demokratik çerçevede olması ve Kürt sorununun demokratik temelde çözülmesi bir yandan Güney Kürdistan’ı rahatlatacağı gibi, diğer yandan da Kuzey Kürdistan’daki demokratik çözümü hızlandıracaktır. Bu da Kürt sorununun demokratik çözümü ve Kürdistan’ın demokratikleşmesi temelinde Türkiye ve Ortadoğu’nun demokratikleşmesini getirecektir.
Kürdistan üzerindeki mücadele işte bu düzeyde yoğunlaşmış, Kürtlerin önüne zorluk ve tehlikelerle birlikte çok önemli fırsat ve imkânlar çıkmıştır.
Her zaman dikkat çekiyoruz, Kürtlerin tehlikeleri önlemek ve imkânları değerlendirebilmek için iki şeye ihtiyacı vardır: Birlik ve Mücadele! Hem parçalar düzeyinde siyasal hareketlerin birliği ve bu temelde halkın bütünleşmesi, hem de Kürdistan genelindeki birlik ve ittifak bu süreçte Kürt halkının varlığı ve özgür geleceği açısından hayati önem taşımaktadır. Bu durum hem mevcut fırsat ve imkânların doğru kullanılmasına yol açacağı gibi, hem de AKP ve İran gibi güçlerin “Kürtleri bölme ve çatıştırma” hesaplarını da boşa çıkartacaktır.
Bu anlamda 17-18 Eylül günleri Amed’de yapılan “Kürdistanî Konferans”, çok önemli ve biraz da geç kalmış bir çalışmadır. Tabi sadece bir toplantı düzeyinde de kalmaması gerekir. Hızla Kürdistan’ın Kuzey parçasının demokratik birliğini ve kurumlaşmasını ortaya çıkarabilmelidir. Bu temelde örnek bir demokratik siyaset yaratarak hem Kürt toplumunu birlik ve örgütlülüğe çağırmak, hem de dışa dönük Kürt toplumunu temsil etmelidir.
Elbette atılacak bu adımlar tarihi olacaktır, fakat yeterli olmayacaktır. Bu birlik ve ittifak düzeyini Türkiye genelinde demokratik güçlerin birliğine dönüştürmek için de yoğun bir çaba içinde olması gerekir. Tüm demokratik güçlerin ortak bir çatı partisindeki ittifaklarından, tüm Türkiye toplumunun demokratik siyasete kazandırılmasına kadar bir çok tarihi görevi bu süreçte mutlaka başarmak gerekir.
Aynı birlik ve ittifak anlayışını Kürdistan’ın diğer parçalarında da hayata geçirmek önemlidir. Batı’daki birlik çalışmalarını ilerletip kalıcı kılmak, Güney’deki demokratik birliği geliştirmek, Doğu’da Kürt hareketlerini bir araya getirmek gerekir. Parçalardaki bu birlikleri Kürdistan genelindeki ulusal kongre veya konferansta birleştirmek süreç açısından artık kesin zorunluluk haline gelmiştir. Ulusal düzeyde yapılan kadın ve gençlik konferansları bu konuda hem ön açıcı ve hem de güçlü bir zemin yaratıcı konumdadır. AKP’nin oyunlarını bozmanın temel bir yolunun bu birlik anlayışını hayata geçirmek olduğu tartışmasızdır.
Kürtler için birlik siyasetinin ikiz kardeşi mücadeledir. Özellikle özgürlük ve demokrasi mücadelesinin Kuzey Kürdistan’da yoğunlaştırılmasıdır. Bunun da günümüzde iki somut hedefi vardır: Birincisi demokratik özerkliğin inşası, ikincisi Önder Abdullah Öcalan’ın özgürlüğünün sağlanmasıdır. Bu iki hedef için mücadele, günümüzde Kürtler açısından bir varlık ve özgürlük mücadelesidir, onur ve insanlık mücadelesidir. Selam olsun bu kutsal tarihi mücadeleyi başarıyla yürütenlere!..
Selahattin ERDEM
- Ayrıntılar
Türkiye Cumhuriyeti tarihinde sivillerin birden bire uzman asker kesildiklerini çok kez görmüşüzdür. Sivil irade olarak başka bir halka ya da devlete karşı savaş açmanın kararının –ahlaki olmasa da-siyasi iradeye ait olmasına herhalde bir şey denilmez. Lakin bizim söylediğimiz başka bir şeydir.
Siyasetçiler savaş kararını vermeden öteye general kesiliyorlar. Askerlikte her general elbette çok savaş yürütmüş anlamına gelmez. Bunun için önemli savaşları üst üste kazananlara Mareşal denilirdi. İşte Türkiye Cumhuriyeti devletinin birçok siyasetçisi hele de birde bunlar hükümet olmuşlarsa düpedüz Mareşal kesiliyorlar.
Son zamanlarda Akepe hükümetinin neredeyse tüm bakanları Mareşal olmuşlardır. Ne var ki bir ülkede bu kadar mareşal olmaz ki! Bunun için biz yeni genelkurmay başkanı Erdoğan olsun dedik, Cemil Çiçek Kara kuvvetler Komutanı, Atalay Jandarma genel komutanı, Hüseyin Çelik 2. Ordu Komutanı, Bülent Arınç Hava kuvvetler komutanı ve Akepe’nin diğer kimi kurmayı ise diğer orduların, kışlaların, özel birliklerin derken zaten emniyet müdürlüklerine önemli oranda özel ve psikolojik savaşı bilen bilmeyen bir sürü Akepe kurmayı transfer edilmişlerdir. Akepe’nin diğer önemli yazar çizer kurmayları ise medyada çoktandır kılıçları kuşanmış ve savaşın stratejilerini ve taktiklerini harıl harıl yazmaya başlamışlardır.
Tuhaftır ama 28 Şubat olaylarında İslamilere karşı ordunun yanında kılıç kuşananların halen özeleştiri seansları bitmemişken, kimisinin yargılanması sürerken bu kez de ordu medyacılarından daha ham, daha çiğ, daha faşizan, daha saldırgan, daha vahşi, daha anti insani, daha soykırımcı bir dil ve zihniyetle yandaş medya diye bilinenler özel savaşın ve savaş kışkırtıcılığının hiç bir zamanda görülmediğini hayata geçirmiş ve kendilerince atağa geçmişlerdir.
“PKK’ye darbe, kuşatıldılar, tam saha pres, dört koldan tasfiye edilecekler, şimdiden bittiler, çember daraldı, dağları terk edin, bu kez kökten hal oldular” gibi onlarca daha böyle benzeri sözleri asker üniforması giymiş hatta mareşal politikacılar sarf etmişlerdir.
Beşir Atalay “Tam Saha Pres” diyor. Belli ki futbol oynamış ama belli ki futbolun bir spor olduğunu unutmuş ve savaşın hem de gerillaya karşı yürütülen savaşın karakterinin başka olduğunu karıştırmıştır.
Şimdi bir iki şeyde biz söyleyelim. Tam saha yaygın gerillaya geçmek nedir bilir misiniz? Biz kuzeyde az sayıda tim, daha çok takım ve birlik hareketi yapıyoruz. Timler bizde sayısal olarak değişiyor. Medya Savunma Alanlarımızda ise daha büyük güçlerle üsleniyoruz. Zap ve Kandil operasyonunda görüldüğü gibi Alan tutuyoruz ve herhangi bir işgal gücünün bu alanlarına girmesine izin vermiyoruz. En çok yarı hareketli oluyoruz. Gerillamızın önüne konulan görev gereği böyle üsleniyor ve böyle hareket ediyoruz.
TC devleti 17 Ağustos’ta bu yana hava saldırıları yapıyor, top saldırıları aralıksız sürüyor. Şimdi de “tam saha pres” yaparak gerilla üslenme sahalarımıza kara operasyonu yapacaklarını söylüyorlar. Birileri de bozuk ve kırık Türkçesiyle “kara operasyonu yapılabilir, her an” diyor. Ve birileri “dört koldan kuşatıldılar ve Çakurna’ya üs kuracağız” diyor.
Ne de olsa bu sözleri sarf edenlerin tümü sömürgeci. Ve çoğu sömürge valisi, sömürge bakanı. Bunun için de Kürdistan onların babalarının çiftliği, ve kültürel yayılmalarının poligonu. Sömürgecilerin karakterlerini biz sadece Kürdistan’da yaptıklarıyla bilmiyoruz. Başka halklara karşı sömürge valilerin ve sömürgecilerinin yaptıklarını okumuş ve görmüşüzdür. Bunun için sömürgecilerin ve işgalcilerin söylediklerine kafamız takılmaz. İstediklerini söylesinler. Ne de olsa ağızları torba değil ki kapatalım ve dikelim.
Ama bizim de dediğimiz gibi söyleyeceklerimiz vardır ve bunları biz kısa bir iki cümleyle dile getirelim. Binlerce gerillamızı -özelde de güneydeki güçlerimizi -biz tim hareketine geçirirsek ve bunların yönünü kuzey ve kuzey batıya yönlendirirsek ne olur acaba? Daha somut olarak on yıllardır dağlarda yaşayan, gerillacılık ve komutanlık yapan yüzlerce gerillamızı bu timlerin başlarına verecek olursak acaba ne olur? Bir müddetliğine başka kimi ideolojik, kültürel, sosyal, ekolojik, basın, eğitim çalışmalarımızı durdurursak ve bu tecrübeli komutanlarımızı kuzeye ve kuzey batıya yani Akdeniz’e, Ege’ye, Marmara’ya, Karadeniz’in bu kez en batısına, İç Anadolu’ya derken Türkiye içlerine 4-5 kişilik timler halinde gönderirsek, birde bunları otonom guruplar olarak örgütleyip harekete geçirirsek acaba sonuçları ne olur diye düşünen var mı?
Biz Türkiye’de Kürt sorununu uzun yıllardır demokrasinin uzlaşı diliyle çözmek istediğimiz için bu Tam Saha Yaygın Gerillayı bugüne kadar pratize etmedik. Ağırlıklı ülkemizde kaldık ve ara sıra işin ciddiyetini göstermek için Karadeniz ve Akdeniz hattında bir iki girişim yaptık. Ama Demokratik çözüm yerine illa askeri faşizan dil çözüm seçeneği olarak önümüze konuluyorsa bizim de yapacağımız Tam Saha Yaygın Gerilla olacaktır. Tam Saha Yaygın Gerilla için öce Kürdistan gençlerini dağlara çağırıyoruz. Ve tabi Türkiye’nin aydın, demokrat ve genç yüreklerini de bu mücadelede faşizme hem de faşizmin yeşiline karşı durmaya çağırıyoruz.
Tam Saha Yaygın Gerilla için düğmeye basacak olursak olacakları şimdi o Mareşaller, o yeşil faşizme teslim olmuş yazarçizerler, sahte stratejist merkezleri araştırsın.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
12 Eylül faşist-askeri darbesinin otuzikinci yılına giriyoruz. Bu yıl dönümünde tepki ve protestolar yaygın olsa da, halâ ne darbeyi ne de darbecileri yargılayabilmiş değiliz. Herhalde otuzbir yıllık süre içinde faşist-askeri darbesini yargılayıp mahkum edememiş tek toplum ve ülke biziz.
Gerçi geçen yıldan beri AKP hükümeti sözde 12 Eylül’ü yargılıyor gibi görünüyor. Fakat gerçekten yargılıyor mu, yoksa tarih karşısında meşrulaştırmaya mı çalışıyor, pek belli değil. Daha çok kendi hükümetine karşı planlanıp da yapılamamış olan darbeleri yargılamaya çalışıyor. Bizim farkımız da işte bu: Hükümetlerimiz başarılı olan darbeleri yargılayamazlar, ancak başarılı olamayan darbeleri yargılayabilirler.
Peki 12 Eylül faşist-askeri darbesi yargılanmadan ülkemiz demokratikleşebilir mi? Hayır, bu asla gerçekleşemez. Böyle bir durumda gerçekleşene “12 Eylül demokrasisi” veya “Cunta demokrasisi’ denebilir ancak. Bunun da demokrasi değil, bir “Ucube” olacağı açıktır. Nitekim AKP’nin ülkemizde yarattığı da işte böyle bir ucubedir.
AKP ucubeliği yada AKP’nin yarattığı Türkiye portesi bununla da sınırlı değil. Örneğin bunun bir de dış ilişki veya diplomatik boyutu var. Başbakan Tayip Erdoğan 12 Eylül günü Mısır, Tunus ve Libya gezisine çıkıyor. Nedense 12 Eylül günü böyle belirgin işler yapmayı pek seviyor! Geçen yıl 12 Eylül’de anayasa değişikli referandumu yapmıştı. Bu yıl da tarihi Kuzey Afrika gezisine çıkıyor.
“Ne var bunda, Türkiye’nin başbakanıdır, istediği yere gider” denebilir. Evet doğrudur, istediği yere gidebilir. Fakat hangi yüzle? Bir yere giderken her halde biraz politik tutarlılık gerekir. Daha dün Hüsnü Mübarek, Muammer Kaddafi rejimleri AKP’nin “Kardeş rejimleri” idi. Tayyip Erdoğan ve Abdullah Gül bu yönetimlerden ödül almaktan pek memnun kalıyordu. Ahmet Davutoğlu yönetimi Ortadoğu’da “Sıfır problem” diplomasisi yürütüyordu. Tayyip Erdoğan neredeyse kendini “İslam lideri” olarak görüyordu.
Sonra birden durum değişti. ABD ve NATO’nun Libya’ya savaş ilân edeceği anlaşılınca AKP’nin politikalarında da değişiklik oldu. Bir anda AKP Türkiyesi “Kardeş yönetimlere” karşı savaşın karargahı haline geliverdi. Sonuçta en son Kaddafi rejimi de düştü. Beşar Esat yönetimine karşı savaşın karargahı olamaya ise devam ediliyor.
Şimdi Başbakan Tayyip Erdoğan sözkonusu Arap ülkelerine işte bu gelişmeler ardından gidiyor. Dün Mübarek ve Kaddafi yönetimleriyle kardeşti, bugün de onları yıkan yönetimlerle kardeş! Dün Mübarek ve Kaddafi ile kucaklaşıyordu, bugün de onları yıkanlarla!
Tayyip Erdoğan’ın bu ülkerlere gidişte neden bu kadar acele ettiği ise bir sır. Acaba yaşadığı tutarsızlığı maskelemek mi istiyor? Yoksa Arap ülkelerinin denetimden çıkmasını, demokratikleşmesini engellemeye mi çalışıyor? Bozulan ilişkiler sonucunda İsrail’i buralardan tehdit etmeyi mi düşünüyor? Yoksa Mısır, Tunus ve Libya’nın yeni yönetimlerinin “PKK ile ilişki kurabilecekleri”nden endişelenip de bunu önleme kaygısını mı güdüyor?
Belkide bunların hepsidir. Fakat Kuzey Afrika’ya gider ve İsrail ile atışırken Başbakan Tayyip Erdoğan’ın akılında hep “PKK ile savaş” olduğu netçe anlaşılıyor. Çünkü İsrail’i suçlarken en güçlü argüman olarak “Tamirdeki heronların geri gönderilmemiş olmasını” kullanıyor. Heronların da PKK savaşın da iş yaptığını herkes biliyor.
AKP yönetimi altında Türkiye ne garip bir ülke haline geldi! Sözde herkese karşı barış politikası izler ve akıl hocalığı yaparken, bir anda kendini herkesle savaş içinde buldu. Eski Arap yönetimlerine karşı savaşan NATO’nun harekât karargahı! İsrail ile diplomatik savaş ya da söz düellosu askeri çatışmaya dönüştü dönüşecek! Son yılların yakın dostu İran ile “Füze kalkanı projesi” ardından gelinen savaş noktası! Ve tabi en önemlisi PKK ile savaş!
AKP hükümeti “Teröre karşı mücadele” adı altında yürüttüğü “Kürt savaşını” sadece Türkiye sınırları içinde de yürütmüyor; Suriye, Irak ve İran içinde bütünlüklü yürütüyor. “PKK’yi etkisizleştireceğim” adı altında Suriye, Irak ve İran’daki Kürt politikalarını da yönetmeye çalışıyor. Ortadoğu yeniden yapılanırken “Acaba Kürtleri nasıl statüsüz bırakırım” kaygısı ve arayışı içinde hareket ediyor.
Ülke ve toplum olarak esas portemiz, AKP’nin yürüttüğü bu “Kürt savaşı”nda açığa çıkıyor. Şimdi işler çıkmaza girince bazı köşe yazarlarımız utangaç bir üslupla da olsa AKP’yi eleştirmeye çalışıyorlar. Böylelerine ‘”Şimdiye kadar neredeydiniz?” diye sormak gerekiyor. AKP toplumumuzu adım adım bu iç çatışmaya götürürken, neredeyse medyanın tamama yakını PKK’yi eleştirmek ve AKP’yi övmekle meşguldü! Başbakan Tayip Erdağan’ın “Medyadan destek bekliyoruz” talimatı ardından tüm medya psikolojik savaş organı haline geldi. Sözde en çok AKP karşıtı olan ve AKP’yi eleştirmek isteyen bile, söze başlarken “PKK’nin terörü zaten tasvip edilemez” diyerek giriş yapıyordu. Halbuki medya tutarlı davransa, biraz demokratik tutum gösterse, psikolojik savaşa bu denli angaje olmasaydı, o zaman AKP ülkemizi böyle dört yandan karma karışık bir savaşın içine sürükleyemezdi.
Demekki gelinen bu noktadan herkes sorumlu. Kimisi ülkemizi bu noktaya getirendir. Kimisi kraldan daha kralcı bir tavırla yardakçılık yapandır. Kimisi gerçeği gördüğü halde görmezden gelen ve ses çıkarmayandır. “En iyiyim” diyen de AKP faşizmine karşı yeterli mücadele etmeyen veya edemeyendir.
Dikkat edilirse, toplum olarak neredeyse tanınmaz haldeyiz. Hiç kimse kendini tutarlı demokrasi çizgisinde izah edebilecek, portesini çizebilecek durumda değil. Peki bu neden böyle? İşin içinde Kürt sorunu olduğu için, Kürtlere karşı sömürgeciliği de aşan bir kültürel soykırım politikası izlendiği için böyledir. Eğer Kürt sorunu işin içinde olmasa, o zaman toplumumuz böyle tanınmaz halde olmaz, AKP de böyle faşist bir politika izleyemez.
Öyle yapılmaya kalkılsa herkesin gerçek yüzü hemen açığa çıkar. O durumda ne “demokratlık” adına AKP faşizm uygulayabilir, ne de “solculuk” adına AKP yardakçılığı yapılabilir. Bunları “görünmez”, her kesimi “tanınmaz” kılan Kürtler üzerindeki kültürel soykırım ve bunun yarattığı şoven milliyetçiliktir.
Bu noktada kendini tanıyamayanlara, eğer isterlerse kendilerini tanımada yardımcı olacağı düşüncesiyle Albert Memmi’nin “Sömürgecinin Portesi Sömürgeleştirilenin Portesi” kitabını okumalarını öneriyoruz. Gerçi kitap yirminci yüzyılın ortalarında yazılmış, fakat yinede sömürgeci tutumda ısrar edenler için öğreticidir. Yine Tunus ve diğer Arap ülkelerindeki sömürgecilikle Kürtlere uygulanan kültürel soykırım çok farklıdır. Fakat böyle olsa da kitaptan edinilecek ders çoktur.
Söz konusu kitabı en başta AKP yöneticilerinin okumasında çok yarar vardır. Okumalıdırlar ki, “Neron kompleksi”nin ne demek olduğunu öğrensinler ve her birinin Kürtler karşısında giderek nasıl Nneronlaştıklarını iyi görsünler! Tabi en çok da Başbakan Tayyip Erdoğan gerçeğini iyi tanıyabilsinler!
Kitabı kendine solcu, liberal, demokrat diyenlerinde okumalarında, eğer okumuşlarsa bu süreçte bir kez daha okumalarında yarar vardır. Eğer okurlarsa, o zaman “PKK’nin ve Kürtlerin niçin böyle yaptığını” biraz daha iyi anlayacaklardır. Aynı zamanda “Kürtlere akıl verme” tutumunun nerden kaynaklandığını iyi görecekler ve “Solcu sömürgeci” duruşunu biraz aşabileceklerdir.
Tabi söz konusu kitabı Kürtlerin ve özellikle gençlerin okumasında da yarar vardır. Hem de kendisini en özgürlükçü ve mücadele görevini başarıyla yapıyor sananlar en başta okumalıdırlar. Okumalılar ki, “Tüm yük üzerimize kalmış” ve “Biz iyi durumdayız” yanılgılarını aşabilsinler. Vücudu ve ruhu sakatlanmış Kürt halk gerçeğini, ilgi ve duygu yitimini yaşayan insan gerçeğini iyi anlayabilsin ve bu durumdan kendilerini radikal olarak kurtarabilsinler!
İşte o zaman her birimiz gerçek portemizi daha iyi tanır ve kişilik devrimimizi daha doğru ve tam yaparız. İnsanlar ve toplum kendini tanıyıp doğruya ulaştıkça da AKP’nin ucube yönetimi ve çağdışı faşizmi aşılıp gider.
Adil BAYRAM
Özgür Gündem
- Ayrıntılar
Bugün 12 Eylül 1980 faşist rejiminin yıldönümünüdür. 12 Eylül faşist cuntasını her yıl ele alıp değerlendiririz. Türkiye halkları açısından ortaya çıkardığı büyük yaraları, onarılmaz tahribatları ve tabii ki bir de kurumsallaştırdığı faşizmi de hep birlikte değerlendiririz. 12 Eylül cuntasını değerlendirdikçe insanlık karşıtı nasıl faşizan bir eylem olduğunu hep birlikte söyleriz. Ve bugün Türkiye ve dünyada -az sayıda insan dışında- 12 Eylülü lanetlemeyen yoktur. Herkes halkların bağrına uluslar arası küresel güçlerin eliyle saplanan bu uğursuz, melun faşizan hareketten çok çekmiştir.
Tuhaf gelebilir ama Türkeş bile bu cuntadan çekmiştir. Öyle ki zindana atıldıktan sonra “fikirlerimiz iktidarda ancak biz içerdeyiz” manasında söylemlerle şaşkınlığını saklayamamıştır. Halbuki Alparslan Türkeş 1950’lerde Amerika’ya giderek Florida’da özel eğitim almış bir amerikancıdır. Nasıl eğitilip gönderildiğinin hikayesini bilmeyen yoktur. Ama dediğimiz gibi buna rağmen 12 Eylül cuntası yaşandığında Türkeş bile içeriye alınmıştır. Malum, sonrada geliştirilecek olan; Kenan Evren’in deyimiyle; “bir solcu almışsak, bir de sağcı aldık” cümlesi ile “herkese aynı ölçüde yaklaştık,” esasta ortaya çıkarılmak ve de bölgeye yapılmak istenen müdahalenin üstünü örtmek için yapıldığını bugün daha iyi anlaşılıyor.
Çokça askerlerin laik oldukları, İslam karşıtlıkları olduğu söylenir. Sanıldığının ve söylendiğinin tersine Türkiye’de ılımlı İslam hareketlerini en çok geliştiren hareket 12 Eylül cuntasıdır. Türkiye’de en çok kuran kurslarını açan, imam hatip okullarını açan, din görevlerini hem de kendi dokunulmaz diye belirlediği anayasa maddelerine söz verdirterek görevlendiren yine 12 Eylül faşist cuntasıdır.
12 Eylül cuntası başa geldiğinde Fettulah Gülen’in sözlerini hatırlatmak bile söylenmek istenenleri açıkça gözler önüne serer. 12 Eylül faşist cuntasını 1980 yılında başa gelmesine dönük Fettullah Gülen Sızıntı dergisinde “Karakol” başlıklı yazısında methiyeler düzmektedir.
“Millet teknesi, sağa sola yalpa yapan bir vapur gibi, batması her an. Dillerde bin bir yabancı türkü, dudaklarda bin bir öldürücü şarap…Kimi erotizmle sarhoş, kimi libido ile kimi existansiyalizmden medet umuyor, kimi hezeyan felsefesine dilbeste… Tatmin edilememiş, doyurulamamış ve hatta terkedilmiş bir neslin, çeşitli kamplara ayrılması ve birbirini kıran kırana öldürmesi gayet normal değil mi? Bu güne kadar onun iç inkırazını sezebildik mi? Onu soysuzlaştıran sebeplere inebildik mi? Halbuki, ona canavarlık öğreten tiranlar karşısında, siyanet meleği gibi onun yanında olmalı değil miydik…Yıllardan beri, bin bir saldırı ile rehnedar olmuş bir bünye, böyle hemen bir mualece ile iyi edilemeyeceği de muhakkaktı. Daha köklü ve daha gönülden bir hareket gerekliydi ki, milli bünyeyi kemiren yıllanmış seretanlar (kanser) bertaraf edilebilsin. Ve işte şimdi, bin bir ümit ve sevinç içinde, asırlık bekleyişin tuluû saydığımız, bu son dirilişi, son karakolun varlık ve bekasına alamet sayıyor; ümidimizin tükendiği yerde, Hızır gibi imdadımıza yetişen Mehmetçiğe bir kere daha selam duruyoruz… Sahnenin bu rengârenk aldatıcılığı, ortalığı inleten valsin korkunç uyutuculuğu ve kostümün göz bağlayıcılığı karşısında, oynanan oyunun gerçek yüz ve vahşetini ilk sezen, son karakolun kahraman bekçileri oldu. Bu sezme, ümit dünyamızda yeniden kendimize gelmemizi ve kendi kendimizi idrak etmemizi temin etti. Aslında buna bir sezme demek de uygun değildir. Bu, düşmanı kıskıvrak yakalama ve bir zaferdir. İçtimâî bünyenin, haricî bir kısım erâciften temizlenme, arındırılma ve aslına ircâ zaferi. Bu zafer, kendinden ümit edilenleri getirdiği takdirde, Türk’ün zaferler hanesinde en muallâ yeri işgal edecektir. Böyle bir ilk tefahhüs ve sezişe, başka bir yazımızda selam durulmuş ve gaziler ocağının yiğit eri Mehmetçiğe teşekkürler sunulmuştu” diye yazacaktır. Evet, “Aslında buna bir sezme demek de uygun değildir. Bu, düşmanı kıskıvrak yakalama ve bir zaferdir. İçtimâî bünyenin, haricî bir kısım erâciften temizlenme, arındırılma ve aslına ircâ zaferi. Bu zafer, kendinden ümit edilenleri getirdiği takdirde, Türk’ün zaferler hanesinde en muallâ yeri işgal edecektir. Böyle bir ilk tefahhüs ve sezişe, başka bir yazımızda selam durulmuş ve gaziler ocağının yiğit eri Mehmetçiğe teşekkürler sunulmuştu” diye söylüyor Fettullah Gülen 12 Eylül cuntasına ve ne kadar minnettar olduğunun altını özenle çiziyor.
Söylemek istediğimiz Akepe ya da Fettullah Gülen çevrelerinin anti militarist olmadıklarıdır, anti 12 Eylülcü olmadıklarıdır. Tersine cuntacı olduklarıdır. Ve cuntacılar tarafından özenle geliştirildikleridir. Birileri diyecektir ki 12 Eylül cuntası geldi ve bir nevi mecburen ayakta kalabilmek için Fettullah Hoca cuntacılara methiyeler düzmüştür. Ancak öyle olmadığını 12 Eylül 1980 cuntası öncesinden Fettullah Hocanın 1979 yılında Sızıntı dergisinde “Asker” başlıklı yazısında ise: “Her milletin tarihinde askeri bir tepe varlıktır... Bir de anadan doğma asker-millet vardır. O, asker doğar, askerlik türkülerinden ninniler dinler ve asker olarak ölür. Âşıktır askerliğe, serhat boylarına, akına ve kavgaya... Onun süngüsü, yüz defa iniltimizi dindirdi ve ateşimize su serpti. Yakın tarihimizde dahi kaç defa onda mazinin tebessüm eden çehresini ve yıldırımlaşan celadetini gördük... Eğer, atik davranıp da yıllardan beri hazırlanan karanlık emellerin önüne geçilmeseydi, bütün bir millet olarak inkisar içinde ağlamadan başka çaremiz kalmayacaktı. Tuğa selam, sancağa selam ve ölçülerimiz içinde onu tutan yüce başa binlerce selam...” diyerek ne kadar militarist, milliyetçi ve ırkçı olduğunu gösteriyor.
Fettullah Gülen’den Akepe’ye giden yol ise zaten biliniyor. Bunlar yetmiyor ise Akepe’lilerin bugün 12 Eylül 1980 anayasasına faşist generallerden daha ileri düzeyde savunduklarına ve sarıldıklarına bakmamız yeterlidir.
Kasım Engin
- Ayrıntılar