
Türkiye'ye getirildiğimde kardeşlikten bahsedildi, uygun bulduğumuzu söyledik. Şimdi nasıl olacağı karanlıktır. Devlet belki beni yaşatmak istiyor; ama devlet beni kendisine göre yaşatmak istiyor diyemem.
- Ayrıntılar
Kutsal direniş, diriliş savaşımımız, 25. Newroz’unu da büyük bir başarıyla karşılama gücünü göstermiştir. Büyük tarihi düşüşü belki de Medler’in yıkılışıyla başlatırsak -ki bu bir Mezopotamya uygarlığıydı- 2500 yıllık gibi bir düşüşün ardından; belki de onun tam karşılığı olan, yani her bir yılı bir yüzyılı bulan bu 25. yıl gerçekten bir diriliş oluyor ve oldukça da kurtuluşa yakındır. Nerden geldiğimizi, nasıl bir duruma sokulduğumuzu anlayabilir ve nasıl olmamız gerektiğine dair düşünebilir ve neler yapabileceğimizi kararlaştırabilirsek göreceğiz ki, adına yaşam denilen ama ölümden beter bu durumdan, kendi insanlığımıza ve toprakla karışmış özgür kimliğimize ulaşırsak; bunun sınırlı bir nefes alışverişinin bile ne kadar değerli olduğunu mutlaka takdir etmek gerekir.
Büyük bir minnettarlıkla başta büyük Newroz şehitlerimiz Mazlum Doğan’ın, Zekiyeler’in, Rahşan, Ronahi ve Berivanlar’ın o büyük şahadetlerini ve hemen her yıl o kutsal serhıldan isyanlarımızın son ifadesi, ’90’ yıllarındaki Nusaybin, Cizre, Şırnak, Lice, Van ve giderek bütün Kürdistan kent ve köylülerinin o şehitlerini de bu Newroz’un özüne yerleştirirsek göreceğiz ki; yaşamın başka türlü anlaşılması, savaşın da başka türlü verilmesi gerekiyor. Bu yirmi beş yıl üzerinde sürekli durulmalı, dersler çıkarılmalı ve varsa insanlık iddiamız, gerçekten ana topraklarımızda bir yaşamaya güç getirmek, yürekten ve irade ile bunu başarmak istiyorsak; kesinlikle bu yıllar, kendimizi yeniden yapma, yaratma ve hemen hemen kaybedilen her şeyi bulma yıllarıdır. Bu savaşın, bir özlü düşünceden tutalım, özgürce bir nefes alışverişe kadar, esasta bunun en son çabası olduğunu bilerek anlayabilmelisiniz.
Bu anlamda PKK; bir diriliş olayı, yeni gün olayı ve bir Newroz olayıdır. Biz bugüne boşuna PKK’yle başlamadık. Ama aynı zamanda bu, korkunç bitişin ve karanlığın eşiğindeki zayıf insanımızın, kendisine dürüst bir ad vermesidir. Kendine ‘ben dürüst olacağım’ sözünü vermesidir. İnsanımızın hiçbir umut işaretinin olmadığı bir dönemde bile, inandırıcılığı ve hiç bir şansı bile olmasa, ‘ben bu kimlikle ve bu söz için yaşayacağım, gerekirse savaşacağım’, diyebilmesi işin özüdür. Başka türlü olmuyor.
Ben o günü şu an gibi hatırlıyorum. Düşmanın başkentinde silik, iddiasız ve yutulmayla karşı karşıya olan bir gençlik döneminde hem de sömürgeciliğin bütün çekici imkanlarıyla karşı karşıyken ve sizin hiçbir ilginize değmeyecek kadar geriyken, bitmişken böylesine bir günde bir tercih yaptım. İmhacı sömürgeciliğin oldukça imkan dahiline giren yaşamına hayır dedim. Oldukça umutsuz, olanaksız ve belki de imkansız gibi gözüken bu özgürlük umuduna, herkesin, mensupları da dahil hiç inanmadıkları, belki her şeye anlam verseler de anlam veremeyecekleri bir adıma, biz başlasak ne olur dedim. Belki de bunun tarihte eşi bile yoktur. Biz bu kararı verdik. İki sözcükle olacaksa, ana topraklı ve kimlikli bir yaşam, özgürlükle olsun dedik. Ve gerçekten o büyük umut savaşına giriştik.
Bu tarihi, şüphesiz bir hitapla dile getirmek mümkün değil. Bu yirmi beş yılı mümkünse sürekli incelemeye, değerlendirmeye almak ve gittikçe daha da derinleşen teorisini ortaya çıkarmak kadar ki başlangıcından itibaren de iradesi vardır. Onun siyasetteki ifadesi nedir? Geliştirmek istediği yaşam ve askerlik dilindeki ifadesi nedir? Neyi gerçekleştiriyor. Gerçekleştirilen; bütün yönleriyle bir değil bin daire çizerek daha derin ve giderek yükselen bir biçimde bu yılları böyle anlayabilmek, bu yıllarla büyüyebilmek, bu yıllarla yeniden yaratılmaktır. Önderlik gerçeği denilen, PKK gerçeği denilen olay bu. İçinde neler yok ki: Silik insandan tutalım en hainine, eşsiz kahramanlarından tutalım en düşkününe, en güzelinden tutalım en çirkinine, en korkağından tutalım en kahramanına, en dirisinden tutalım en ölüsüne kadar her şey var. Bu yıllar, bu çağdaş Kürdistan yılları; PKK dışında her şeyin bittiği, adının bile kalmadığı son bir çare olarak, olacaksa insanlığımız, yaşayacaksa kimliğimiz, mümkün olacaksa kurtuluşumuz, her şeyden önce gelin bunu tartışın deme hareketidir. Daha sonra mümkünse bir karara, ondan da daha ötesi bir iradeye ve bir savaşa yol açabilir miyiz hareketidir.
Bugün büyük öfkelerimizi az da olsa dindirmişiz. Ama asıl büyük kavga için, kurtuluş için bu günleri yaratmanın bir başlangıç olduğunun da bilincindeyiz. Çağdaş partiler için yirmi beş yıl, zafer yıllarıdır. 20. asrın hemen hemen büyük devrim yapan bütün partileri bu işi, on yıl, on beş yıl bilemedin yirmi yıla sığdırmışlardır. Bazıları da başarısız olmuş, hatta devlet kuranlar bile, devletini de kaybetmişlerdir. Biz ne devlet kurabildik, ne de tam başarısız olduk. İkisinin orta yerindeyiz. Önemli olan burası da değil. Önemli olan ve bizi ilgilendiren; bu büyük tartışmayı, aydınlamayı, iradeleşmeyi ve daha da önemlisi gerçekler ne ise olduğu gibi görmeyi ortaya çıkarmaktır. Kürdistan’daki çok kirli, işgalci ve imhacı gücün savaşı kadar, yine Kürt gerçeğindeki sosyal bir anlamı olmayan, bir eşkıya kavgası kadar değeri kalmayan o çok çirkin, bitik ve hiçbir amacı olmayan kavgacılığı ve bütün bunların Partimizin içine bir daha hesaplaşmak üzere çekilmesi bayıldığımız işlerdendi. Anlamsız kavgalara sınır çekmek istedik, kavga olacaksa bir çizgi temelinde, bir anlamı olan ve tarafları olan bir kavga olsun dedik. Bunu yapmak, sanırım hayırlı bir işti.
Kendi tarihine bu kadar ihanet etmiş, çağdaş insanlık içerisinde sıfırlanmış bir kimlik, bir gerçeklik ne kadar utanç vericidir. Bu parti, bununla hesaplaşmak için gerekliydi. Bu yirmi beş yıl, bunu güzel çerçeveledi, çemberledi. Her şey yeniden, fazla inancı olmasa da, iddiasız ve hatta kendini örtbas ederek de olsa burada tartışıldı. Bu yirmi beş yılın içerisine girmeyen tek bir Kürt insanı, bir Kürdistanlı kalmadı. Tek bir sömürgeci de kalmadı. Hatta emperyalistler de bunun içine çekildi. Bütün dünya çekildi. Gelin Kürdistan’a kavganızı açıkça yapın, hepinizi çekti. Gelin boyunuzun ölçüsünü alın dedik. Ben başarıyı biraz burada görüyorum. Yani kim nedir açığa çıksın. Kavgada önce tarafların açıklığa kavuşması gerekir. Eğer bir ülkede bu yoksa herkes düşmanın istediğinden daha fazla düşmanın ajanıysa, yaşam hainiyse, utanılası ve lanetli bir gerçeğin ifadesiyse, öncelikle yapılması gereken bunu açıklığa kavuşturmaktır. Bu, Partiyle mümkün oldu. Kimisi içinde, kimisi dışındadır ama hemen hepsi ilgilidir. Bu önemli bir gelişme ve kazanımdır. Diriliş bunsuz olmaz, direniş bunsuz olmaz, kurtuluşa daha zaman da olsa önce bu gerekli. Güzel bir tespit. Yerinde ve doğru bir adım.
Bu yıllara o kadar iradeyle bağlandık ki, kavgası o kadar nefes nefese, o kadar çelişkili, hırslı ve o kadar kinli verildi. Ancak bazıları da o kadar silikti ki, gidişleri kadar gelişleri de anlamsızdı. Bütün bunlar öfkeyi müthiş geliştiriyor, ama bir şey olmaz veya öfkenin gelişmesi eğer bir hataya dönüşmezse iyi bir kavga başlatıcısıdır. Bunu, yalnız Parti’nin gerçek mensupları için değil, karşıtları için de söylüyorum. Kavgada anlamlı bir düzey ortaya çıkarmak da bir gelişmedir. Ben ne yapacağım? Siz köleliğinizle zafer bile kazansanız, bana göre bu, hiçbir şeye yaramaz. Ben ne yapacağım ki, düşmanı koynunuzda beslemiş, ama PKK’li geçinmişsiniz. Kurşun patlatmış ve isyan edip, savaşmışsınız, fakat ben, sizleri hiçbir şey sayamam. Benim için bunlar, hiçbir şey ifade etmez. Hatta bazı zaferleriniz olmuş, bunun değeri de yoktur. Çünkü bunlar hangi yaşamla ilgili, sizi hangi temel amaca doğru götürüyor, o kişinin kendisini nasıl yaratıyor, bu daha önemli.
Bu yıllar, aynı zamanda PKK’nin bu anlamdaki yıllarıdır. Sizleri açığa çıkarabilmek önemlidir. Neyin ve kimin kişiliğisiniz? Neyin ve nasıl bir yaşamın peşindesiniz? Bunları açığa çıkarmak, kurtuluştan daha değerli veya kurtuluş için öncelikle gerekli olandır. Diriliş bunun acı sancılarıyla olmuştur. Ben tam doğuş yaptığınıza veya doğmuşsanız da doğru büyüdüğünüze inanamıyorum. Kuşkularım var, ama bunlar iyi kuşkular. Bunun her gün örnekleri açığa çıkıyor. Çeşitli kılık kıyafetlerde, kadında, erkekte, yenide, eskide bunları daha da açığa çıkarmak iyi oluyor. Yani burada insan artık gizli kalmayacak. Dost da, düşman da, yoldaş da hain de ne kadar açığa çıkarsa o kadar iyidir.
Rêber Apo
- Ayrıntılar
Batı uygarlığının bana karşı geliştirdiği ikiyüzlülüğü, hem Moskova, hem Atina ve hem de Roma kaynaklı olarak ortaya çıkarmaya çalışıyorum. Türkiye aydınlarına, 'insani talepleri anlayın, gerçeği halkınız için ortaya çıkarın' diyorum. Bunları devlet, politikacılar, Kürtler, herkes anlamak zorundadır.
15 Şubat komplosu 21. yüzyılın komplosudur. Ben kendimi doğru katmaya çalışıyorum. 15 Şubat komplosunu bugünler de derinliğine yeni boyutları ile açacağım. Neden sakin davrandım? Şiddet olgusunu ortadan kaldırdım. Bunlar çok ciddi şeylerdir. Devlet sandığımızdan daha fazla takip ediyor. Toplumun bu noktayı yakalaması ve bunu geliştirmesi gerekir. Bu da mücadeleyi geliştirmeyle olur. Geçmişteki durumlarınızı iyi bir özeleştiriyle aşmanız gerekir. Yetmiş yaşındakiler için de bu gereklidir.
Senaryoyu Batı yazdı, yani temel aktör Batı'dır. Türkiye'ye gardiyanlık ve infaz rolü verildi. Yunan kışkırtıcılığı korkunç bir şeydir. Oyunun içinde İngilizler de var. Bir takım acayip olaylar oldu. Sanıyorum an'ı gelecek. Beni Kenya'ya götüren uçak İngiliz uçağı. Oradaki Yunan Elçiliği de biliyordu. Kenya da CIA ve İsrail ajanlarının elinde. Moskova ayarlanmış. İtalya'ya karşı psikolojik savaş biliniyor. Almanya'nın beni kabul etmeyişi var.
Tabii ABD de işin içindeydi. ABD beni filmlere taş çıkartır bir biçimde yakalattı. Bunu Yunanistanlılarla beraber yaptı. Beni Türkiye'ye getirdiler. Türkiye'yi de oyunun içine çektiler. Epey aydınlatmak durumundayım. Yunanlılardan komployu kim biliyor? Yunan tavrında CIA ile işbirliği yapan kimdir? Bunları bilen, Pangalos adına beni kandıran, "Güney Afrika'ya pasaport almışız" diyerek tarihi yalanı söyleyen kimdir? Bu tarihi yalanın aydınlatılması gerekir. Genelkurmay görevlisi oyunu gördüğünü söyledi. Ben de "iyi işte oyunu anlamışsınız. Birlikte bozalım ve sorunu çözelim" dedim.
Oyun çok büyük, komplo çok büyük. Eminim Genelkurmay da bir şeyler biliyor, ama tam çözemiyor. Bazı ipuçları var, Yunanlıların yalan söylediğini ortaya koyan belgeler var. Beni kandırmaları bile ihanetlerini gösteriyor. Yaş bir odun bile sobaya atılamaz. Beni bir odun gibi sobaya attılar. Bunların Türkiye'ye ilişkin bir savaş planı var. Kürt-Türk nasıl birbirine girecek, bunu hesaplamışlar; adalara yedi bin tane füze yerleştirmişler.
Yunanistan şiddet kullanmamızı bekliyordu. "Apo yarı yolda ölecek" diyordu. Elçi tabancayı bana verecekti. Tüm bunlar belgelidir. Beylik bir tabancayla direneceğim, Kürtler direnecek, on binler ölecek, böylece Türkiye teslim alınacak. Ama barış ve kardeşlik denince, onlar da barışçı kesildiler. Karşılıklı aşk gösterileri başladı. Artistler aracılığıyla yalan bir biçimde bu gösteri sergileniyor ve gerçeği örtbas ediyorlar.
Yunanistan'da ilk hafta ölüm haberim yayıldı. Bunun üzerine İstanbul'da birçok patlama olayı oldu. Olay böyle gelişti. Ama asıl özü nasıldır, neler üzerine plan yapıldı, içyüzü nedir, ben de bilmiyorum. Bazı hesaplar yaptılar. Türkiye bile hazır değildi. Dışişleri temkinli yaklaştı.
Yunan elçisi "Kenyalılar Apo'yu kaçırttı" diyordu. Yalan. İzmir'de kalan Yunanlı ajanla, Kalenderis bunları biliyor. ABD'lilerin bir kısmı benim süreçten gerçekten sağ çıkacağımı düşünmüyordu. Kürt-Türk savaşı yüzyıl daha uzatılmak isteniyordu. Çiller'in İngiliz ajanı, ABD ajanı olduğu Genelkurmaylıkça zaten biliniyor. Yunanistan'ın Kenya elçisi, Onasis'in üvey oğlu; İngiltere'de büyümüş, ABD ajanı. Bu adamlar bilinçli olarak bu komployu yaptılar. Bu durum araştırılsın ve işlensin. Kamuoyu bilgilendirilsin. Vatanını seven Türk aydınları bu görevlerini yapmalıdırlar. Burada çok İngiliz oyunu var. Uçakta oyunu boşa çıkartmak için "benim ana tarafım Türklere dayanır, yaparsam sizden daha iyi Türklük yaparım" sözlerini kullandım. Tüm bunlar oyunu bozmak içindi.
Sorgulama sürecindeki tartışma direkt devletledir. Devlet bundan kendine göre sonuçları çıkarır ve ne yapacağına kendisi karar verir. Beni asar ya da asmaz; bu önemli değildir. Kişi olarak, bana karşı kurulan komplonun kaynağı büyük oranda Avrupa'dır. Bunun iki yüz yıllık temeli vardır. İngiltere ve Fransa iki yüz yıldır bununla ilgilidir. 90’ sonrası Güney'deki güçler aracılığıyla bazı gedikler açıldı. Bizi Roma arenasındaki gladyatörler örneğinde olduğu gibi aslanların önüne attılar. Türkiye'ye, "Kurbanı sana veriyoruz, asabilirsin" dediler.
Benimle ilgili, Kürtlerle ilgili kararlar devletler düzeyinde değil, NATO düzeyinde kararlardır. Kürtlerin hakları ile ilgili kararlar devletlerden ziyade daha üst düzey kararları gerektiriyor. Avrupa'yı düşman ilan etmiyorum. Demokratik çözüm istiyorum. Bende Yunan düşmanlığı da yoktur. Yunan halkından bu aşağılık yöneticilerden hesap sormasını istiyorum. Biz bunları affetmeyeceğiz. Bin yıl geçse de biz bunları affetmeyeceğiz. Türklerle birleşseler de biz direneceğiz. Hukuk çiğnenmiştir, Avrupa hukuku çiğnenmiştir. Ben uçakta iken, bir üst kararla bütün Avrupa havaalanları bana kapatıldı. Avrupa'nın içyüzü, gerici yüzü ortaya çıkıyor. İngiliz gazeteciler bunu niye yazmıyorlar? Küçücük bir olayı haber yapıyorlar, bunu yazmıyorlar. Bunun kitap haline getirilmesi gerekiyor.
Burada Yunanistan'ın tarihte eşi benzeri görülmemiş ihaneti var. Ayrıca dost ihanet etmemeli diyorum. Pangalos tam bir Yahuda'dır. Bunları doğru çözümleyeceksiniz ki, binlerce ölüm olmasın. Yanlış anlaşılmasın, benim Yunan halkına hiçbir düşmanlığım yoktur. Avrupa'da benim "Genelkurmay'ın ajanlığı"nı yaptığımı iddia edenler var. Gerçekte ajan olan bunların kendileri değil mi? Türkiye'ye getirildiğim gün, Atina o ajanları davet etti. Buna ilişkin bir kitap bile yazılamadı. Hiç yaşamak istemediğim halde, halklarımızın ve ülkemizin çıkarları için yaşadım. Genelkurmayla gerçekleri tartıştım. Bu tartışmalar bende umut da yaratmış değildir. Gerçekler ortaya çıksın diye yaptım.
Tarihte dostluk adı altında en büyük ihanet, tarihin bu en aşağılık oyunudur. Simitis "Türkiye'den korktuk, onun için Apo'yu verdik" diyor. Hayır, ben korkma temelinde değil, komplo temelinde teslim edildim. Teslim edilmemdeki amaç Türk-Kürt çatışmasının derinleşmesiydi. Uçakta barışın gelişmesi arzusunda olduğumu ifade ettim. "Türk düşmanlığım yoktur, elimden gelirse ve fırsat bulursam, barışın gelişmesi için çalışacağım ve demokratik çözümden kaçınmayacağım" dedim.
ABD ve Naksakis'e yanıt olarak söylüyorum: Bu komplonun nasıl tezgahlandığı önemli. Türkiye'den bir kesim bunun içindeydi. Ama Kenan Evren'in bir açıklaması vardı; "Bu adamı başımıza bela edecekler" diyordu. İşin içinde imha olayı vardı. Benim hakkımda verilen kararın özü çok önemli. Biz bunu aydınlatmalıyız. Benim şahsi imham değil, dökülen kanın, emeğin, çabanın, Kürt aydınlarının ve inananların başına bir çorap örülecekti, tümünün imhası hedefleniyordu. Bu İngiltere kaynaklı; Talabani de var işin içinde. Benim teslim edilmemden birkaç gün önce Genelkurmay'ın açıklamaları vardı; "Bunlar acaba sözünü tutarlar mı tutmazlar mı?" Türkiye hazırlıksızdı. Beni almak için Suriye'den beri baskısı var, ama planlaması yok. Bu komplonun kökü 96'ya kadar gidiyor. Birisi bana söylemişti; Clinton ve Simitis 96'da Apo'nun tasfiyesi konusunda anlaşmışlardı, diyordu. PKK'yi değil, özellikle beni tasfiye etmek istiyorlardı.
Kaçırılma süreci çok önemlidir; İmralı bir sonuçtur.
İtalya sürecinde İtalyan Hükümeti'nin gizli bir adamı vardı. Sürekli yanımdaydı. "Ayrılmazsanız hükümet düşer, hayatınız tehlikeye girer" diyor ve benzeri psikolojik baskı yapıyordu. İtalya'da yatak odama kadar polis giriyordu. Belirttiğim kişi bilmem kaç kez "Ne zaman gideceksiniz? Ne kadar kalmayı düşünüyorsunuz? Bugün mü yarın mı gideceksiniz?" diye soruyordu. Böyle psikolojik baskılar yapıyorlardı. Somut tehlike dayatılıyordu. Gitmesem, tutuklama da dahil birçok şey dayatılıyordu. İtalya'da kaldığım 66 gün boyunca korkunç bir psikolojik baskı uygulandı. İtalyan Başbakanı "gönül rızası ile, özgür irademle gidiyorum" diye benden ısrarla mektup istedi. Müthiş psikolojik baskı ile İtalya'dan kaçırtıldım. Başbakan yapılanları biliyordu. O yüzden töhmet altında kalmamak için ısrarla benden mektup istiyordu.
Avrupa ve Rusya neden beni olumsuz karşıladı? ABD neden komplonun içine girdi? Rusya kendi yakın tarihine ters düştü; ABD'den alacağı IMF kredilerinden dolayı olumsuz tutum takındı. Avrupa bana karşı doğru davranmadı; kendi hukukuna ve demokratik siyasetine uygun hareket etmek yerine, ekonomik çıkarlarına göre davrandı. İtalya da iyi davranmadı; fazla onurlu davranmadığı için İtalya'nın tutumunu önemsemiyorum. Onuruma saygılı davranmadığı için Avrupa'dan ayrıldım. Ben halkımın ve Ortadoğu'nun onurunu çiğnetmedim. Beni ellerinde çok onursuz, kişiliksiz tutmak istediler. Benimki onur savaşıydı. Onur her şeyden daha önemliydi. Bu temelde Avrupa'dan ayrıldım.
İtalya'dan ayrılırken Rusya'ya, oradan Kafkasya üzerinden ülkeye gitmeyi istiyordum. Rusya'da Rus istihbaratı çok alçakça davrandı. Bir odaya konulduk ve dışarıya çıkarılmadık. Tacikistan'a kadar götürüldük. Bu bir zorla kaçırılmaydı. Önce Ermenistan üzerinden sınıra bırakabiliriz dediler. Daha sonra durum değişti, "Tacikistan'a gidiyoruz" dediler. Moskova sürecinde işin içinde ticari çıkarlar var. IMF kredileri, Mavi Akım Projesi var. Benim karşılığımda birçok ekonomik çıkar sağlandı.
Ondan sonra Yunanistan'ın bilinen kanalı, bilinen kişiler geldiler. Başbakan adına bir yere götürüldük. Ardından bilinen süreç başladı. Hollanda'ya gideceğiz diye Minsk'e götürüldük, oraya Estonya'dan ya da Letentoya'dan bir uçak gelecek, oradan da Hollanda'ya gidecektik. Pangalos "Pencereden gireni bilmem nereden atarlar" diyor. Açık oyun oynadılar.
Atina'dan beş kişiyi sorumlu görüyorum. Simitis, Pangalos, Babby kod adlı istihbarat başkanı, Kostulas ve Kalenderis. "Yunan devletinin sözü sözdür" dedi Kalenderis. Asıl ihanet onundur. Çünkü diğerlerine inanmayabilirdim, ama Kalenderis farklıydı. O yüzden onu İsa'yı yakalatan Yahuda İskaryot'a benzettim.
Korfu adasında kaçırıldığımı biliyordum artık. Aslında Yunanlıların hepsi kaçırılmayı biliyordu. Korfu'da bir iki kişi durumu anlamıştı. Arabayı götürüp getiriyorlardı. Bana açık mesaj veremiyorlardı. Açık mesaj vermedikleri için ben de anlamadım. Sonra o arabayı uçağa vuranları yaka paça dövdüler.
Ondan sonra özel uçak İsviçre'den gizli bir biçimde askeri havaalanına geldi. Bizi götüren şoför oraya gitmemek için elinden geleni yaptı. Açık söyleyemedi, ama biz de anlamadık. Gece yarısına kadar 12 saatten fazla bekledik. Uçaktakiler sarışındılar ve İngilizce konuşuyorlardı. Hostesi de vardı.
Kenya'ya açık güvenceli götürdüler. Pangalos'un güvencesini verdiler. Kalenderis "Güney Afrika pasaportu geliyor" dedi. Bunların tümünü mahkemede dinlemeliyiz. Ayrıca ben Yunanistan'ın Kenya Elçiliğine siyasi iltica başvurusu yaptım. Elçilik de kabul ettiğini söyledi.
Nairobi'ye indiğimizde, Elçilik özel arabasıyla geldi ve beni aldı, konutuna götürdü. Kenya büyükelçisi ile tartıştım, onu biraz çözdüm. Oğlu Londra'da eğitim görmüş, Londra imalatı bir adam. Gladio NATO bünyesinde önde gelen bir isim. Uluslararası ajan gibi bir durum var. Sanırım şimdi Küba'da büyükelçi. En son ayrılırken Elçi dört yetkiliyle görüştüğünü, bunlardan birinin Dışişleri Bakanı Daniel Arabi'nin oğlu olduğunu belirtti. Bu dört yetkilinin de Hollanda'ya veya Şeysel adalarına gidebileceğimi belirttiklerini söyledi.
Büyükelçilikte beni götürürlerken Dışişleri adına gelen biri vardı. Sivildi. Seni Hollanda'ya götüreceğiz diye götürdüler. Bir de şu tehdit vardı: O gece oradan ayrılmasak, imhayla ele geçirme kararı da sanırım vardı. En küçük bir hata yapma durumunda, bir direnme durumunda öldürülme olabilirdi. Tabanca üzerimde olsaydı imha olurdum.
Beni siyah adamlar cip ile zorla kaçırdılar. Aslında Elçilikte kalsak da, gitsek de ölümdü. Bu konuda İngiltere'nin, CIA'nın yapacağı açıklamalar önemlidir.
Havaalanında gizli bir bölüme gittik. Bilincim gitmişti. Muhtemelen ilaç denemesi olabilir. İrademin sağlıklı olmadığını, uyuşmanın olduğunu söyleyebilirim. Uçağa biner binmez üzerime çullandılar. Onlar Türk'tü. İtalyan Dışişleri Bakanı açıklamasında "İsrail tutuklattı" diyor. Ama bence ABD'lilerdi. Uçağın etrafındakilerin hepsi silahlıydı
Uçakta artık düşünmem mümkün değildi. Yürüyecek durumdaydım, ama düşünecek durumda değildim. Ondan sonra gözler bağlandı.
Uçak Mısır'da indi. Benzin aldı. Daha sonra başka bir yere de indi. İsrail veya Kıbrıs olabilir. İki yere indi. Ama birincisi kesin Mısır'dı.
Reber APO
- Ayrıntılar
Devrimimiz, insanın özüne saygılı, insanın doğal gerçeğine bağlı olma ve ondan alıkoyan bütün etmenlere karşı olma devrimidir. Askeri ve siyasi çözüm yolu; çok ağır olan toplumsal, ekonomik sorunun çözümü içindir. Bizde doğal yaşamın yolu bütünüyle kesilmiştir. O halde devrimimiz doğal gelişme yolunun açılması devrimidir, çözümüdür. Yoksa devrim, bir öç alma, kan dökme olayı haline gelir ki ne bizim bunu bu biçimiyle sürdürmemiz mümkündür ne de kan dökmeler bu biçimiyle sonuç verebilir. Devrim hızla yozlaşıp biter. Düşmanın dayattığı kör şiddet de biraz buna yol açmak içindir. Bizim sorunlara yaklaşımımız en hayati sorunlarımıza bütünüyle çözüm bulmak içindir. Örgütlenme, siyasi mücadele ve her türlü askeri faaliyet çok ağır olan insani yaşam sorunlarına, gelişme olanaklarına biraz güç getirebilmek içindir.
Toplumumuzun, halkımızın gerçeğinin askeri boyutu zaten yok, siyasi boyutu ise haincedir. Halkımızın toplumsal gelişiminden bahsetmek zordur. Toplumsallıkla, ulusallıkla düşman içinde erime vardır. Ekonomik olarak bir talan ekonomisinden bile bahsedilemez. Bu bağlamda cinsler arasındaki ilişkiden eser yoktur. Burada ne dine ne çağdaş gelişmeye ne de ilişkiye göre bir çözüm bulamazsınız. Bu, sömürgecilikle derinliğine bağlantılıdır. Bunu tespit ettik. Pratik çalışmalarımıza bu sorunun çözümünü de katarak bugüne kadar getirebildik.
Savaşımızın hem amaçlarına hem de onun gerçek gelişimine katkı sağlayabilecek tarzı tutturmaya çalışıyoruz. Bu ilişkinin düzeltilmesinin mutlak savaşa hizmet etmesi ve onu güçlendirmesi gerekiyor. Bu savaşın da bütün toplumsal gelişmelere olduğu kadar ailesel gelişmeye veya buradaki sorunların çözümüne de katkıda bulunması, cinsler arası tıkanmış ilişkilerin gerçek bir gelişme yoluna girmesine de hizmet etmesi gerekiyor. Sağlıklı ilişki geliştirmenin yolu, savaşmaktan geçer dememizin nedeni; savaşımın ilişki düzeylerini sağlıklı geliştirmenize katkıda bulunmasına imkân sunmasından dolayıdır.
Çelişki o kadar boyutludur ki, bu konuda klan düzeninin gelenekleriyle çağdaş ölçüler iç içe ve bunu en vahşi, en hileli bir sömürgeciliğin ortamında yaşama söz konusu olduğu için, aslında yaşadığınız durumlar zor veya zor olmak durumundadır. Daha yedi yaşındayken, cinsler arası ilişki boğuntuya getirilmiştir. Ağır bir feodalizm, geleneksel boğucu etki, ardından sömürgeciliğin kapılarından bin defa kendini satarak bir ilişkiyi sürdürme zorunluluğu, emperyalist-faşist televizyonların, basın-yanının saptırmaları, ağır güdüsel etkiler gerçekten boğuyor. Ben bundan kurtuluşu kendi pratiğimde çözümlediğim gibi, hikayesini de uzun uzun anlattım. Bütün bunlar, bazı çözüm ipuçlarını göstermek içindi. Aslında sorunu açığa çıkarmak için otuz yılı aşkın bir zaman gerekliydi. Sorunun bu düzeyde ortaya konulması için bile yedi yaşımdan beri çabam var. Hepsini zincirler gibi birbirine bağlı olarak buraya kadar getirdik. Hikaye o kadar uzun ki ancak yüzlerce ciltlik kitaplarla bütün yaşanılan süreçleri ortaya koyabiliriz. Ama politik dilde keskin anlatımı geliştirdik, çok çarpıcı formüllerle yansıtmaya çalıştık. Ancak bazı şeyleri böyle kurtarabiliriz diye düşündük. Örneğin, çok erken yaşlarda içine girdiğiniz ilişki biçimleri sizi daha on beşindeyken yarı yarıya veya tamamen bitiriyor. Hem geleneksel ilişki sizi bitiriyor, hem de ona imkan bile vermeyip sömürgeci çarklara takıldığınızda ilişki bitiyor. Basın-yayının ideolojik saldırısı, güdülerin ağır etkisi altında boğuluyorsunuz ve sonuç, uygulama sırasında yaşadığınız zorluklar oluyor. Sorun bu kadar köklü. Bizim size yapabileceğimiz en büyük iyilik, gerçekleri açıklayabilmektir. Yaşadığınız bütün durumlara çözüm bulmanız mümkün değil ama gerçekleri size gösterirsek, iddialı olan bazılarınız belki çözüme yönelebilir. Benim bu konuda hem arayışlarımın hem de ortaya çıkarmak durumunda olduklarımın bazı önemli yönleri var. İlişkilerdeki sahte örtüyü parçaladık, çıkar ve çirkin yönlerini ortaya çıkardık. Son derece gerici ve boğucu yönlerini, hatta siyasi-askeri savaşımla ilgili yönlerini ortaya çıkardık. Bunlar önemli ve sorunu açıklığa kavuşturma çabalarıdır. Bu sorunu çözmeden devrime yönelmek, devrimle ilerlemek mümkün değildir. Devrim adına bazı şeyler yapılsa bile, çok şeyler yitirilerek ve belki çok güdük bir biçimde yol alınabilir. Ama o da bir yerinde kırılır, kaybedilir gider.
Cinselliğin çok doğal olduğunu tarihten biliyoruz, fakat bu hiçbir şey izah getirmez. Afrika’nın ilkel kabileleri için halen çok doğal bir cinsel yaşam var. Doğal olan; koşullarımızda kurala bağlanmamış, alım-satım-çıkar ilişkisine götürülmemiş, köleliğe bulaşmamış yaşam biçimleri, yaşam özellikleridir. Uygarlaşmanın ve özelleşmenin başlamasıyla birlikte, bireyciliğin ve bu temelde aileciliğin geliştiğini biliyoruz. Aileciliğin önce çok başlı veya çok eşlilikten, giderek anaerkillikten ataerkilliğe, daha sonra tek eşliliğe kadar olan, belki onun da altında bir yığın başka saplantılarla birlikte yürütülen ilişkilerini biliyorsunuz. Cinsler arası ilişkiler üzerine çok yazılıyor, çiziliyor. Burada önemli olan, sorunu tam olarak görmek, hiç şüphesiz doğal ilişki adı altında aklına her geleni yapmamak, güdülerine teslim olmamak işin başlıca gereklerindendir. Bugün şu ortaya çıkıyor; cinsellik kontrol altına alınamazsa insanlık tükenebilir. AİDS hastalığı gelişiyor, bu cinsellikle ilgili bir hastalıktır ve önlenemezse ölümler artar. Nüfus patlaması önlenmezse insanlar dünyaya sığmaz ve yaşam durur. İnsanlık cinselliğin sonuçlarını engelleyemediği için kendini bitirir. Ama diğer yandan cinsellik olmadan da yaşamın sürmeyeceği bellidir. Yaşamın vazgeçilmez bir özelliği kontrol edilmezse, toplumsal gelişmede bir kurala veya yaşamı bu anlamda en ideale yakın bir düzeyde sürdürmeye götürülmezse, buna ne devrim yeter, ne de insanlık tarihi; bu çelişki altında boğulabilir. Zaten sorun şimdiden bu temelde ele alınıyor. Çevre sorununun da kaynağı budur. Savaşların daha da yıkıcı gelişmesinin bir nedeni de bu olabilir.
Bunlar kendiliğinden meydana gelmiyor, toplumsal ve insansal gelişmenin ortaya çıkardığı durumlardır. Son yıllardaki nüfus patlaması ve bundan kaynaklanan çevre tahribatı, hastalıklar, aslında toplumsal gelişmeyle de ilintilidir. Hatta tekniğin, bilimin ve tıbbın gelişmesiyle de ilintilidir. Bir yerlerde çarpık gelişme vardır ve insanlık kendini bu çarpık gelişme nedeniyle, teknik ve bilimle imha ettirecek duruma getiriyor. Belki de geleceğin devrimi, bunu önleme devrimi olacaktır. Bu bilimi, tekniği ve nüfus patlamasını önleme devrimi olabilir. Şimdiden çevreyi temizletme devrimi, neredeyse en önde gelen bir amaç haline geliyor.
Sorunu kaba biçimiyle ortaya koymak da yetmez. Kapitalizmle, emperyalizmin başlamasıyla çok yakından ilişkisi vardır. Sosyalist ideolojinin sorunlara tam çözüm gücü getirmesiyle, yeni bir devrim ideolojisinin ihtiyacıyla da ilişkisi vardır. Hiç şüphesiz bu konuda arayışlar vardır, daha da gelişecektir. İnsan toplumu, büyük oranda insan eyleminin bir sonucudur. Toplum üzerine tartışma gelişecektir. Zaten sosyalizm, toplum üzerindeki en kapsamlı tartışmadır, onun bilime yakın düzeye getirilmesidir. Sosyalist ideoloji, sosyalist felsefe, hatta sosyalist bilim, toplum gerçeğinin kavranılmasına ilişkindir. İnsanı hayvanlara, hatta doğal etkilere karşı korumak kadar, doğal etkilerin vazgeçilmezliğine bağlama tartışmalarıdır. Kısaca, insani bilimler daha da geliştirilecek; din ve felsefe bir kez daha gözden geçirilecek, gerekli olduğu kadar alınacak, gerekli olmayanlar atılacaktır. Hatta yeni dini ve felsefi yaklaşımların yanında bilimin geliştirilmesine de çalışılacak ve bütün bunlarla kendini dayatan ağır sorunlara bir çözüm kazandırılacaktır.
Bu genel yaklaşımları belirtmemizin nedeni, sorunları çok bireysel ele almanızdandır. Bütün bunları hiçbir biçimde sorunlara ucuz yaklaşamayacağımızı, çok kısır, çok içe kapanmış çözümlerin mümkün olmadığını, bu kadar geneli ilgilendirdiğini göstermek için belirtiyoruz. Neden ilk insanlar için çok doğal olan cinsellik, bugün bizim için büyük bir sorun haline geldi? Bunun nedenleri üzerine sizi biraz düşündürmek için bunları ortaya koyuyoruz. Bilimle, toplumsal denetimle çok doğal bir güdü eğer düzenlenmezse, insanlığı içinde yaşanılmaz hale getireceğini göstermek, bununla bağını ortaya koymak önemlidir. Bütün bunlar anlayış zenginliğini geliştirmeye götürüyor, genel çerçeveyi oturtarak yaklaşım gereğini ortaya koyuyor.
- Ayrıntılar
PKK, 18. yıl gerçeğinde zafere en yakın durumda olduğunu kanıtlamıştır. Büyük parti davamız, Amed’in Fis köyünde ne olduğu ve ne olacağı fazla belirgin olmayan bir grupla, en az donanımla ve fazla gelişkin olmayan iddialarla partileşmeye adım attığından günümüze kadar destansı diyebileceğimiz bir süreci yaşamanın adıdır.
Şüphesiz parti tarihimizin daha öncesi de vardır. 1973 baharı, partileşmemizin daha alt düzeyde rüşeym haliydi. Bu da ciddi bir adımdı ve daha sonraları her yılın kuruluş anlamında böyle bir yeri vardır. Nasıl ki her bahar yeşerme, filizlenme ve tohuma gelmede yeni bir yaşamın başlangıcıysa, partimizin her yılının da kesinlikle böyle bir anlamı vardır. Hem her yıl filizlenir, tohuma gelir hem de yalnız bir yıl için değil, ikinci yılda daha değişik bir ürün ve üçüncüsünde de daha değişik ve daha fazla ürün verir. Şimdi partileşmemizin on sekizinci yılındayız. Ürünleri çok çeşitlidir, hem de oldukça niteliklidir. PKK’yi bu zenginleşme içinde buraya kadar getirdik. Mücadelemiz salt ulusal kurtuluş ürünü, salt parti ürünü ve salt savaş ürünü değil, buna benzer bir çok ürün veriyor. Bugün sosyalizmin de en iddialı ürünlerini veriyor, kadın özgürlüğünün ürününü veriyor. Tarihte eşine ender rastlanan bir özel savaşa karşı ayakta durmanın ürününü veriyor. Karşısında tüm dünya da birleşse, zaferin kazanılabileceğinin imkanını ve ürününü veriyor. Bunlar, parti davasında iddialı olanların eşsiz hazineler olarak görüp değerlendireceği, sınırsız zafer umudu ve tutumuyla kendini silahlandıracağı büyük değerlerdir.
Parti davasının önemini anlayamamanız veya bütün kapsamıyla değerlendirip gereğini yerine getirememeniz, sizin için gerçek bir yetersizlik ve dolayısıyla bir üzüntü kaynağı olmalıdır. Bu aşamada, bu kapsamda parti ülküsü kadar hiçbir ülkünün ve değerli bir çalışmanın olacağını sanmıyorum. Ben çoğunuzun yaptığı gibi ne kitleler içinde, ne de sıcak savaşım alanlarında çaba harcama imkanına kavuştum. Ama bir parti üzerinde, bir partinin fikri örgütlenmesi ve özellikle kadro çalışması üzerinde yoğunlaştığımda ne destanlar yaratılabileceğini gösterdim. Bundan daha değerli bir çalışma olamaz. Çok zor koşullarda yürüttüğümüz bu çalışmanın bile nelere kadir olabileceğini şimdi görebilirsiniz. “Parti davası çok büyük bir olaydır, partileşmek en büyük bir güçtür” diyeceksiniz. Tüm gücümü partileşmekten alıyorum, benim başka güç kaynağım yoktur. Parti üzerine yoğunlaşmak, partinin ilkelerine göre yaşamak ve partinin örgütleşmesine güç vermek tüm güçlerin esasıdır. Bu çok açık. Parti kadroları olarak çalışmalara yüklenmek ve etkili olmak istiyorsunuz. Bunun yolu partileşmek ve ilkelerin gerekli kıldığı tarza ulaşmaktır. Bunu gösterdiğinizde güçlüsünüz. Bu ülkede, ordu içinde ve hatta tüm düşmanlarımıza karşı güçlenmenin başka yolu düşünülemez. Önderlik çizgisinin gücü, partileşmenin yoluna kendini yatırmanın gücüdür. Daha da açarsak; Önderliğin ilkeleri, bu ilkelerle tutarlı çabaları ve bu çabaları yerli yerinde, ustaca sergilemesi var. İşte Önderlik, işte başarı!
Son zamanlarda, “parti ölçüleri de, gerilla da aşındı, yurtdışında Avrupa’da yaşam aşındı” diyorsunuz. Bir PKK kadrosu için bu sözleri söylemek, söyleyip de acı duymamak, acı duyup da kendisine karşı savaşmamak kadar tehlikeli bir tutum olamaz. Ama ne yazık ki, sadece bunları söylemekle yetinmiyor, olumsuzu da yaşıyorsunuz. Bana göre kaybetmenizin en temel nedeni budur.
PKK’nin bütün şehitlerinin anısına belirtirim ki, partileşmek kadar değerli hiçbir çaba yoktur. Parti ölçülerinde ısrar, parti yaşam tarzında ısrar, parti görevlerinde ısrar, cephede kazanacağınız en son nihai zaferden bile daha değerlidir. Nihai bir zafer gelip geçicidir, belki ardından bir yenilgi de gelebilir, ama kapsamlı bir partileşmenin önünde her zaman başarı vardır ve bu başarı süreklidir. Kapsamlı partileşen nihai zafere kadar kazanır. Onun için zafer kişiliğinde ısrarlı olan, öncelikle partileşmenin tüm gereklerine ulaşmalıdır. Buna anlam vermek için fazla söze gerek yok. Benim pratiğime bakın; daracık bir yerde ve çok kısıtlı olanaklarla yürüttüğümüz parti çalışmaları bugün bizi nereye getirdi, nerelere taşırdı. Başarılarımızın ne kadar olduğunu hesaplayabiliyor musunuz? Parti tarihinden öğreneceğiniz en temel husus; bütün başarıların sırrı partileşmededir, partinin ölçülerine, tarzına, temposuna, ahlakına sahip olmada karar vermededir ve bu kararda ısrardadır.
Parti tarihinin dönemleri, her yılı ve hatta her saati vardır. Her bir saati kesinlikle diğerinden daha değerlidir. Bir zincirin halkaları gibi sürekli göğe yükselen helezonvari sütun gibi hep birbirini ilerletir, amacına ulaşıncaya kadar dur-durak bilmez, kopukluklar, sistemsizlikler yoktur, tarz-tempo kesindir, düşmanın ulaşamayacağı ve dağıtamayacağı kadar güçlüdür. Küçük bir tohum olarak serpildiğimizde onun çürümemesi için gereken yapılmış, en önemlisi de düşmandan korunmuştur. Yani bu tohum sert bir rüzgardan kurak kalıp çürümekten korunmuştur. Bu, üzerine titreyerek, bir ananın çocuğuna olan bakımından daha fazla bakarak gerçekleştirildi. İdeolojik çalışmayı bunun için geliştirdik. Düşman tehlikelerinden uzak olmak için gizli tuttuk ve bu başarıldı. İdeolojik gelişme süreci kesinlikle olmazsa olmaz kabilinde bir süreçti. Ondan önce bu halkta sadece kendinden utanç duyma vardı. Toplum, bireylerine kadar parçalanmıştı ve dolayısıyla zayıflığı vardı. Toplumda iddia, karar ve bir araya gelme hiç yoktu. Kardeş kardeşi bile kabul etmez ve bir arada bir saat tutamazdı. İdeolojik hamle sürecimiz buna bir son verme süreciydi. Yıllarca inkar edilmiş “ben bir daha sana gelemem, ben bir daha seninle yaşayamam” denilen toprağımıza ve insanımıza bir bakıştı. Birbirlerine hain gibi bakanların dost gibi bakmaya başlamalarıydı. Birbirlerine müthiş yabancılaşmış olanların tanışmışlığa gelmesiydi. İşte ideolojik gerçeklik budur ve bu bakış yaratıldı. Dost bakışı, birlik bakışı, ruh yakınlığı ve ülke bakışı oldukça önemlidir. Yürümeden önce bakacak, yapmadan önce de göreceksiniz. Bunlar olmadan tek bir adım bile atılamaz.
Örgütlenme yürüyüşe geçmedir; bakış açısı yaratıldıktan ve verilmesi gerekenler tespit edildikten sonra ona yürümedir. Toprağa ve halka yürüyüş tek kişiyle değil, ancak örgütle olur. Bakışlarımızda tutarlıysak görmemiz gerekenlerle birlikte yürüyeceğiz. Çünkü ulusal amaç, bir avuç hainin ve onda ısrar edenlerin dışında herkesin amacıdır. Özgürlük, bir halk içindir, herkes içindir ve dolayısıyla herkesin yürüyüşünü gerektirir. Örgütün gereklerini yerine getiremeyenler yalancıdır; örgütle yürüyemeyenler hem bakış, hem de yürüyüş yoksunudur. Bu kişiliklerin ülkesine ve halkına bakışı yoktur. Bunlar kördür, kendilerini körce veya sersemce yürütebileceklerini sanırlar. Biz bu yılları kısa aralıklarla yaşadık.
1980’lere merdiven dayadığımızda, toprağa yürüyüş ve halka ulaşma asgari düzeyde gerçekleşmişti. Bu, ideolojiden politikaya aşama yapıldığı, politikanın doğru olduğu, halk yürüyüşünün gerçekleştiği ve politik anlamda özgürlük savaşımın artık başladığı anlamına gelir. Bakış açısını yok eden, “senin ülken ve halkın yoktur” diyen güç, bakışın oluştuğunu ve politikanın başladığını görünce, tek ferdimiz kalıncaya dek bizi yok etmek için bize karşı faşist bir süreci geliştirdi. 12 Eylül son tahlilde bu bakış açımızın ve halk yürüyüşümüzün yok edilmeye çalışılmasıdır. Bu savaş, büyük ve özel bir savaştı. Biz, 12 Eylül’ün ayak sesleri geldiğinde yurtdışına çıktık. Yürüyüşümüzün kesilmemesi için bu bir taktikti. Taktisyenler, ayak sesleri bile çok uzaklardan gelirken, bizim neden bu adımı attığımızı kendilerine sormalıdırlar. 12 Eylül’ün ayakları altında nasıl ezilmeyeceğiz diye adeta iliklerimize kadar titriyorduk. Sorumluluk duygusu budur. Yüreklerimizin, bu bakış yok olmasın ve bu yürüyüş kesilmesin diye nasıl sık attığını acaba düşünebilecek misiniz?
Bu süreçte yakalanırsam kopan sadece benim yüreğim olmayacak, bir halkın yüreği olacaktı; karartılan bakışlar sadece benim bakışlarım olmayacak, kendi toprağından özgürce ve ulusalca bakması gereken bir halkın bakışları olacaktı. Bu nedenle kendimi korudum; korumak ve yaşatmak için de kendimi iğne ucundan geçirme taktiğini uyguladım. Bunun için dur-durak, kendini yere atmak ve ucuz ölüme terk etmek olmazdı. Çünkü bende gören göz artık bir halkın gören gözüdür, bende atan yürek bir halkın yüreğidir. Buna nasıl ihanet edilebilirdik ki! Eğer gerçek böyleyse, milyonlar yüreğinizde atıyorsa, gözleriniz milyonların gözleriyse ve büyük görüyorsa; o kişi duramaz ve görmezlik edemez. İşte biz böyle yaşamaya başladık. Partinin bakıştaki iddiası ve soluksuz yürüyüşü böyle anlamlıdır. Gelişmeyi biz böyle sürdürdük. Çoğunuzun halen anlamadığı bu gerçeklik, bizim yürüyüşümüzde veya partimiz adına bende böyle gelişti ve böyle anlam buldu. Halen bu bakış açısına ve yüreğe sahip olamayanlarınıza şaşırıyorum. Bu, ne kadar acı ve ne kadar iflah olmaz bir durum. Partimiz adına yapılanlar düşman çizmesiyle yerle bir edilmek istendiğinde, buna karşı bir savaşçı yetiştirmek için canımızı dişimize takıyorduk. O süreçte arkamda yer alanlar, “bir daha ülkeye dönüş mü” diyerek dalga geçiyorlarmış. Kendini en fazla sorumlu tutması gerekenler böyleydi. Fakat yapılacak başka bir şey yoktu. Bir savaşçı yetiştirmek için o zamanlar bunun dışında bir şeyle uğraşmak mümkün olamazdı. Her şey oradaki ısrara bağlıydı. Tarihi kaybetmek istemiyorsanız, yüreğinizin sökülüp kurutulmasını istemiyorsanız savaşta ve savaşçıda ısrarlı olacaksınız. Hiç kimse bunun anlamını bilmedi, “neden bu arkadaş bu kadar ısrarlı” demedi. Israrlı olmak gerekirdi, çünkü bu başarılmasaydı geriye hiçbir şey kalmıyordu.
Şimdi sizin bakışlarınızda ve yürek atışlarınızda bu noksanlığı görüyorum. Çokça söylendiği gibi, trene bakan gibi mi, mandanın yürek atışı gibi mi sorularını soruyorum. Eğer benim gibi bakılsa ve duyulsa, eminim ki o çabanın önünde hiçbir engel duramaz. Hele parti görevlerinde, savaş görevlerinde böyle başarısız ve çaresiz de kalınamaz. En çok hayıflandığım bir konuda budur. Bunlardaki bakışlar kimin, bu toprağa nasıl gitmişler? Özgürlükle iç içedirler, ancak bir keçi kadar bile orayı sevemiyorlar. Cudi dağındaki keçinin Cudi dağına sevdası daha fazladır. Ama oradaki gerillanın bu dağlara bağlılığı henüz gelişmemiştir, buna öfkeliyiz. Yürekleri sanki manda yüreği kadar duyarsız. Orada bir tarihin canlandığını, orada bir özgürlüğün adım adım geliştiğinin farkında bile değiller. İşte hayıflandığımız durum budur. Buna hiç mi hiç saygılı olamadılar ve her zaman büyük öfke ile karşıladılar. Bana göre bu büyük bir suçtur.
Siz savaşanlar bunun bizdeki hikayesinin nasıl geliştiğini bile bilmiyorsunuz. O zaman hangi yürekten bahsedilebilir? Bizim bakış açımıza dahi ulaşmamışsınız. Böyle olunca bakışlarımız size hiç güç veremez ve onun sonucu olarak da tarzınız-temponuz düşer. PKK’yi anlayamadınız, PKK’nin bizim tarafımızdan yürütülüşünü göremediniz, duyamadınız. Onun için şimdi de fitne-fesat topluluğu haline geldiniz. Bu da bize yapılabilecek en büyük kötülüklerden birisiydi. Sizin bu bakışsız ve yüreksiz yaklaşımlarınızdan dolayı çektiğim zorlukları ve buna duyduğum öfkeleri düşmanın en büyük seferlerine karşı bile duymadım. Hele hele ülkeye adamakıllı yerleşmenin, onun havasını solumanın, sadece ülkeyi görmenin değil onu yaşamanın da gerçekleşmeye doğru gittiği, halkla kaynaşmanın ve bayramlaşmanın imkan dahiline girdiği bir süreçte halka dayatmalarda bulunmanız, sanki ülke yaşanılamayacak ve kaçılacak bir yermiş gibi davranmanız kadar beni öfkelendiren hiçbir tutum yoktur. Bu en lanetli tutumdur.
Biz o yıllarda tarihimizin en önemli ve bizim için tek yaşam yolu olan savaşımı başlatmıştık. 15 Ağustos Atılımı’nın öncesi ve sonrası öyle nefes nefese geliştiriliyordu ki, bunun tüm zorlukları benim için bir hiçti, hatta zorluklar beni daha da kamçılıyordu. Ancak bazıları “bu çabaların üzerine nasıl konulur, onların ürünü nasıl ele geçirilir” diyordu. Bu ne vicdansızlıktır, bu ne saygısızlıktır. Savaşı anlamamak, savaşın tarihini böyle anlamak ne kadar büyük bir yanlışlık, büyük bir yürekten yoksunluk, saygıdan uzaklık ve verilen çabayı hiç anlamamaktır. Sizler bunu nasıl yaptınız? Savaş komutanları, savaş birliklerinin başında yer alanlar neden bunu anlayamadılar? Savaş tarihine hiç anlam vermemek, bir silahın elde edilişinde kimlerin ne kadar rol oynadığını, onlarca silahın nasıl temin edildiğini, bir savaşçının yetiştirilmesi için yıllarca sürdürülen çabayı, bir ülke uğruna günde beş-on kişiyi kaybettiğimizi bilmemek sizi ancak lanetli yapar. Bu anlamda siz, parti tarihini anlamak şurada kalsın, adeta kara bir leke gibi ortamımızda yer işgal ediyorsunuz.
Partinin savaş tarihini anlamamak büyük vicdansızlıktır. Oysaki bu süreci başlatmamız mucizevi bir olaydı. Tarihte hiçbir Kürt isyanı bir kaç aydan öteye gidememiş ve hepsi de baş aşağı gidişin bir adımı olmuştur. Bizim başlattığımız mücadeleyle ilk defa giderek yükselen ve başarı umudu veren bir süreç yakalanmıştır. Bunun en büyük sorumlulukla değerlendirilmesi, bir yapı taşı da benden dercesine bir çaba gösterilmesi gerekirken, “savaş kurallarını gevşetelim, olanakları çarçur edelim, bu komutanlık sayesinde kendi güdülerimizi tatmin edelim” dediniz. Bu en büyük düşkünlüktür. Adı, ünü ne olursa olsun, eğer tarih bir gün bana sonucu gösterirse, zaferi yakalamış birileri dahi olsalar bu kişilerden hesap soracağım. Daha önceki yıllarda o kadar şehit gömülmüş ve o kadar umut dirilmiş ki, bunlara hakkını vermemek mümkün değildir. Bu anlamda, bu yıllara anlam verip vermediğiniz konusunda kendinizi gözden geçirin.
Karşımızdaki özel savaş fırtına gibiydi. Çok iyi biliyorum ki, özel savaşın arkasındaki güçler şunu söylüyordu; “bunları bin yıldır yerle bir ettik, ama daha ölmemişler, içlerinden başkaldıranların ve ‘ben yaşamak istiyorum’ diyenlerin başını ez.” Bin yıllık tarihleri onlara bunu dayatıyordu. Sırf o olumsuz tarihi kurtarmak için bir hücum dalgası daha; küfürle, savaş tarihinde hiç yeri olmayan özel savaş yöntemleriyle yüklen ha yüklen! Şunu belirtmeliyim ki, “savaşmak istiyorum, gerilla olacağım” diyenler, eğer bize ve kendilerine saygı duymak istiyorlarsa, düşmanın bu dalga dalga gelişimini görmelidirler. En önemlisi de büyük emredici olarak uyanan yaşam umutlarına mutlaka sahip çıkmak ve ölümcül olan yanlışı, yetersizliği de gidermenin büyük çabası içinde olmak gerekiyor. Bunu yaşamadan, bunun gerekliliğini hissetmeden nasıl savaşacağınızı sanıyorsunuz? Yürekleriniz neden böyle kaskatı kesilmiş? Utanmadan, sıkılmadan halen karşımıza bir savaş adayı, hatta komutan adayı olarak dikiliyorsunuz. Sıkça bunlar da kim diye kendi kendime soruyorum.
Kendimi dağlara sizin gibi taşırma ve geniş halk yığınları içine girme imkanım da olmadı. Ama küçük bir mevzide kolay kolay zapturapta alınamaz yaşamımı davamız uğruna yatırdığımda neler yaptım. Peki siz ne haldesiniz? Bunları değerlendirmeniz gerekiyor. İyi bir komutan, hele namuslu ve şerefli bir savaşçı olmak kolay değildir. Eğer savaşa inanıyor ve “savaşa varım” diyorsanız, hesap verecek bir durumunuz olmalı. Ben hatırınızı kırmamak için sizleri kovmuyorum. İnsanları kovma gibi bir özellik benim tabiatımda yok ve kimse de beni kovamaz. Savaşın şerefiyle, onuruyla, amaçlarıyla ve sizdeki tarihiyle oynuyor, hatta bunu görmezlikten geliyorsunuz. Ben bunu kabul edemem. Bana biraz saygınız varsa bunları anlamak zorundasınız, ancak anlamıyorsunuz. Size açıkça gösteriyorum ki, bu savaşı belirttiğim çerçevede yürütüyorum, öyle sandığınız ve kendinizi aldattığınız gibi değil.
Görkemli On Sekiz Yılımız Amansız ve Aydınlıklı Mücadele Yıllarıydı
PKK tarihi çok kapsamlı ve yeniliklerle dolu olduğu için, en önemlisi de PKK tarihini anlatılmaz kıldığınız için onu anlatmaya gücüm yetmiyor. Bu büyük tarihe yanaşmadığınız, bu büyük tarihi kirlettiğiniz ve hataya bu kadar müsait olan çarpık kişiliği dayattığınız için size öfkeleniyorum. Size rica ediyorum, bir an önce bu tarihin önünde engel olmaktan çıkın, çünkü hızımı kesiyorsunuz. Yoksa bu tarihin önünde ezileceksiniz. Bu tarihe göre yiğitlik mümkün değil mi? PKK’nin her birisi bir abide değerinde anlam ifade eden bu kadar şehidi olacak, bunun karşısında sizin bu kadar çarpıklığınız olacak! Bir halkın yaşam olanağı bıçak altında olacak, buna karşın siz bu kadar duyarsız olacaksınız! Olanaklar savaşı bu kadar amansız olacak, siz bunları bu kadar çarçur edeceksiniz! Bu değerler karşısında böyle kolay duruşa geçilmez, hele sizin gibi hiç durulmaz. Bu kadar hatayla, yetmezlikle parti davasında kalınmaz, kalınırsa size, “düşmanlık yapıyorsunuz” denilir. İnsan bu tarihe karşı nasıl düşmanlık yapar? Eminim ki, düşmanın bir ajanı burada olsaydı, ben onu yüreklendirir ve kendimle yürütürdüm. Dolayısıyla, PKK tarihine doğru dönüş yapacak ve doğru anlam vereceksiniz. Bu yıldönümü dolayısıyla çok açıkça belirtebilirim ki, bu tarihe böylesine bir dönüşü yapmayanlara ve hakkını vermeyenlere benim hiç saygım olmadığı gibi, metelik kadar değer bile vermeyeceğim. Parti tarzına göre olmak benim için her şeydir. Böyle olan benim yüreğimdir, ruhumdur ve sevgimdir. Biz zaten bunlar için varız. Başka türlü bizi kimse kullanamaz ve kimse bu değerleri paylaşamaz.
1990 sonrası, halkın mücadeleye daha köklü kalkışması ve cesaret etmesi vardır. Serihildanlar döneminde ARGK’nin, yani ordumuzun hızla elli binlere tırmanma imkanı doğduğunda artık bu, yüreğimize sığmıyor ve çalışmalarda sınır tanımıyorduk. Şu daracık sahamda dört bin kişiyi eğitiyorum. Yurtdışının çok az imkanları var. Siz ülkedesiniz, ülkenin her bölgesine akın akın savaşçı geliyor; kitlelerle de iç içesiniz, ancak kitleyi uzaklaştırıyor, kaçırtıyor ve çok kolay imha olmalara terk ediyorsunuz. Bu tarihte bunun kadar öfke verici bir şey düşünülemez. Düşman bu yıllar için daha yeni yeni şunu itiraf etti; “1992’lerde Kürdistan’ı kaybetmiştik.” Karşımızdaki kontrgerillacıların tüm iddiası şu; “biz kaybedilen Kürdistan’ı yeniden kazandık.” Buna kim yol açtı? Gerçekten kazanmaya doğru giden bu Kürdistan’ı ve bu devrimi kim kaybetti? Bunu ciddiyetle kendinize soracak mısınız veya tarih karşısında kendinizi sorgulama cüretini gösterecek misiniz? Bu büyük kazanmanın imkan-olanaklarını görme ve gerektiği kadar bunu işleme görevini anlayacak mısınız? Bu görevi yapamadığınızda düşmana nasıl kazandırdığınızı görecek misiniz? Bunları görmeden yürek büyütülemez, düşünce geliştirilemez, askeri stratejiye ve taktiğe anlam verilemez. Ne yazık ki, bu yaramaz ve yetmez kişiliğinizle bu tarihi her yerde kırk defa yenilgiye uğratacak hale getirdiniz.
Yıllık çalışma bilançom; yalnız bu sahada binlerden aşağı olmayacak savaşçı ve PKK kadrosunu yetiştirmeye çabalamak ve tabii bir de bunları silahlandırmaktır. Dünyadaki hiçbir kurtuluş hareketinin tarihinde bu görülmüş müdür? Bütün yurtdışı alanlarında çalışan önderlerin örgütlediği insanların sayısı yüzü bulmamıştır. Oysa ben bu süreçte kendi elimle yalnız otuz bini aşkın insan yetiştirdim. Bu işe meteliksiz başladım, ancak daha sonraları trilyonlarla para harcayarak hepsini silahlandırdım. Sizler ise, “ne de olsa yağmur gibi olanak ve savaşçı geliyor” diyerek bu imkanları çarçur ettiniz. Bunu Botan’da, Amed’de, kısacası her yerde yaptınız. Şimdi bazıları Güney’de bunu yaparak, o yaramaz ve sefil ruhlarını sözüm ona orada doyuracaklar. Her yıl dayattığınız yenilgileri size rağmen karşılayarak dayandık. Benim için savaş bitmedi, tam tersine geçen savaşları bir hazırlık süreci olarak değerlendiriyorum. Diplomasiden savaş cephelerindeki çalışmalara kadar her şey bir hazırlıktan ibarettir. Ve kendimi bu hazırlıklar temelinde yeniden mücadeleye verdim.
Düşman benimle savaştı, siz de ağırlıklı olarak düşmana karşı savaştınız. Bu konuda emeğinizi inkar etmiyor, tam tersine çabanızı sizden daha fazla takdir ediyoruz. Bizim öfkelendiğimiz husus, kendinize yaptığınız saygısızlık ve emeğinize değer biçmemenizdir. Bu konuda öfkelenmenize hiç gerek yok. Kendisine saygısızlık edenlerin ancak kendisiyle savaşma hakkı vardır, vereceği hiçbir sözü de yoktur. Biz bu anlamda sizlerle de savaşarak hazırlıklı hale geldik. Düşmanın bugün çıldırdığı bir konuma gelmesinde benim tarzım sonuç almıştır. Daha düne kadar, bizzat düşmanın içinden gelen bir bilgi şuydu; “Devleti de toplumu da bu hale getirenler başarısızlar, sizin kişiliğinize suikast yaparak kendi kurtuluş yollarını arıyorlar, aman kendinize dikkat edin. Kire bu kadar bulaşmış olanların aklanmaması için kendinizi yaşatın.” Bunu siz değil, düşman cephesinden biri belirtiyor. Biz bu savaşı biraz böyle geliştirdik. Kirli savaşın yürütücüleri kendi toplumuna, hatta kendi devletinin de başına bela getirerek bu sonuca ulaştı. Büyük insanlık savaşımımız, kendimizi büyük inatla buraya kadar getirişimiz düşman cephesini parçaladı ve kirli savaşçıları kendi içlerinde bile taşınamaz bir yük haline getirdi.
Düşman çözülüyor, eğer siz yanlış tutumlarınızla yardımcı olmazsanız yenilecekler. Bu da kaçınılmaz bir yenilgidir. Düşmanın en çok umut bağladıkları sizlersiniz, “mücadele eden bir kişi var, onu öldürürsek bizim savaşmamıza hiç gerek yok, geriye kalanlar zaten kendileriyle savaşıyor” diyorlar. Zaten siz, Ana Karargahımızda bunu kanıtlamadınız mı? Halen bazı raporlarda, “bölüğü dağıtıyorlar” deniliyor. Bugünkü düşman basını bile bunu söylüyor. Kirli özel savaş çetesinin en büyük umutları sizler oluyorsunuz. Benim ölüp ölmemem veya ben ölsem de savaşın yürütülüp yürütmemesi ayrı bir konu. Savaşımımızı kendi ölümümüzle sınırlamıyoruz. Ama düşman için böyle umut olmak sizin için en büyük ayıptır, şerefsizliktir. Bu durumunuzdan kurtulmanın tek yolu bir an önce bu düşmandan kurtulmaktır. Hiç kimse “bu kadarı banadır, bu kadarı bana değildir” demesin. Herkes bu suçta çok büyük bir sorumluluk payına sahiptir.
Siz fazla yorgun değilsiniz, çok genç ve oldukça atılım yapabilecek durumdasınız. Hem büyük bir şansa sahip, hem de savaşın olanaklarına hakimsiniz. Fakat bunun üzerine bu son yıllarda görüldüğü gibi, “ele geçireyim, kendimi yaşatayım” diye hesap yapılmaz. Bunun düşmanın yapamadığını yapmak anlamına geldiğini zaten düşman size söylüyor, ben söylemiyorum. Bu, savaş hainliğinden daha kötüdür. Çok özel bir kontra bile, iç cephede karşıt savaş yürütme ve bizi bitirme işini bundan daha tehlikeli yürütemez. “Keyfimiz, benliğimiz, yaşam hakkımız” diyeceksiniz, böyle yaşam hakkı, böyle bencillik mi olur? Bu yaptığınız bencillik bile değil, güdülerine körce takılıp gitmektir. Bu kadar küçük amaçlar için savaşılır mı? Sizin suçunuz bu kadar bencil davranarak savaşta yalnız kendi komutanızı görmek, savaşın tümünü görmemektir. İliklerinize kadar böylesiniz. Böyle savaşılmaz, bu olsa olsa düşman adına savaşmadır. Düşmanın bu kadar bel bağladığı kişiler artık benim için değersizdir. Halkların huzuruna başarıyla çıkma, halkların tarihine, hele bizim halkımızın biricik özgürlük umuduna böyle başarıyla yaklaşma imkanı doğmuşken, siz kimin adına böyle kalabilir, kimden bu cesareti alabilirsiniz? Bunun kör bencilliğinizden, egoizminizden başka bir izahı var mı? Çok çürümüş, bitmiş tükenmişliğinizden başka bir izahı var mı? Düşman buna umut bağlıyor, çürüyen ve dökülen düşmana böyle umut olmak kimin haddinedir.
Demek ki, çok zor olduğu kadar anlamlı olan önümüzdeki bu tarihi savaş sürecine önderlik tarzımızda yürürken, böylesine görkemli olan mücadele tarihimizi arkamıza almışken, özel savaş cephesinde de insanlık suçu işleyen bu düşmanı karşımıza almış ve bu laneti yok etmek üzereyken herhangi sıradan bir savaşçı gibi, hele hele bir çok hata işleyen bir komutan gibi olmanın izahı yapılamaz. Sonuna kadar yenme azmimi, kararlılığımı, en azından verdiğim emek kadar çabamın amansızlığını, tecrübemin gücünü ve bizzat kazandığım mevkileri göz önüne getirerek bu sürece varım diyorum. Sizler de bu işin komutasız olmayacağını düşünüyor ve “başsız yürünmez” diyorsanız, o halde benim varolma tarzıma göre “varım” diyeceksiniz. Özellikle orduda bu kesinlikle böyledir. Yetki alıp kendinizi yaşatmayı asla bir daha değil dilinize, beyninize bile getirmeyin. Bu yetersizliklerle ve yanlışlıklarla değil bizden izin almak, semtime bile uğramayın.
Burada şunu görüyorsunuz; biz parti davasında da, ordu davasında da zayıf değiliz, hükmetmeme gibi bir konumda da değiliz. Bunu görmeme gibi bir durumunuz yok. Size büyük bir şans verilmiştir, oysa siz bunu yanlış anlıyorsunuz. Özgürlük davası öyle kolay değildir. Tarihin bu adlaşma süreci sıradan bir süreç olarak ele alınamaz. Bu mücadelenin iki kelimelik fikri bile beni büyük heyecana getirdi ve mücadele öyle başladı. Bugün başarı bu kadar gerçekleşmeye doğru gitmişken, insan hiç heyecansız durur mu, hiç hücumsuz kalabilir mi, anlayışsız olabilir mi? Bu dönemler kartal kanatla uçma dönemidir. Bu dönemler, yüreğin sonuna kadar haykırdığı ve yaşama hakkına hiçbir dönemde bu biçimde yaslanılmadığı bir dönemdir. Bu dönemler bayram dönemleridir. Sadece ulusal amaçlarımız için mücadele etmiyoruz, sosyalizmimiz dünya halklarının ilgisini çekiyor. En köhnemiş kapitalist ülkelerin aydınlarında bile bir umut yaratıyor. Katliam altındaki bir halkın devrimini başarmakla kalmıyor, en gelişmiş uluslardaki umutsuzluğa da umut oluyoruz. Parti ve savaş gerçeğimiz budur.
Bu şanlı on sekiz yıla büyük değerler sığdırılmış ve en önemlisi de büyük bir patlamanın özgürlük şafağının çarpıcı aydınlığına gelip dayanılmıştır. Her kim ki bunun heyecanını yürekte duymuyorsa, o büyük bir sefil veya münafıktır. Ona hiçbir derman artık çare olamaz. Ama insanın yaşamla, halkıyla ve insanlıkla bağı varsa bu dönemler bayram dönemleridir. Biz bunu, yaşamı bir sigara dumanından veya insanlığın o ilkel dönemlerdeki toplayıcılıkla karın doyurmadan ibaret görmeyenlere söylüyoruz. Ve insan olmanın yüce değerlerine sonuna kadar sahip çıkmanın bir gerçekleşmesi olarak anlam veriyoruz. Bu yılların mücadelesinde haklıyız, haklılığımızı bu yılları kazanıp mücadelenin ürünlerini çok zenginleştirmekle ve bollaştırmakla gösteriyoruz. Mücadele etmenin fikri güzel, maddesi güzel, bundan daha değerli ne olabilir ki. Öfkesi yerinde, sevgisi yerinde, bundan daha yerinde olan ne olabilir ki. İşte size böyle bir yücelikler dünyası veriliyor, bundan daha yüce ne talep edilebilir ki. Parti bu kadar büyüktür ve bunları size, en çok hayata geçirmek isteyenlere sunmuştur. Bundan daha değerli armağan ne olabilir ki. Bunu anlamayan, takdir etmeyen, çok bireyci ve keyfince güya yemek isteyenler kadar zındık olan, hırsız olan kimdir.
Sizlere sunulan şehitlerimizin kanıdır, böyle yüceltilen değerlerin altında yatan adsız milyonlarımızın emeğidir. Bunun kadar kutsal karşılanacak bir değer var mıdır; bu değerlere kadir bilmezlikle hiç yaklaşılabilir mi? Görüyorsunuz ki, parti tarihinin bu on sekiz yılı görkemli, amansız, öfkeli, aydınlıklı, savaşlı, başarılı ve trajik olaylarla geçmiştir. Bunların hepsini iç içe yaşıyoruz. Önümüzdeki günlere büyük bir aydınlıkla ve büyük bir başarı umuduyla ulaşılacaktır. Bu temelde sizleri, tüm PKK’lileri ve onun dostlarını, tüm halkı, her cepheden savaşanları böylesine büyük bir dava partisine, yenmeye doğru ve yenilmezliğe götüren partiye sahip çıkmaya, onun başarısı için bütün yeteneklerinizi bir kez daha göstermeye, imkan-olanakları doğru parti taktikleriyle, en başta onun savaş stratejisi temelindeki gerilla taktikleriyle, döneme uygun planlanmış hazırlık tarzıyla karşılamaya çağırıyoruz. Mücadelenin birinci dereceden sorumluları olarak en başta parti militanlarını bu süreci ideolojik, siyasi, örgütsel yaklaşımlarla karşılamaya; parti içinde, yaşamında ve öncülüğünde onunla uyuşmayan ne varsa silip süpürmeye; doğrular için ne gerekiyorsa onun savaşımını ve başarılı çabasını vermeye çağırıyoruz.
Bu temelde kaybettiğimiz yılları bu eşsiz şansla yeniden değerlendirmeye ve mutlaka başarmaya; affedilecek yanlarınız varsa, kendinizi hızla ıslah ederek çalışmalara katılmaya; başarmak isteyip de başarmamak durumunuzu gidererek yine önünüze verilen bu imkanları ve parti yetkilerini yerinde, yeterlice değerlendirmeye; on sekizinci yılı kendi yaşamımızın tek büyük davası haline getirmeye çağırıyoruz. Bundan sonraki yılları emredilen ve oldukça yakın olan zafer şiarı temelinde yakalamaya; bu temelde kendinizi amansız yoğunlaştırmaya, zaferi kaçırtacak tek bir yetersizliğe fırsat vermemeye ve bu yılları mutlaka zafer yılları haline getirmeye çağırıyor, başarı diliyoruz.
-Yaşasın PKK!
26 Kasım 1996
- Ayrıntılar
Savaş üzerinde yoğunlaşıyorum. Neden savaş? Nasıl savaş? Kimin için savaş? Kimler nasıl savaşmalı? Komutan, savaşçı kimdir, nasıl olmalıdır sorularını kendime yoğunca soruyorum. Ve tabii böyle beynime muazzam cevaplar sökün ediyor. Ayrıca komutan adaylarımız neden yüksek bir savaş çizgisini tutturamıyorlar diyorum. Savaşan kişi kimdir, nedir, nasıldır? Savaşa gelmeyen kişi nedir, nasıldır? Neden gelemiyor? Savaşma yeteneğini kaybetmiş bir halk, dolayısıyla onun kişisi, kişiliği yaşamı kaybetmiş oluyor. Bunun hemen farkına varıyorum. Yaşamı da ana hatlarıyla kaybettikten sonra bütün sahtelikleri yaşam adı altında yaşamaktan, kandırmaktan, dolayısıyla yalanla-dolanla kendini idare etmekten kurtaramaz. Bu sonuç, bizde bu kadar zayıf kişiliğin yaşamayı neden bilememesini; vatanına sahip çıkamamayı, özgürleşememeyi, saygı, sevgi olayı haline gelememeyi açıklığa kavuşturuyor.
Savaş, sadece bir şiddet olayı değildir. Savaş; bizim için bir kör şiddet hiç değildir. Belki düşman için öyle denilebilir, fakat onun için de öyle değildir. Kör şiddet diyoruz, ama düşman da savaşarak kendisi için yaşam alanı yaratıyor. Kendisi için, sınıf için, hakim ulus egemenleri için yaşam alanını sürekli geliştiriyor. Siz başarıyla savaşamadığınız için de yaşam alanını kaybediyorsunuz. Zaten yaşam alanını kaybettikten sonra burada kişilik, toplum; toplumun sosyal ve siyasal düzeyi gelişmez, manevi bir yaşam söz konusu olamaz. Bunun yerine kendini aldatan toplum, şikayetçi, saygısız, birbirlerinin kuyusunu kazan, toplumsallaşmayan, kısaca toplumsal bağları, kişisel bağları sağlam geliştiremeyen, pamuk ipliğine bağlı ilişkiler, güvensiz, bilinçsiz, aydınlıksız ilişkiler sürüp gider. Sonuçta dağılmış, kolay sömürüye gelen bir toplum, kolay baskıya alınan, güdümlenen, kullanılan bir köle kişilik ortaya çıkar. Ve bu sizin yaşam hikayeniz oluyor.
Ben bu tanımları daha da geliştirebilirim, sorun bu değil. Sorun; bunca çabaya rağmen, neden yüksek savaşçı özellikleri kazanamadığınızdır. Bana göre, PKK çizgisinde çok etkili savaş kişilikleri çıkmalıydı. Bunun çıkmayışını, büyük bir sorun olarak ele alıyorum. Ve sizin en temel sorununuz budur. Savaş çizgisine doğru gelişim gösteremezseniz yaşayamazsınız diyorum. Artık bazı hususları tamamen anlayabilmelisiniz. Kendini müthiş aldatan bir konumda seyrediyorsunuz. Bu aldatıcılık nedir? Aldatıcılık derken kasıt, kötü niyetten bahsetmiyorum. Yanılgılarınız köklü. Yüreğinizi, beyninizi açamıyorsunuz. Ve bu yürek, beyinle de savaş planlanamaz, büyütülemez, geliştirilemez, kazanılamaz.
Tabii bu bir sonuç. Neden buraya gelindi? Neden kolay kaybediyorsunuz? Onu anlamaya, anlatmaya çalışıyoruz. Ama sorun benim için anlatmak da değil. Zaten bu büyük eylemi biraz da çözüm için geliştirdik. Tabii bu yalnız benimle olmaz. Ben biraz savaşı geliştirdim. Kişilik çözümlememi de onun için yaptım. Benim bugün halka, tarihe en büyük katkım, ilk defa savaşı bu düzeyde geliştirme sorumluluğunu gösterebilmiş olmamdır. Bu, zaten başlı başına bir olay, zafer gibi bir şeydir.
Savaş; bir halkı kendine getiren köklü bir eylemdir. Bir halkı savaşır duruma getirdin mi bu halkı yarı yarıya kurtarır duruma getirdin demektir. Ve ben bunu nasıl sağlayabildim? Hiç olmazsa bu tecrübeyi incelemelisiniz. Savaş gücü olmaktan çıkarılmış bir topluluk, köle bir topluluktur. Savaş dışı bırakılmış, deklase edilmiş -ki, bizim durumumuz öyledir- bir toplum, bir halk üzerine her türlü baskının, sömürünün, çirkinleştirmenin, düşürülmenin geliştirilebileceği bir halktır ve siz oradan geliyorsunuz. Siz bir şeyleri anlamaya yanaşmıyorsunuz. Bu çok tehlikeli bir kültürdür. Oradan, yani bu köle kültüründen geliyorsunuz. Kendinizi çok kandırıyorsunuz. Böyle kişilikler savaş gibi soylu bir eyleme, mutlak böyle yiğitleşmeye, sağlam bir ideolojik temele dayanmayı gerekli kılan bir olaya çözüm gücü olamazlar. Dolayısıyla da ciddi bir yaşam gücü haline gelemezseniz. Çoğunuz lafazansınız. Lafazanlık, çözüm gücü olamıyor. Veya kör pratikçisiniz, kör pratik yine köle halkların başvurduğu bir pratiktir. Çözüm gücü olamaz. Şimdi tanımları daha da geliştirmem mümkündür. Bence sorun bu değildir. Daha pratik bir yaklaşım olarak Önderlik gerçeğini incelemek, herhalde sizi daha öğretici kılabilir, kendinize güveninizi geliştirebilir. Savaşın teorisinden ziyade herhalde hikayesi, sizin için daha öğreticidir. Örneğim ben buna çok tutkuluyum. Yalnız cephedeki savaştan bahsetmiyorum. Benim için yaşamın tüm yönleri bir savaş gibi ele alınmaktan ibarettir. Her şeye savaşın düzeltebileceği, mücadelenin biçimi ne olursa olsun düzeltmesi gereken bir olay, bir yaşam tarzı olarak bakarım. Başka türlü yaşam hiç aklıma gelmez.
Elime almışım kılıcımı, burayı şöyle kessek, -ki, bu eylem oluyor- burasını böyle kessek bu yaşanılır hale gelebilir diyorum. Hatta sıkça kendime, çıkayım şu topluluğun içine, elimde yalın kılıç -Ortaçağlarda biraz böyleydi- şuradan bu kadar, şuradan şu kadar keselim -ki, bunlar hainler oluyor, düşman cephesinden oluyor- geriye şöyle bir yaşam ortaya çıksın diyorum. Ruhum bana hep bunu söyler. Yani toplumun içine girdim mi, geri yanlarını şöyle kesmek, geriye kalanı şöyle ayağa kaldırmak olmalıdır. Günlük olarak hep böyleyim. Kime bakarsam bakayım böyleyim. Şunun için şurasını koparmak, şurasını sökmek, şurasını yapmak... Dikkat ederseniz hepsi savaşla ilgili yaklaşımlardır. Ama size bakıyorum, sizin hırs, öfke, hatta yıkma ve inşa gerçeğiniz çok zavallıca. Neyi yıkmak istiyorsunuz? Neyi yapmak istiyorsunuz? Farkında değilsiniz. Savaş, hırs demektir, savaş, kin demektir, bir anlamda öfke demektir. Tabii diğer anlamda da plan demektir, örgüt demektir, müthiş hazırlık demektir. Bütün bunlarla sizin ilişkiniz nedir diye sorduğumda, durumlarınızı fazla umutlu göremiyorum. Siz partiye, orduya böyle kaybettiriyorsunuz. Sanki kölelik midir, paralı asker de demeyeceğim, sanki zorla mı sürülmüşsünüz? Böyle bir namus meselesi var, bizim geleneksel toplum tipimizde sınırlı bir kavga düzeyi var, sanki ben onu genelleştirmişim gibi bize geliyorsunuz. Yüksek bir halk savaşçılığı değil de, toplumumuzun genel ölçülerine göre bir namus anlayışı, bir kavgacılık anlayışı var. Onu temsil etmeye bayılıyorsunuz. Şu anda saflarımızda da aslında savaştıran demeyeyim, savaştan alıkoyan tutum budur. Size göre savaşçılık böyle olur. İşte trajik tarz, klasik Kürt kavgacılık tarzı ve hepsi de feci sonuçlara yol açıyor. Size hikayeyi anlattım. İlk tabanca sesini ne zaman duyduğumu ve o anki ruh halimi size anlatayım. Halen hatırımda, caminin arkasında bir baktım tabanca sesi geliyor. Adeta ödüm koptu, bu ne müthiş sestir, insanlar karşı karşıya geldiklerinde bu ne çılgınlıktır dedim. Buna nasıl cesaret ettiklerine uzun süre anlam veremedim ve o beni şoke etti. Bu, köyümüzdeki bir tabanca atışıydı. Ona bakmaya gücüm yoktu. Halen hatırlıyorum o olayı. Neden olabilir? Aslında orada büyük bir akıl dışılık görüyorum. Büyük ihtimalle halk içindeki çelişkilerin öyle halledilmemesi gerektiğini düşünüyorum ve bu iyi bir yaklaşım. Büyük ihtimalle bu kavgacılıkta umut yok diye anlamlı bulmuyorum. Tehlikeli görüyorum ki, şoke oluyorum. Bu kavga tarzı, hiçbir zaman bana anlamlı gelmedi.
Daha önceki olayları da anlattım. Beni kavgaya götürebilecek çelişkileri, arkadaşlık kurarak nasıl önlemek istediğim aslında onunla bağlantılıdır. Ama kendi psikolojinize bakın, bu tip kavgalara bayılırsınız. Biri geriden sizi dolduruşa getirdi mi, aileden, kabileden biri elinize silah verdi mi rahatlıkla belinize takarsınız, onunla fors atmaya bayılırsınız. Bu ne demektir? Düşmanın yüzyıllardan beri aile, kabile kavgalarını körükleyen kültürünün şahsınızda dile getirilmesi demektir. Şu anda savaşın bir numaralı sorumlusuyum, ama hiç böyle duygularım, böyle bir kültürüm yok. Oldum olası bundan kaçındım ve bu yaklaşımı tehlikeli buldum.
Halk savaşına nasıl giriyorum? Şu anda bile saflarımızda neden planlama, düzenleme zayıftır? Neden çok ciddi bir eylem planı geliştirilemiyor? Bu, çok geleneksel kültür yüzündendir. Neden birlik ruhu güçlü değil? Neden silaha yerinde kullanma gibi bir anlam veremiyorlar? Bu kültürdendir. Dikkat ederseniz, silaha kolay alışmış, kolay yanaşıyorsunuz. Ama benim gibi birisi halen silaha kolay yanaşmıyor. Sizin kültürünüze göre silaha ucuz yaklaşılır, silah ucuz patlatılır. Her an onunla kaza da yapılır, yapılıyor da. Benim durumum öyle değil, Önderlik çok farklıdır. Ve ilk çocukluk kavgalarımızdan birisi de taşlı eylemdi. Beni vurdukları için çok zor da olsa bir eyleme kalktım. Cımo’yla, Mıho’ya karşı düzenlediğim eylem hikayesi de ilk isyan kadar önemlidir. Bu iki eylemi de şunun için yaptım: Baktım aile beni kabul edemez duruma geliyor, çok zorunludur, artık yapmasam fazla yaşayamam. Çocuk aklıma peki nasıl eylem yapmalıyım geldi. Cımo yaramaz bir çocuk, her türlü pisliğe bulaşmış, kavgada kural dinlemiyor. Ben de son derece çekingen bir çocuğum, kolay kavgaya gelemem. Ve bu çok ciddi bir engel. Baş edilmesi güç biriydi. Kendisine Fırdo (fırlama) derdik, adeta fırdo gibiydi. Bir baktım Cımo aşağı derede yürüyor. Çarnaçar, artık bilemiyorum benim her zamanki sürpriz çıkışlarım gibi. Artık biz hareketlendik.
Halen hatırlıyorum, derenin üstüne çıktık. Onun üst kısmına yerleştik, izlemeye, takip etmeye başladık. Yine o zaman üzerimde kıraslar (uzun elbise) vardı, kırasımın eteğine taş doldurmaya başladım. Biraz uzağımda da bir komşum vardı, yani en azından iyi bir dost olmasa da ortada durabilir veya bana yardımcı olabilirdi. Bir de müttefikim vardı, kavgaya kesin katılmayacak, fakat beni gözleyebilir. Yani bir kavgada doğru tarz üzerine aslında her şeyler var. Yeterince hazırlık, sağlam mevzilenme, yine takip, hareket tarzı ve bir ittifak, yani bir örgütsel durum. Ondan sonra üstten Cımo’ya taş yuvarlamaya başladım. Cımo, kolay çekilecek biri değil ve üzerime hep olumsuz gelmeye alışmış, taşları fırlata fırlata Cımo’yu en son kaçma pozisyonuna soktum. Kaçmaya başlayınca daha da bir yüklendim. Yamaçtan evine kadar -çok iyi hatırlıyorum- kaçırttım ve en son evine girdi, hatta sanıyorum bir de üzerine kapıyı kapattı. Çok ilginç. Aslında benim için büyük bir başarıydı. Herhalde anam o zaman bunu çok iyi değerlendirmiş olması gerekiyor, çünkü onlarla çelişkilerimiz vardı. O mutlaka cevap vermemiz gerektiğini söylüyordu. Bu eylem böyle gelişti ve sonuç, tam başarı. Halen hatırımdadır, abartmıyorum. Mutlak başarı. Çünkü oldukça belalı bir tip. O güne kadar beni yıldırmış, fakat düzenlediğim bir eylemle Cımo’nun işini bitirdim. Oldukça hazırlıklı, planlı, inisiyatifli gelişiyor. Mıho için de aynı şeydi. Mıho da bizi oldukça uğraştırmıştı. Başımı yarmıştı, belki daha izi bile vardır. Ona da aynı şekilde cevap verdik. Damın üstüne çıktık. Köşeden çıkış yapacak, bir de bize gözükmüyor. Köşeden çıkacak, ben de diğer damın gözükmeyen köşesindeyim. Yine eteklerime taş doldurdum ve Mıho köşeden çıkar çıkmaz taş yağmuruna tuttum; Mıho yarayı aldı. O da büyük bir hızla evinin içine kadar gitti. Onu da ta evinin karanlıklarına kadar kovaladığımı hatırlıyorum. Ve Mıho’nun da işi öyle bitti.
Bu olayada da benim tarzım yine bütün yönleriyle kendini ele veriyor. Plan, gizlilik, inisiyatif var. İlk hücum bende ve bir de sonuna kadar tahrip. Dikkat edilirse, burada bir gerillanın bütün özellikleri gizli. Yani çok erken yaşlarda buna benzer bir çok kavgadan bahsedilebilir. Ama bu bile yeter. O zaman çocuklar yüz yüze, göz göze girerlerdi. O onu yere atardı, o da onu. Galibi belli değil, mağlubu belli değil. Şimdi sizin tarzınız da öyledir. Şu anda bizim çok iyi hazırlanan çalışmalarımızı bile TC ile olan kavgada öyle karıştırıyorsunuz ki, yenilgisi, başarısı kesinlikle belli değil. Aslında bu da kişiliklerinizle ilgili. Seçkin bir komutan yok. Ha o zamanki köy kavga ortamı, ha sizin TC ile kavga ortamınız, birbirine çok benziyor. Çok kavga ediyorsunuz, fakat başarısı yok. Bütün köylülerin yaşamı kavgalı geçer. Fakat köylünün bu tarzında başarı yoktur. Bu, halk savaşına aykırı bir durum. Kürt kavgacılığı, halk savaşının inkarıdır. Ve bu yüzden de iç çelişkilerle birbirlerini tüketmişlerdir. Bunun diğer bir yüzü de pafisizmdir. Bu kavgacılığın sonucu köylü pasifizmi, kadere boyun eğmedir. Ve hikayeniz biraz böyledir. Benimki farklıdır. Kavgayı bir sanat gibi, bir hazırlık gibi ele alıyorum. Yıllardan beri öyleyim. Örneğin şu andaki kavga durumuna, savaşın vardığı düzeye bakın, size kalsa bunun ömrü aslında bir kaç haftalıktır. Ama benim bir ayarlamam var, bu savaşın ömrü en az benimledir. Ben yaşadığım müddetçe, bu savaşın hızının kesilmesi söz konusu olamaz. Bu sizinle ilgili değil, benimle ilgili bir olay. Planlamamı yapmışım, günü gününe bunun hazırlığı içindeyim, ta ki birisi PKK’yi durdurana kadar. PKK’yi durdurmak isteyen çok kişi de çıktı, fakat sonuç alamadılar.
Bu kadar zarar veriyorsunuz, bunun için her gün yana yakıla üzülüyorum. Kendilerine de çok kötü kaybettiriyorlar, ama savaşımın düzeyini hiç kimse asla geriletemeyecek. Bir irade var. Benim bir plan anlayışım var. Eskiden köy çapında veya küçük bir topluluk içinde yapıyordum; şimdi ulusal çapta yapıyorum. Tabii bunu oldukça güçlü bir biçimde yapıyorum, hatta dünyada savaşların durduğu, ulusal savaşların, sınıfsal savaşların sonuna gelindiği bir aşamada en güçlü savaşı ben yürütüyorum. Amerika bunu açıkça söylüyor. Bunun hikayesini öğrenin. Bu nasıl böyle oluyor? Komutanlar daha üst komutanlığa göre oluşamazlarsa, kesinlikle başaramazlar. Belki Ortaçağlarda olsaydınız, bir feodal beylik kurabilirdiniz, ama şu anda benden ayrı bir şekilde başkaldırsanız bir feodal alan beyliği oluşturabilir misiniz? Hayır. Çünkü kendinizi bile yirmi dört saat idare edemiyorsunuz, beyliği nasıl idare edeceksiniz? Güney’de feodal beylik düzeni, yaklaşımları var. Şu anda biz olmazsak, onların da beyliği fazla sürmez. Demek ki, halk savaşını bu kadar genelleştirmişiz. Bu duruma nasıl gelindi? Bunu halen çözemiyorsunuz. İlla kendimi size dayatayım diye bir derdim yok. Ama eğer savaş iradenizde samimiyseniz, sizin şöyle bir sorununuz var: Bu savaşı böyle geliştiren bir komuta kişiliği esasta nedir, nasıldır? Mutlaka bunun cevabını vermeniz gerekir. Başka türlü avsınız, kurbanlık koyunsunuz. Size yazık olur diyorum, bu savaşa girmeyin.
Kendi köylü tarzınızla savaşmak belki hoşunuza gidebilir. Çünkü böyle bir kültür var. Ölmeniz de, kalmanız da size o kadar önemli gelmeyebilir. Bütün köylüler basit değerler için savaşırlar, yaşarlar. Ama sonuç ortada; kaybeden bir toplum, kaybeden kişilikleriniz. Yazık oluyor. Bir de bana bakın, benim gibi hareketli bir insan az bulunur. Herhalde şimdi şunu da biraz anlıyorsunuz: Kürdistan için Kemalizm’e karşı tek başına, değil yıllarca savaşı böyle ortaya çıkarıp buraya kadar getirmek, on binlerce silahlı militanı olanın bile iki hafta dayanamadığı biliniyor. Şêx Sait, Kemalist ordunun en zayıf dönemini yaşadığı bir süreçte on binlerce güce ulaştığı halde, bütün ömrü iki ayı bile bulmadı. Yani o zaman uçak yok, tren yok, yol yok, tank, top yok, ona rağmen Kemalistler iki ayda isyanı bitirdiler. 13 Mart’ta başladı 15 Nisan’da kendisi yakalandı. Kemalizm’in -ki, Demirel’in deyişidir- en güçlü olduğu, NATO’nun bölge gericiliğinin arkasında olduğu dönemde; benim tek olduğum, Kürt halkının halk olmaktan çıktığı, sosyalizmin çözüldüğü, ulusal kurtuluş akımlarının zayıfladığı bir dönemde nasıl oldu da bu savaşı bu kadar geliştirebildik? Hangi temel tutumlar rol oynadı, hangi yaşam tarzı, hangi duygular, kin ve öfkeler, yaşam bağlılıkları, intikam duyguları, hangi sevinçler bu savaşta etkili oldu? Kadro adayları, komutan adayları; bir çırpıda söylediğim bu sorulara cevap veremezseniz, bırak komutan adayı olmayı, sıradan bir savaşçı bile olamazsınız.
Eğer yaklaşım ve katılımınızda “feodal namus anlayışı gereği bir söz vermişiz, girmişiz bu işe veya ayağımız kaymış girmişiz” anlayışı varsa bunu aşın. Eğer katılım tarzınız buysa vazgeçin, size yazık oluyor. Hiç gurur meselesi yapmadan oturun yerinize. Bu işi yapamazsanız yiğitlik serdedir deyip, yine gurura kapılmadan oturun. Çoğunuzun durumu budur. Yapamıyorlar. Benim tek ricam veya istirhamım mı desem, emrim mi desem, arzum mu desem, ne derseniz deyin; devrimci eylemi, savaşı çok büyük bir iddia, inat, azim, irade, hatta çılgınca, tutkuyla ele alma gerçeğiniz yoksa bu işe girişmeyin, yapamazsınız. Aynı zamanda sabır, plan, dakiklik, incelik, incelikli hazırlık, çok düşünme, nefes nefese işin başında olma özellikleriniz yoksa yine yaklaşmayın. Yine olanakları milim milim kullanma, başta savaşçıyı, fişeği, dağı mükemmel kullanma, çok stratejik, taktik anlamda değerlendirme yeteneğiniz yoksa, bu savaşa girişmeyin. Yapamazsınız, yanarsınız. Savaş bir oyuncak işi değildir. Çok ciddi bir iştir.
Her zaman sizin kadar cesur veya kendini böyle ateşe atar bir biçimde atamam diyorum. Savaşı sizin anladığınız biçimde ne anlarım, ne yaparım. Şu anda aramızda bir de bu çelişki var. Sizin beni sürüklemek istediğiniz tarzla benim sizi sürüklemek istediğim tarz büyük çatışma halindedir. Siz istiyorsunuz ki, köylü tarzıyla bu iş bir an önce hal olsun; “öleceksek ölelim, yaşayacaksak yaşayalım.” Benim ki ne böyle yaşanılır, ne böyle ölünürdür. Bunun savaşımını veriyorum. Örneğin siz çok kolay ölmek istiyorsunuz. Benim ki farklıdır.
Benim İçin Yiğitlik Ölçüsü Başarı Ölçüleridir
Hepiniz son isyancıyı, son Mohikanlıyı temsil ediyorsunuz. Mohikanlılık nedir? Tükenişe giden bir kültürün son çırpınışları; Tükenişe doğru giden bir kültürün son namuslu adamının ölüm tarzı... Çoğunuzun durumu son Mohikanlı gibidir. Benim için bu dehşet verici bir durumdur. Bu kadar son Mohikanlıyı ben nasıl idare edeceğim, bu kadarını nasıl yaşatayım? Zaten gözlerinizden okunuyor. Bu eğilim vahşi Batı’nın ölüme çektiği, nesli tükenmiş halkların yaşadığı bir eğilimdir. Düşünülmesi bile insanın ödünü kopartır. Madem güçlü olduğunuzu sanıyorsunuz, o zaman bunu önleyin. Ben asla son Mohikanlı olamam, bende bu yetenek yok. Nenem, “Üveyş, bu çocuğun namusuzdur” demişti, işte öyle bir “namussuzum” ben. Son Mohikanlı olamam. Onu dile getirmek istiyor. Nenem, beni o zamandan beri aşireti için, ailesi için ölmesi gereken biri olarak görmek istiyor, ben ise yaşamak istiyorum. Bağımsızca bir yaşam planı geliştirilmek isteniyor.
Benim durumum çok farklı. Düzenle zaten evvel ahir amansız savaşıyorum. Yani ilk kente gittiğimde bile bin bir çelişki söz konusudur. Halen hatırlıyorum, Birecik’e yürüdüğümde babamın eteğinden tutuyorum ve her şeye böyle bakmaya başladım, korkunç görüyorum. Bu nedir, bu nedir diye soruyorum. Yani her şeyden bir şey kapıyorum. İlk şehre girdiğimde, benim savaşımım babamın eteğinde başladı. Sanki şehir büyük bir dağdır, üzerime yıkılıyor. O caddelerinde adım atmam, sanki azgın bir düşman ortamında yürüyormuşum gibi geliyor. Beni o caddelerde babam yürütüyor, benim için büyük güç.
İlk Ankara’ya ulaştığımda tesadüfen otobüste tanıştığım bir öğretmen vardı. Bana biraz yardımcı olur musun dedim. Onun da eteğinden tutmuştum. Aynı ortam. Ankara yine dağ gibi üzerime geliyor ve korkunç bakıyorum. Atatürk’ün heykelini gördüm. Adamı dürttüm, buna bak diyordum. Yani her şey inanılmaz gibi geliyor. Büyük çelişki. Köydeki ağalık çelişkisi... Şimdi hepsi aklımda.
Bütün bunlar anlaşılmak zorunda. Siz bu süreçlerde aşiretçiliğe de, kabileciliğe de bulaştınız. Şehre girdiniz, olduğu gibi yaşadınız. Ben halen yaşamayı fazla bilmiyorum. Zaten şu anda aşmışım; köyü de aştım, kenti de aştım veya feodal toplum artıklarını da, burjuva toplumunu da aştım. Ama nasıl? Bu işin moral yönü var. Kişiliğimin yenilmemesi, ruhumun satılmaması için binlerce duygu savaşı, binlerce utanma, sıkılma savaşı, kin, öfke savaşımı verdim. Eziklerim-büzüklerim ne kadar? Sonuç: Ruhu şehre de, feodalizme de satmayan bir ilişki. Biraz ruh özgürlüğü var. Zaten bu kavga çoğunuza göre hiç anlaşılmaz bir durum. Çok zorda olan bir çocukluk, çok zorda olan bir orta yaş, bir gençlik yaşı. Bundan bahsediyorum. Neden zor? Çünkü orada kendisini satmak istemeyen bir kişilik var. Sizin gibi, Kemalizm’in etkilerine, düzenin veya kapitalizmin etkilerine bulaşsam zaten giderdim, böyle bir kişilik kalmazdı. Aile etkilerine takılsaydım daha da giderdim, böyle bir önderlik oluşmazdı. Bunlar işin görünmeyen yanları, savaşın hiç anlamayacağınız kısımlarıdır. Ama dikkat edin, işte yaşayamıyorsunuz. Sizleri yaşatmak şu anda çok zor. Büyük acılar içindeyim. Sizi nasıl yaşatacağız? Vatansızlar, özgürlüksüzler, ama yaşamak zorundalar. Ölmek değil, yaşamak gerek. İşte varsa devrimci sorumluğunuz, vicdanınız yaşatın. Vicdanınız, beyniniz varsa, yiğitseniz kendinizi yaşatın. Her gün kolay ölüyorsunuz, size yazık değil mi? Şimdi kendimi düşünüyorum; ben gitsem, haliniz ne olacak? Yazık değil mi? Hani gençtiniz, bu kadar iddialıydınız, bunu niye yaşam kavgası için kullanmıyorsunuz? Benim gibi bir yaşam pratiği için demiyorum, ama hiç olmazsa bundan sonra savaş gerçeğinize göre yaşayın. Neden bunu hiç yapamıyorsunuz? Bir çırpıda böyle kaybeden kişilik olmak ayıp değil midir? Her gün “yaşama, parti yaşamına, örgüte gelemedim, tarza, tempoya gelemedim” diye rapor yazıyorsunuz. Peki bu laubalilik değil mi? Bu ucuz lafları nasıl söylüyorsunuz? Hiç böyle komutan olur mu? Onun için siz kocakarıdan betersiniz dedim. Ben hiç birinizi ciddi bir erkek olarak değerlendiremem. Karıdan betersiniz. Benim için erkeklik ölçüsü veya yiğitlik ölçüsü, başarı ölçüleridir. Açık söyleyeyim; hiç kimse ne alınsın, ne de gerçeği inkar etsin. Başarı ölçülerine göre yaşamazsanız -tabii benim felsefeme göre- niçin yaşatılacaksınız? Kendinizi ağlamayla, sağa-sola atmakla kurtaramazsınız. Yaşama, başarıya saygı olacak. Sizce başarıya hiç inanmayalım mı? Yani benim başarma istemim gerçekten suç mudur? Eğer hayır diyorsanız o zaman buna neden gelemiyorsunuz? Bunun derinliği, bunun planı neden bir türlü temsil edilemiyor? Neden vicdanınız yok? Bir de imkanlar mı çok az? Gerçekten savaşı geliştiremez miyiz? Onun imkanları var. O zaman neden bu imkanlarla bu kadar oynanılıyor? Yani yüksek bir komutan kişiliğine ulaşmamak kader midir? Sizi dağlara, bizim dağlara ulaştırdık. Binlerce savaşçıya da, silaha da kavuşturduk. Neden bir toplantı bile düzenleyemiyorsunuz? Beyinleri açan, yüreği açan bu dağı nasıl kullanmalıyız? Neden şimdiye kadar böyle bir tartışmanız olmadı? Çok büyük engeller mi vardı? Hayır. Kendileri kilitlenmiş kişiliği ifade ediyor. Böylesine bir toplantı düzenlemek basit bir iş değil mi? Ama hiç birisi yapamadı, kimse yaptı mı? Hem biçim hem içerik itibarıyla benim düzenlediğim toplantılar gibi bir toplantı geliştirildi mi?
Hangi komutan Hz. Muhammet’in Bedir Savaşı inceledi? Tarihte Bedir Savaşını iyi öğrenmelisiniz. Bedir Savaşı Hz. Muhammet’in ilk acemi gerilla savaşıdır. Üç yüz kişi veya daha az kişiyle verilen bir savaş. İslam’ın amatör gerillaları üç yüz kişi civarındadır. Diğerleri de Kureyş gücüdür. Onların gücü de üç bin kişi, yani bire on kadardır. Savaş nasıl sonuçlandı? Hz. Muhammet’in yanlıları kazandı. Üç bin kişiyi darmadağın ettiler, üstelik teknik üstünlük Kureyş ordusundaydı. Hz. Muhammet’in ordusunun elinde ciddi bir kılıç bile olduğunu sanmıyorum. Yani çok donamsızdı, amatördü, ama kazandı. Yani o ciddi bir savaştır, küçümsemeyelim. Düz ovada verildi. Bizim şimdiki birliklerimize bakalım, üç yüz kişilik bir birlik, herhangi bir dağ parçasında bir araya getirilebilir, alabildiğine donanımlı, eğitimli kılınabilir. Düşman da zaman zaman bu güçlerin üzerine bir taburluk güçle geliyor. Yani aşağı yukarı o da o sayıdadır. Olmadı mı üç tabur; bin etsin. Peki, hangi üç yüz kişilik gücümüz bin kişilik bir düşman gücünü tarumar etti? PKK’nin yirmi yıllık savaşında, yine 15 Ağustos Atılımı’na göre de on bir yılda neden böyle tek bir eylem vermedik? Bu bir kader midir? İmkansız mıydı? Bizim üç yüz kişilik bir birliğimizin bin kişilik bir düşman gücünü imha etmesi imkansız mıydı? Elbette ki değildi. Bence yüz kişi de bin beş yüz kişiyi imha edebilir. Ama Allah rızası için, hiç böyle bir komutanımız çıkmadı. Neden çıkmadı? İşte burada en temel sorunumuz budur. Bence burada bunu irdeleyin, savaş dersimizin en temel sorusu budur. Dersim dağlarında yüz kişiyle rahatlıkla bin beş yüz kişilik düşman gücüne darbe vurulabilirdi. Ama daha çok kendimizi vurduk. Botan dağlarında, Garzan dağlarında, Bingöl dağlarında, Toros dağlarında rahatlıkla üç yüz kişiyle üç bin kişilik düşman gücü tarumar edilebilirdi. Biz kendimizi vurduk. Mutlaka bunun nedeninin cevabını vereceksiniz. Aksi halde siz bu savaşta bir oportünistsiniz, bir başarısız örneksiniz. Böyle savaşa katılmayın. Dikkat edin, PKK savaş güçleri içinde bu çok ciddi bir yetmezliktir. Halen üç yüz kişiyle düşmanı düşüremeyen bir komutan başarısızdır. Onun için PKK’de başarılı komutan göremiyorum.
Kendimi bir pratik hareket komutanı yerine koymuyorum. Benim görevim değişiktir. Halen savaşta iddialıyım. Bana dayattığınız bütün bu başarısızlıklara rağmen umutluyum. İddiam var, devam ettireceğim. Bu benim işim, görevim, fakat sizin de bir pratik alanda oldukça kahramanca bir eylemi vermeniz gerekir. Aslında üç yüz kişilik bir güçle -üç bin kişi de değil- on bin kişilik güç de tarumar edilebilir. Yırtıcı bir savaş komutanı bu işi götürebilir. Ama şu anda en değme komutanımız sigara komutanı; kendi basit güdülerini savaş gerçekleri yerine koyma komutanıdır. İşin içinden ucuz sıyrılma komutanı, savaşçılarını “nasıl ucuz harcarım” komutanı, düşünmeme komutanı, planlamama komutanı, hatta düşüncesiz, plansız, savaşı geliştirmekten sıkılan komutan; böyle bir iddiası olmayan, bunun tutkusu, azmi olmayan komutan. Gecesini gündüzünü buna göre ayarlayan değil de, sanki böyle bir sorunu yokmuş gibi yaşayan komutan. Köylü kavgacılığı; “gelirse göreceği de vardır. O gelir sıkar ben de sıkarım.” Ufuk yok, ezme yok, fetih ruhu, zafer ruhu yok. Onun için en iyisi “o atarsa ben de atarım”dır. Yani düşman kadar olmaz, anlayışı öyledir. Bütün mevziler şimdi böyle çalışıyor. Bütün komuta kişilikleri bekliyor, düşman gelsin de bir kurşun sıksın. İnisiyatifi altında ezici bir plana halen ulaşılmamıştır. Deneyenler yok mu? Var, ama belirttiğimiz gibi kişilik hazır değil. Kurduğu bütün planlar ters tepti. Ters teper, çünkü benim bahsetmek istediğim zafer kişiliği aylarca düşünür. Şimdi en iyi komutanlarımıza bakıyorum, birliklerinize ne verdiniz diyorum, ses yok.
Bir savaş konseyi toplansın dedik. Engelleyen bizim sözümona konsey üyeleridir. Fakat bu tıkanmaları geliştirmek için bir araya geliyorlar. Şu anda bunları ne yapayım diye düşünüyorum. Etrafında günün yirmi dört saati savaşı yaşayan binlerce kişi var, ama “şurada bir düşman taburunu düşürelim” diye düşünmüyorlar. Ellerinde zaman, çok fırsat vardı, fakat hiç kullanmadılar. Ve birlikler nerede imha olacak diye ödüm kopuyor. Garzan’da, o dağlarda, bilmem düşman kuşatmaya almış, dereye sıkıştırmış, böyle imha oluyor. Çok trajik bir sonuç. Bir eşkıya grubu bile olsa kesinlikle orada o kadar kayıp vermez. Hatta isyancı köylüler bile olsa, kesinlikle öyle davranmazlar. Hastalık burada. Bunlar hep devleti hiçe sayan “düşman gelemez, gelse de göreceği var” diyen adamlardır. İşte trajik ölümleri de ortadadır. Dağlar şimdi böyleleriyle dolu. Ben mi dağa böyle gitsinler dedim? Hayır, kendileri bunu bize dayatıyor. Neymiş? İşte zora, fazla düşünmeye, düzenlemelere gelemiyorlarmış. O zaman yanarsınız. Savaşın kolay kazanılacağını nerede gördünüz? Şu anda en tehlikeli durum şu: “Tamam, köylü tarzımıza hayır, ama senin de dayattığın tarza bin kere hayır!” Bu, tipik bir oportünizm ve daha tehlikeli bir durumdur. Çünkü köylü tarzı da biraz kurtarabilir. Savaşta bocalama, muğlak bir süreç yaşıyorsunuz. Yalnız tarzda, taktikte değil, iddiada da, azimde de, duyguda da durum muğlak. Bir an önce aşın diyorum. Yok, “ölsek de ölelim ne olacak” diyorsunuz. İşte bel veren, açık veren, kayba götüren kişilik. Bu, tehlikeli bir durumdur. Bin bir emekle geliştirdiğimiz bir süreç, bu sürecin olanaklarıyla oynama, bir çırpıda yirmi gerillayı gözden çıkaran bir tarz var. Bu durumda taktik önderlik çoktan kaybetmiştir. Yirmi beş fedaiyi gözden çıkar, bir kentin altını üstüne getirirsin, yine de bu kadar kayıp vermezsin. Bir metropole gir, düşmana binlerce kayıp verdirirsin, yine de bu kadar kayıp vermezsin. İşte dayatılan vahim bir durum. Böyle yirmi beş PKK gerillası bir ülkenin kurtarılış gücüdür. Onu kullanmayan bir taktik önderlik, acaba ne kadar zarar verdiğini düşünüyor mu? Tabii gerillayı tutturamayan savaşçıların da durumu bundan farksız değil. “Bu durumum gerillaya uygun mudur” demiyor. Sınırlı bir tehlike bile olsa ben burada aylarca önce düşünüyorum. Benim burada on altı yılım geçti, on altı yersiz şahadet bile vermedim. Burada tehlike yok muydu? Tehlike burada daha büyüktü. On altı şahadet vermediğimiz gibi, on altı kaçış da olmadı. Yılda bir tane şehit ve kaçış yoktur. Çünkü burada bir Önderlik var, bir yönetim var, -ki kendimi yönetime direkt katmıyorum- yürek var, irade var, koruma, savunma duygusu var, çaba var.
Başka önderler de var, bunlar neden tedbir almadılar; birim, savaşçı veya devrimci çıkarmadılar? Demek ki kişilikle, önderlikle ilgili. Ben bir Kürdistan ordu gücü çıkardım, oysa bizden on kat güçlü olanların örgütü bile kalmadı. Demek ki kişilikle ilgili. Dağda da olsak herhalde bundan daha aşağı çalışmazdık. Kaybettiklerinize bakın. Tekrar vurguluyorum, neden kaybettiğinizi kendinize çok güçlü sormalısınız. Köylü tarzı olmaz. İşte “kaderde bu da varmış, bu günü de kurtardık, bin şükür, bir onlardan bir bizden, işte hayfımı (öç) aldım, bir vurdum bir vuruldum ödeştik” diyemezsiniz. Bütün bunlar zafer anlayışları değil, köylü anlayışı, küçük burjuva anlayışlarıdır. Bir kader midir? Tekrar soruyorum: Bu kişilik size göre evvel ahir bağlanılması gereken bir kişilik midir? O zaman neden aşamıyoruz? Önünüzde durmazsam, aslında nerede duracağı belli olmayan bir kişilik olursunuz. Tabii ki yazık ve tekrar belirtiyorum; zorlamayla savaş verilmez.
Zor Olan Yaşamdır O da Devrimin ve Savaşın Sanatıdır
Halk savaşında gönüllük esastır. Büyük yurtseverlik, özgürlük duygusu, düşüncesi esastır. Böyle olduğunuza dair samimiyseniz gelişmelisiniz. Bu savaşın kaderini, çok yakın bir süreçte değiştirmeniz; savaştaki bu oportünizmi ve bu safsatayı ortadan kaldırmanız gerekir. Benim söylediğim her şey doğrudur demiyorum, ama savaşın içine giren herhalde benden daha fazla doğrularını da görür, değerlendirir. Taktik iş senindir. Düşmanın nereden geldiğini dağdaki görmeli, dağın neresinde üsleneceğimizi oradaki değerlendirmelidir. Hangi süreyle çatışabiliriz, nasıl mevzileniriz, oradaki komutan bunu yapabilmeli, o benim işim değil. Ben bile buradan oradakilerden on kat daha iyi düşünüyorum. Neden böyle yapıyorsunuz? Dağdakilere, komutanlarımıza soralım: Neden bu kadar düşünemediniz? Korktunuz mu, çekindiniz mi? Hayır, sadece iddiası olmayan, derinliği olmayan kişiliklersiniz.
Savaş tarzınız böyle. Ama olan size oluyor. Buna rağmen yine de rahatsınız. Buna şaşıyorum. Bütün yetersizlikler bana diken gibi batar. Her sabah, her gün, her akşam bin kilo metrenin ötesinden bunları sezerim. Nasıl oluyor da, yanlışlıkların değil, neredeyse imhanın eşiğindesin, ama oralı bile olmuyorsun? Bu nasıl komutan kişiliğidir, bu nasıl savaşçıdır? Duyarsızlaşmışız, dağda ilkelleşme gelişmiş. Sen özgürlük savaşçısı değil, ipditaileşmişsin.* Dağda maymun soyuna doğru gitmişsin, kendini neden kandırıyorsun. Savaş özgürleştirir, geliştirir. Eğer bazı eksiklikler varsa, örgüt silahını herkes kullanabilir. Yapamayan komutan düşürülür, iddiası olana fırsat sunulur. Her tür düzenleme yeniden yapılır. Komutansınız, savaş konseyisiniz. Günün yirmi dört saati düzenlemeyle uğraşacaksınız. Çünkü bu savaşı kazanmak istiyorsun. Oysa komutanlarımızın büyük bir kısmı safsata komutanı. Çünkü en baştakinden en alttakine doğru önemli bir başarıya gidememenin yalanlarını uydurmakla meşgul. Heval, senin neyin eksik, şimdiye kadar neden öldürücü bir eylemi geliştiremedin diyorum. Yirmi beş kişiyi gözden çıkardığında üç yüz kişilik düşman gücü tarumar olmalıydı. Zaten dikkat edilirse bu kayıplar savaşmanın kurbanları değil, savaşmamanın, savaşa fırsat bulamamanın kayıplarıdır. PKK’de kayıpların yüzde doksanı böyledir. Biz savaşarak yüzde on bile kaybetmedik. Düşman dayattı, yani biz savaşamadık, kaybettik. Savaştığımızda kayıplar yoktur, kazançlar on kattır. Gücü neden savaştırmıyorsun? “Emrim altında güç olsun, üzerinde durayım” demek hoşuna gidiyor. Bunun altında çok tehlikeli bir yaklaşım var. Bu belki de karşı sınıftan objektif bir ajandır.
Biz bu gücü burada geliştirmek için korkunç bir savaş yürütüyoruz. Sen ise aylarca bu gücü geliştirmiyorsun, savaştırmıyorsun, eğitmiyorsun, ama tekeline de almışsın. Bizim bu komutanlara değil bölükleri, taburları, takımları teslim etmek, bunlara üç keçi bile teslim edilmez. Bunlar için komutanlık hataydı, ama maalesef bizim hazırladığımız savaş güçlerinin başına kondular, fakat bizim dediklerimizi uygulamadılar. Şu anda beladırlar. Olmaz diyorsun küsüyor; yerinde hazırla diyorsun buna yanaşmıyor. Demek ki, savaş sorunlarını tartışırken, artık sorunları can alıcı yerinde görmelisiniz. Bu dayatılan savaş biçimlerine, özellikle onun komuta tarzına artık bir son vermeliyiz. Kötü olan bu tarzın esiri olmak size hiçbir zaman kazandırmaz. Başarılı olanın tarzına da inanmalısınız. Önce inanmak gerekir, sonra da onun mücadelesini vermek. Ama mutlaka mücadele verin. Yazıktır, bizim zor bela ortaya çıkardığımız bu savaş olanaklarını böyle çarçur etmek büyük bir vicdansızlıktır.
Siz savaştığınızı, kazandığınızı sanıyorsunuz. Hayır, siz ne savaştınız, ne kazandınız. Tam tersine savaşmıyorsunuz, kaybettiriyorsunuz. Bunu görmelisiniz. İçinizde bir çok feodal kişilik, köylü, iflah olmaz küçük burjuva kişilik var. Onlar biraz kurnaz, tanımıyor değilim, hepsini iyi tanırım; PKK’nin gerçek önderliğini tutturamadıklarını görüyorlar, yani gerçek çizgiye göre önderlik, komuta tarzının oturamamışlığını görüyorlar ve bütün komutanlıkları bunlar işgal etmiş. Onun için başarı tarzı gelişmiyor. Çünkü komutanlıklar en erkenden bunlar tarafından paylaşılmış ve diğerleri de uzlaşmış. Hatta tutucu bir tarz olarak bu şu anda bana da dayatılıyor. “Böyle kabul etmek zorundasın” diyorlar. Ne yazık ki bunlar, bırakalım savaşın gafilleri olmalarını, yaşamın sıradan biçiminin bile gafilleridirler. Hiçbir şey anlamıyorlar. Bela! Yani eskiden bir keçiyi, bir eşeği idare edemeyecek adam, PKK’nin diri güçlerini kontrolüne almış, bunun karşısında gözü dönüyor. Bunların erken iktidar hastası olduklarını da belirttik. Eskiden bir çorbaya takla atan adam, şimdi elinde milyonlar görüyor. Aramızda bu tipler var, belki de farkında değilsiniz veya çoğunuz bunu üstüne almıyor. Ama yüzde doksanınızın böyle olduğunu söylüyorum. Kendinizi ne sanıyorsunuz? Bir silahın nasıl elde edildiğini biliyor musunuz? Önderliğin cesaret savaşımının farkında mısınız? İlk silahı nasıl elde ettiğimin ve onu nasıl geliştirdiğimin farkında mısınız? Bunun cevabını verebilir misiniz? Bu silahlar sanki babanızdan size kalmadır. Babanızın neyi vardı? Babanızın bir tabanca taşımaya da gücü yoktu. Yani bu ailecilik, ataerkillik kültürü içinde olanlara söylüyorum, onlar çoktan ölüdürler.
Cesaretin yaratıcısı biziz. Onu bana sorun. Bu cesaret tarzını öğrenemezseniz, hiçbir değerin kıymetini bilemezsiniz. Bir silahı elde etme tarzını, bu silahın PKK’nin eline nasıl verildiğini biliyor musunuz? Her birisinin acıklı bir hikayesi var. Bir kuruş para temin etme, silahı eline almanın cesaretini oluşturma yılların savaşıyla olmuştur. Tabii size göre aileniz, babanız yiğitti. Bir PKK’ye katılımınız var, birden bire katıldınız, elde ettiniz. Yalan! Bir defa yanılgılarınız burada köklüdür. Benim cesaret anlayışım, değerleri kullanma anlayışım, bu işlerin hikayesi iyi bilinse, bu kadar silah dağda kaybettirilir mi, düşmana kaptırılır mı? Bir savaşçının elde edilmesi hikayesini iyi bilseniz, bu yoldaşları zorlar mısınız, kolay kaybeder misiniz? Bizim sırtımızda şimdi yaşayan yaşayana, ölen ölene. Tekrarlıyorum; ne sizin gibi yaşamayı, ne de ölmeyi kabul ederim. Doğrusu, üzerinde uğraştığımız tarzdır. Yıllardır neden buna gelmediniz? Ukalalığınızdan, akılsızlığınızdan, hafifliğinizden, kendinize sevdalanmışlığınızdan dolayı buna gelmediniz. Bu, sonuç veriyor mu? Vermediği ortada, ölen sizsiniz. Ben kolay ölmem. Hatta kral gibi yaşarım, yine kolay ölmem. Bu durumda ölmek ihanettir. Halkına ölümü böyle yakıştırmak, yapılabilecek en büyük kötülüktür. Zor olan yaşamdır ki, o da devrimin sanatıdır, savaş sanatıdır. Görüyorsunuz ki, karşımızda kadercilik midir, baş belası mıdır, bir tarzdır tutturmuş gidiyorsunuz. Sizi derken, en çok da bu sözümona cephe komutanlarını kastediyorum. Siyasal, askeri olsun, sözümona yönettiğini iddia edenler başta olmak üzere, kendimi de beğenmiyorum. Dikkat edin, her gün kendimle savaşıyorum. Çünkü daha doğru bir biçimi bulmam gerekiyor. Günlük gelişmeleri doğru kavramak gerek ve bunlara günlük cevap vermem gerekir, yoksa benim önderliğim ikiyüzlülük, benim önderliğim safsata olur.
Sizin için de aynen böyledir. Hiç kimse buna alınmasın. Ben sizden daha zavallıydım, yoksuldum, eziktim, büzüktüm. Ama mücadele ederek gelişmeyi esas aldım. Güzellik mücadele etmektedir. Şunu her zaman söyledik: Yeterli olmayan ben isem, beni de aşın. Sahte komutana neden bu kadar alet oluyorsunuz? Bile bile cevap vermeyen yönetimler var. Bu oportünist karargahları neden aşmıyoruz? İçinizde yiğit bir yaklaşımını sahibi yok mu? “Ben bu işte iddialıyım, sınırlı bir güç istiyorum, bu savaşı nasıl geliştireceğimi gösteririm” diyen yok mu? Sizi kim bundan alıkoyuyor? Aslında öyle ciddi bir engel yok; engel kendinizsiniz. Günde bu kadar şehit veriyoruz. Peki bunların anılarına nasıl karşılık verilecek? Sizin gibi düşünmek veya düşünmemekle mi, kadere boyun eğmekle mi, yenilgiyi kabul etmekle mi? Bu affedilir mi? Birbirimizi affedebilir miyiz? O zaman bizim insanlığımız nerede kalır? O yaşama bin defa lanet olsun demeyecek miyiz? Kendi yüce değerlerine karşı bu kadar duyarsızlaşan, kendine saygıyı bu kadar yitiren topluluk lanetlidir.
Beni bile yeterli görmemeniz gerektiğini söyledim. Beni, kazara, tesadüfen yaşıyor bilin. Yaşamı kendinizde başlatın. Buna yol açtıysam ne mutlu bana. Fazlasını istemeniz doğru değil, ama kendinizden daha da istemeniz mutlak gereklidir. Çünkü hem şiddetle ihtiyacınız var hem imkan-olanaklar ve düzey tutturulmuştur. Bu tarihi döneme cevap mı vermek istiyorsunuz, savaşı zafere doğru mu ilerletmek istiyorsunuz, değerlendirin.
Tekrar vurguluyorum; bu büyük tehlike ikinci bir 19 Mayıs senaryosunu geliştiriyor. Bu senaryonun özü nedir? Birincisi, “19 Mayıs’ta Batı’dan gelen işgalci güçleri Ege’ye, Akdeniz’e döktük.” İkinci 19 Mayıs senaryosuna göre ise, dağdan gelen sözümona yabancı uşağı gücü, -ki buranın, belki de dünyanın en eski halkıyız, tarihin tanıdığından beri en eski yerleşeniyiz- dağda boğmayı, yok etmeyi amaçlıyorlar. Korkunç! Bulmuş vahşi bir barbar gücü, arkasına da emperyalizmi almış, nefes nefese hainiyle de, itiyle de anlaşarak sonuca gitmek istiyor. Bunu nasıl göremiyorsunuz? Görüp de nasıl büyük sorumluluk duygusu edinemiyorsunuz? Buna şaşıyorum. Adamlar dağda boğup bitirecekler. Kendilerine göre de “çoğu gitti azı kaldı” diyorlar.
Gafillere soruyorum; peki karşılığınız nedir? Bu acımasız gücün birinci 19 Mayıs’ının sonuçlarını biliyorsunuz. Şêx Sait’in mezara konuluşuna “betonladık” diyor. Ağrı dağına da “hayali Kürdistan burada meftudur” diyor. Dersim’de de zaten darağacına nasıl boylattırdığını gördük. Bu birinci sonuç. Peki ikincisi nasıl olacak? Belirttiğimiz gibi, o zaman ordu gücü bu kadar güçlü değildi ve yine o zaman şex, aşiret önderliği gidecek, kendisine bağlı halk da kalacak değildi. Bu sefer de halkı toptan götürecek. 20. asrın son tekniklerini uygulayarak, Hitler’in bile geliştiremediği faşist yöntemleri uygulayarak bir halkı bitirecek. Helen halkı Anadolu’nun 3000-4000 yıllık halkıydı. İşte bu yetmiş yıllık süreç içerisinde eser kaldı mı? Ermeni halkı yine 3000-4000 yıllık bir kültürün en güçlü temsilcisiydi. Ondan bir eser kaldı mı? Biz zaten kültürel olarak gelişemedik de, bizim ömrümüzü belki de on yılda daha da bitirebilir. O zaman bu değerlendirmenin doğru olduğundan hiç kuşku duyulmaz.
Adamlar ilan etmişler. O zaman nasıl tavır geliştireceksiniz? Halk savaşının taktik önderleri, karşılığınız ne olacak? Halen “birlikleri eğitemedim, silahları yerinde paslı bıraktım” deniliyor. Silahların çoğunun kullanılması bilinmedi. Ciddi bir kural gereği düzenleme, yürütme hiç yok. Öyle mi karşı koyacaksınız? “Aslında biz çoktan ölmüş, bitmişiz” diyerek mi yaşayacaksınız? “Ne kadar yaşasak kârdır.” Yaşam bu mudur? Buna kim yaşamak diyebilir, kim tenezzül edebilir? Eğer bütün bunları anladık diyorsanız, buna göre neden kişilik hazırlığınız yok? Buna göre neden kavgacılığınız yok? O zaman sizin için sorun vardır.
Sorunların çözümü de, bizim cevabını vermek istediğimiz tarzdan başka türlü olamaz. “Buna ulaşamıyorum, gereklerini yerine getiremiyorum” demek, en gafilce kendini aldatmak demektir. Yapılacak işler çoktur. Kendi kişiliğimden size çok açık bir örnek sundum. Olmayan olanaklardan, ortam ve olanak yarattım. Her birinizin eline verilen savaş olanakları, her zaman benimkinden daha değerlidir. O zaman geriye kullanmasını bilmeniz gerekiyor. O da sizin işinizdir. Kullanmasını bilmezseniz ne olur? Sağ kalanınız savaş suçlusu, diğerleri de ucuz bir ölümün kurbanı olur. İkisi de doğru değildir. Görüyorsunuz ki, bütün değerlendirmeler, bizim amansız bir savaşçı olmamızı emrediyor. İtirazsız, son derece azimli, kararlıca sınırlı bir gelişmeyi, bir olanağı, bir fırsatı amansız değerlendirmemizi emrediyor. Ve neden gerekleri yerine getirilmedi denildiğinde, hatayı, eksikliği kolay kolay kabul etmememiz gerektiğini gösteriyor. Çünkü üzerinizde senaryo var. Bilemedin taş çatlasa, beş ay sonra tarihten siliniyorsunuz. Bunu önlememiz gerekiyor.
Ordumuzun, kurmayının en temel görevi budur. Önlemiyorsa kurşunu kendine sıksın, mezarını kendisi kazsın. Onun bir saniye bile yaşamaya hakkı yoktur. Yaşamanın tek gerekçesi vardır, o da savaşı geliştiriyorum, savaşta iddialıyım, mutlaka başarı yolunu bulacağımdır. Bunun dışında hiçbir yaşam gerekçemiz olamaz. Bu benim için de böyledir. Savaşı geliştirdiğim oranda yaşayabileceğime inanıyorum. Zaten geliştiremezsem bize bin defa ölüm fermanı biçilmiştir. Düşmanın affedici hiçbir durumu yok. Çok gerçekçi olmak zorundayız ve yaşamamız için başarmamız gerekiyor. Başarı için askeri sanatın bütün inceliklerine, onun halk savaşımı tarzına anlam vermemiz, korkunç yüklenmemiz gerekiyor. Ben bir takım diyeyim, siz bir manga deyin, bununla on kat düşmanı tasfiye etmeyi, bir numaralı askeri ilke bilmeniz gerekiyor. Ben, mangasının veya takımının yarısını söyleyeyim, siz dörtte birini kaybettiğinde o komutanının yaşama hakkının da bitmekte olduğuna, eğer bir fırsat tanıyacaksak çok kısa sürede, üçte bir kaybetmişse, onun üç katı kazanca, yani düşmana kaybettirmeye dönüştürdü mü, -kısa bir süre içinde diyorum, ben bir ay, siz bir hafta deyin- bunu sağladı mı ancak yaşayabileceğine anlam vermemiz gerekir.
Bu da temel askeri kuralımızdır. Hiç olmazsa iki temel kuralı kendinize egemen alın, yine de başarı oranınız yükselecektir. Bunun dışında yaşamaktan ne anlıyoruz? Kim bizi başka türlü yaşatma gafletine düşebilir? Hangi kişilik? Hangi komuta? PKK’nin adına kim? En başta diyeceksiniz ki “sen,” işte ben de size gerçeği söylüyorum. Benim ilkelerim tartışmanıza da açıktır. Canıgönülden kabul diyorsunuz, o zaman bana göre yaşamınızın düzenlenmesi ve askerlik böyle başlar, çok muhtaç olduğunuz askeri yetenekleriniz böyle gelişir. Bunlarla oynamayın. Yıllardır oynadınız, peki nereye geldiniz? Ne kadar geliştiniz? İşte tıkınma düzeyi, işte kaybetme düzeyi ortadadır. Yargılanırsa, savaş suçlusu olmayan bir tek kişi çıkmaz. Demek ki, dönüşmeniz gerekiyor. Demek ki, temel ilkelere göre artık bundan sonra yaşamayı, savaşmayı bilmeniz gerekiyor. Başka tür halk savaşçısı, hele hele komutanı olamazsınız.
Komutanlık size yakışmaz mı? Yakışır. Yapamaz mısınız? Yapabilirsiniz. Ama bu, bazı temel ilkelere göre kayıtsız-şartsız ve amansız yaşama ilkesini gösterirseniz olur. Örnek düzeyde bunun fedakarlığını, bunun usta yürütme gücünü kendinizde gösterirseniz hem buna layıksınız hem de bunu yaparsınız. Başka seçenek, başka bir yaşam olanağı var mı? Olmadığını sanıyorum, benden daha iyi taktir ediyorsunuz. Oldukça gençsiniz. Tam da “bu ömür böyle bir düşmana patlatılmak içindir” demelisiniz. “Zamanı, zemini kullanmak, bir savaş olanağını yaratmak, bir savaşı geliştirmek tam bana göre; yüzyılların rüyası, umudu, intikamı olarak bundan asla vazgeçmem” demelisiniz.
İşte temel halk savaşçılığı ve duygusallığı böyle ele alınır. İlkesi kadar, duygusal gerçeği de, moral gerçeği budur. Tekrar vurguluyorum: Şimdiye kadar böyle yaklaşmamayı büyük bir eksiklik, yanlışlık olarak değerlendirmelisiniz. Bundan sonra sizinle bu çerçevede yürümek isterim. Sorumluluğunuzu paylaşırım. Kabul edilmeyecek, affedilmeyecek olan, bir kez daha eski yanılgılar, kendinize yakıştırdığınız eski yetmezlikler, tarz ve üsluplardır. Bunun için gerekli olan eğitim ise, veriyoruz. Bence yeterlidir. Doğru bir görevlendirme de veriyoruz.
Bütün bunlar yapıldığında da kaybedebiliriz. Biz bu kayba acımıyoruz. Şehit de düşebiliriz. Buna da üzülmüyoruz. Bütün bunlar yapıldığında ölüm nereden gelirse gelsin -ben de dahil hangimiz şehit olursak olalım- hoş geldi, sefa geldi deriz.
Bizim büyük üzüntümüz, öfkemiz tam da istediğimiz gibi savaşmamaktan dolayıdır. Buna son verelim diyorum.
Önder APO
8 Haziran 1995
- Ayrıntılar