Önderliğimizin 4 Nisanla doğuşu, doğuşu demokratik kurtuluş ve özgür yaşamı inşa etme doğuşudur.
Doğuş, var oluşa başlangıçtır. Sancılıdır ve bu sancı var olmanın nedenli zor olduğuna işaret eder.
Var olmak sancıyla başlar, zorludur ama anlamı, çeşitlilik ve farklılığı yaratanda bu sancılı var oluş biçimidir. Birey ve toplum yaşamı açısından fiziki doğuşu, aynı zamandaobireyin anlam yaratmaya doğuşu olarak da anlayabiliriz. Tabi o birey ve toplumun doğduktan sonraki anlam birikimini ve hakikat mücadelesini ne kadar yürüttüğüne bağlı olarak, anlamlı yada anlamsız bir doğuş olduğu açığa çıkar.
Başkan APO’nun 4 Nisan’da doğuşu ve bu doğuşun kutsal bir anlamla kutlanışı, işte bu anlam yükü ve hakikat yaratımı ile bağlantılıdır. Önderliğimizin doğuşu ve yaşamını doğuş içinde doğuşlar olarak tanımlamakmümkündür.Önderlik anlam ve hakikat yitimine uğrayan,aşksızlaşan yaşamı kendinden başlayarak bireyde ve toplumda yeniden yeniden doğurandır.
Önderlik, yaşamı özgürlük anlamı ve hakikati ile yeniden doğurandır. Fiziki doğuştan, manevi özgürlüksel doğuşlar yaratmaya doğru çok kutsal bir yol açandır. İşte bu yolda ilk doğum sancısı gibi zorludur. Çünkü burada söz konusu olan sadece fiziki varoluş değildir, toplumsal ve bilimsel varoluştur. Ki gerek kapitalist modernitenin birey ve topluma karşı korkunç savaşımına, gerekse de Kürt insanın çağımızdaki bitirilişliğine, her türlü soykırım politikasıyla tükenmişliğine karşı ancak böyle zorlu ve sancılı bir varoluş mücadelesini vererek karşı konulabilir, daha da önemlisi bu mücadele sürecine süreklileştirilebilirdi. Fakat bu da sancılı, zorlu yaşamak anlamına gelir. Zaten Önderliğimizin büyüklüğü de buradan geliyor. Fakat bu zorluklarla, sancılarla, zorluklarla yaşamayı göze almakta, hatta bundan zevk duyarak yaşamasını bilendir. Fiziki olarak Üveyş anadan doğan Önderliğimiz, yaşamı kavramaya başladıktan sonra, hep yeni doğumlar yapmaya çalışmıştır. Aslında yeni doğumlara cesaret etmesinin altında, kendisini doğuran ananın doğurmaktan kaynaklı çocuk üzerinde hak iddia etmesine karşı verdiği amansız mücadele vardır. İnsan yaşamı birilerinin üzerinde hak iddia etmesi ile, tahakküm kurmasıyla yaşanılamaz! İlk isyan doğuşla birlikte açığa çıkan varlığın, bu varoluş biçimine karşı geliştirdiği isyandır. Önderliğimizin çocukluğunda geliştirdiği isyanlar, geliştirdiği ilişkiler, hep en iyisini ve en doğrusunu gerçekleştirme arayışı, özünde buradan kaynağını alıyor. Ve sadece çocukluğu değil, daha sonraki arayışlar ve aşamalar hep aynı kaynaktan besleniyor. Hiç bozulmadan, yaşanmadan.
“çocukluğuma hiç ihanet etmedim” demesi, bir hakikat inşasını ifade eder. Gerçekten de ilk doğuş ve varlığın çocukluk aşaması, doğuşun, yani varlığın özüdür, tohumudur. Saftır, bozulmamıştır, yalansızdır, bu nedenle de güzeldir, özgürdür ve aşklıdır. Önderliğimiz’in çocukluğuna hiç ihanet etmemesi, toplum kırımı, soykırımı, kadın kırımını, çocuk kırımını yaratan kapitalist sisteme, yine Ortadoğu’nun merkezi uygarlık sistemine teslim olmaması, hep zor oluş biçimine, çocukluğuna bağlı kalmasından kaynaklıdır. İlk sürekli bir manevi doğuşu, yeniden doğuşları gerçekleştirmesi de bu ilk doğuş karakterinden, özünü yitirmemesinden, hep bu özü ve karakteri sürekli büyütmesinden kaynaklıdır.
İlk isyandan PKK isyanına kadar, günümüze kadar Önderliğimiz’in temel isyan gerekçesi, insanın ve toplumun varoluş özüne-biçimine aykırı olan egemen sistem, onun yaratmış olduğu yaşam ve ilişki biçimi olmuştur. Fiziki doğuştan, özgürlükçü manevi doğuşlar yaratmanın diyalektiği buradadır. Bu diyalektik inkâr edilen, yok sayılan Kürdü ve Kürdistan’ı yeniden diriltti ve bugün Kürt halkı mücadele ve örgütlü gücü her gününü ve her mekânını bir bayram şenliğinde kutlar gibi yaşıyor.
4 Nisanla birlikte fiziksel birinci doğuş, PKK mücadelesinin geliştirilmesi ile birlikte ikinci doğuş, İmralı süreci ile birlikte de üçüncü doğuş olarak da ifadelendirdi Önderliğimiz kendi yaşamla mücadele sürecini. Bu tanımlamada da görüyoruz ki, Önderlik varoluş süreçlerini ve var olmanın gerçekleşme biçimini hem birbirinden koparmıyor ve hem de özünü koruyarak geliştiren bir diyalektikle ele alıyor. İkinci doğuşta birinci doğuşa verilen anlamı bir örgütle isyana, mücadeleye dönüşmesinin, üçüncü doğuşta ise isyanın bir özgür yaşamını inşa etmeye dönüşmesine tanık oluyoruz. Dikkat edersek hep bir doğuş var, ama özgür ve eşit de var olmanın savaşımı temelinde bir doğuş var. Kendi doğasını, özünü, birey ve toplum olma özünü yaratma ve bunu savunma temelinde bir doğuş, varoluş var.
Önderliğimizin fiziki doğuş gününü kutlaması, tabi ki her şeyden önce Önderliğimizin doğuşa verdiği anlamı çözümleyerek, doğru bir temelde gerçekleşebilir. Çünkü Önderliğimizin yaşamı şunu ispatlamıştır; doğuş ve varoluş bir isyandır, bir yapılanmadır, inşa etmedir. Var oluşu aşma ve yeniden yapılandırma gibi esası vardır, birey de bu esasa göre yaşayabilmelidir. Yaşam bu esas göre ise insan evrenle, doğayla, toplumla ve kendisiyle uyumlu olunabilir. Aksi takdirde doğuşun, var olmanın sancılarını, bunun yarattığı anlamları çözmeden bir yaşayış, insanca bir yaşayış değildir. Nitekim özellikle de kapitalizmin insanlığa karşı yürüttüğü savaş, yaşam diye sunduğu gerçek dışılık her şeyden önce ilk doğuşları anlamsızlaştırılması, çarpıtılması temelinde gerçekleştirilmesidir. Acımasız egemen savaşların, cinayetlerin, katliamların, doğayı hiç vicdanı sızlamadan katletmeleri, yaşamı yaratan kadınların sürekli cinayetlerekurban edilmesinin, varoluşun kansız aşaması olan çocukların her türlü fırsatta ele geçirilmesinin nedenini de kapitalizmin bu varoluşa karşı düşmanlığıdır.
4 Nisan’da da Önderliğimizin fiziki doğuşunun ardından gerçekleştirdiği isyan ve özgür yaşamı inşa etme doğuşlarını, bu manada egemen sisteme, erkek egemenlik sistemine karşı en büyük hakikati ifade ettiğini görüyoruz. İçinde olduğumuz süreç ve gelişmeler, bize bu doğruyu en çarpıcı biçimlerde göstermektedir. Başkan Apo’nun doğuşuyla bir halkın doğuşu, kadınların doğuşu, çocukların doğuşu yeniden ve özgürce gerçekleşmesidir. Bu nedenle kadın, erkek, çocuk, genç, yaşlı, Türk, Kürt, Arap, Ermeni, Alman, Önderliği tanıyan, anlayan herkes bu doğuşun sancısını ve neşesini, coşkusunu, heyecanını yaşıyor. Evet, bugün Kürdistan halkında bayram havası, neşesi var. Çünkü Kürdistan’da özgür ve eşit yaşamın doğuş sistemi inşa olurken, tüm Ortadoğu halklarının kadınlarına çok büyük bir model örnek olmaktadır. Kürtler bunun sevincini ve gururunu yaşıyorlar.
Önderliğimiz üçüncü doğuşunu gerçekleştirdiği İmralı mekânını aşmıştır ki, esaret altında olsa da ne kadar özgür ve doğurgan olduğunu bir kez daha ispatlamıştır. Özgürlük temelli doğuşlar zamanının ve mekânını da aşan bir özelliğe sahiptir. Önderliğimiz’de üçüncü doğuşu özgürlük sistemini inşa etme temelinde gerçekleştirerek zamanı ve mekânı aşmıştır. Bu gün Ortadoğu ve dünyaya damgasını vuran ideolojik, politik, örgüt ve ahlak bütünlüğü olduğunu net olarak herkese göstermiştir. Bu yanıyla Önderliğimiz zaten özgürdür. Tabiî ki bu bizim için yeterli olamaz. Önderliğimiz’in İmralı esaretinden kurtulması, toplumuyla, örgütüyle, gerillasıyla, özgür Kürdistan topraklarıyla, doğasıyla bir olması hepimizin en büyük hedefi, yaşam ve mücadele görevidir. Bu görev Ortadoğu’da, Kürdistan’da yaşamı onurlandırma ve kutsama gibi anlama da sahiptir.
Bu nedenle bu 4 Nisan’da Önderliğimiz’in doğum gününü kutlarken, Önderliğimiz’in İmralı’da ki doğuşu olan demokratik ve özgür yaşam doğuşunu da kutluyoruz. Biliyor ve inanıyoruz ki bu doğuşun anlamına denk ilk kutlamayla özgürlük bizimle olacaktır. Ve yine biliyoruz ki, böyle bir bilinçle hareket ettiğimiz oranda başaracağız, başardıkça da 4 Nisanlarda Önderliğimizle birlikte ağaç dikeceğiz…
Çiğdem Doğu
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna
1. 2 Nisan tarihinde öğleden sonra işgalci TC ordusuna ait insansız hava araçları Amed'e bağlı Şehit Kendal ve Şehit Serxwebun alanları üzerinde yoğun keşif uçuşu gerçekleştirmiştir. Bu uçuşlar 3 Nisan sabahına kadar devam etmiştir.
- Ayrıntılar
Şehitlerimiz hakkında anlamlı bir değerlendirme yapabiliriz. Her şey bizi şehitleri gerçek yaşayan değerler haline getirmeye zorluyor. Onların kesinleştirdiği değerlere derin bir kavrayışla yaklaşmak kadar onu keskin bir uygulama gücü haline getirmesini de bilmemiz gerekir. Ancak o zaman onlara ulaştığımızı, onları temsil ettiğimizi söyleyebiliriz.
Özgürlük şehitlerimizin özgünlüğünü yaşamlarıyla, hangi zaman ve zeminde hangi yaşam gerçekleriyle ortaya çıktıklarını tespit etmek önemlidir. Bununla da yetinmemek gerekir. Onlara bağlı olmak, onları olduğu gibi, yaşamın düzeyine nasıl getireceğimizi bilmemizle yakından bağlantılıdır. Bu aynı zamanda bütün Parti faaliyetlerimizin en soylu özetlenmesidir de.
PKK şehitlerinin herhangi bir hareketin değerlerinden farklı olduğunu, hem de bir çok yönden farklı bir anlam içerdiğini biliyoruz. İnsanlar mutlaka günü geldiğinde ölürler. Hepsine şehit denilmez. Oysa direniş şehitlerimiz gelişmenin gerçek sahibidirler. İnsanlar çok çeşitli amaçlar doğrultusunda, kızgın savaşlar içinde ölürler. Herkes onlara değişik ölçülerde şehitlik mertebesi verir, yüceltme sıfatları yakıştırır. Bu hareketlerin sınıf ve ulus temeli, ideolojik politik gerekçeleri ve hangi aşamada gerçekleştirildikleri göz önüne alınarak böyle yüceltme sıfatları belirlenir. Hepsinde temel bir özellik olarak karşımıza çıkan, davanın ciddiyetinin sembolü olmalarıdır. Amaçlarının ciddi ve güçlülüğü, insanların en değerli varlıkları olan canlarını adayabilecek kadar bir öneme haiz olduklarını kanıtlıyor.
Mertebeleri o hareketin içinden geçtiği sürecin amansız zorlukları, iniş ve çıkış dönemlerini başarıyla aşmak için gösterilmesi gereken çabanın büyüklüğüyle bağlantılıdır. O çabanın sergilendiği dönemlerde gerçekleşen mertebelenme söz konusudur. Tarihe baktığımızda bütün soylu dinlerin, inançların, yine insana özgü önemli tüm çıkışların öncüleri kahramanca adlara layık olduğu gibi, kendini ilk feda edenleri de büyük şehitlerdir. Böylesi önemli bütün çıkışlar kahramanca bir yürüyüşü getirir. Bunun da en önde yürüyenlerin kanı pahasına olmadan zafere erişemiyor.
Şehitler önemli bütün yürüyüşler, çıkışlar uğrunda gerçekleştirdikleri amaca bağlı olarak kendi kişiliklerini öne çıkarırlar. Onlar ilk cesareti, ilk büyük fedakârlığı gösteren ve böylelikle de daha sonraki yığınların hareketini mümkün kılan kişiliklerdir. Anlamını burada tamamlarlar. Bütün gelişmeleri koşullandırma özelliğinde olan ister şehit olsunlar, ister onları kişiliklerinde temsil edip kesintisiz ve giderek daha da yoğunca sürdürenler olsun tarihte sürekli yad edilir, yüceleştirilir ve anıları kutsallaştırılır. Anılara bağlı kalındıkça amacın tam gerçekleşmesi sağlanır.
Eğer şehitlerin gerçekleştirdikleri ortam son derece bencil çıkarlara bakılmışsa, o zaman kesinlikle yüce amaçlardan kaçınılıyor demektir. Korku iliklere kadar sinmiş, öngörü denilen bir durum söz konusu değilse değerlere sahip çıkılmamış demektir.
Karanlık, umutsuz bir ortamda yaratıcı çıkışa, büyük aydınlık hareketine, cesaret ve fedakârlığa ihtiyaç gösteriliyorsa, işte böyle koşullar ileri çıkışın, bunun ilk öncülerinin şehitliğinin mertebesini belirler. Bunu belirlediği gibi, gerçekleşen devrimin de büyüklüğünü olanaklı hale getirir. Çok çeşitli toplumlarda ve tarihi dönemlerde yaşanan böylesine gelişmelere devrimler adı verilir. İster toplumsal, siyasal nitelikli olsun, isterse onların daha dar, küçük ölçeklerde temsili olsun, ister bilimsel, teknik ve kültürel devrimlerinde olsun bu sürekli böyledir. Kısaca, insanlık tarihi ancak böylesine öncüler eliyle yeri ve zamanı geldiğinde ilerleme imkanına kavuşur.
Bu öyle bir durumdur ki, daha sonra yüceltiliyor, kutsallaştırılıyor. Aslında önemi ve rolü gereği böyle olmaktadır. Toplumların ilerlemesindeki büyük katkılarından ötürü böyle olmaktadır. Daha sonraki fetişleştirme, putlaştırma doğru olmamakla birlikte, sebebsiz de değildir. Kişinin rolünün bu durumlarda sık sık abartılması söz konusu olabilir. Çünkü bu dönemler öyle dönemlerdir ki ve öyle zor koşullar ortaya çıkmıştır ki, kişilerin belirleyici bir rol oynamaları söz konusudur. Daha sonra tarih neredeyse adeta bu tip kişilerin zincirleme bir yaşantısına indirgenir. Bu tarihi anlayışı biliniyor. Diyalektik materyalist bir tarih anlayışı değildir. Fakat tarihin önemli düğüm noktalarının çözümlenişinde veya ileriye götürülüşünde bu tip yüceltilmiş kişilerin önemli rollerinden ötürü anlaşılır nedenleri vardır.
Demek ki abartmak kadar, böylesine bir rolün yadsınması da doğru değildir. Böylesine zor durumda olan insan topluluklarına, onun toplumsal gelişim evrelerine böyle kişiliklerin bir ihtiyaç olarak belirmesi ve şartlar birleştiğinde ortaya çıkması anlaşılırdır ve gereklidir. Böylesine öncüler en büyük cesaret ve fedakârlıkla, yine öngörü keskinliğiyle sürekli öne atılırlar. Bu öne atılmalarda bazıları erkenden şehit oldular. Bu kişiler o davanın amaçlarının büyüklüğü kadar büyüktürler. Daha sonra gelişecek, özgürleşecek halkın kendisi kadar büyüktürler ve tarihe de bu temelde damgasını vururlar. Gerçek yaşayan değerler haline gelirler. Burada kişinin fiziksel varlığı veya yokluğu söz konusu değildir. Burada büyük amaçlar bir topluluk açısından kurtuluş için yücelmek ve özgürleşmek için ulaşılması kaçınılmaz hale geldiğinde, bu kişilerde sembolleşir. Ve yaşamın sürükleyici gücü haline gelirler. Dolayısıyla da şehitlik gerçek bir özgür halk gerçeğinde, sınıf gerçeğinde, ulus gerçeğinde ifadesini buluyor. Şehitler, halkın yüreği, ahlakı ve temel amaçlarının sembolü olurlar. Bu da o kişinin tümüyle bir halkta yaşaması demektir. Tarih bu konuda sayısız örneklerle doludur.
Bizim çıkış koşullarımızda da alabildiğine zifiri karanlık, olumsuzluğun had safhada bulunması gerçeği vardı. Çıkış ve öngörü yerine geleceğe karşı tam bir kör gibi hareket edildiği, özellikle de güncel çıkara, hem de beş metelik pahasına satıldığı bir ortam vardı. Herkesin kendi basit güdülerini yaşamak için yarış ettiği, burnunun ötesini görmeyecek kadar dar, kısır kaldığı dönemdir. Böylesine dönemlerin çıkış amacının belirlenmesi ve eğer bu belirlenmişse de, onu kişilikte temsil edip tüm gücüyle bu amaca ulaşmak için cesaret ve fedakârlığın en büyüğünün sergilenmesi, yine küçük bir öncü topluluğun buna girişmesi çok büyük anlama sahiptir. Bizim içinde çıkış dönemimizde durumun tamı tamına böyle olduğunu iyi bilmek gerekiyor.
Çağdaş halk topluluklarının hiçbirinde görülmeyen, uluslararası çağdaş gerçeklikten tecrit edilme, tarihsel gerçeklikten derin bir tarzda kopma, kendi gerçekliğine katmerli bir yabancılaşma yaşanmaktaydı. Alabildiğine iddiasız, umudun kıyısında bile dolaşmayan ve kendini düşkün gördükçe sürekli yoksulluk duygusuna, hatta iğrenmeye kadar götüren bir duyguya kaptırma durumu vardı. Böylece bir toplumsal bunalım, zayıflık, düşkünlük iliklere kadar yaşanıyordu. Çağdaş halklar gerçekliğinin belki de en gerisinde bir durum söz konusuydu. Bu anlamda Kürdistan gerçekliği en çok ihanete uğramış, çağ tarafından unutulmuş, sadece çağı değil, kendi kendisini önemli bir halde inkar etmiş ve üzerinde her türlü baskının, sömürünün, dalaverenin, soysuzluğun cirit attığı bir gerçekliği yaşamaktaydı. Burada yaşama ad vermekte bile güçlük çekildiğinin bir gerçeklik olduğunu iyi biliyoruz.
İşte böylesine bir gerçeklikten yola çıkma, yaratılması gereken düşünce kıvılcımlarından tutalım zulme, her türlü kendini inkara, inançsızlığa karşı olmaya kadar, onu aşma gücünü gösterme, onu giderek zafere ulaşılabilinir adımların sahibi kılma çok büyük bir öneme haizdir. Temsilinin cesareti kadar, bilincinin de çok güçlü olmasını isteyen ve çok gerekli olan bir oluşumdur. Eğer bu dönemin özelliklerini tüm yönleriyle kavramakta güçlük çekersek, ilk öncüleri olduğu kadar, şehitleri de anlamayacağımız ortaya çıkar. Dolayısıyla şehitliğin anlamına sağlam bir kavrayış ve uygulama gücünü kazandırmak istiyorsak, çıkış koşullarını iliklerimize kadar duymamız gerekiyor. Buna müdahalenin her sözcüğünden tutalım tüm eylemlerine kadar hepsini kavramak, rolleri yerli yerine oturtmak ve derin gerçeklerle yüklü olarak kendimizi güçlendirmek, bunu anlamanın ve temsilinin baş koşuludur. Bu anlamda ilk şehitlerimizin çok büyük bir değeri olduğunu görüyoruz.
Başarı şansına onun önderliğinde kurtarılacak, özgürleştirilecek halk tarafından bile zor inanılan, inanılmaktan da öteye kaçınılan, ama doğruluğu da gittikçe açıkça ortaya çıkan bir durum söz konusuydu. Mutlaka belli bir grup tarafından temsil edilmesi gereken, karşısında her dönemde olduğu gibi çok vahşi, zalim bir gücün yok etme tehlikesini iliklerine kadar hisseden, ama buna rağmen yine de yürümeyi şart kılan bir dönemin savaşçıları büyük savaşçılardır. Bunların şehitliği büyük şehitliklerdir. Şehitler PKK'nin oluşumunda amaç uğruna gerektiğinde insanın kendini verecek kadar doğru ve yetkin olduğunu kitlelere inandırmamızda en büyük kanıt oldu.
Şehitler, tam da bu noktada en değerli varlıklarını, en değerli yaşam kesitlerinde gözlerini kırpmadan düşmanın vahşiliğini, zalimliğini bilerek üzerine gidip başarmışlarsa, işte zaferin en temel koşullarından birisini elde etmiş sayılırlar. Şehitlerimizin rolü böylesine büyük bir roldür ve büyüktür. İlk şehitler olması anlamını çok daha fazla büyütüyor. İlk şehitler alacakaranlıkla aydınlık bir gelecek arasında kurulan bir köprü olurlar. Bu köprü biraz ilerlemek isteyenlerin mutlaka üzerinden geçmesi gereken bir köprüdür. Onlar, yüzyıllardan beri kitlelere sinmiş korkuyu kırmakla, bilinçsizliği aydınlığa çevirmekle ve bu konuda gerekirse kendini nasıl feda edebileceğini göstermekle böylesine bir köprü rolünü yerine getiriyorlar. Aslında daha sonrakiler biraz açılmış bu yoldan ilerlemeye koyuluyorlar. Dikkat edilirse, insan daha az cesaret ve fedakârlık yapmayla böylesine aydınlanmış yolda yürüyebilirler. Dolayısıyla esas olarak yolu düzleştirme ve kolaylaştırma söz konusudur. Şehitlerin gerçekleştirdiği büyük hizmet de budur.
Eğer bir çok kişinin tamamen çekindiği, ama mutlaka ilerlemek isteniliyorsa kurbanların verilmesini emreden bir dönemde böyle mensuplarını ortaya çıkarmış ve onlar da gerektiği gibi davranmışlarsa, o davanın yürüme şansı yüksektir. PKK davasının daha başlangıçta böyle bir şansa kavuştuğu söylenebilir. Doğruluğu ve çıkış gerekçeleri bunu mümkün kılıyor. Şehitler bunun yoğunlaşmış ifadesi oluyor.
Böylesine tanımlayabileceğimiz şehitler kurumu, daha sonraki gelişim sürecinde neleri ifade eder? Başta Haki Karer olmak üzere, tüm şehitlerimizin çok yüksek bir ifadeye kavuştuğunu söyleyebiliriz. Bir ideolojik inanç grubunu yaratmaya çalıştığımız bu dönemde, inançlarımıza ve ideolojimize kararlı bağlılığımızın ne kadar keskin, dönülmez olduğunu bu şehidimizin örneğinde çok net olarak ortaya koyduk. Düşünceleri uğruna şehit olmak, inançları uğruna gözünü kırpmadan kendini feda etmek bizim ideolojik gruplaşmamız döneminde gerçekleşmiştir. Daha o dönemde bile bu oluşumun temelinde, gerekirse kanımızı akıtarak yürüyebileceğimizin güçlü ifadesi söz konusudur. Elbette ki karşı tarafın da grubumuzu köklü inançlarımızdan, düşüncelerimizden, çabamızdan uzaklaştırması ve bunun için yok etmeyi gündeme sokması söz konusudur. Bu böylesine bir aşamadır ve cesaret edilmiştir, geriye adım atılmamıştır.
Grubumuz ilk şehidin anısına bağlılığını hareketin amaçlarına daha bir derinlik kazandırma, bunu daha ileri bir örgütlülüğe kavuşturma olarak gösterdi. Bağlılığın bir gereği olarak hep daha ileri amaçlar çizme gerçekleştirildi. Vurgulamak istediğimiz; dava arkadaşlığına bağlı olma, anıya üstün değer biçme, onu mevcut koşullar içinde nereye kadar, nasıl ilerletilebiliyorsa oraya götürmesini bilmektir. Ağlamak, sızlamak anıya ihanettir. Çünkü o çok temel bir şey için öne atıldı, onun zaferini ve başarısını istiyordu. Dolayısıyla anıya bağlı kalmak isteyen, eğer tutarlı olmak istiyorsa, şehidin bıraktığı yerden daha güçlü, daha örgütlü, bu anlamda daha kapsamlı bir amaca kavuşturarak yürümeyi bilmelidir. Bağlılığın bundan başka bir tanımı olamaz. Biz tam da bu dönemde böyle yaptık. Amaçlarımızın Parti programına dönüştürülmesi ve gevşek örgütlenme yerine, daha resmi, daha bağlayıcı olan örgütlenmeye dönüşmesinin gerektiğini söyledik. Bu anıya bağlılıktır, cesaret ve öne atılmadır. Bildiğiniz gibi kendimizi bir adım daha ilerletme böyle sağlanmıştır.
Biz anılara bağlılığa her yıl daha güçlü bir eylemlilik ve örgütlülükle karşılık verelim derken, şehitlerimizin de sayısını artırdık. Bu şüphesiz daha sağlıklı olmanın, gerekirse bunun için daha çok fedakârlığın ve cesur davranmanın gereğidir. Ve yapılan da budur. Eğer 1978 7980' lerde her bakımdan daha yoğun bir gelişme yaşanmışsa, bu özelliğimizle yakından bağlantılıdır. Her yıl dönümünde yürütülen eylemler, hem düşmanı biraz daha geriletti, hem de fedakârlık oranımızı arttırmıştır. Ve bunlar sürekli yeniden bir başlangıç, doğuş anlamına da gelmiştir.
Haki Karer'in anısı Hilvan gerçeğine dönüşmüştür. Şahadetinin birinci yıldönümünde, Halil Çavgun, Hilvan gerçeği içinde ortaya çıkan bir şehidimizdir. Ve Hilvan gerçeği daha sonra kitleselleşen bir gerçek olmuştur. Bu da Siverek direnişine yol açmıştır. Orada da feodalizmin en güçlü bir kalesinin sarsılması, iliklerine kadar bastırılması söz konusu olmuştur. Halil Çavgun'un anısına bağlılık, faşist ve gerici bir çetenin Hilvan kitlesi üzerindeki her türlü baskı ve sömürüsünün yerle bir edilmesi olmuştur. Yöredeki güçlü feodalizmin otoritesinin önemli oranda parçalanmasına götürmüştür. Kürdistan'ın modern ulusal direnişinde dönemin en ileri çıkışına yol açmıştır. Hilvan direnişi büyük bir özgürlük atılımıdır.
Siverek direnişi Partimizin resmi ilanı, eylemle ilanı ve kitleselleşmenin temel adımı olmuştur. Demek ki anıya bağlılık, onu halkımızın gerçeğine dönüştürmesinde ifadesini buluyor. Daha kararlı bağlılık, onun özgürlükçü atılımının gerçekleştirilmesinde bizi şiddetli kararlı bir tavıra itmiştir. Bu direniş gerçeğinin altında şehide bağlılık vardır. Bu anlamda şehidin zaferi söz konusudur.
Partileşmenin bu döneminde görülüyor ki, şehitlerimiz sayıca artmıştı, kitlesel bir temele kavuşturulmuşlardı. O dönemde düşman buna devlet çapında Maraş katliamıyla cevap vererek susturmak istemişti. Biz de direnmeyle karşı koyacağımızı, resmi Parti ilanıyla gösterdik ve bu da gelişmeye yol açmıştır. Bu gelişmeleri korumak için daha fazla çaba, daha fazla kararlılık ve cesaret gösterme gereği ortaya çıkmıştı. Böylece Partiyi yaşatmanın derin endişesi ve çabası içine girilmiştir. Bu bizi Partiyi her halükarda yaşatmak için çareler bulmaya itmiştir. Halkımızın modern ulusal direnişinin kesintiye uğratılmaması için ilk defa yurt dışına uzanabilecek kadar çare aramaya, onu bu tarzda sürekli kılmaya zorlamıştır. Bu da daha fazla direnme, daha fazla sorumluluk demektir. Daha fazla sorumluluk demek ise, daha fazla çaba harcamak demektir.
1988
Reber APO
- Ayrıntılar
Yazımızın bu bölümünde lanet ve kutsalın kenti Urfa’yı yönetmeye aday iki siyasi geleneğin bölgede, Türkiye’de ve yereldeki politikalarını anlamaya, anlatmaya çalışacağız. Bununla birlikte siyaseti tanımlama biçimleri, uygulama biçimlerini de karşılaştıracağız.
Bu konuda ilk değineceğimiz konu siyasetin tanımlama biçimine ilişkindir. İki gücün birbirine zıt iki ayrı siyaset anlayışı vardır. Birincisi AKP’nin siyaset anlayışıdır. Onlar siyaseti seyislik kelimesini esas alarak tanımlayanlardandırlar. Yani halkı yönetmeyi at terbiye etmeye benzetirler. Bunu açık söylemezler. At terbiye eder gibi halkı terbiye etmeyi, koyun güder gibi halkı gütmeyi amaçlarlar. Şu da çok rahat söylenebilir AKP Nemrut tarzı bir siyaset ve yönetimi esas alır. Erdoğan’ın on yıllık pratiği Nemrutları aratmayacak niteliktedir. Tek sorun sadece biraz dikkatli bakabilmektedir. Nemrut tarzı siyaset nasıldır. Devleti kutsar. Tekliği kutsar. Tek imparatorun, tek kişinin, tek makamın dediği dediktir. Genelde erkeklerin egemenliğidir. Temsili demokrasi denen aslında demokrasiyle hiçbir alakası olmayan liberalizmin yalanlarından olan bir yöntemi kullanır. Bu nedir? Birkaç yılda bir bir belediye başkanı yada milletvekili seçersin sonrasına karışmazsın, eleştirmezsin, sorunların çözümü için her şeyi seçtiğin kişiye havale edersin. Seçtiğin kişi yapamazsa dört yıl boyunca onun derdini çekmek zorunda kalırsın. Ve bu süre zarfında hiçbir şey yapma sorumluluğu yoktur kimsenin.
Peki, BDP’nin siyaseti tanımlama tarzı nedir? Seçimlerde kullandıkları sloganda da belirtilen “Kendimizi de kentimizi de kendimiz “yöneteceğiz sloganı bunu en güzel ifade eden tanımlamalardan biridir. BDP tek kişinin değil halkın sokak, sokak, mahalle mahalle, etnik, dini grupların, herkesin kendi kimliğiyle örgütlenerek kentin yönetimine katılmasını esas alır. Belediye eşbaşkanlığı tüm mahalle ve sokak meclislerinden çıkan kararları, uygulayacak yerdir. Halkın bu örgütlülüğüyle yukarıya bile havale etmeden kendi sorununu kendisinin çözmesini esas alır. Yani bürokrasiyi değil, merkezi değil, yereli esas alan bir siyaset anlayışı vardır. AKP’nin çoğunluğu erkek olan ve yıllardır kadınların katliamına göz yuman, kadınların katliamına yol açan politikaları ortadadır.Kadını sadece bir doğum makinesi ve zevk aracı olarak görmektedir. BDP eş başkanlık sistemiyle de somutlaşan kadının yaşamın her alanına olduğu gibi siyasete de özgürce katılımını, örgütlü bir biçimde katılımını savunur. Yıllardır yürüttüğü mücadele bunun en somut örneğidir.
Urfa halklar mozaiği olan bir kenttir. Arap, Kürt, Türk başta olmak üzere pek çok renkten oluşur. Sadece etnik açıdan renkli değil farklı dini kesimlerde Urfa’nın bileşenlerindendir. Alevi, Sünni, Ezidibaşta olmak üzere pek çok dini grup Urfa’da yaşar. Şimdiye kadar ne bir halkın, ne de dini grubun temsili yerel yönetimlerde sağlanmamıştır. AKP’nin böyle bir politikası yoktur. BDP tüm farklılıkları örgütlülükleriyle kabul eden, yerel yönetimde söz hakkı sahibi kılan anlayışı taşır.
Siyaseti tanımlamak kadar doğru uygulayabilmek de önemlidir.Teori ve uygulama arasında olması gereken uyumun yanında genel bölge politikalarıyla-yerel kente ilişkin politikalar arasında bir uyumun olması şarttır. Her ağzını açtığında barıştan bahsetse de AKP, Kürt sorununun çözümü için Kürt Halk Önderi’nin başlattığı sürece dürüstçe katılmamaktadır. Günü kurtarma dışında bir amacı gözükmemektedir. On yıllık iktidarı boyunca halkların temel kültürel haklarını koruyacak, yaşamsallaştıracak hiçbir düzenleme yapmamıştır. Bir Kürt çocuğunun kendi ana dilinde eğitim görmesini bile sindiremeyecek bir klasik devletçi siyasetin sahibidir. BDP ise tüm toplumsal renklerin kendi kimliklerini, kültürlerini korumak, geliştirmek için, bunu yasal güvenceye kavuşturmak için mücadele eder.
Partilerin Türkiye içi siyaseti kadar bölgede ve dünyada izlediği, savunduğu politikaların da Urfa’ya etkisi olacaktır. Olmaktadır. En basitinden son yıllarda Suriye’de gelişen iç savaşta bir taraf olarak, savaşı körükleyen güç olarak AKP bölgede tam bir huzursuzluk ortamı yaratmıştır. Bölgede gelişen savaşın zararını en çok Urfalılar yaşamaktadır. Sınırın diğer tarafında yaratılmaya çalışılan demokratik yönetime saldıranları örgütleyen güç AKP’dir. Saldırıya uğrayanlar sınırın diğer tarafında olsalar da Urfalıların akrabalarıdırlar. Ve yıllardır koparılmaya çalışılan ilişkilere inat sürdürülmekte olan bir ilişkileri vardır. AKP yürüttüğü saldırılarla, Nusra çetelerini kullanarak binlerce kişinin katledilmesinde suç ortaklığı yapmıştır.
Pek çok gücün olduğu gibi Türkiye’nin de uyguladığı politikalar yüzünden on binlerce insan mültecileşmiştir. Medyada tersini yansıtmaya çalışsa da Türkiye’nin kurduğu mülteci kampları fuhuş mafyalarının, organ mafyalarının merkezleri konumuna gelmiştir.
BDP neyi savunmaktadır? Barışı. Demokrasiyi. Öyle slogan değil. Gerçekten savaşı körükleyen politikalara karşı yıllardır serhıldanlarla mücadele etmiştir. Mecliste sesini duyurabildiği kadar ses olmaya çalışmıştır. BDP Suriye halkının mültecileşmesini değil orada zor durumda olan halka yardım için mücadele etmiştir. Tabi bu yardımlar AKP hükümetinin işine gelmediğinden bazen ilaç ve gıda yardımları aylarca sınırda bekletilmiş, engellenmiştir.BDPRojava’da kurulan demokratik yönetimleri tanır desteklerken AKP Rojava’yıkaosa sürüklemek için elinden gelen her şeyi yapmıştır.
Bu politikaların böyle devam etmesi durumunda hem genel Türkiye hem de Urfa çok daha ciddi zararlar görecektir.
Bir tarafta kan-katliamdan sorumlu AKP varken, bir tarafta Türkiye’de bölgede barışı savunan BDP vardır.
Bir tarafta halkın mültecileşmesi üzerinden siyasi rant elde eden bir AKP varken, diğer taraftan mültecileşmeye karşı duran bir BDP vardır.
Kandan beslenen laneti temsil eden AKP iken, barış ve huzuru savunan BDP’nin mücadelesinin kutsal olduğu tartışmasızdır.
Hangi siyaset kazanacaktır?
Nemrut siyaseti mi, çağdaş İbrahim-i siyaset mi?
Şimdi seçim Urfalılarındır. Laneti mi seçeceklerdir, kutsalı mı?
Laneti mi yayacaklar, laneti mi örgütleyecekler yoksa kutsalı mı?
Bitti
G.Suat Tekin
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna
1. 25 Mart tarihinde saat 12:00 ile 12:30 arası işgalci TC ordusu Hakkari’nin Şemzinan ilçesine bağlı Gerdiya bölgesinde bulunan Derik Köyünde yeni bir karakol inşa etmeye başlamıştır.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna
1. 24 Mart tarihinde başlayan işgalci TC ordusunun Medya Savunma alanlarımızdan Zap bölgesi üzerindeki yoğun keşif uçuşları son iki gündür sabahın erken saatlerinde başlayıp akşama kadar devam etmektedir.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna
1. 24 Mart tarihinde saat 12:00 ile 12:30 arası işgalci TC ordusuna ait savaş uçakları Medya savunma alanlarımızdan Metina, Zagros ve Gare bölgelerimiz üzerinde yoğun uçuş gerçekleştirmiştir.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 22 Mart tarihinde saat 05:30 ile 08:00 arası işgalci TC ordusuna ait insansız hava araçları Medya savunma alanlarımızdan Zap bölgemiz üzerinde yoğun keşif uçuşu gerçekleştirmiştir.
- Ayrıntılar
Bir deyim vardır; “can çıkar huy çıkmaz” diye. Yine: “Alışkanlıkların zincirleri, önce duyulmayacak kadar hafif, sonra kırılmayacak kadar güçlü olur” denilir.
Öyle görülüyor ki KDP adındaki oluşum özelde bu oluşuma yıllarca öncülük eden Barzani ailesi bir türlü edindikleri birçok alışkanlıkları terk edemeyeceklerdir. Huy misali canları çıksa da öyle görülüyor ki bundan vazgeçmeyecekler.
KDP belki de Barzani ailesi -demek gerekiyor- kuruluşundan bir müddet sonra ve ağırlıklı olarak 1963’lerden 1964’lerden sonra Kürdistan'da gelişen ve gelişebilme potansiyeli olan her harekete, her özgürlük çığlığını kendi dar ailesel çıkarları gereği karşı çıkmaya ve bunun içinde bu özgürlük çığlıklarını hem feda etmeye hem de bastırmaya ant içmiştir.
Burada uzun uzun KDP ve Barzani ailesinin tarihçesini açma gereği duymuyoruz. Doğu Kürdistan devrimcilerine karşı yaptıkları biliniyor. Nasıl o parçanın devrimcilerini teslim alarak İran’a teslim ettikleri de biliniyor. Bizatihi İ-KDP öncülerinden Süleyman Muini, Mele Avare ve İsmail Şehzade’leri katlettiler. Hilmi Tevfik halen ortada nasıl kaldırıldığı bilinmiyor. Yine Dr. Qasımlo’nun Barzaniler için söyledikleri ortada.
Kuzey Kürdistan’ın en seçkin iki devrimcisi olan Dr. Şıvan ve Sait Elçi’nin KDP tarafından nasıl tasfiye ettiklerini de herkes biliyor. Ve tabii daha önceleri güçlü bir demokrat ve yurtsever olan Faik Bucak’ın katledilişini de herkes az çok biliyor.
Güney Kürdistan'da Ali Asker ve arkadaşlarının başlarına geleni de Güney Kürdistan'da herkes biliyor. Yine 1996 yılında Dr. Sirwan’ın nasıl hunharca katledildiğini de herkes biliyor. Ve tabi 1997 yılında Hewler’de hasta hanede tedavi olan Kürdistan devrimcilerinin nasıl hunharca katledildiğini de herkes biliyor.
Sözü uzatmadan belirtelim ki KDP ve özelde de Barzani ailesi Kürt halkına karşı –kendi dar ailesel maddi ve iktidar çıkarları için- on yıllardır yapmadığını bırakmamıştır.
En son Rojava Kürdistan Devrimine karşı düşmanlıkları ise en açık bilinenidir. Erdoğanlarla birlikte el ele, kol kola yaptıkları açıklamaları herkes duydu. Basınlarında Rojava Devrimi karşıtlığını da herkes duydu. Rojava Devriminin nasıl bir devrim olmadığını, nasıl bir BAAS devlet işbirlikçisi olduğunu ve böyle ağıza alınmayacak birçok hakareti de sarf etmeyi esirgemedikleri gibi aylarca Rojava’ya açılan kapıyı ekonomik olarak çökertmek için her şeyi yaptılar. Bunlar yetmedi çetelere para ve silah verdiler. Bunlar yetmedi Türkiye devletinden Rojava’ya açılan diğer kapıların açılmamaları için dayatmalarda bulundular ve halen de bulunuyorlar.
Evet,KDP ve Barzani bunların hepsini yaptı ve halen de yapıyor. Bunlar yetmedi bu kez Kuzey Kürdistan'da süren seçimlere AKP yandaşı olarak katılmaya başladılar. Nedeni açıktır;AKP Barzani ailesiyle milyarlarca dolarlık petrol, alt yapı, inşaat, ihale derken her türden ekonomik anlaşmalar yapmıştır. AKP giderse Barzani ailesine giden bu milyarlarca dolarlık gelirler gidecek. Elbette bir sürü başka hesap ve kitapta cabası.
30 Mart seçimlerine birkaç gün kala Neçirvan Barzani’nin işte Van’a gelişinin altında yatan temel nedenler budur. AKP’nin bir bakanı gibi Kürdistan'da AKP’nin seçim kampanyasına katılmak için gelmiştir. Seçim meydanlarında Erdoğan ve Kürdistan'da işbirlikçiliği iliklerine kadar yaşayan güruhlaşmış beyin ve yüreklerini para karşılığına satmış kişilerle podyuma ve mitinglere çıkmasına gerek yoktur. Bu çok açık olur ki tepki toplamaya müsait duruma gelirler. Bunun için öyle yapmayacaklardır, ancak birçok çevrelerle ilişkilenerek AKP’nin seçimleri kazanması için teşvik edecektir. Güney Kürdistan'da kimilerine ekonomik çalışmalar yürütmeleri için sözler vereceklerdir. Böyle çevrelerden seçimde aktif olarak AKP’nin yanında yer almalarını isteyeceklerdir.
Elbette Neçirvan’ın yapacaklarının tümü bunlar değildir. Kendilerince Kuzey Kürdistan’a müdahale etmek için eski KDP’lileri, Avrupalarda yaşayıpta AKP tarafından özgürlük hareketinin karşıtlığını yapmak için getirilenleri, eskinin tüm düşmanlarını derken Hizbullahçıları AKP’ye destek sunmaya davet edecek ve bunun için aktif çalışma yürütmelerini isteyecektir.
Derler ya: “Alışkanlık, bir halata benzer. Her gün bir lifi örer ve sonunda, onu koparamayacak kadar güçlü yaparız” misali Barzani ailesi her gün ama her gün kendilerini kelepçeleyecek halatlar örmektedirler. Maalesef bu halatların kendileri için ne anlama geleceğini de bir türlü anlamamaktadırlar.
Güney Kürdistan'da yaklaşık 6 aydır seçimler yapılmıştır. Ancak bir türlü bir hükümet kurulamıyor. Bunun üzerinde düşünüp önce kendi sorunlarına yoğunlaşma yerine neredeyse günlük olarak AKP’nin bir yağdanlığı gibi Kuzey ve Rojava Kürdistan’ını karıştırmak için çalışıyorlar. Herkesin bir sabrı vardır. Allah korusun bu sabır taşırsa o zaman Güney Kürdistan'da aylarca hükümetinin kurulmasını bekleyen kesimler acaba ne yaparlar?
Önemli bir soru buyken diğer önemli bir soru ise sözde KDP’nin ortasında bulunan D’nin demokrat ya da demokratik anlamında kullanılmasına rağmen, altı aydır Güney Kürdistan'da neden hükümet kurulamıyor sorusudur? Bu soruyu kendilerini KDP’ye duygu olarak yakın duranlar bu kendilerine iyi sormalıdırlar.KDP’ye ekonomik olarak yakın duranlar iyi sormalıdırlar.
Dediğimiz gibi sözü uzatmadan yeniden belirtelim ki: “Alışkanlıklar, bırakılmazlarsa, zamanla ihtiyaç haline gelirler.” Gerçekten de KDP ve Barzani ailesi için Kürt halkının çıkarlarına düşmanlık yapma tamamen bir alışkanlık haline gelmiştir. Bu alışkanlıklar KDP ve Barzani ailesi için tamamen birer kelepçe haline de gelmiştir.
Maalesef bu kelepçenin anahtarını ise Neçirvan Barzani’nin AKP Van seçim gezisinde görüldüğü gibi, KDP çoktan kaybetmiştir.
HAYRİ ENGİN
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
İşgalci TC ordusunun Medya Savunma Alanlarındaki hava hareketliliği özellikle Newrozla beraber yoğun bir şekilde devam etmektedir. Ayın 20'sinde başlayan savaş uçakları ve keşif uçuşları hareketliliği şimdiye kadar devam etmektedir.
- Ayrıntılar